Ara

Hukukun Militerleştirilmesi


Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde, katı (bir anlamda hardcore) ve vesayetçi, ‘Gerekirse bu ülkeye komünizmi de biz getiririz’ şiarıyla özetlenecek pedansist Kemalist cumhuriyetçilikle, “Çoğunluk bende, istediğimi yaparım!” tarzı bir Menderesçi popülizmin yeniden dirilişine tanık oluyoruz. Bir yanda 3 Kasım seçimlerindeki toplam seçmenin %25’ini, genel oy oranının %34’ünü alarak %66’lık bir haksız temsil sistemini beraberinde getirdiğini savunan, ama CHP’nin de aynı kremalı pastadan beslenerek ceylan derisi koltuklarda oturduğu gerçeğini göz ardı eden kesim; diğer yanda demokrasiyi “Yaptım, oldu; millet her şeyin tecellisidir!” gözlüğünden okuyan, demokrasiyi yolunmuş tavukla karikatürize eden cenah…

İşte bu iki ana akım, şimdi cumhurbaşkanlığı seçiminde kozlarını paylaşacak. Erdoğan, dört yıllık maratonunda “demokrasiyi çoğunluğun tahakkümüne dönüştürmeme” kuralını davranışlarıyla defalarca ihlal etti. Hem üslubuyla hem de icraatlarıyla…

’80 İhtilali’nin ‘otomatik cumhurpaşa’sı Evren’in hazırlattığı ve geçenlerde Genç Bakış programında “’Keşke anayasaya cumhurbaşkanını halk seçer’ ifadesini koydurtsaymışım” diye içerlediği ’82 Anayasası, tüm facialarına ve yamalı bohçaya dönüşen haline rağmen, çok ciddi evrimler geçirerek bugününe geldi. Aslında Evren’in alıntıladığım konuşması, ihtilalin ve sonrasındaki kurucu iktidarın ne kadar ‘çoğulcu’, yürütmeden ‘özerk’ olduğu konusunda bize şifreler verebilir, cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili tartışmanın sadece bir mevzuat tartışması değil, Türkiye’nin siyasal hayatının ana damarları olan ‘pedantizm- popülizm’, ‘vesayetçi- demokrat” ayrışmalarına da ışık tutabilir. Sorun, hukuk koridorlarında dolaşmaktan çok, Türk siyasal hayatında seçkinleri donatan ideolojik formasyonla anlaşılabilir. Öyle olduğu takdirde, Sabih Kanadoğlu’nun gerek Ceviz Kabuğu’na aylar önce verdiği demeç, gerekse “Alaturka Demokrasi” kitabındaki mahkeme kararlarının özeti bir değer kazanabilir. Aksi halde hukuk, Anayasanın ilgili maddeleri bulutlara tutunup kalabilir.

Buz dağının görünen kısmından başlarsak;

Anayasa m. 102/ 1, “Meclis, cumhurbaşkanını üçte iki çoğunlukla seçer” ifadesini kullanırken, bu ifade ilk aşamada ‘toplantı yeter sayısı’nın üçte iki olduğu biçiminde anlaşılabilir. Ne var ki, m. 102/ 3’te bunun bir toplantı yeter sayısı değil, seçilme yeter sayısı olduğu ifadesi metinden çıkarılabilir: “…oylamaların ilk ikisinde üye tamsayısının üçte iki çoğunluk oyu sağlanamazsa…” Dolayısıyla, ilk fıkrada bahsi geçen meclisin ‘seçme iradesi’, iradenin hazırlığı olarak gösterilen toplantı yeter sayısı değil, seçilme yeter sayısıdır. Ancak ’82 Anayasası’nın şahsına münhasır düzenlemesi olan en fazla dört turlu seçim ilkesi, yasamanın işleyişini hızlandırmak ve yürütme organını bir an evvel tesis ettirmek için geliştirilmiş bir ara formüldür. İlk iki turda aranan üçte iki (367) oy oranının adaylardan herhangi biri tarafından sağlanamaması halinde geçilecek üçüncü turda, üye tamsayısının salt çoğunluğunun (276) oluru aranacaktır. Dördüncü tur ise, ilk üç turda cumhurbaşkanını seçememiş olan meclisi iyice zorlar ve onu artık yeni bir meclis seçimine dek zorlar. Bu sayede, 1982 Anayasası, yürütmenin kuruluşu adına yasamanın iradesini arkadan ittirmeye, dolaylı yoldan bir mutabakata yükümlendirir. Zira dördüncü tur oylamaya kalan bir yasama organı, kendi içinde yürütmenin başını seçemediği için, devletin süreklilik ilkesini (Anay. M. 102/ 4’e rağmen) zedeleyebileceği gerekçesiyle kendine içkin olan varlığını tehlikeye sokar. Bu yüzden dördüncü tur oylaması, üçüncü turda en çok oy almış iki adaydan birinin salt çoğunluk oyunu (276) sağlamasını hedefler (Anay. 102/ 3). Hatırlanacağı gibi, ’61 Anayasası’na göre seçime giden ’80 İhtilali öncesindeki son meclis, gerek hükümet gerekse cumhurbaşkanı seçimi konusunda ihtilafa düşmüş ve asker, darbenin gerekçelerinden birini meclisin kendi işleyişini sağlayamamasına bağlamıştı. İşte bu yüzden ’82 Anayasası, dört turluk maratonun ardından meclisten mutlak surette bir yeni cumhurbaşkanı çıkartmasını bekler. Aksi halde meclis, kendisini feshetmiş sayılacaktır. Varolan meclis, yasama ilkesini tam işletemediği için, yürütme dolayımıyla kendisini boğazlamış sayılır:
Devletin sürekliliği, yasamanın Leviathan’ıdır.

Anayasanın meclisin toplantı ve karar yeter sayısını genel hüküm olarak düzenleyen ilgili 96/1 hükmü uyarınca, “Anayasada, başkaca bir hüküm yoksa, TBMM üye tamsayısının en az üçte biri (184) ile toplanır ve toplantıya katılanların salt çoğunluğuyla karar verir; ancak karar yeter sayısı hiçbir şekilde üye tamsayısının dörtte birinin bir fazlasından az olamaz (138).” Görüldüğü üzere, genel hüküm olan toplantı yeter sayısı 184’ü işaret etse de, ilgili fıkranın “başkaca bir hüküm yoksa” ibaresi, bizi m. 102’nin ilgili bölümlerine yollamaktadır. Cumhurbaşkanlığı seçiminde özel bir toplantı karar sayısı öngörmeyen m. 102, dolaylı yoldan cumhurbaşkanlığı seçim yeterliliğini 367 ile 276 arasında göstererek, toplantı yeter sayısının zaten 184’ten fazla olması gerektiğini belirtmektedir. Kaldı ki, m. 102’de belirtilen seçilme yeterliliği sayı ve oranları, m. 96’da düzenlenen hükümlerden farklı bir oylama düzeneğinin cumhurbaşkanlığı seçiminde işleyeceğini anlatmaktadır. O yüzden, genel hüküm olan m. 96/ 1 ile “başkaca bir hüküm” olan m. 102’nin aralarında bir çelişki yoktur. Anayasa, cumhurbaşkanlığı seçimini, yasama organının bir işlevi sayarken, daha fazla mutabakat gereği onu ayrı bir hükümle düzenlemiştir. Toplantı yeter sayısıyla cumhurbaşkanlığı seçim yeter sayısı arasındaki fark; “başkaca bir hüküm yoksa” ibaresinin, yasakoyucu için ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Meclis içtüzüğü ise, hukukun temel ilkelerinden olan normlar hiyerarşisi gereği, anayasada açıkça düzenlenmemiş genel, açık, kurucu bir hükmün yasa, tüzük ve yönetmeliklerle düzenlenemeyeceği açılımıyla beraber düşünülebilir. Buna göre, meclisin cumhurbaşkanlığı seçimindeki toplantı yeter sayısının m. 102’de açıkça düzenlenmediği bir hükmünün içtüzükteki hükümler uyarınca işletilmesi ve Kanadoğlu’nun meclis içtüzüğüne başvuran yorumu, normlar hiyerarşisine, Anayasanın 2. maddesinde düzenlenen ‘hukuk devleti’ ilkesine aykırıdır.

Tüm bu sıkıcı hukuk mevzuatı tartışmasından sonra, sorunun hem cumhuriyetçi hem de popülist demokrat kesimler tarafından “hukukun militerleştirilmesi”ne dönüştürülen, Erdoğan’ın ya da başka bir AK Parti yakınının seçilmemesi adına meclisi ‘toplanmamaya’ , eylemsiz kalmaya, kurucu iktidardan yıkıcı iktidara, yıkıcılığın kuruculuğuna, sine-i millete evrilen gidişata yönelik ‘sosyolojik’ yorumumu da diğer yazımda anlatmak isterim. Kurucu iradesini toplanmamak suretiyle eylemsiz kalmakla becayiş eden bir meclis, millet egemenliği ilkesini hem kuramsal hem de pratik manada sekteye uğratacak, ‘devletin sürekliliği’ ilkesini ön planda tutan cumhuriyetçi paradigma kendi tarihi tutumuyla çelişecektir.

Erdoğansız bir meclis, üslup açısından biraz sakinleşecekse de, Erdoğan’ı Çankaya’ya çıkartmama adına yapılan ‘zihni sinir’ projelerinin de en az onun kadar Çankaya’nın itibarını düşüreceğini sanıyorum. Demokrasi bir katılımsa, katılmamanın fetişleştirilmesi bu aşamada tüm kanalları tıkar. Erdoğan’a gösterilecek sessiz tepki, ancak sessizlikle sonuçlanır. Zira bu eyleme girişecek kopkoyu (hardcore) Kemalist, vesayetçi demokrat kadro, hareketini tabandan getirmemekte, hukuk koridorlarında yalnız başına dolaşmaktadır.

İsmet Paşa

Kitap önerisi:

ÇAPLI, B., DÜNDAR, C. (2006), İsmet Paşa, Ankara: İmge Kitabevi Yayınları.


C. Dündar ve B. Çaplı'nın "İsmet Paşa" belgeselinin uyarlaması olan "İsmet Paşa" kitabı dün piyasaya çıktı, okuma fırsatı buldum. Kitap, ilköğretim ve lise düzeyinde yakınçağ siyasi tarihine uzaklaştırılmış gençlere giriş bilgisi verebilecek düzeyde kurgulanmış. İnönü'nün Harp Okulu yıllarından Yemen görevine, Kurtuluş Savaşı'ndaki muazzam taktikçiliğinden Atatürk'ün gölgesinde süren bir politik hayata, 'Tek Adam'la Çankaya sofralarındaki atışma ve gönül almalarıyla paralel giden inişli çıkışlı kariyerine, 'liberal' ekonomi- plancı kalkınma sarkacında salınan 1923- 73 Türkiye'sinde '2. Adam'ın dik duruşuna kısa kısa değiniliyor, tarihe fotoğraflarla eşlik ediliyor.

İnönü, bir anlamda Türkiye'de siyasi belleklerin turnusol kâğıdı... Seveniyle sevmeyenlerinin ayrışması, İnönü'nün hamlelerine bugün bile farklı gözlerle yorumlamalarına yol açıyor. Örneğin, Pembe Köşk'ün Terakkiperver ve Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın eylemlerine bakışı, Şeyh Sait İsyanı'na ilişkin yorumu, Harf İnkılâbı’na tedrici yaklaşımı, devletçi kalkınmada 'özel' sektörün rolünü algılayışı, 2. Dünya Savaşı'nda "milleti aç ama babasız bırakmama" uğruna savaştan imtinayla uzak durması, çok partili düzene geçiş hamlesi, Marshall Yardımı sonrası Soğuk Savaş'taki tutumu, 14 Mayıs 1950 ile gelen 'en güzel yenilgi'nin ardından 'halka gitme'nin artık bir zorunluluk olduğu fikri, 1960 Darbesi sonrası demokrasiye derhal geçilmesi ve Menderesler' in idamına karşı çıkan tavrı, Aydemir'in türev darbe girişimlerine karşı gövdesini siper ederek, kendisini koltuktan indiren demokrasinin herkese elzem olduğuna inanması, Kıbrıs konusunda Başkan Johnson'a Soğuk Savaş sözlüğünü alt üst eden bir cümleyle "Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de onun içinde yerini alır!" karşılığını vermesi, yükselen sağın ve solun karşısında kimlik krizi yaşayan CHP'nin 'Ortanın Solu' ile kan tazelemesinde Ecevitçi çizgiye kol kanat germesi, bu sayede partiyi fikren gençleştirme adına aslında '72 Mayıs Kurultayı'na giden yolda son günlerine imza atması, senatörlük günleri ve tabii ki aşkla her dem ayakta duran bir beden, bir aile babası... Zamanını memleketle geçiren bir aklın 'artı zaman'ında üzerine özenle titrediği bir çatı: İnönü ailesi...

"İsmet Paşa" kitabında anlatılan İnönü'nün ve dolayısıyla Türkiye'nin yaşam hikâyesi, araştırmacılar için başvuru kaynağı niteliğinde değer kazanmasa bile, yakın siyasal hayatımızı ilköğretim ve lise düzeyindeki genç arkadaşlara anlatmak, izletmek açısından hocalarımıza yardımcı olabilir.

Araştırmacılar için eski bir paradigma halen tazeliğini koruyor: Türk siyasal hayatına damga vurmuş otoriter- totaliter cumhuriyetçilik ve vesayetçi demokrasi- patrimonyal devletçilik ayrımları, İnönü'nün özyaşam öyküsü üzerinden tekrar anlaşılabilir mi?


AYDINLANMA YANLISI BİR “AYDIN KARŞITI” OLARAK ECEVİT

Okay Bensoy[1]

GİRİŞ
biz halkız
kıt da olsa okuyup yazmamız
bilgiyi işten
aydınlığı güneşten alırız
ay gibi girip de
güneşle aramıza
gölge etmeyin
karanlıkta kalırız
tek bir ağacız kökleri derinde
kopmayın bizden dallar gibi
kopan dallar kurur gider
tomurcuğu meyvesiz
Aydınlara Dilekçe, 1982

Bu araştırma, Türkiye’nin siyasal yaşamındaki önemli köşe taşlarında imzası bulunan Bülent Ecevit çizgisini bir “iktidar analizi” üzerinden tartışma amacını taşımaktadır. Değerlendirme süresince elimizde veri teşkil edecek önemli kaynaklar arasında, CHP’ye dışsal[2] ve içsel olarak değişim geçirten Ortanın Solu hareketi, İnönü’nün ayrılmasından sonraki CHP, muhtıra ve darbe döneminden sonra Ecevit’in takınmış olduğu tutum, 1980 sonrası kuracağı Demokratik Sol Parti çizgisi yer edinecektir. Ecevit portresi, genel bir yapı analizinin ardından, Türkiye’de, Batı kavramsallaştırmalarından özerk bir sol geleneğin de yaratılabileceği çerçevesi içine oturtulacaktır. Bu hedef doğrultusunda, Ecevit çizgisinin detaylı bir Osmanlı – Türk modernleşmesi tahliline ihtiyaç duyacağı görülecektir. Özellikle “yönetim-elit formasyonu[3]- sınıfsal yapı” üçgeninde şekillenecek bu yazı, CHP’nin değişim sancılarından mümkün oldukça yararlanacak, Ecevit imgesi ise, hem belirle’y’en hem de belirle’n’en özne olarak bu sürecin bir parçasını teşkil edecektir. Osmanlı modernleşmesinden Cumhuriyet modernleşmesine dek uzanan süreçte, aydının sarayda, Reis’ülküttaplık’ta ve palas koridorunda üstlendiği rol, bu bağlamda bir süreklilik arz etmekte, tepeden inmeci bakış, Ecevit’in ordu-bürokrasi-siyaset üçlemesinde aydını merkeze yerleştirmesine neden olmaktadır.

BELİRLE’N’EN VE BELİRLE’Y’EN ÖZNE: ECEVİT’İN GÖZÜNDEN TÜRKİYE TOPLUMU

Tarihin herhangi bir evresinde belirmiş kişiliklerin var olan yapının zıttı veya bu yapıya eklemlenecek biçimde hayatlarına yön verecekleri ön kabulünden hareketle, Ecevit’in siyaset sahnesine çıktığı dönemdeki genel dünya sistemine bakmakta fayda vardır. Türkiye’yi 1960’lara hazırlayan temel bölünmenin şehirdeki ve köydeki küçük burjuvaziyle sanayi burjuvazisi arasında yaşandığı söylenebilir. Bu bölünme, 17. yy.’dan itibaren gelişim gösteren küçük sermaye ideolojisiyle 1945 sonrası sınaî kalkınma faaliyetinde kendisini gösteren burjuva ideolojisinin tezahürüydü. Dönem, sanayi burjuvazisinin uluslararası bağlantılarıyla gelişmesinin artık devlet tarafından düzenlenmesini gerektirmekteydi ve Demokrat Parti’nin açık veren liberal dış ticaret rejimi, yeni sisteme uyum sağlayamayacak kadar katılaşmıştı. İhracatın salt tarım ürünlerine bağlı olmasının, yatırım ve tüketim mallarında artan talebi finanse etmeye yeterli olmadığı anlaşılmıştı. Uluslararası arenada ilişkileri bulunan sermayedarın, şehirde yer etmiş sanayicinin, Osmanlı döneminden 1950’lere kadar varlığını bir “sınıf” kimliği altında sürdürmüş olan seçkinlerin, ordunun ve talepleri henüz formüle edilmemiş işçi sınıfının çıkarları[4] bu ortak noktada buluşmuştu. Bu açıdan bakıldığında 27 Mayıs, restorasyondan (yenilenme) çok bir dönüşüme işaret ediyordu. Ortak çıkarların ekonomi alanındaki yansımasını, dövizin ve kıt kaynakların planlı, rasyonel biçimde tahsisi oluşturuyordu.[5] Dış ticaret serbestîsinden uzaklaşılarak planlı kalkınmaya geçilmesi, sadece Türkiye’ye özgü bir olay değildi ve neredeyse tüm dünyada benzer kurumlarla destekleniyordu.

Aynı dönem aralığında, özellikle tarımda makineleşmenin artışı ve ortakçılıkla yarıcılığın kırda daha az gelir getiren işler haline dönüşmesiyle birlikte, kente göçler başladı. Gecekondulaşmanın bir kentleşme problemi haline gelmesi ve işsizliğin ciddi boyutlara ulaşması, Ecevit’in sahneye çıkmasından önce hazırlanmış bir dekordu. Öyle ki, gecekondu problemi bu dönemde siyasal partilerin gündemlerinde geniş yer tutacaktır.[6]

1960’ların Türkiyesi, şehirleşmeye de bağlı olarak işçileri bir araya getiren bir döneme tanıklık etti ve henüz tam anlamıyla şekillenmemiş işçi talepleri, sol akımlar içinde farklı seslerin yükselmesine ortam hazırladı. Milli Demokratik Devrim ve Türkiye İşçi Partisi kanatlarında beliren ayrışmaya, ülkenin kurucu iktidarı CHP, aynı zamanda 27 Mayıs’a “ev sahipliği” yapması dolayısıyla kayıtsız kalamazdı. Dışsal olarak, Avrupa’da yükselen sol muhalefet ve SSCB’nin sürdürdüğü komünist “tehlike”, içeride milli bakiye seçim sistemi sayesinde temsil şansı bulan TİP çizgisi karşısında CHP, bir kimlik krizi yaşıyordu. Yeni ülkenin kuruşundan beri “devlete millet bulmaya” çalışan “bürokrat-seçkin-ordu” kanadı, “sınıfsız ve kaynaşmış bir toplum” yaratma rüyasından sanayileşmenin sınıfsal ayrılıkları su yüzüne çıkaran keskin bıçağının sesiyle uyanıyordu. Bir tür tabula rasa[7] yaratarak iktisadi ve toplumsal koşulları belirleyen özne, ‘46’da kendi diyalektiğiyle karşılaşarak, yaratmış olduğu burjuvazinin kutsal iktidar fanusuna el sürmesiyle, süreç ve kimlik anlamında, ne olduğunu şaşırmıştı. İnönü’nün “en mutlu yenilgim!” diye isimlendirdiği bu tablo, aslında 1950 sonrası Türkiyesi’nde hiçbir iktidar analizinin eski tip siyaset sözlüğüyle yapılamayacağını kanıtlıyordu. 1960’ta, kadim dostu orduyla bu “rövanşı” alan CHP elitleri, artık karşılarında kendisini sağ çizgide tanımlayan bir muhalefetin yanı sıra, dışsal ve içsel alternatifler de bulmuşlardı ki, Ecevit mühürlü “Ortanın Solu” çizgisi, kelime itibariyle de bu konumlanmanın bir tür sancılanış olduğunu gözler önüne sermekteydi: Sağ ve sol yanından baskıya maruz kalan bir tortul kütlenin, ayrıca içeriden yukarıya doğru uygulanan bir etkiye de tepki vermek zorunda kalışı. “Ortanın Solu” CHP içinde öyle bir açılımdı ki, aynı zamanda parti içindeki sınıfsız toplum dolayımlı muhafazakâr eğilimleri de rahatsız etmiş, iktidar alanını ’60 sonrasının yeni yapısının zorladığı ölçülerde fakat eskiden tam bir kopuş gerçekleştir’e’meden düzenlemiştir. Sadece açılıma inananları değil, inanmayanları da uzun süre bu felsefeye eleştiri yöneltmelerine neden olarak parti içi iktidarı ve muhalefeti kendi ayakları üzerinden kurdurmuştur.

Ecevitçi bu çizgi, ilk dönemlerde, gelenekle gelecek arasında hakem olma amacını güden İnönü’den destek görürken, ilerleyen aşamalarda, gerçek kimliğini İnönü’nün o ana kadar üzerinde yükseldiği temellere balyoz indirerek göstermiştir. İnönü’ye göre; ordu, ülkenin temel bileşenlerinden biriydi ve ‘71 Muhtırası, desteklenmesi gereken bir hareketti. Ecevit ise, bu hareketin demokrasiyle bağdaşmayan yanlarını ortaya sererken, Atatürk’ün gölgesinden faydalanmaktaysa da, bir tür ikincil ödipal imge olan İnönü’nün bu iktidar arayışına karşı tavrını genel sekreterlikten ayrılarak somutlaştırıyordu. Özünde bu hareket, ideolojik çatallanmaları bir kenara koyarsak, Terakkiperver Fırka, Demokrat Parti deneyimlerinden sonra İnönü cephesindeki statükoya karşı yeni bir başkaldırı olarak isimlendirilebilir. Ecevit’in, “Ortanın Solu” ile parti içine saldığı “korku” tohumları, bu kez muhtıraya karşı olmak gibi tam bir gelenek dışılıkla bezenince, iktidarın yeniden tanımlanmasının kapısı aralanmıştır. CHP içindeki diğer muhalefet oluşumlarından farkını, parti içi çözüm bulma adına genel sekreterlikten istifa etmekle koyan Ecevit, elitlerin en büyük anti- tezi olarak beliren yerel örgütlerle temasa geçme yolunu kullanarak merkezi sarsmayı başarmıştır. Bu doğrultuda Mayıs 1972 Kurultayı’na çıkarken 43 il başkanının, 8 il temsilcisinin, 55 il gençlik kolu temsilcisinin, 7 gençlik kolu başkanının desteğini arkasına aldı.[8] Muhafazakâr kanattan (ki son dönemde bu önermeye İnönü de katılacaktır) partiyi sosyalist yapma noktasında eleştiri toplayan Ecevit, “Ortanın Solu” tarifini getirirken, teorik arka planını ‘aşırı sağ’- ‘aşırı sol’ yelpazesinden yararlanarak çizmiştir.[9]

Konumuz açısından burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta da, CHP içinde yerele, halk katılımına verilen önemin bu elit formasyona rağmen gerçekleştiğini hatırlatmak, iktidarın tanımlanışının artık sokaktaki insan üzerinden yükseldiğini CHP’ye duyurmaktır: “Daha açık söylüyorum, vereceğimiz karar şudur: Demokratik bir partinin kanunlar(ın)a saygılı özgür üyeleri mi olacağız, yoksa kapıkulları mı olacağız?[10] Bu açıdan Ecevit’in, Osmanlı modernleşmesinden günümüze dek uzanan aydın-halk ikiliğine kulak vermenin anlamlı olacağını düşünüyoruz. Ecevit, Karagöz-Hacivat metaforunu (eğretilemesi) kullanarak yapmış olduğu bir çözümlemede, Hacivat’ı kendi toplumuna yabancılaşmış, seçkinci ve aydın Türk yönetici sınıfının bir temsilcisi olarak yorumlar, Türk halkının, seçkinlerle Karagöz sayesinde alay ettiği sonucuna ulaşır. Karagöz, bu sayede, yüzyıllardır yönetim kademesinden dışlanan Türkler için tepkilerini dile getirecek alternatif bir iktidar alanını, sivil toplumu oluşturmuştur. Karagöz ile Osmanlı rejimi eleştiriye tabi tutulmuş, devletin “sen benim işime karışma, ben de senin ne konuştuğuna” şeklinde özetlenebilecek felsefesi, meddahta kendisini göstermiştir.[11]

Yukarıda belirtildiği üzere, seçkin kadrolar içinde gerek CHP içinden gerekse Milli Demokratik Devrim kanadından ordu müdahalesine “olumlu” bakan gözlerle Ecevit’in hesaplaşması henüz sürmektedir. Ona göre, demokratik rejimde iktidarın sahasını halktan başka paylaşacak bir güç olmamalıdır; uzun vadede ordu, gerçekleşecek sosyal reformların önünde bir engel olarak belirecektir. Halkla devlet arasına örülen duvarların en önemli tuğlalarını din, dil ve yönetime erişememek olarak betimleyerek, Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetim anlayışında Türk topluluğuna karşı bilinçli bir sindirme politikasının varlığından bahseder. Dini, iktidarın önemli bir mayası sayan Osmanlı hanedanı, Arapça’ dan farklı bir mealin okunmasını günah addederek, kutsal kitap üzerinde okuma tekeli kurmuş, metinleri halkın anadilinde anlayarak tartışması durumunda “düzen”in bozulacağını ve çevrenin kendisine karşı bir alternatif malzeme çıkaracağını düşünmüştür. İktidarın kendini tekrar üretmesinin, meşruiyet zincirini kurmasının yolu ise, medresede Arapça ve Farsça öğretmekle sağlanmıştır.[12] Aynı hedef doğrultusunda, saray çevresinde konuşulan dili, Divan Edebiyatı’nı ‘Osmanlıca’ olarak belirleyerek “anlaşılamayanın gizemi ve ulaşılamayanın kutsallığı”nı yaratmıştır. Soy üzerinden devlet kademelerine erişmenin önünü mümkün olduğunca kapatarak devşirme usulünü yaygınlaştırmış, Müslüman-Türk olmayan unsurlara ağırlık vermiştir.[13] Matbaa, tarih incelemelerinde her ne kadar hattatların kazançlarının engellenmemesi için ülkeye getirilmediği biçiminde yorumlansa da, aslında olası tartışma zeminini baştan yok etmek amacıyla kurulmamıştı.[14] Kahvehanelerin Orta Doğu coğrafyasında ayrı bir işlev üstlendiği dönemde, 4. Murad tarafından kapatılan bu mekânlara Arapça metinlerin tartışılması gibi ikinci bir tehlikeyi sokmak, merkezin, çevre karşısındaki saygınlığını ayaklar altına almak demekti.[15]

Aydın-halk ayrışması üzerinden devam edecek olursak, Ecevit’e göre, Türk halkı bilinçli olarak cahil bırakılmış, kendi kendini hor görmeye alıştırılmıştır. Osmanlı yöneticisi, Türk’e karşı “sürü” muamelesinde bulunmuş ve kendisini de “etrak- ı bi idrak”in “çoban”ı olarak kabul ettirmiştir. Devam edegelen bu sanal iktidar paylaşımında halk, “doğduğu gibi bir yaşamı sürdürmekle yetinir, bulduğundan başka hakları ve malları olabileceğini düşünmemesinden de öte, doğumundaki durumu doğal durum olarak kabul eder. Yeri hiç değişmeyen, hep efendiye kulluk kölelik etmek için doğan ve onu yerinde tutmak uğruna canını veren”[16] bir kimliğe bürünmüştür.

Ecevit’in ‘80 sonrası açılımında dikkat çeken husus, Türklük vurgusunu mazlum bir özne olarak tasvir ederek, onu Osmanlı havuzu içinden çıkarıp cumhuriyet içinde tekrar var kılmaya dayalı bir düşünce akımı geliştirmiş olmasıdır. Aydın-halk ikileminden demokrasi kültürünün tam olarak yerleşememesine, cahillikten kalkınamamaya kadar birçok sorunun temeline Osmanlı’daki yönetim felsefesini koyar ve Türk- İslam sentezinde görülen mazlum öznenin kendisini tekrar üretmek adına “şanlı Osmanlı-Türk” geçmişine yaslanışının tersine, Türkiye Cumhuriyeti’ni yükseltme adına Osmanlı’nın Türk politikasının “olumsuzlanmasının olumsuzlamasına”[17] yönelir. “Türk Ulusu, Kurtuluş Savaşı ile bağımsızlık mücadelesi veren tüm uluslara öncülük etmiştir. Şimdi, Türk ulusunu bekleyen ödev, demokratik rejim içinde, insanlık onuruna saygılı, adil bir düzende kalkınabilmenin mümkün olduğunu da, bağımsızlığına yeni kavuşmuş ve gelişme halindeki uluslara göstermek, bu yönde öncülük etmektir”[18]. “Cumhuriyet Türkü”, geçmişine baktıkça bugününe ve atasına minnettar kalır, geçmişine döndükçe bir daha eski günlere dönmek istemez. Türkler, Osmanlı’da iktidarın merkezinde olamadıkları oranda dışlanmışlığın merkezine taşınırlar. Cumhuriyet, bir diğer ifadeyle, ezilmiş çoğunluğun öç alma anını resmeder. Türk’ün eski dönemdeki hor görülüşü, yeni moralizmin ana besinini oluşturacaktır. Sorun, Türk-İslam sentezinin hamurunda karılmış bir dış düşman tehlikesinde değil, tam tersine, kendi insanının, çoğunlukla da aydınının, Türk kavramını ayaklar altına alan yaklaşımında yatmaktadır: “Atatürk’ün Türk Ulusuna bence en büyük katkısı, halkı bu zehirden arındırmaya uğraşmış olmasıdır. ‘Türk, öğün, çalış, güven!’ O, hiç kuşkusuz, sıralamayı bile bile yapmıştı. Halkın yüzyıllar boyunca bilinçaltına işlenen kendini hor görme alışkanlığından kurtulup da, Türklüğüyle öğünür duruma gelmeden, çalışmak için gerekli hevesi bile duyamayacağını düşünmüştü. Bazı aydınlar bu sıralamayı değiştirirler ve ‘Neden öğünecek mişiz? Türk, çalış, güven, öğün! ’ biçiminde kullanırlar.”[19] Ecevit, Fatih’in, İstanbul’un Fethi’nin ardından, Türk sadrazamı Çandarlı Halil Paşa’yı öldürtüp yerine devşirme kökenli Zaganos Paşa’yı geçirmesini ve bu tarihten başlayarak iki yüzyıl sürecek Türk sadrazamı noksanlığını kültüralist bir analize tabi tutarak, çizmiş olduğu Osmanlı’nın anti-Türkist yönetici tercihi tezini süsler.[20]

Modernleşmenin öncü kadroları olarak bilinen “asker-bürokrat-aydın”ların toplumun bilinçaltına yerleştirmiş oldukları bir olgu da, Ecevit’e göre, “askercil demokrasi geleneği”dir. Sivil yönetime ait kamusal alanın “çizme izleri” ile donatılması, “ordu millet” söylemiyle açıklandığı müddetçe gerçek anlamda demokrasinin yerleşemeyeceğinden dem vurmaktadır. ’71 ve ’80 müdahalelerine sonuna kadar karşı çıktığını hatırda tutarak, Osmanlı döneminde kullanılan ‘paşa’ unvanının bugün hala geçerli olmasını farklı bir toplumsal perspektiften yorumladığına şahit oluyoruz. 23 Nisan’larda çocuklara sembolik koltuk teslim etme törenleri, özünde, yüceltilmiş özne olan “devlet baba”nın, küçük yaştan itibaren yarının büyüğüne kendisini kanıtlama eğitimine verilen addır. Eğitim hayatı boyunca birgün o koltuğa oturacağı ümidiyle yaşayan ezik “birey”, iktidara karşı dayanabileceği sınırların her geçen gün farkına varır. [21]

Türkiye’ye özgü sol anlayışı Batı tipi sınıf çatışmasından farklı yorumlayan Ecevit, ‘30’ların “sınıfsız, solidarist” Kemalist çizgisinden ayrılır, ama milli burjuvazi yaratan bir devlette sınıfsal çelişkilerin, henüz işçi sınıfının olgunlaşmadığı bir ortamda devletin tek sınıfın hâkimiyetine evirilemeyeceğini belirtir. Kaldı ki, ona göre, Türk toplumu farklı sınıfların birbiriyle hiçbir zaman uzlaşmayacak çıkarları etrafında şekillenmemiştir. Batı tipi bir sol anlayışın özgürlükçü, sosyal adalete dayanan, paylaşımcı ilkelerinden yararlanılabilir, ancak nüfusunun önemli bölümü köylü olan bir ülkede böylesi bir proletarya diktatörlüğü çözüm yolu olarak öngörülemez. Bu yapı doğrultusunda, Türkiye’de iktidarın yükseleceği sınıfların en önünde köylülük gelecektir; Türk halkının üçte ikisi köylüdür. Köylünün özgür üretimi için, iktidar, toprak ve su ağalığına son verecektir.[22]

SONUÇ

Ecevit, Türkiye’nin toplumsal yapısı üzerinde “aydın-bürokrat-ordu” üçgeninin devletteki değiştirici ve dönüştürücü işlevine sorgulayıcı bir tarzda yaklaşarak, sivil toplumun, Osmanlı geleneğinden beri, halk katmanlarının sığındığı bir çatı olduğunu savunur. Bu sivil toplum geleneğidir ki, Ecevit’in gözünde bizzat aydınlar tarafından dönem dönem askeri müdahalelere ışık yakılarak daraltılmaya çalışılmıştır. Oysa Türk halkı, Osmanlı’nın Türkler’e karşı uygulamış olduğu kısıtlayıcı tavrı cumhuriyet geleneğinde tersine çevirerek, imparatorluk yapısında biriktirmiş olduğu bu potansiyel enerjiyi harekete geçirebilmiştir. Daha irdeleyici bir ifadeyle Ecevit, kalkınma sancıları yaşayan bir ulusa, Türk-İslam sentezinde görülen geçmişe özlem, saadet devri, şanlı geçmiş ve düzeni bozan dış düşmanlardan alınacak intikam ile eski mutlu günlere erişme hedefini, yitik ve ezik öznenin geçmişin değerlerini bugünün kapitalist toplumunun maddi süreçleriyle uyumlulaştırma hülyasını, tersi biçimde algılatmaya çalışır. Onun için Osmanlı yönetim yapısı, anti-Türkist çizgisiyle en yoğun nüfusa saray kapılarını kapatmış, dini, iktidarın en önemli araçlarından kabul ederek hem yönetici sınıfı devşirme yoluyla kendisinin şekil verdiği bir İslam ile donatmış hem de Kur’an- ı Kerim’i uzun süre halkın kullandığı dile çevirtmeyerek çevrenin alternatif iktidarını engellemiştir.

Osmanlı anlayışını, modernleşme sürecindeki Batı’cı’ aydınlar üzerinden eleştirirken amacı, cumhuriyetçi kadroların getirmiş olduğu “halkçılık” anlayışını negatifiyle olumlamaktır. Bu açıdan, Osmanlı tarihine dönen bir Türk, bugünün değerini daha fazla kavrayacak, tarihe döndükçe cumhuriyet iktidarının sınırlarına daha fazla meşru gözle eğilecek ve aydının tepeden bakan tavrını daha fazla sorgulayacaktır.


KAYNAKÇA

AÇIKEL, Fethi (1996), “Kutsal Mazlumluğun Psikopatolojisi”, Toplum ve Bilim, 1996/ Güz, s.153- 196.
AKŞİN, Sina (2001), Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi, 4. Baskı, Ankara: İmaj Yayınevi.
AYATA, Ayşe (1992), CHP Örgüt ve İdeoloji, Ankara: Gündoğan Yayınları.
CHP (1969), İnsanca Bir Düzen Kurmak İçin Halktan Yetki İstiyoruz, Ankara: Ulusal Basımevi.
ECEVİT, Bülent (1968), Bu Düzen Değişmelidir, İstanbul: Tekin Yayınevi
ECEVİT, Bülent (1968), Ortanın Solu, İstanbul: Tekin Matbaası.
ECEVİT, Bülent (1972), Kurultaylar ve Sonrası, Ankara: İleri Yayınları.
ECEVİT, Bülent (1995), Toplumsal Kültürün Türk Siyasal Yaşamına Etkisi, Ankara: Sistem Ofset.
HATTOX, Ralph (1998), Kahve ve Kahvehaneler… çev: Nurettin Elhuseyni, 2. Baskı, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
IŞIKLI Alpaslan (2003), Gerçek Örgütlenme: Sendikacılık, Ankara: İmge Kitabevi.
KELEŞ, Ruşen (1972), Türkiye’de Şehirleşme, Konut ve Gecekondu, İstanbul: Gerçek Yayınevi.
KEYDER, Çağlar (1995), Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, 4. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları.
LA BOETİE, Etienne (1995), Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, çev: M. Ali Ağaoğulları, 2. Baskı, Ankara: İmge Kitabevi.
MARDİN, Şerif (?), Türk Modernleşmesi, İstanbul: İletişim Yayınları.


[1] AÜ SBF Kamu Yönetimi Bölümü, 02080936.
[2] Dışsal terimiyle, “Ortanın Solu”na yön veren hareketlenmenin, Türkiye içindeki farklı bölüntülerde (fraksiyonlarda) filizlenen sol akımların CHP’ye yeni bir kimlik aramayı artık zorunlu kıldığı kastedilmektedir.
[3] seçkin biçimlenişi
[4] “Türkiye’de işçi hareketinin gelişiminin başta gelen özelliği, örgütlenme hakkını düzenleyen mevzuatın daha önce doğmuş olması, örgütlü işçi hareketinin doğuşunun ise daha sonra, yani mevzuatın oluşumunun ardından gerçekleşmiş olmasıdır.” IŞIKLI, Alpaslan (2003), Gerçek Örgütlenme: Sendikacılık, Ankara: İmge Kitabevi, s.79.
Ecevit’in 1963’te, sendika özgürlüğü ve grev hakkını düzenleyen tasarıya dair yaptığı konuşma, yukarıdaki önermeyi doğrulamaktadır:
“Batı demokrasilerinin hemen hepsinde bu kanunla Türk işçisine tanımak üzere bulunduğumuz haklar, ancak uzun ve kanlı mücadeleler sonunda elde edilmiştir.(…) Şu birkaç gün içinde bu hakları, bu tür mücadelelere gerek kalmaksızın, Türk işçisine tanımak suretiyle topluma ve tarihe büyük bir hizmette bulunacağımız şüphesizdir. Batı ülkelerinde tatbikat önden, kanunlar arkadan gelmiştir. Bizde önce kanun gelecek, tatbikat arkadan gelecek.” IŞIKLI, Alpaslan (2003), s.62.
[5] KEYDER, Çağlar (1995), Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, 4. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 197- 200.
[6] KELEŞ, Ruşen (1972), Türkiye’de Şehirleşme, Konut ve Gecekondu, İstanbul: Gerçek Yayınevi, s.200–2
[7] Platoncu manada filozof kralın, elindeki tuvalle tüm eseri yeniden inşa edişi.
[8] AYATA, Ayşe (1992), CHP Örgüt ve İdeoloji, Ankara: Gündoğan Yayınları, s. 85.
[9] ECEVİT, Bülent (1968), Ortanın Solu, İstanbul: Tekin Matbaası, s.20.
[10] ECEVİT, Bülent (1972), Kurultaylar ve Sonrası, Ankara: İleri Yayınları, s. 57.
[11]ECEVİT, Bülent (1995), Toplumsal Kültürün Türk Siyasal Yaşamına Etkisi, Ankara: Sistem Ofset, s.18- 20.
[12] MARDİN, Şerif (?), Türk Modernleşmesi, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 43.
[13] AKŞİN, Sina (2001), Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi, 4. Baskı, Ankara: İmaj Yayınevi, s.15.
[14] ECEVİT, Bülent (1995), s.27.
[15] HATTOX, Ralph (1998), Kahve ve Kahvehaneler…, çev: Nurettin Elhuseyni, 2. Baskı, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, passim.
[16] LA BOETİE, Etienne (1995), Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, çev: M. Ali Ağaoğulları, 2. Baskı, Ankara: İmge Kitabevi, s.36.
[17] AÇIKEL, Fethi (1996), “Kutsal Mazlumluğun Psikopatolojisi”, Toplum ve Bilim, 1996/ Güz, s.179.
[18] ECEVİT, Bülent (1968), Bu Düzen Değişmelidir, İstanbul: Tekin Yayınevi, s. 219.
[19] ECEVİT, Bülent (1995), Toplumsal Kültürün Türk Siyasal Yaşamına Etkisi, Ankara: Sistem Ofset, s.36-7.
[20] ECEVİT, Bülent (1995), s.23.
[21] ECEVİT, Bülent (1995), s. 8, 45.
[22] CHP (1969), İnsanca Bir Düzen Kurmak İçin Halktan Yetki İstiyoruz, Ankara: Ulusal Basımevi, s. 2- 9.
AYDINLANMA YANLISI BİR “AYDIN KARŞITI” OLARAK ECEVİT

Okay Bensoy[1]

GİRİŞ
biz halkız
kıt da olsa okuyup yazmamız
bilgiyi işten
aydınlığı güneşten alırız
ay gibi girip de
güneşle aramıza
gölge etmeyin
karanlıkta kalırız
tek bir ağacız kökleri derinde
kopmayın bizden dallar gibi
kopan dallar kurur gider
tomurcuğu meyvesiz
Aydınlara Dilekçe, 1982

Bu araştırma, Türkiye’nin siyasal yaşamındaki önemli köşe taşlarında imzası bulunan Bülent Ecevit çizgisini bir “iktidar analizi” üzerinden tartışma amacını taşımaktadır. Değerlendirme süresince elimizde veri teşkil edecek önemli kaynaklar arasında, CHP’ye dışsal[2] ve içsel olarak değişim geçirten Ortanın Solu hareketi, İnönü’nün ayrılmasından sonraki CHP, muhtıra ve darbe döneminden sonra Ecevit’in takınmış olduğu tutum, 1980 sonrası kuracağı Demokratik Sol Parti çizgisi yer edinecektir. Ecevit portresi, genel bir yapı analizinin ardından, Türkiye’de, Batı kavramsallaştırmalarından özerk bir sol geleneğin de yaratılabileceği çerçevesi içine oturtulacaktır. Bu hedef doğrultusunda, Ecevit çizgisinin detaylı bir Osmanlı – Türk modernleşmesi tahliline ihtiyaç duyacağı görülecektir. Özellikle “yönetim-elit formasyonu[3]- sınıfsal yapı” üçgeninde şekillenecek bu yazı, CHP’nin değişim sancılarından mümkün oldukça yararlanacak, Ecevit imgesi ise, hem belirle’y’en hem de belirle’n’en özne olarak bu sürecin bir parçasını teşkil edecektir. Osmanlı modernleşmesinden Cumhuriyet modernleşmesine dek uzanan süreçte, aydının sarayda, Reis’ülküttaplık’ta ve palas koridorunda üstlendiği rol, bu bağlamda bir süreklilik arz etmekte, tepeden inmeci bakış, Ecevit’in ordu-bürokrasi-siyaset üçlemesinde aydını merkeze yerleştirmesine neden olmaktadır.

BELİRLE’N’EN VE BELİRLE’Y’EN ÖZNE: ECEVİT’İN GÖZÜNDEN TÜRKİYE TOPLUMU

Tarihin herhangi bir evresinde belirmiş kişiliklerin var olan yapının zıttı veya bu yapıya eklemlenecek biçimde hayatlarına yön verecekleri ön kabulünden hareketle, Ecevit’in siyaset sahnesine çıktığı dönemdeki genel dünya sistemine bakmakta fayda vardır. Türkiye’yi 1960’lara hazırlayan temel bölünmenin şehirdeki ve köydeki küçük burjuvaziyle sanayi burjuvazisi arasında yaşandığı söylenebilir. Bu bölünme, 17. yy.’dan itibaren gelişim gösteren küçük sermaye ideolojisiyle 1945 sonrası sınaî kalkınma faaliyetinde kendisini gösteren burjuva ideolojisinin tezahürüydü. Dönem, sanayi burjuvazisinin uluslararası bağlantılarıyla gelişmesinin artık devlet tarafından düzenlenmesini gerektirmekteydi ve Demokrat Parti’nin açık veren liberal dış ticaret rejimi, yeni sisteme uyum sağlayamayacak kadar katılaşmıştı. İhracatın salt tarım ürünlerine bağlı olmasının, yatırım ve tüketim mallarında artan talebi finanse etmeye yeterli olmadığı anlaşılmıştı. Uluslararası arenada ilişkileri bulunan sermayedarın, şehirde yer etmiş sanayicinin, Osmanlı döneminden 1950’lere kadar varlığını bir “sınıf” kimliği altında sürdürmüş olan seçkinlerin, ordunun ve talepleri henüz formüle edilmemiş işçi sınıfının çıkarları[4] bu ortak noktada buluşmuştu. Bu açıdan bakıldığında 27 Mayıs, restorasyondan (yenilenme) çok bir dönüşüme işaret ediyordu. Ortak çıkarların ekonomi alanındaki yansımasını, dövizin ve kıt kaynakların planlı, rasyonel biçimde tahsisi oluşturuyordu.[5] Dış ticaret serbestîsinden uzaklaşılarak planlı kalkınmaya geçilmesi, sadece Türkiye’ye özgü bir olay değildi ve neredeyse tüm dünyada benzer kurumlarla destekleniyordu.

Aynı dönem aralığında, özellikle tarımda makineleşmenin artışı ve ortakçılıkla yarıcılığın kırda daha az gelir getiren işler haline dönüşmesiyle birlikte, kente göçler başladı. Gecekondulaşmanın bir kentleşme problemi haline gelmesi ve işsizliğin ciddi boyutlara ulaşması, Ecevit’in sahneye çıkmasından önce hazırlanmış bir dekordu. Öyle ki, gecekondu problemi bu dönemde siyasal partilerin gündemlerinde geniş yer tutacaktır.[6]

1960’ların Türkiyesi, şehirleşmeye de bağlı olarak işçileri bir araya getiren bir döneme tanıklık etti ve henüz tam anlamıyla şekillenmemiş işçi talepleri, sol akımlar içinde farklı seslerin yükselmesine ortam hazırladı. Milli Demokratik Devrim ve Türkiye İşçi Partisi kanatlarında beliren ayrışmaya, ülkenin kurucu iktidarı CHP, aynı zamanda 27 Mayıs’a “ev sahipliği” yapması dolayısıyla kayıtsız kalamazdı. Dışsal olarak, Avrupa’da yükselen sol muhalefet ve SSCB’nin sürdürdüğü komünist “tehlike”, içeride milli bakiye seçim sistemi sayesinde temsil şansı bulan TİP çizgisi karşısında CHP, bir kimlik krizi yaşıyordu. Yeni ülkenin kuruşundan beri “devlete millet bulmaya” çalışan “bürokrat-seçkin-ordu” kanadı, “sınıfsız ve kaynaşmış bir toplum” yaratma rüyasından sanayileşmenin sınıfsal ayrılıkları su yüzüne çıkaran keskin bıçağının sesiyle uyanıyordu. Bir tür tabula rasa[7] yaratarak iktisadi ve toplumsal koşulları belirleyen özne, ‘46’da kendi diyalektiğiyle karşılaşarak, yaratmış olduğu burjuvazinin kutsal iktidar fanusuna el sürmesiyle, süreç ve kimlik anlamında, ne olduğunu şaşırmıştı. İnönü’nün “en mutlu yenilgim!” diye isimlendirdiği bu tablo, aslında 1950 sonrası Türkiyesi’nde hiçbir iktidar analizinin eski tip siyaset sözlüğüyle yapılamayacağını kanıtlıyordu. 1960’ta, kadim dostu orduyla bu “rövanşı” alan CHP elitleri, artık karşılarında kendisini sağ çizgide tanımlayan bir muhalefetin yanı sıra, dışsal ve içsel alternatifler de bulmuşlardı ki, Ecevit mühürlü “Ortanın Solu” çizgisi, kelime itibariyle de bu konumlanmanın bir tür sancılanış olduğunu gözler önüne sermekteydi: Sağ ve sol yanından baskıya maruz kalan bir tortul kütlenin, ayrıca içeriden yukarıya doğru uygulanan bir etkiye de tepki vermek zorunda kalışı. “Ortanın Solu” CHP içinde öyle bir açılımdı ki, aynı zamanda parti içindeki sınıfsız toplum dolayımlı muhafazakâr eğilimleri de rahatsız etmiş, iktidar alanını ’60 sonrasının yeni yapısının zorladığı ölçülerde fakat eskiden tam bir kopuş gerçekleştir’e’meden düzenlemiştir. Sadece açılıma inananları değil, inanmayanları da uzun süre bu felsefeye eleştiri yöneltmelerine neden olarak parti içi iktidarı ve muhalefeti kendi ayakları üzerinden kurdurmuştur.

Ecevitçi bu çizgi, ilk dönemlerde, gelenekle gelecek arasında hakem olma amacını güden İnönü’den destek görürken, ilerleyen aşamalarda, gerçek kimliğini İnönü’nün o ana kadar üzerinde yükseldiği temellere balyoz indirerek göstermiştir. İnönü’ye göre; ordu, ülkenin temel bileşenlerinden biriydi ve ‘71 Muhtırası, desteklenmesi gereken bir hareketti. Ecevit ise, bu hareketin demokrasiyle bağdaşmayan yanlarını ortaya sererken, Atatürk’ün gölgesinden faydalanmaktaysa da, bir tür ikincil ödipal imge olan İnönü’nün bu iktidar arayışına karşı tavrını genel sekreterlikten ayrılarak somutlaştırıyordu. Özünde bu hareket, ideolojik çatallanmaları bir kenara koyarsak, Terakkiperver Fırka, Demokrat Parti deneyimlerinden sonra İnönü cephesindeki statükoya karşı yeni bir başkaldırı olarak isimlendirilebilir. Ecevit’in, “Ortanın Solu” ile parti içine saldığı “korku” tohumları, bu kez muhtıraya karşı olmak gibi tam bir gelenek dışılıkla bezenince, iktidarın yeniden tanımlanmasının kapısı aralanmıştır. CHP içindeki diğer muhalefet oluşumlarından farkını, parti içi çözüm bulma adına genel sekreterlikten istifa etmekle koyan Ecevit, elitlerin en büyük anti- tezi olarak beliren yerel örgütlerle temasa geçme yolunu kullanarak merkezi sarsmayı başarmıştır. Bu doğrultuda Mayıs 1972 Kurultayı’na çıkarken 43 il başkanının, 8 il temsilcisinin, 55 il gençlik kolu temsilcisinin, 7 gençlik kolu başkanının desteğini arkasına aldı.[8] Muhafazakâr kanattan (ki son dönemde bu önermeye İnönü de katılacaktır) partiyi sosyalist yapma noktasında eleştiri toplayan Ecevit, “Ortanın Solu” tarifini getirirken, teorik arka planını ‘aşırı sağ’- ‘aşırı sol’ yelpazesinden yararlanarak çizmiştir.[9]

Konumuz açısından burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta da, CHP içinde yerele, halk katılımına verilen önemin bu elit formasyona rağmen gerçekleştiğini hatırlatmak, iktidarın tanımlanışının artık sokaktaki insan üzerinden yükseldiğini CHP’ye duyurmaktır: “Daha açık söylüyorum, vereceğimiz karar şudur: Demokratik bir partinin kanunlar(ın)a saygılı özgür üyeleri mi olacağız, yoksa kapıkulları mı olacağız?[10] Bu açıdan Ecevit’in, Osmanlı modernleşmesinden günümüze dek uzanan aydın-halk ikiliğine kulak vermenin anlamlı olacağını düşünüyoruz. Ecevit, Karagöz-Hacivat metaforunu (eğretilemesi) kullanarak yapmış olduğu bir çözümlemede, Hacivat’ı kendi toplumuna yabancılaşmış, seçkinci ve aydın Türk yönetici sınıfının bir temsilcisi olarak yorumlar, Türk halkının, seçkinlerle Karagöz sayesinde alay ettiği sonucuna ulaşır. Karagöz, bu sayede, yüzyıllardır yönetim kademesinden dışlanan Türkler için tepkilerini dile getirecek alternatif bir iktidar alanını, sivil toplumu oluşturmuştur. Karagöz ile Osmanlı rejimi eleştiriye tabi tutulmuş, devletin “sen benim işime karışma, ben de senin ne konuştuğuna” şeklinde özetlenebilecek felsefesi, meddahta kendisini göstermiştir.[11]

Yukarıda belirtildiği üzere, seçkin kadrolar içinde gerek CHP içinden gerekse Milli Demokratik Devrim kanadından ordu müdahalesine “olumlu” bakan gözlerle Ecevit’in hesaplaşması henüz sürmektedir. Ona göre, demokratik rejimde iktidarın sahasını halktan başka paylaşacak bir güç olmamalıdır; uzun vadede ordu, gerçekleşecek sosyal reformların önünde bir engel olarak belirecektir. Halkla devlet arasına örülen duvarların en önemli tuğlalarını din, dil ve yönetime erişememek olarak betimleyerek, Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetim anlayışında Türk topluluğuna karşı bilinçli bir sindirme politikasının varlığından bahseder. Dini, iktidarın önemli bir mayası sayan Osmanlı hanedanı, Arapça’ dan farklı bir mealin okunmasını günah addederek, kutsal kitap üzerinde okuma tekeli kurmuş, metinleri halkın anadilinde anlayarak tartışması durumunda “düzen”in bozulacağını ve çevrenin kendisine karşı bir alternatif malzeme çıkaracağını düşünmüştür. İktidarın kendini tekrar üretmesinin, meşruiyet zincirini kurmasının yolu ise, medresede Arapça ve Farsça öğretmekle sağlanmıştır.[12] Aynı hedef doğrultusunda, saray çevresinde konuşulan dili, Divan Edebiyatı’nı ‘Osmanlıca’ olarak belirleyerek “anlaşılamayanın gizemi ve ulaşılamayanın kutsallığı”nı yaratmıştır. Soy üzerinden devlet kademelerine erişmenin önünü mümkün olduğunca kapatarak devşirme usulünü yaygınlaştırmış, Müslüman-Türk olmayan unsurlara ağırlık vermiştir.[13] Matbaa, tarih incelemelerinde her ne kadar hattatların kazançlarının engellenmemesi için ülkeye getirilmediği biçiminde yorumlansa da, aslında olası tartışma zeminini baştan yok etmek amacıyla kurulmamıştı.[14] Kahvehanelerin Orta Doğu coğrafyasında ayrı bir işlev üstlendiği dönemde, 4. Murad tarafından kapatılan bu mekânlara Arapça metinlerin tartışılması gibi ikinci bir tehlikeyi sokmak, merkezin, çevre karşısındaki saygınlığını ayaklar altına almak demekti.[15]

Aydın-halk ayrışması üzerinden devam edecek olursak, Ecevit’e göre, Türk halkı bilinçli olarak cahil bırakılmış, kendi kendini hor görmeye alıştırılmıştır. Osmanlı yöneticisi, Türk’e karşı “sürü” muamelesinde bulunmuş ve kendisini de “etrak- ı bi idrak”in “çoban”ı olarak kabul ettirmiştir. Devam edegelen bu sanal iktidar paylaşımında halk, “doğduğu gibi bir yaşamı sürdürmekle yetinir, bulduğundan başka hakları ve malları olabileceğini düşünmemesinden de öte, doğumundaki durumu doğal durum olarak kabul eder. Yeri hiç değişmeyen, hep efendiye kulluk kölelik etmek için doğan ve onu yerinde tutmak uğruna canını veren”[16] bir kimliğe bürünmüştür.

Ecevit’in ‘80 sonrası açılımında dikkat çeken husus, Türklük vurgusunu mazlum bir özne olarak tasvir ederek, onu Osmanlı havuzu içinden çıkarıp cumhuriyet içinde tekrar var kılmaya dayalı bir düşünce akımı geliştirmiş olmasıdır. Aydın-halk ikileminden demokrasi kültürünün tam olarak yerleşememesine, cahillikten kalkınamamaya kadar birçok sorunun temeline Osmanlı’daki yönetim felsefesini koyar ve Türk- İslam sentezinde görülen mazlum öznenin kendisini tekrar üretmek adına “şanlı Osmanlı-Türk” geçmişine yaslanışının tersine, Türkiye Cumhuriyeti’ni yükseltme adına Osmanlı’nın Türk politikasının “olumsuzlanmasının olumsuzlamasına”[17] yönelir. “Türk Ulusu, Kurtuluş Savaşı ile bağımsızlık mücadelesi veren tüm uluslara öncülük etmiştir. Şimdi, Türk ulusunu bekleyen ödev, demokratik rejim içinde, insanlık onuruna saygılı, adil bir düzende kalkınabilmenin mümkün olduğunu da, bağımsızlığına yeni kavuşmuş ve gelişme halindeki uluslara göstermek, bu yönde öncülük etmektir”[18]. “Cumhuriyet Türkü”, geçmişine baktıkça bugününe ve atasına minnettar kalır, geçmişine döndükçe bir daha eski günlere dönmek istemez. Türkler, Osmanlı’da iktidarın merkezinde olamadıkları oranda dışlanmışlığın merkezine taşınırlar. Cumhuriyet, bir diğer ifadeyle, ezilmiş çoğunluğun öç alma anını resmeder. Türk’ün eski dönemdeki hor görülüşü, yeni moralizmin ana besinini oluşturacaktır. Sorun, Türk-İslam sentezinin hamurunda karılmış bir dış düşman tehlikesinde değil, tam tersine, kendi insanının, çoğunlukla da aydınının, Türk kavramını ayaklar altına alan yaklaşımında yatmaktadır: “Atatürk’ün Türk Ulusuna bence en büyük katkısı, halkı bu zehirden arındırmaya uğraşmış olmasıdır. ‘Türk, öğün, çalış, güven!’ O, hiç kuşkusuz, sıralamayı bile bile yapmıştı. Halkın yüzyıllar boyunca bilinçaltına işlenen kendini hor görme alışkanlığından kurtulup da, Türklüğüyle öğünür duruma gelmeden, çalışmak için gerekli hevesi bile duyamayacağını düşünmüştü. Bazı aydınlar bu sıralamayı değiştirirler ve ‘Neden öğünecek mişiz? Türk, çalış, güven, öğün! ’ biçiminde kullanırlar.”[19] Ecevit, Fatih’in, İstanbul’un Fethi’nin ardından, Türk sadrazamı Çandarlı Halil Paşa’yı öldürtüp yerine devşirme kökenli Zaganos Paşa’yı geçirmesini ve bu tarihten başlayarak iki yüzyıl sürecek Türk sadrazamı noksanlığını kültüralist bir analize tabi tutarak, çizmiş olduğu Osmanlı’nın anti-Türkist yönetici tercihi tezini süsler.[20]

Modernleşmenin öncü kadroları olarak bilinen “asker-bürokrat-aydın”ların toplumun bilinçaltına yerleştirmiş oldukları bir olgu da, Ecevit’e göre, “askercil demokrasi geleneği”dir. Sivil yönetime ait kamusal alanın “çizme izleri” ile donatılması, “ordu millet” söylemiyle açıklandığı müddetçe gerçek anlamda demokrasinin yerleşemeyeceğinden dem vurmaktadır. ’71 ve ’80 müdahalelerine sonuna kadar karşı çıktığını hatırda tutarak, Osmanlı döneminde kullanılan ‘paşa’ unvanının bugün hala geçerli olmasını farklı bir toplumsal perspektiften yorumladığına şahit oluyoruz. 23 Nisan’larda çocuklara sembolik koltuk teslim etme törenleri, özünde, yüceltilmiş özne olan “devlet baba”nın, küçük yaştan itibaren yarının büyüğüne kendisini kanıtlama eğitimine verilen addır. Eğitim hayatı boyunca birgün o koltuğa oturacağı ümidiyle yaşayan ezik “birey”, iktidara karşı dayanabileceği sınırların her geçen gün farkına varır. [21]

Türkiye’ye özgü sol anlayışı Batı tipi sınıf çatışmasından farklı yorumlayan Ecevit, ‘30’ların “sınıfsız, solidarist” Kemalist çizgisinden ayrılır, ama milli burjuvazi yaratan bir devlette sınıfsal çelişkilerin, henüz işçi sınıfının olgunlaşmadığı bir ortamda devletin tek sınıfın hâkimiyetine evirilemeyeceğini belirtir. Kaldı ki, ona göre, Türk toplumu farklı sınıfların birbiriyle hiçbir zaman uzlaşmayacak çıkarları etrafında şekillenmemiştir. Batı tipi bir sol anlayışın özgürlükçü, sosyal adalete dayanan, paylaşımcı ilkelerinden yararlanılabilir, ancak nüfusunun önemli bölümü köylü olan bir ülkede böylesi bir proletarya diktatörlüğü çözüm yolu olarak öngörülemez. Bu yapı doğrultusunda, Türkiye’de iktidarın yükseleceği sınıfların en önünde köylülük gelecektir; Türk halkının üçte ikisi köylüdür. Köylünün özgür üretimi için, iktidar, toprak ve su ağalığına son verecektir.[22]

SONUÇ

Ecevit, Türkiye’nin toplumsal yapısı üzerinde “aydın-bürokrat-ordu” üçgeninin devletteki değiştirici ve dönüştürücü işlevine sorgulayıcı bir tarzda yaklaşarak, sivil toplumun, Osmanlı geleneğinden beri, halk katmanlarının sığındığı bir çatı olduğunu savunur. Bu sivil toplum geleneğidir ki, Ecevit’in gözünde bizzat aydınlar tarafından dönem dönem askeri müdahalelere ışık yakılarak daraltılmaya çalışılmıştır. Oysa Türk halkı, Osmanlı’nın Türkler’e karşı uygulamış olduğu kısıtlayıcı tavrı cumhuriyet geleneğinde tersine çevirerek, imparatorluk yapısında biriktirmiş olduğu bu potansiyel enerjiyi harekete geçirebilmiştir. Daha irdeleyici bir ifadeyle Ecevit, kalkınma sancıları yaşayan bir ulusa, Türk-İslam sentezinde görülen geçmişe özlem, saadet devri, şanlı geçmiş ve düzeni bozan dış düşmanlardan alınacak intikam ile eski mutlu günlere erişme hedefini, yitik ve ezik öznenin geçmişin değerlerini bugünün kapitalist toplumunun maddi süreçleriyle uyumlulaştırma hülyasını, tersi biçimde algılatmaya çalışır. Onun için Osmanlı yönetim yapısı, anti-Türkist çizgisiyle en yoğun nüfusa saray kapılarını kapatmış, dini, iktidarın en önemli araçlarından kabul ederek hem yönetici sınıfı devşirme yoluyla kendisinin şekil verdiği bir İslam ile donatmış hem de Kur’an- ı Kerim’i uzun süre halkın kullandığı dile çevirtmeyerek çevrenin alternatif iktidarını engellemiştir.

Osmanlı anlayışını, modernleşme sürecindeki Batı’cı’ aydınlar üzerinden eleştirirken amacı, cumhuriyetçi kadroların getirmiş olduğu “halkçılık” anlayışını negatifiyle olumlamaktır. Bu açıdan, Osmanlı tarihine dönen bir Türk, bugünün değerini daha fazla kavrayacak, tarihe döndükçe cumhuriyet iktidarının sınırlarına daha fazla meşru gözle eğilecek ve aydının tepeden bakan tavrını daha fazla sorgulayacaktır.


KAYNAKÇA

AÇIKEL, Fethi (1996), “Kutsal Mazlumluğun Psikopatolojisi”, Toplum ve Bilim, 1996/ Güz, s.153- 196.
AKŞİN, Sina (2001), Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi, 4. Baskı, Ankara: İmaj Yayınevi.
AYATA, Ayşe (1992), CHP Örgüt ve İdeoloji, Ankara: Gündoğan Yayınları.
CHP (1969), İnsanca Bir Düzen Kurmak İçin Halktan Yetki İstiyoruz, Ankara: Ulusal Basımevi.
ECEVİT, Bülent (1968), Bu Düzen Değişmelidir, İstanbul: Tekin Yayınevi
ECEVİT, Bülent (1968), Ortanın Solu, İstanbul: Tekin Matbaası.
ECEVİT, Bülent (1972), Kurultaylar ve Sonrası, Ankara: İleri Yayınları.
ECEVİT, Bülent (1995), Toplumsal Kültürün Türk Siyasal Yaşamına Etkisi, Ankara: Sistem Ofset.
HATTOX, Ralph (1998), Kahve ve Kahvehaneler… çev: Nurettin Elhuseyni, 2. Baskı, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
IŞIKLI Alpaslan (2003), Gerçek Örgütlenme: Sendikacılık, Ankara: İmge Kitabevi.
KELEŞ, Ruşen (1972), Türkiye’de Şehirleşme, Konut ve Gecekondu, İstanbul: Gerçek Yayınevi.
KEYDER, Çağlar (1995), Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, 4. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları.
LA BOETİE, Etienne (1995), Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, çev: M. Ali Ağaoğulları, 2. Baskı, Ankara: İmge Kitabevi.
MARDİN, Şerif (?), Türk Modernleşmesi, İstanbul: İletişim Yayınları.


[1] AÜ SBF Kamu Yönetimi Bölümü, 02080936.
[2] Dışsal terimiyle, “Ortanın Solu”na yön veren hareketlenmenin, Türkiye içindeki farklı bölüntülerde (fraksiyonlarda) filizlenen sol akımların CHP’ye yeni bir kimlik aramayı artık zorunlu kıldığı kastedilmektedir.
[3] seçkin biçimlenişi
[4] “Türkiye’de işçi hareketinin gelişiminin başta gelen özelliği, örgütlenme hakkını düzenleyen mevzuatın daha önce doğmuş olması, örgütlü işçi hareketinin doğuşunun ise daha sonra, yani mevzuatın oluşumunun ardından gerçekleşmiş olmasıdır.” IŞIKLI, Alpaslan (2003), Gerçek Örgütlenme: Sendikacılık, Ankara: İmge Kitabevi, s.79.
Ecevit’in 1963’te, sendika özgürlüğü ve grev hakkını düzenleyen tasarıya dair yaptığı konuşma, yukarıdaki önermeyi doğrulamaktadır:
“Batı demokrasilerinin hemen hepsinde bu kanunla Türk işçisine tanımak üzere bulunduğumuz haklar, ancak uzun ve kanlı mücadeleler sonunda elde edilmiştir.(…) Şu birkaç gün içinde bu hakları, bu tür mücadelelere gerek kalmaksızın, Türk işçisine tanımak suretiyle topluma ve tarihe büyük bir hizmette bulunacağımız şüphesizdir. Batı ülkelerinde tatbikat önden, kanunlar arkadan gelmiştir. Bizde önce kanun gelecek, tatbikat arkadan gelecek.” IŞIKLI, Alpaslan (2003), s.62.
[5] KEYDER, Çağlar (1995), Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, 4. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 197- 200.
[6] KELEŞ, Ruşen (1972), Türkiye’de Şehirleşme, Konut ve Gecekondu, İstanbul: Gerçek Yayınevi, s.200–2
[7] Platoncu manada filozof kralın, elindeki tuvalle tüm eseri yeniden inşa edişi.
[8] AYATA, Ayşe (1992), CHP Örgüt ve İdeoloji, Ankara: Gündoğan Yayınları, s. 85.
[9] ECEVİT, Bülent (1968), Ortanın Solu, İstanbul: Tekin Matbaası, s.20.
[10] ECEVİT, Bülent (1972), Kurultaylar ve Sonrası, Ankara: İleri Yayınları, s. 57.
[11]ECEVİT, Bülent (1995), Toplumsal Kültürün Türk Siyasal Yaşamına Etkisi, Ankara: Sistem Ofset, s.18- 20.
[12] MARDİN, Şerif (?), Türk Modernleşmesi, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 43.
[13] AKŞİN, Sina (2001), Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi, 4. Baskı, Ankara: İmaj Yayınevi, s.15.
[14] ECEVİT, Bülent (1995), s.27.
[15] HATTOX, Ralph (1998), Kahve ve Kahvehaneler…, çev: Nurettin Elhuseyni, 2. Baskı, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, passim.
[16] LA BOETİE, Etienne (1995), Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, çev: M. Ali Ağaoğulları, 2. Baskı, Ankara: İmge Kitabevi, s.36.
[17] AÇIKEL, Fethi (1996), “Kutsal Mazlumluğun Psikopatolojisi”, Toplum ve Bilim, 1996/ Güz, s.179.
[18] ECEVİT, Bülent (1968), Bu Düzen Değişmelidir, İstanbul: Tekin Yayınevi, s. 219.
[19] ECEVİT, Bülent (1995), Toplumsal Kültürün Türk Siyasal Yaşamına Etkisi, Ankara: Sistem Ofset, s.36-7.
[20] ECEVİT, Bülent (1995), s.23.
[21] ECEVİT, Bülent (1995), s. 8, 45.
[22] CHP (1969), İnsanca Bir Düzen Kurmak İçin Halktan Yetki İstiyoruz, Ankara: Ulusal Basımevi, s. 2- 9.

AYDINLANMA YANLISI BİR “AYDIN KARŞITI” OLARAK ECEVİT

Okay Bensoy[1]

GİRİŞ

biz halkız
kıt da olsa okuyup yazmamız
bilgiyi işten
aydınlığı güneşten alırız
ay gibi girip de
güneşle aramıza
gölge etmeyin
karanlıkta kalırız
tek bir ağacız kökleri derinde
kopmayın bizden dallar gibi
kopan dallar kurur gider
tomurcuğu meyvesiz
Aydınlara Dilekçe, 1982.

Bu araştırma, Türkiye’nin siyasal yaşamındaki önemli köşe taşlarında imzası bulunan Bülent Ecevit çizgisini bir “iktidar analizi” üzerinden tartışma amacını taşımaktadır. Değerlendirme süresince elimizde veri teşkil edecek önemli kaynaklar arasında, CHP’ye dışsal[2] ve içsel olarak değişim geçirten Ortanın Solu hareketi, İnönü’nün ayrılmasından sonraki CHP, muhtıra ve darbe döneminden sonra Ecevit’in takınmış olduğu tutum, 1980 sonrası kuracağı Demokratik Sol Parti çizgisi yer edinecektir. Ecevit portresi, genel bir yapı analizinin ardından, Türkiye’de, Batı kavramsallaştırmalarından özerk bir sol geleneğin de yaratılabileceği çerçevesi içine oturtulacaktır. Bu hedef doğrultusunda, Ecevit çizgisinin detaylı bir Osmanlı – Türk modernleşmesi tahliline ihtiyaç duyacağı görülecektir. Özellikle “yönetim-elit formasyonu[3]- sınıfsal yapı” üçgeninde şekillenecek bu yazı, CHP’nin değişim sancılarından mümkün oldukça yararlanacak, Ecevit imgesi ise, hem belirle’y’en hem de belirle’n’en özne olarak bu sürecin bir parçasını teşkil edecektir. Osmanlı modernleşmesinden Cumhuriyet modernleşmesine dek uzanan süreçte, aydının sarayda, Reis’ülküttaplık’ta ve palas koridorunda üstlendiği rol, bu bağlamda bir süreklilik arz etmekte, tepeden inmeci bakış, Ecevit’in ordu-bürokrasi-siyaset üçlemesinde aydını merkeze yerleştirmesine neden olmaktadır.

BELİRLE’N’EN VE BELİRLE’Y’EN ÖZNE: ECEVİT’İN GÖZÜNDEN TÜRKİYE TOPLUMU

Tarihin herhangi bir evresinde belirmiş kişiliklerin var olan yapının zıttı veya bu yapıya eklemlenecek biçimde hayatlarına yön verecekleri ön kabulünden hareketle, Ecevit’in siyaset sahnesine çıktığı dönemdeki genel dünya sistemine bakmakta fayda vardır. Türkiye’yi 1960’lara hazırlayan temel bölünmenin şehirdeki ve köydeki küçük burjuvaziyle sanayi burjuvazisi arasında yaşandığı söylenebilir. Bu bölünme, 17. yy.’dan itibaren gelişim gösteren küçük sermaye ideolojisiyle 1945 sonrası sınaî kalkınma faaliyetinde kendisini gösteren burjuva ideolojisinin tezahürüydü. Dönem, sanayi burjuvazisinin uluslararası bağlantılarıyla gelişmesinin artık devlet tarafından düzenlenmesini gerektirmekteydi ve Demokrat Parti’nin açık veren liberal dış ticaret rejimi, yeni sisteme uyum sağlayamayacak kadar katılaşmıştı. İhracatın salt tarım ürünlerine bağlı olmasının, yatırım ve tüketim mallarında artan talebi finanse etmeye yeterli olmadığı anlaşılmıştı. Uluslararası arenada ilişkileri bulunan sermayedarın, şehirde yer etmiş sanayicinin, Osmanlı döneminden 1950’lere kadar varlığını bir “sınıf” kimliği altında sürdürmüş olan seçkinlerin, ordunun ve talepleri henüz formüle edilmemiş işçi sınıfının çıkarları[4] bu ortak noktada buluşmuştu. Bu açıdan bakıldığında 27 Mayıs, restorasyondan (yenilenme) çok bir dönüşüme işaret ediyordu. Ortak çıkarların ekonomi alanındaki yansımasını, dövizin ve kıt kaynakların planlı, rasyonel biçimde tahsisi oluşturuyordu.[5] Dış ticaret serbestîsinden uzaklaşılarak planlı kalkınmaya geçilmesi, sadece Türkiye’ye özgü bir olay değildi ve neredeyse tüm dünyada benzer kurumlarla destekleniyordu.

Aynı dönem aralığında, özellikle tarımda makineleşmenin artışı ve ortakçılıkla yarıcılığın kırda daha az gelir getiren işler haline dönüşmesiyle birlikte, kente göçler başladı. Gecekondulaşmanın bir kentleşme problemi haline gelmesi ve işsizliğin ciddi boyutlara ulaşması, Ecevit’in sahneye çıkmasından önce hazırlanmış bir dekordu. Öyle ki, gecekondu problemi bu dönemde siyasal partilerin gündemlerinde geniş yer tutacaktır.[6]

1960’ların Türkiyesi, şehirleşmeye de bağlı olarak işçileri bir araya getiren bir döneme tanıklık etti ve henüz tam anlamıyla şekillenmemiş işçi talepleri, sol akımlar içinde farklı seslerin yükselmesine ortam hazırladı. Milli Demokratik Devrim ve Türkiye İşçi Partisi kanatlarında beliren ayrışmaya, ülkenin kurucu iktidarı CHP, aynı zamanda 27 Mayıs’a “ev sahipliği” yapması dolayısıyla kayıtsız kalamazdı. Dışsal olarak, Avrupa’da yükselen sol muhalefet ve SSCB’nin sürdürdüğü komünist “tehlike”, içeride milli bakiye seçim sistemi sayesinde temsil şansı bulan TİP çizgisi karşısında CHP, bir kimlik krizi yaşıyordu. Yeni ülkenin kuruşundan beri “devlete millet bulmaya” çalışan “bürokrat-seçkin-ordu” kanadı, “sınıfsız ve kaynaşmış bir toplum” yaratma rüyasından sanayileşmenin sınıfsal ayrılıkları su yüzüne çıkaran keskin bıçağının sesiyle uyanıyordu. Bir tür tabula rasa[7] yaratarak iktisadi ve toplumsal koşulları belirleyen özne, ‘46’da kendi diyalektiğiyle karşılaşarak, yaratmış olduğu burjuvazinin kutsal iktidar fanusuna el sürmesiyle, süreç ve kimlik anlamında, ne olduğunu şaşırmıştı. İnönü’nün “en mutlu yenilgim!” diye isimlendirdiği bu tablo, aslında 1950 sonrası Türkiyesi’nde hiçbir iktidar analizinin eski tip siyaset sözlüğüyle yapılamayacağını kanıtlıyordu. 1960’ta, kadim dostu orduyla bu “rövanşı” alan CHP elitleri, artık karşılarında kendisini sağ çizgide tanımlayan bir muhalefetin yanı sıra, dışsal ve içsel alternatifler de bulmuşlardı ki, Ecevit mühürlü “Ortanın Solu” çizgisi, kelime itibariyle de bu konumlanmanın bir tür sancılanış olduğunu gözler önüne sermekteydi: Sağ ve sol yanından baskıya maruz kalan bir tortul kütlenin, ayrıca içeriden yukarıya doğru uygulanan bir etkiye de tepki vermek zorunda kalışı. “Ortanın Solu” CHP içinde öyle bir açılımdı ki, aynı zamanda parti içindeki sınıfsız toplum dolayımlı muhafazakâr eğilimleri de rahatsız etmiş, iktidar alanını ’60 sonrasının yeni yapısının zorladığı ölçülerde fakat eskiden tam bir kopuş gerçekleştir’e’meden düzenlemiştir. Sadece açılıma inananları değil, inanmayanları da uzun süre bu felsefeye eleştiri yöneltmelerine neden olarak parti içi iktidarı ve muhalefeti kendi ayakları üzerinden kurdurmuştur.

Ecevitçi bu çizgi, ilk dönemlerde, gelenekle gelecek arasında hakem olma amacını güden İnönü’den destek görürken, ilerleyen aşamalarda, gerçek kimliğini İnönü’nün o ana kadar üzerinde yükseldiği temellere balyoz indirerek göstermiştir. İnönü’ye göre; ordu, ülkenin temel bileşenlerinden biriydi ve ‘71 Muhtırası, desteklenmesi gereken bir hareketti. Ecevit ise, bu hareketin demokrasiyle bağdaşmayan yanlarını ortaya sererken, Atatürk’ün gölgesinden faydalanmaktaysa da, bir tür ikincil ödipal imge olan İnönü’nün bu iktidar arayışına karşı tavrını genel sekreterlikten ayrılarak somutlaştırıyordu. Özünde bu hareket, ideolojik çatallanmaları bir kenara koyarsak, Terakkiperver Fırka, Demokrat Parti deneyimlerinden sonra İnönü cephesindeki statükoya karşı yeni bir başkaldırı olarak isimlendirilebilir. Ecevit’in, “Ortanın Solu” ile parti içine saldığı “korku” tohumları, bu kez muhtıraya karşı olmak gibi tam bir gelenek dışılıkla bezenince, iktidarın yeniden tanımlanmasının kapısı aralanmıştır. CHP içindeki diğer muhalefet oluşumlarından farkını, parti içi çözüm bulma adına genel sekreterlikten istifa etmekle koyan Ecevit, elitlerin en büyük anti- tezi olarak beliren yerel örgütlerle temasa geçme yolunu kullanarak merkezi sarsmayı başarmıştır. Bu doğrultuda Mayıs 1972 Kurultayı’na çıkarken 43 il başkanının, 8 il temsilcisinin, 55 il gençlik kolu temsilcisinin, 7 gençlik kolu başkanının desteğini arkasına aldı.[8] Muhafazakâr kanattan (ki son dönemde bu önermeye İnönü de katılacaktır) partiyi sosyalist yapma noktasında eleştiri toplayan Ecevit, “Ortanın Solu” tarifini getirirken, teorik arka planını ‘aşırı sağ’- ‘aşırı sol’ yelpazesinden yararlanarak çizmiştir.[9]

Konumuz açısından burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta da, CHP içinde yerele, halk katılımına verilen önemin bu elit formasyona rağmen gerçekleştiğini hatırlatmak, iktidarın tanımlanışının artık sokaktaki insan üzerinden yükseldiğini CHP’ye duyurmaktır: “Daha açık söylüyorum, vereceğimiz karar şudur: Demokratik bir partinin kanunlar(ın)a saygılı özgür üyeleri mi olacağız, yoksa kapıkulları mı olacağız?[10] Bu açıdan Ecevit’in, Osmanlı modernleşmesinden günümüze dek uzanan aydın-halk ikiliğine kulak vermenin anlamlı olacağını düşünüyoruz. Ecevit, Karagöz-Hacivat metaforunu (eğretilemesi) kullanarak yapmış olduğu bir çözümlemede, Hacivat’ı kendi toplumuna yabancılaşmış, seçkinci ve aydın Türk yönetici sınıfının bir temsilcisi olarak yorumlar, Türk halkının, seçkinlerle Karagöz sayesinde alay ettiği sonucuna ulaşır. Karagöz, bu sayede, yüzyıllardır yönetim kademesinden dışlanan Türkler için tepkilerini dile getirecek alternatif bir iktidar alanını, sivil toplumu oluşturmuştur. Karagöz ile Osmanlı rejimi eleştiriye tabi tutulmuş, devletin “sen benim işime karışma, ben de senin ne konuştuğuna” şeklinde özetlenebilecek felsefesi, meddahta kendisini göstermiştir.[11]

Yukarıda belirtildiği üzere, seçkin kadrolar içinde gerek CHP içinden gerekse Milli Demokratik Devrim kanadından ordu müdahalesine “olumlu” bakan gözlerle Ecevit’in hesaplaşması henüz sürmektedir. Ona göre, demokratik rejimde iktidarın sahasını halktan başka paylaşacak bir güç olmamalıdır; uzun vadede ordu, gerçekleşecek sosyal reformların önünde bir engel olarak belirecektir. Halkla devlet arasına örülen duvarların en önemli tuğlalarını din, dil ve yönetime erişememek olarak betimleyerek, Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetim anlayışında Türk topluluğuna karşı bilinçli bir sindirme politikasının varlığından bahseder. Dini, iktidarın önemli bir mayası sayan Osmanlı hanedanı, Arapça’ dan farklı bir mealin okunmasını günah addederek, kutsal kitap üzerinde okuma tekeli kurmuş, metinleri halkın anadilinde anlayarak tartışması durumunda “düzen”in bozulacağını ve çevrenin kendisine karşı bir alternatif malzeme çıkaracağını düşünmüştür. İktidarın kendini tekrar üretmesinin, meşruiyet zincirini kurmasının yolu ise, medresede Arapça ve Farsça öğretmekle sağlanmıştır.[12] Aynı hedef doğrultusunda, saray çevresinde konuşulan dili, Divan Edebiyatı’nı ‘Osmanlıca’ olarak belirleyerek “anlaşılamayanın gizemi ve ulaşılamayanın kutsallığı”nı yaratmıştır. Soy üzerinden devlet kademelerine erişmenin önünü mümkün olduğunca kapatarak devşirme usulünü yaygınlaştırmış, Müslüman-Türk olmayan unsurlara ağırlık vermiştir.[13] Matbaa, tarih incelemelerinde her ne kadar hattatların kazançlarının engellenmemesi için ülkeye getirilmediği biçiminde yorumlansa da, aslında olası tartışma zeminini baştan yok etmek amacıyla kurulmamıştı.[14] Kahvehanelerin Orta Doğu coğrafyasında ayrı bir işlev üstlendiği dönemde, 4. Murad tarafından kapatılan bu mekânlara Arapça metinlerin tartışılması gibi ikinci bir tehlikeyi sokmak, merkezin, çevre karşısındaki saygınlığını ayaklar altına almak demekti.[15]

Aydın-halk ayrışması üzerinden devam edecek olursak, Ecevit’e göre, Türk halkı bilinçli olarak cahil bırakılmış, kendi kendini hor görmeye alıştırılmıştır. Osmanlı yöneticisi, Türk’e karşı “sürü” muamelesinde bulunmuş ve kendisini de “etrak- ı bi idrak”in “çoban”ı olarak kabul ettirmiştir. Devam edegelen bu sanal iktidar paylaşımında halk, “doğduğu gibi bir yaşamı sürdürmekle yetinir, bulduğundan başka hakları ve malları olabileceğini düşünmemesinden de öte, doğumundaki durumu doğal durum olarak kabul eder. Yeri hiç değişmeyen, hep efendiye kulluk kölelik etmek için doğan ve onu yerinde tutmak uğruna canını veren”[16] bir kimliğe bürünmüştür.

Ecevit’in ‘80 sonrası açılımında dikkat çeken husus, Türklük vurgusunu mazlum bir özne olarak tasvir ederek, onu Osmanlı havuzu içinden çıkarıp cumhuriyet içinde tekrar var kılmaya dayalı bir düşünce akımı geliştirmiş olmasıdır. Aydın-halk ikileminden demokrasi kültürünün tam olarak yerleşememesine, cahillikten kalkınamamaya kadar birçok sorunun temeline Osmanlı’daki yönetim felsefesini koyar ve Türk- İslam sentezinde görülen mazlum öznenin kendisini tekrar üretmek adına “şanlı Osmanlı-Türk” geçmişine yaslanışının tersine, Türkiye Cumhuriyeti’ni yükseltme adına Osmanlı’nın Türk politikasının “olumsuzlanmasının olumsuzlamasına”[17] yönelir. “Türk Ulusu, Kurtuluş Savaşı ile bağımsızlık mücadelesi veren tüm uluslara öncülük etmiştir. Şimdi, Türk ulusunu bekleyen ödev, demokratik rejim içinde, insanlık onuruna saygılı, adil bir düzende kalkınabilmenin mümkün olduğunu da, bağımsızlığına yeni kavuşmuş ve gelişme halindeki uluslara göstermek, bu yönde öncülük etmektir”[18]. “Cumhuriyet Türkü”, geçmişine baktıkça bugününe ve atasına minnettar kalır, geçmişine döndükçe bir daha eski günlere dönmek istemez. Türkler, Osmanlı’da iktidarın merkezinde olamadıkları oranda dışlanmışlığın merkezine taşınırlar. Cumhuriyet, bir diğer ifadeyle, ezilmiş çoğunluğun öç alma anını resmeder. Türk’ün eski dönemdeki hor görülüşü, yeni moralizmin ana besinini oluşturacaktır. Sorun, Türk-İslam sentezinin hamurunda karılmış bir dış düşman tehlikesinde değil, tam tersine, kendi insanının, çoğunlukla da aydınının, Türk kavramını ayaklar altına alan yaklaşımında yatmaktadır: “Atatürk’ün Türk Ulusuna bence en büyük katkısı, halkı bu zehirden arındırmaya uğraşmış olmasıdır. ‘Türk, öğün, çalış, güven!’ O, hiç kuşkusuz, sıralamayı bile bile yapmıştı. Halkın yüzyıllar boyunca bilinçaltına işlenen kendini hor görme alışkanlığından kurtulup da, Türklüğüyle öğünür duruma gelmeden, çalışmak için gerekli hevesi bile duyamayacağını düşünmüştü. Bazı aydınlar bu sıralamayı değiştirirler ve ‘Neden öğünecek mişiz? Türk, çalış, güven, öğün! ’ biçiminde kullanırlar.”[19] Ecevit, Fatih’in, İstanbul’un Fethi’nin ardından, Türk sadrazamı Çandarlı Halil Paşa’yı öldürtüp yerine devşirme kökenli Zaganos Paşa’yı geçirmesini ve bu tarihten başlayarak iki yüzyıl sürecek Türk sadrazamı noksanlığını kültüralist bir analize tabi tutarak, çizmiş olduğu Osmanlı’nın anti-Türkist yönetici tercihi tezini süsler.[20]

Modernleşmenin öncü kadroları olarak bilinen “asker-bürokrat-aydın”ların toplumun bilinçaltına yerleştirmiş oldukları bir olgu da, Ecevit’e göre, “askercil demokrasi geleneği”dir. Sivil yönetime ait kamusal alanın “çizme izleri” ile donatılması, “ordu millet” söylemiyle açıklandığı müddetçe gerçek anlamda demokrasinin yerleşemeyeceğinden dem vurmaktadır. ’71 ve ’80 müdahalelerine sonuna kadar karşı çıktığını hatırda tutarak, Osmanlı döneminde kullanılan ‘paşa’ unvanının bugün hala geçerli olmasını farklı bir toplumsal perspektiften yorumladığına şahit oluyoruz. 23 Nisan’larda çocuklara sembolik koltuk teslim etme törenleri, özünde, yüceltilmiş özne olan “devlet baba”nın, küçük yaştan itibaren yarının büyüğüne kendisini kanıtlama eğitimine verilen addır. Eğitim hayatı boyunca birgün o koltuğa oturacağı ümidiyle yaşayan ezik “birey”, iktidara karşı dayanabileceği sınırların her geçen gün farkına varır. [21]

Türkiye’ye özgü sol anlayışı Batı tipi sınıf çatışmasından farklı yorumlayan Ecevit, ‘30’ların “sınıfsız, solidarist” Kemalist çizgisinden ayrılır, ama milli burjuvazi yaratan bir devlette sınıfsal çelişkilerin, henüz işçi sınıfının olgunlaşmadığı bir ortamda devletin tek sınıfın hâkimiyetine evirilemeyeceğini belirtir. Kaldı ki, ona göre, Türk toplumu farklı sınıfların birbiriyle hiçbir zaman uzlaşmayacak çıkarları etrafında şekillenmemiştir. Batı tipi bir sol anlayışın özgürlükçü, sosyal adalete dayanan, paylaşımcı ilkelerinden yararlanılabilir, ancak nüfusunun önemli bölümü köylü olan bir ülkede böylesi bir proletarya diktatörlüğü çözüm yolu olarak öngörülemez. Bu yapı doğrultusunda, Türkiye’de iktidarın yükseleceği sınıfların en önünde köylülük gelecektir; Türk halkının üçte ikisi köylüdür. Köylünün özgür üretimi için, iktidar, toprak ve su ağalığına son verecektir.[22]

SONUÇ

Ecevit, Türkiye’nin toplumsal yapısı üzerinde “aydın-bürokrat-ordu” üçgeninin devletteki değiştirici ve dönüştürücü işlevine sorgulayıcı bir tarzda yaklaşarak, sivil toplumun, Osmanlı geleneğinden beri, halk katmanlarının sığındığı bir çatı olduğunu savunur. Bu sivil toplum geleneğidir ki, Ecevit’in gözünde bizzat aydınlar tarafından dönem dönem askeri müdahalelere ışık yakılarak daraltılmaya çalışılmıştır. Oysa Türk halkı, Osmanlı’nın Türkler’e karşı uygulamış olduğu kısıtlayıcı tavrı cumhuriyet geleneğinde tersine çevirerek, imparatorluk yapısında biriktirmiş olduğu bu potansiyel enerjiyi harekete geçirebilmiştir. Daha irdeleyici bir ifadeyle Ecevit, kalkınma sancıları yaşayan bir ulusa, Türk-İslam sentezinde görülen geçmişe özlem, saadet devri, şanlı geçmiş ve düzeni bozan dış düşmanlardan alınacak intikam ile eski mutlu günlere erişme hedefini, yitik ve ezik öznenin geçmişin değerlerini bugünün kapitalist toplumunun maddi süreçleriyle uyumlulaştırma hülyasını, tersi biçimde algılatmaya çalışır. Onun için Osmanlı yönetim yapısı, anti-Türkist çizgisiyle en yoğun nüfusa saray kapılarını kapatmış, dini, iktidarın en önemli araçlarından kabul ederek hem yönetici sınıfı devşirme yoluyla kendisinin şekil verdiği bir İslam ile donatmış hem de Kur’an- ı Kerim’i uzun süre halkın kullandığı dile çevirtmeyerek çevrenin alternatif iktidarını engellemiştir.

Osmanlı anlayışını, modernleşme sürecindeki Batı’cı’ aydınlar üzerinden eleştirirken amacı, cumhuriyetçi kadroların getirmiş olduğu “halkçılık” anlayışını negatifiyle olumlamaktır. Bu açıdan, Osmanlı tarihine dönen bir Türk, bugünün değerini daha fazla kavrayacak, tarihe döndükçe cumhuriyet iktidarının sınırlarına daha fazla meşru gözle eğilecek ve aydının tepeden bakan tavrını daha fazla sorgulayacaktır.


KAYNAKÇA

AÇIKEL, Fethi (1996), “Kutsal Mazlumluğun Psikopatolojisi”, Toplum ve Bilim, 1996/ Güz, s.153- 196.
AKŞİN, Sina (2001), Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi, 4. Baskı, Ankara: İmaj Yayınevi.
AYATA, Ayşe (1992), CHP Örgüt ve İdeoloji, Ankara: Gündoğan Yayınları.
CHP (1969), İnsanca Bir Düzen Kurmak İçin Halktan Yetki İstiyoruz, Ankara: Ulusal Basımevi.
ECEVİT, Bülent (1968), Bu Düzen Değişmelidir, İstanbul: Tekin Yayınevi
ECEVİT, Bülent (1968), Ortanın Solu, İstanbul: Tekin Matbaası.
ECEVİT, Bülent (1972), Kurultaylar ve Sonrası, Ankara: İleri Yayınları.
ECEVİT, Bülent (1995), Toplumsal Kültürün Türk Siyasal Yaşamına Etkisi, Ankara: Sistem Ofset.
HATTOX, Ralph (1998), Kahve ve Kahvehaneler… çev: Nurettin Elhuseyni, 2. Baskı, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
IŞIKLI Alpaslan (2003), Gerçek Örgütlenme: Sendikacılık, Ankara: İmge Kitabevi.
KELEŞ, Ruşen (1972), Türkiye’de Şehirleşme, Konut ve Gecekondu, İstanbul: Gerçek Yayınevi.
KEYDER, Çağlar (1995), Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, 4. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları.
LA BOETİE, Etienne (1995), Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, çev: M. Ali Ağaoğulları, 2. Baskı, Ankara: İmge Kitabevi.
MARDİN, Şerif (?), Türk Modernleşmesi, İstanbul: İletişim Yayınları.


[1] AÜ SBF Kamu Yönetimi Bölümü, 02080936.
[2] Dışsal terimiyle, “Ortanın Solu”na yön veren hareketlenmenin, Türkiye içindeki farklı bölüntülerde (fraksiyonlarda) filizlenen sol akımların CHP’ye yeni bir kimlik aramayı artık zorunlu kıldığı kastedilmektedir.
[3] seçkin biçimlenişi
[4] “Türkiye’de işçi hareketinin gelişiminin başta gelen özelliği, örgütlenme hakkını düzenleyen mevzuatın daha önce doğmuş olması, örgütlü işçi hareketinin doğuşunun ise daha sonra, yani mevzuatın oluşumunun ardından gerçekleşmiş olmasıdır.” IŞIKLI, Alpaslan (2003), Gerçek Örgütlenme: Sendikacılık, Ankara: İmge Kitabevi, s.79.
Ecevit’in 1963’te, sendika özgürlüğü ve grev hakkını düzenleyen tasarıya dair yaptığı konuşma, yukarıdaki önermeyi doğrulamaktadır:
“Batı demokrasilerinin hemen hepsinde bu kanunla Türk işçisine tanımak üzere bulunduğumuz haklar, ancak uzun ve kanlı mücadeleler sonunda elde edilmiştir.(…) Şu birkaç gün içinde bu hakları, bu tür mücadelelere gerek kalmaksızın, Türk işçisine tanımak suretiyle topluma ve tarihe büyük bir hizmette bulunacağımız şüphesizdir. Batı ülkelerinde tatbikat önden, kanunlar arkadan gelmiştir. Bizde önce kanun gelecek, tatbikat arkadan gelecek.” IŞIKLI, Alpaslan (2003), s.62.
[5] KEYDER, Çağlar (1995), Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, 4. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 197- 200.
[6] KELEŞ, Ruşen (1972), Türkiye’de Şehirleşme, Konut ve Gecekondu, İstanbul: Gerçek Yayınevi, s.200–2
[7] Platoncu manada filozof kralın, elindeki tuvalle tüm eseri yeniden inşa edişi.
[8] AYATA, Ayşe (1992), CHP Örgüt ve İdeoloji, Ankara: Gündoğan Yayınları, s. 85.
[9] ECEVİT, Bülent (1968), Ortanın Solu, İstanbul: Tekin Matbaası, s.20.
[10] ECEVİT, Bülent (1972), Kurultaylar ve Sonrası, Ankara: İleri Yayınları, s. 57.
[11]ECEVİT, Bülent (1995), Toplumsal Kültürün Türk Siyasal Yaşamına Etkisi, Ankara: Sistem Ofset, s.18- 20.
[12] MARDİN, Şerif (?), Türk Modernleşmesi, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 43.
[13] AKŞİN, Sina (2001), Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi, 4. Baskı, Ankara: İmaj Yayınevi, s.15.
[14] ECEVİT, Bülent (1995), s.27.
[15] HATTOX, Ralph (1998), Kahve ve Kahvehaneler…, çev: Nurettin Elhuseyni, 2. Baskı, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, passim.
[16] LA BOETİE, Etienne (1995), Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, çev: M. Ali Ağaoğulları, 2. Baskı, Ankara: İmge Kitabevi, s.36.
[17] AÇIKEL, Fethi (1996), “Kutsal Mazlumluğun Psikopatolojisi”, Toplum ve Bilim, 1996/ Güz, s.179.
[18] ECEVİT, Bülent (1968), Bu Düzen Değişmelidir, İstanbul: Tekin Yayınevi, s. 219.
[19] ECEVİT, Bülent (1995), Toplumsal Kültürün Türk Siyasal Yaşamına Etkisi, Ankara: Sistem Ofset, s.36-7.
[20] ECEVİT, Bülent (1995), s.23.
[21] ECEVİT, Bülent (1995), s. 8, 45.
[22] CHP (1969), İnsanca Bir Düzen Kurmak İçin Halktan Yetki İstiyoruz, Ankara: Ulusal Basımevi, s. 2- 9.
YAPININ CHP’DE DİLLENİŞİ: ORTANIN SOLU

Okay Bensoy[1]


GİRİŞ

Bu araştırmanın amacı, devlete millet bulma vasfını üstlenen CH(F)P’nin siyasal yaşamında önemli bir dönüm noktasını teşkil ettiğine inanılan “Ortanın Solu” hareketini dönemin yapısal ürünü olarak su yüzüne çıkartmaktır. Bu yapısal belirlenim altında şekillenen “Ortanın Solu” açılımının, sadece dünya kapitalist sisteminin genel atmosferi üzerinden analiz edilmesi, Türkiye içi dinamikleri arka plana düşürebilme riskini karnında taşıyacaktır. O nedenle, ülke içinde yükselmekte olan sol ve sağ hareketlerin CHP’yi dıştan; parti içi değişim yanlılarıyla tutucu çevrelerin kutuplaşmasının ise partiyi içten etkilediğini göstererek analizimizi ülke içi dengelerin özerk belirlenimine açık tutmaya çalışacağız. Genel dünya sisteminin 1960 ve sonrasında yaşadığı dönüşümün, otoriter aydın- bürokrat- asker üçgeninin örneğini teşkil eden CHP’deki izdüşümü olarak tarif etmeye çalışacağımız “Ortanın Solu”na bu ismi veren şifre ise Türkiye içi dengelerde aranacaktır.

Geniş çaptaki karşılaştırmalı bir analiz bu araştırmanın boyutlarını aşacaktır, fakat CHP’nin oynadığı tabula rasa[2] rolünden ötürü tüm toplum katmanlarına yansıttığı korporatist anlayış ile “Ortanın Solu” yönelimi arasındaki ana farklılıkları görmek, CHP’nin bir tür iç hesaplaşması yapması gerektiğini ve yegâne olma özelliğinin sarsıldığını, tahtının hem sağdan hem de soldan iyiden iyiye sallandığı bir zaman diliminde rakip’siz’liğinin sona erdiğini “’46 Ruhu”ndan (EROĞUL, 1998: 50) sonra ikinci kez partinin yüzüne vuracaktır. “Ortanın Solu”, kelime anlamı itibariyle, Soğuk Savaş Dönemi’nde de “sol” kavramına çekingen yaklaşılan bir ülkede, siyasal alanın biricik tanımlayıcılığından tanımlanana kayışın kurucu parti bünyesinde yaşattığı kimlik krizidir. Araştırma süresince, “Ortanın Solu” anlayışının sonraki ifadeleri olan “Sosyal Demokrasi” ve “Demokratik Sol” tamlamalarına kapsamlı biçimde eğilmeyeceğiz. “Ortanın Solu” anlayışını ortaya çıkaran uluslararası, ülke içi konjonktür ve bu açılıma CHP içinden, dışından yükselen sesler, İnönü’nün parti içi iktidar- muhalefet ayrımında, ileride belirtileceği üzere, kendi diyalektiğini yaratırcasına “Ortanın Solu” karşısında zamanla değişen konumlanışı, çalışmanın iskeletini verecektir.

Sonuç bölümünde ise, uluslararası sistemden ve halktan bir kopuş değil, tam tersine dönemin planlı ekonomi şartlarında sisteme eklemleniş şeklinde kendisini gösteren “Ortanın Solu”nun, özellikle halkçılık anlayışında klasik Kemalist çizginin ötesinde bir değerlendirmeye vardığını ve bu anlayışın Türkiye’deki sosyal demokrat hareket açısından önemli bir emekleme dönemine işaret ettiği önermesine ulaşmaya çalışacağız.



I. “ORTANIN SOLU”NUN İÇİNE DOĞDUĞU DÖNEM ÜZERİNE
1960’ların Türkiye perspektifini dünya kapitalist sisteminden bağımsız tutamayacağımız gerçeğinden hareketle, üretim alanında yaşanan üretim ve bölüşüm üzerine düşünmekte fayda vardır. Türkiye’yi 1960’lara hazırlayan temel bölünmenin şehirdeki ve köydeki küçük burjuvaziyle sanayi burjuvazisi arasında yaşandığı söylenebilir. Bu bölünme, 17. yy.’dan itibaren gelişim gösteren küçük sermaye ideolojisiyle 1945 sonrası sınaî kalkınma faaliyetinde kendisini gösteren burjuva ideolojisinin tezahürüydü. 1954- 1961 arası dönem, liberal dış ticaret rejimi içinde dış dengenin sağlanamayacağının anlaşıldığı; bu nedenle dış ticaret kontrollerine gidilen; ancak ticaret açıkları yine ortadan kalkmayan, hatta artık müzminleşen; öte yandan geniş kamu kesiminin özel sermaye birikimiyle işlevsel bütünlük içinde eklemlendiği bir ekonomik yapının yerleştiği yıllardır (BORATAV, 2003: 109). Dönem, sanayi burjuvazisinin uluslararası bağlantılarıyla gelişmesinin artık devlet tarafından düzenlenmesini gerektirmekteydi ve Demokrat Parti’nin açık veren liberal dış ticaret rejimi, yeni sisteme uyum sağlayamayacak kadar katılaşmıştı. İhracatın salt tarım ürünlerine bağlı olmasının, yatırım ve tüketim mallarında artan talebi finanse etmeye yeterli olmadığı anlaşılmıştı. Uluslararası arenada ilişkileri bulunan sermayedarın, şehirde yer etmiş sanayicinin, Osmanlı döneminden 1950’lere kadar varlığını bir “sınıf” kimliği altında sürdürmüş olan seçkinlerin, ordunun ve talepleri henüz formüle edilmemiş işçi sınıfının çıkarları[3], 27 Mayıs ve onun sonrasındaki “ithal ikameci sanayi” ortak noktasında buluşmuştu. Bu açıdan bakıldığında 27 Mayıs, restorasyondan çok bir dönüşüme işaret ediyordu. Sınıfsal niteliğini kaybetmiş bürokratların ümitleri ile ithal ikamesi yoluyla dış piyasaya açılma gayretindeki sanayi burjuvazisinin ortak çıkarlarının ekonomi alanındaki yansımasını, dövizin ve kıt kaynakların planlı, rasyonel biçimde tahsisi oluşturuyordu (KEYDER, 1995: 197- 200). Uzlaşmazlık, toprak reformu, tarımdan alınacak fazla vergi, KİT’lerin özerklik derecesi gibi üç sacayağı üzerine oturuyordu ki, planlı ekonominin mimarları, KİT’lerde siyasal alandan özerk bir örgütlenmeye gidilmesini talep ediyorlardı (AVCIOĞLU, 1971: 355- 356). Kuşkusuz, bu düşüncenin arkasında, bürokrat kadronun geçmişte yaşadığı “asr-ı saadet”e bir özlem ve kendi iktidar alanını, eskisi gibi olamasa da, tekrar yaratma arzusu vardı. Dış ticaret serbestîsinden uzaklaşılarak planlı kalkınmaya geçilmesi, Türkiye’ye özgü bir olay değildi ve neredeyse tüm dünyada benzer kurumlarla destekleniyordu.

Aynı dönem aralığında, özellikle tarımda makineleşmenin artışı[4] ve ortakçılıkla yarıcılığın kırda daha az gelir getiren işler haline dönüşmesiyle birlikte, kente göçler başladı. Gecekondulaşmanın bir kentleşme problemi haline gelmesi ve işsizliğin ciddi boyutlara ulaşması, Ecevit’in sahneye çıkmasından önce hazırlanmış bir dekordu. Öyle ki, gecekondu problemi bu dönemde siyasal partilerin gündemlerinde geniş yer tutacaktır (KELEŞ, 1972: 200- 202).

1960’ların Türkiyesi, şehirleşmeye de bağlı olarak işçileri biraraya getiren bir döneme tanıklık etti ve henüz tam anlamıyla şekillenmemiş işçi talepleri, sol akımlar içinde farklı seslerin yükselmesine ortam hazırladı. Milli Demokratik Devrim (MDD) ve Türkiye İşçi Partisi (TİP) kanatlarında beliren ayrışmaya, ülkenin kurucu iktidarı CHP, aynı zamanda 27 Mayıs’a “ev sahipliği” yapması dolayısıyla kayıtsız kalamazdı. Dışsal olarak, Avrupa’da yükselen sol muhalefet ve SSCB’nin sürdürdüğü komünist “tehlike”; içsel dinamik olarak, milli bakiye seçim sistemi sayesinde temsil şansı bulan TİP çizgisi karşısında CHP, bir kimlik krizi yaşıyordu. Yeni ülkenin kuruluşundan beri “devlete millet bulmaya” çalışan “bürokrat-seçkin-ordu” kanadı, “sınıfsız ve kaynaşmış bir toplum”[5] yaratma rüyasından sanayileşmenin sınıfsal ayrılıkları su yüzüne çıkaran keskin bıçağının sesiyle uyanıyordu.[6] Bir tür tabula rasa yaratarak iktisadi ve toplumsal koşulları belirleyen özne, ‘46’da kendi diyalektiğiyle karşılaşarak, yaratmış olduğu burjuvazinin kutsal iktidar fanusuna el sürmesiyle, süreç ve kimlik anlamında, ne olduğunu şaşırmıştı. İnönü’nün “en mutlu yenilgim!” diye isimlendirdiği bu tablo, aslında 1950 sonrası Türkiyesi’nde hiçbir iktidar analizinin eskimiş siyaset sözlüğüyle yapılamayacağını kanıtlıyordu. 1960’ta, kadim dostu orduyla bu “rövanşı” alan CHP elitleri, artık karşılarında kendisini sağ çizgide tanımlayan bir muhalefetin yanı sıra, dışsal ve içsel alternatifler de bulmuşlardı ki, Ecevit mühürlü “Ortanın Solu” çizgisi, kelime itibariyle de bu konumlanmanın bir tür sancılanma olduğunu gözler önüne sermekteydi: Sağ ve sol yanından baskıya maruz kalan bir tortul kütlenin, ayrıca içeriden yukarıya doğru uygulanan bir etkiye de tepki vermek zorunda kalışı. “Ortanın Solu”, CHP içinde öyle bir açılımdı ki, aynı zamanda parti içindeki “sınıfsız toplum” dolayımlı muhafazakâr eğilimleri de rahatsız etmiş, iktidar alanını 1960 sonrasının yeni yapısının zorladığı ölçülerde, fakat eskiden tam bir kopuş gerçekleştir’e’meden düzenlemiştir.

II. “ORTANIN SOLU”NUN BELİRLEYİCİLİĞİ VE BELİRLENİŞİ
Yukarıda da belirtildiği üzere “Ortanın Solu”, değişen Türkiye ve Dünya dinamiklerinde, sınıfsal farklılıkların, kent- kır çatışmasının, aydın- halk zıtlığının artık üstü örtülemeyecek derecede yoğunlaştığı, zaten ’46 ile başlayan süreçte siyasi kutuplaşmaların mahallelere, köylere kadar indiği bir dönemde arkasına ayrıca Soğuk Savaş’ın kitleleri kamplaştırıcı rüzgârını da alınca, cumhuriyetin ilk döneminin homojenik halüsinasyonunu[7] büsbütün terk eder olmuştur. Bu bölümde, “Ortanın Solu” hareketine partinin kendi içinden ve dışarıdan gelen eleştirileri konu edinmeye çalışacağız.

İsmet İnönü ki, CHP’nin beşinci kurultayında, parti devleti anlayışının yerleşmesini genel başkanı- tüzükteki ifadesiyle Değişmez Genel Başkan- seçime tabi tutmayarak sağlamış, halk egemenliğini kişiselleştirmişti (KOÇAK, 2003: 120). CHP’nin 1960’lardaki rotasını 1965’te gazeteci Abdi İpekçi’ye verdiği bir mülakat sırasında açıklamıştı: Ortanın Solu. CHP’nin bu yeni çizgisine hem sağdan hem de parti içindeki muhafazakâr kanattan partiyi sosyalist yapacağı yönünde suçlamalar yönelse de, ilk günden beri, İnönü’nün yeni ideolojiden çıkarttığı anlam, Atatürk ilkelerinden hiçbir şekilde taviz vermeyen, Altı Ok’u aynen benimsemiş fakat sadece günün gerekleri doğrultusunda “etiket” değiştirmeyi uygun görmüş bir partinin devamlılığını sağlamaktı. Demirel (2003: 133), içi pek doldurulmadan masaya yatırıldığına inandığı “Ortanın Solu” ile ifade edilmek istenen şeyin Altı Ok’tan üçünü oluşturan devletçiliğe, laikliğe, inkılâpçılığa aynen uyum sağladığını, 1960’ların Türkiyesi’nin gerçeklerinden yola çıkılarak, bu ilkelere sosyal adalet kavramının eklenmesinin Kemalizm’den bir sapma olarak değerlendirilemeyeceğini kaydetmektedir. İnönü’nün Ortanın Solu ile ulaşmaya çalıştığı asıl hedeflerden biri, ülkede gelişmekte olan sol hareketi, cumhuriyetin ilk yıllarında her alanda görüldüğü gibi, CHP’nin iktidar gözlüğü altından tanımlamak, “onlar”a karşı önleyici bir resmi tavır takınmak (FEDAYİ, 2004: 87) ve sola “çeki düzen” vermekti. İddia hem kendi kendini dönüştürme hem de karşısındaki yeniden belirleme noktasına dayanınca, parti içinden ve dışından muhalif sesler, kuşkusuz kısa sürede yükselecekti: Komünizme müsamahakârlık ve Kemalizm’den sapma (MAZICI, 2001: 566).
Yenilikçi CHP kadrosunun anlayışıyla İnönü’nün belli bir döneme kadar uzlaşı halinde gitmesi, her ne kadar İnönü’nün parti içindeki nüfuzuna bağlanabilecek olsa da, asıl neden, Turan Güneş önderliğindeki ekibin partiyi sosyal demokrat bir kimliğe büründürme uğraşısının (TAŞKIN, 2001: 453) henüz İnönü’nün tahtını, iktidar alanını sarsacak denli su yüzüne çık’a’maması olarak görülmelidir. Ayrıca Ecevit, CHP’nin geleceğinin gecekondularda yaşayanların oylarını seferber etmede yattığına İnönü’yü ikna edebilmişti (ZURCHER, 2002: 368). “Ortanın Solu” bu kez gecekonduların desteğini almaya başlayan TİP gerçeği karşısında bir sınav verme durumunda kalacaktı. “Ortanın Solu”, İnönü’nün koltukları altında ilk büyüme devresini geçirirken, henüz 1930’ların otoriter rejimine, altyapı devrimlerinin eksikliğine, elitist yapısına yönelik eleştiri getirmemişti. Zira böylesi bir “aykırı” düşünce hemen etiketlenecek ve Milli Şef’in desteğini alamadan siyaset podyumundan indirilecekti. İnönü, sonradan kendisini partiden ayrılmak durumunda bırakacak “Ortanın Solu” anlayışına, Altı Ok’un ‘60’ların Türkiyesi’ndeki güncelleştirilmiş hali olarak bakacaktır (ÖZDEMİR vd. , 2005: 254):

“CHP, bünyesi itibariyle devletçi bir partidir. Bu sıfatla elbette ortanın solu bir anlayıştadır. 1923’teki harap ülkede devletçilik nasıl tek, eşi ve yardımcısı olmayan bir kalkınma çaresi idiyse, bugün de ekonomik hayatımızın temel unsurudur.”

İlerleyen süreçte, “Ortanın Solu” grubunun halkçılık ilkesini dönüştürürken “halka rağmen halkçılık” anlayışından, 1950’lerin DP halkçılığına doğru bir kayışa geçtiği gözlemlenecektir ki, bu durum, Ayata (1992: 88) tarafından halkçılığın bir yorumu olan “halka, onun yüksek ahlakına ve aydıncı olmayan tavrına duyulan inanç” biçiminde özetlenmiştir. “Ortanın Solu”nun ortaya çıktığı dönemde ana tartışma ekseni Kemalizm olarak belirmiş ve hareketin tezi ile antitezi, kendilerini Kemalizm sayesinde meşrulaştırmaya çalışmıştır. Parti içi çekişmelerde “Ortanın Solu” karşıtı bir yapılanmaya giren ve değişime tedrici yaklaşan Sekizler[8], kendilerini şu cümleyle tanımlamıştır: “Bu ithamlara maruz kalan CHP’lilerin tek günahı, CHP’yi Kemalizm’den uzaklaştırmamak ve sosyalist yapmamak uğrundaki direnişleridir.” (ERDEM, 2001: 456). “Ortanın Solu”na karşıt yaklaşım sergileyenlerden Fuat Giritlioğlu ve Turhan Feyzioğlu ki, Ecevit’in ABD’de bulunduğu 1957 yılında CHP’ye kaydolması üzerine Ecevit’ten devrimcilik ve demokrasi adına önemli iltifatlar toplamıştı (SAĞLAMER, 1974: 253), şöyle diyordu (ÖNER, 1976: 25):

Giritlioğlu: Ne gerek vardı Ortanın Solu’na moluna? Ortaya bir sol sözcüğü atıldı; AP’liler de bunu bir güzel kullandılar ve bunun sonucunda seçimi kazandılar.
Feyzioğlu ise, programa özünde karşı olmadığını ancak halkın “sol” kavramını sevmemesinden ötürü partinin oy kaybına uğrayacağını belirtiyordu.

Giritlioğlu’nun, “Ortanın Sol”u sözcüğünün AP tarafından yıpratılacağı yönündeki düşüncesi pek de yersiz değildir. Yukarıda da belirtildiği gibi, “sol” kavramı, ülkede kuşkuyla karşılanıyordu ve “Ortanın Solu” düşüncesi halka açılırken birçok mitten yararlanılması gerekiyordu. Bu, mitlerden yararlanma evresi, CHP elitlerinin yeni bir açılım ararken, halka kendilerini anlatmak uğruna içine düştükleri trajikomik tabloyu gözler önüne seriyordu.

“ Diyorlardı ki, ‘Halka şunu söyletelim: Kalbimiz vücudun sol tarafındadır. Eğer sol çok kötü bir şey olsa, kalbimiz sağda olurdu’ veya ‘bizim milletimiz ata çok meraklıdır. Ata binerken evvela sol ayak üzengiye basılır.’ ” (DÜNDAR vd. , 1994: 127) .

Aynı dönemde, başta AP olmak üzere tüm sağ partiler, “Ortanın Solu”na çok net bir yaftalamayla yaklaşmışlardı: Ortanın Solu, Moskova yolu!

Süleyman Demirel: “ İnönü, Trabzon Meydanı’na çıkıyor ve ‘Trabzonlular, size ‘Ortanın Solu’nu anlatmaya geldim’ deyince meydan dağılıyor. Ertesi gün ben çıkıyorum, ‘Gelin size bir anlatayım şu ‘Ortanın Solu’nu diyorum’. Aaa, kıyamet kopuyor o sırada… İyi ki söylenmiş onlar… Öyle süpürdüm geldim ki, ‘Yani ordu kimin ordusu?’ dediğim zaman, meydan ayağa kalkıyor. ‘Ordu, CHP’nin ordusu değil ki, milletin ordusu’ dediğim zaman hem ordunun hakkını veriyorum, hem de bu çeşit, orduyu istismara kalkanları sıkıntıya sokuyorum. İyi toparladık halkı.” (DÜNDAR vd., 1994: 127) .

CHP Parti Meclisi’ndeki üçüncü grup, Kemal Satır’ın çevresiydi ve “Ortanın Solu”na olumlu bakış sergiliyordu. İnönü’nün sadece bir konjonktürel adlandırma olarak gördüğü harekete aynı çizgi üzerinden yaklaşarak “Ne olacak yani, ortada değişen bir şey yok. Bu hareket, eski parti programının tekrarıdır” diyorlardı (ÖNER, 1976: 25). Satır grubunun statükodan yana “Ortanın Solu” tanımlaması, ilerleyen dönemlerde, Ecevit- İnönü ayrışmasında etkin rol oynayacak ve muhafazakâr kümenin bir elemanı olacaktır. Ecevit (1972: 16, 28, 57), İnönü ile ayrılıkların özde değil, yönetim anlayışları arasında yaşandığını, İsmet İnönü’nün son kez genel başkan sıfatıyla katıldığı 7 Mayıs 1972 tarihli olağanüstü kurultay konuşmasında vurgulamıştır:
“Artık, bu parti, Sayın İnönü’ye saygımız ne kadar sınırsız olursa olsun, ‘elbette İsmet Paşa’nın bir bildiği var’ varsayımına göre değil, kendi bildiğine göre kararlar verecektir. Daha açık söylüyorum, vereceğimiz karar şudur: Demokratik bir partinin kanunlar(ın)a saygılı özgür üyeleri mi, yoksa kapıkulları mı olacağız?”

Ecevit, 12 Mart Muhtırası’nın ardından İnönü’nün parti örgütüne danışmadan sadece kendi çevresindeki “önemli” insanların direktifleriyle kararlar almasını eleştirmiştir. Zaten, İnönü’nün muhtıraya sıcak bakarak askeri desteklemesi, “Ortanın Solu” çizgisindeki “müdahalesiz demokrasi” anlayışına zıt bir tutumdu ve Ecevit, aynı dönemde parti genel sekreterliği görevinden istifa etmiştir. Bu doğrultuda, Mayıs 1972 Kurultayı’na çıkarken, 43 il başkanının, 8 il ve 55 il gençlik kolu temsilcisinin, 7 gençlik kolu başkanının desteğini arkasına almıştır (AYATA, 1992: 85).

Öyle ki, muhalefetin “Ortanın Solu” grubuna attığı serviste kullandığı Kemalizm topu, bu kez “Ortanın Solu” sahasında karşılanmaya çalışılmış, hünerler ortak amaç olan Kemalizm’i kendisine göre daha iyi tanımlamak ve ona “biat” ettiğini göstermek adına sergilenmiştir. Bu yüzden Ecevit, Kemalizm hedefinin yeni açılımda oynadığı merkezi rolü “sürekli devrim” üzerinden kurgulamıştır. Ona göre, gerçek Atatürkçüler’in yenmesi gereken direniş, yalnız Atatürk yaşarken yapılmış devrimleri reddeden gericilerin direnişi değildir. Asıl direniş, asıl engelleme ve baskı, Atatürk’ün somut devrimleriyle vardığı noktadan bir adım ötesine geçilmesini istemeyenlerden gelmektedir (ECEVİT, 1970: 20).

İnönü’nün “Ortanın Solu” tamlamasıyla meydana attığı meşalenin kısa zaman sonra içinin doldurulması gereği doğmuştu. Zira, “sol”a karşı bu kadar temkinli yaklaşılan bir ülkede, kurucu iktidarın Atatürk’ten sonraki ödipal imgesi İnönü’nün, partisini sola “yakın” hissettiğini söylemesi, başlı başına bir yenilikti ama bunun siyasal hedeflerle desteklenmesi gerekiyordu. İlk çözüm önerileri daha çok Adalet Partisi (AP) siyasetinin antitezi üzerine bina edildi ve Şükrü Koç, AP’nin liberal felsefesiyle, kapitalist metotlarıyla ancak küçük bir azınlığın ekonomik çıkarını hedef aldığını, “Ortanın Solu”nun ise, büyük çoğunluğun ekonomik yararlarını savunurken diğer yandan Marksizm’in itibarsızlaştırılması için toplumcu ekonomiye sırtını yaslaması gerektiğini sözlerine eklemiştir (ÖNER, 1976: 27). Bu cümleden anlaşılan odur ki, “Ortanın Solu”nu tartışan beyin takımının içinde “sol” üzerinde inceden inceye düşünme ihtiyacı hissetmeyen, kavramların içeriğine inme lütfünde bulunmayan isimler de vardır. Hayrettin Uysal’a göre halk, CHP’nin kendisinden yana olan taraflarını görmek isterken, parti, devlet türevi olarak faaliyet göstermektedir. Nazif Aslan, partinin gelişimini dört döneme ayırdığını[9], “Ortanın Solu” başlığı altında yaşanan çağda, iktisadi kalkınma ve sosyal adalete önem verileceğini söylemekte; Mustafa Ok ise TİP’ten ayrı düşülen noktaların acilen altının çizilmesi gerektiğini düşünmektedir (ÖNER, 1976: 28). Nazif Aslan’ın bu istemi ve sağ partilerde baskın biçimde gözlenen kalkınmacı anlayışın “Ortanın Solu”na yansıması, köylülüktür. Köy, Ecevit’in Türkiye’nin özgün yapısını hesaba katarak işçi sınıfı üzerinden değil, köylü üzerinden başlattığı kalkınma düşüncesi ile sol anlayış açısından da ayrı bir teorik düzeye hizmet etmiştir (CHP, 1969: 1- 12). Ecevit, Batı tipi bir sosyal demokrasi anlayışında, öncü sınıfın işçiler olmasına karşın, Türkiye’de kent- kır çatışmasında belirleyici rolü köyün oynayacağını belirtmiştir (TABAK, 1994: 75). “Ortanın Solu”nda kalkınma köylüden başlayacak olup, tavandan tabana doğru inen adaletsiz ve verimsiz kalkınma yerine, tabanı güçlendiren bir kalkınma yolu açılacaktır (CHP, 1973: 25- 44). Türkiye’ye özgü sol anlayışı Batı tipi sınıf çatışmasından farklı yorumlayan Ecevit, ‘30’ların “sınıfsız, solidarist” Kemalist çizgisinden ayrılır, ama milli burjuvazi yaratan bir devlette sınıfsal çelişkilerin, henüz işçi sınıfı bilincinin olgunlaşmadığı bir ortamda, proletarya iktidarına evirilemeyeceğini belirtir. Kaldı ki, ona göre Türk toplumu, farklı sınıfların birbirleriyle hiçbir zaman uzlaşamayacak çıkarları etrafında şekillenmemiştir. Bu düşünceden hareketle “Ortanın Solu”, sınıfların varlığını kabul etmekte ama sınıf mücadelesine karşı çıkmaktadır (KABASAKAL, 2003: 35). Batı tipi bir sol anlayışın özgürlükçü, sosyal adalete dayanan, paylaşımcı ilkelerinden yararlanılabilir, ancak nüfusunun önemli bölümü köylü olan bir ülkede, proletarya diktatörlüğü çözüm yolu olarak öngörülemez. Mevcut yapı doğrultusunda, Türkiye’de iktidarın yükseleceği sınıfların en önünde köylülük gelecektir; Türk halkının üçte ikisi köylüdür. Köylünün özgür üretimi için CHP, toprak ve su ağalığına son verecektir (CHP, 1969: 2- 9).

Bu noktada CHP’nin sağa ve sola göre konumlanışı sırasında almış olduğu tepkilere eğilmekte yarar vardır. Milli Demokratik Devrim çizgisinin öncüsü sayılan Doğan Avcıoğlu’ya göre, CHP’nin “düzen değişikliği” vaat eden programı, kapitalizmi halka yaymayı amaçlayan bir programdan başka bir şey değildi (AKŞİN vd. , 2005: 289)[10]. CHP’nin içini karıştırmak için Devrim’de özel gayret sarf edilir, en çok Bülent Ecevit yıpratılmak istenirdi. Çünkü Ecevit’in başını çektiği “Ortanın Solu” hareketinin güçlenmesi, Avcıoğlu tarafından Türkiye’de parlamentoculuğun, ‘cici demokrasi’nin (IŞIKLI, 2002: 29) güçlenmesine yol açacak bir gelişme olarak görülmekteydi. Amaç, o günlerin “Umudumuz Ecevit!” sloganını tersine çevirmekti. Aynı zamanda Avcıoğlu, askeri darbeye karşı tutumuyla ün salmış Ecevit’e muhalif olacak asker yanlısı Nihat Erim’e her zaman destek vermişti (CEMAL, 1999: 210). Ecevit ise, CHP’nin genel sekreterliğini yaptığı dönemde, ihtilal yanlısı kanada kesin tavır almıştır (ECEVİT, 1968: 226- 7):

“CHP, ihtilalin her türlüsüne karşıdır. Gerici ihtilalin de ilerici ihtilalin de karşısındadır. CHP, halk için yapmak istediği her şeyi halkın rızasıyla yapmak zorundadır. Şunu bütün içtenliğimle söylemek isterim ki, demokrasinin bittiği yerde CHP’nin de ömrü biter.”

Ecevit düşüncesinden “Ortanın Solu”na yansıyan önemli bir nokta, döneminin demokratikleşme hareketlerinden de etkilenerek ve Kemalist çizgiyi gölgesinde yaşatarak, ekonomik kalkınmaya, insan onuruna eşit oranda değer vermeyi ikinci bir Kurtuluş Savaşı olarak görmesi, buna “mazlum milletlerin öncüsü” görevini eklemesidir (ECEVİT, 1968 a: 219):
“Kurtuluş Savaşı’ndan sonra, şimdi Türk ulusunu bekleyen ödev, demokratik rejim içinde, insanlık onuruna saygılı, adil bir düzende kalkınabilmenin mümkün olduğunu da, bağımsızlığına yeni kavuşmuş ve gelişme halindeki uluslara göstermek, bu yönde öncülük etmektir”.

Ecevit (1968 b: 17- 21), “Ortanın Solu” çizgisinin özelliklerini şöyle sıralamaktadır:
“ …insancıl, halkçı, sosyal adaletten, ilericilikten, devrimcilikten, devletçilikten, planlı kalkınmadan, sosyal demokrasiden yana özgürlükçü bir anlayıştır.”

Yukarıda sayılan “Ortanın Solu” ilkeleri üzerinde durmak gerekmektedir. Kili (1976: 227), getirilen bu yeni önerilere, çok partili hayata geçişten sonraki süreçte, partinin gerek muhalefet gerekse iktidar dönemlerinde yabancılaştığı konular yorumunu yapmıştır. İlerici, devrimci olmaktan kasıt, toplum yapısını mümkün olan en yüksek hızla değiştirerek, kendi insanlık ve halkçılık anlayışlarına uygun duruma getirmek; toplumun maddi ve manevi gücünü arttırmaktır (ECEVİT, 1968 b: 18).

İktisadi ve sosyal gelişme tesadüflere bırakılamayacağından, amaçları belli, o amaçlara nasıl ulaşılacağını “toplum yararına” kararlaştıran, sosyal adalet temelli bir devletçi kalkınma planı hazırlanacaktır. “Ortanın Solu”, halkı devletin hizmetinde değil, devleti halkın hizmetinde gören bir devletçilik anlayışı izleyecektir (ECEVİT, 1968 b: 19). Ecevit, bu devletçilik tanımıyla, 30’larda uygulanan güdümlü devletçilik tanımının baş aşağı çevrileceği yönünde açıklamada bulunmaktadır. İnsan, “Ortanın Solu”nda merkeze oturtulur ve kişiliğin serbestçe geliştirilmesi için tanınacak hukuki düzenlemelerin yanında, ekonomik alanda fırsat eşitliğinin yaratılmasına özen gösterilecektir (ECEVİT, 1968 b: 17).

SONUÇ
“Ortanın Solu” hareketi, 1960’ların kapitalist sistemi içerisinde refah devleti uygulamalarının üst düzeyde yaşanmakta olduğu, sosyal güvenliğe, insan haklarına, sınıf siyasetine dayalı çözümlemelerin ağır bastığı bir dönemde, devlete millet bulma adına, kovanın kraliçe arısı rolünü sahiplenmiş CH(F)P’nin, eski kimliğinden sıyrılmak zorunda kalıp aynı zamanda belirle’n’en olmayı kabullenerek, yeni toplumsal dengelere ayak uydurmak için sahneye koyduğu bir açılımdır. “Ortanın Solu” tamlamasının kuruluşu dahi, Soğuk Savaş dinamiğinde, ülkenin ve/ veya CHP elitlerinin “sol”a karşı çekingen tavır aldıklarının bir göstergesidir.

Parti içinde, bu açılımı Kemalist tek parti dönemi ilkelerinin aynen devamı biçiminde algılayan kadro ile “halkçılık” ilkesinin “halka rağmen” yürütülemeyeceğine ve askerle demokrasi arasına bir sınır çizilmesi gerektiğine kanaat getirenler arasında yaşanan kırılma, Türkiye sosyal demokrasi tarihinin önemli fay hatlarından birisini oluşturmuştur. Ayrıca, demokrasinin, kalkınma hamlelerinin ekonomik başarısına kadar ertelenebileceği görüşüne eleştiri getirerek, kalkınmayla özgürleşmeyi, sisteme tutunarak, sistem içinde mümkün kılmak istemesi, yine sosyal demokrat çerçevede yorumlanabilecektir.

KAYNAKÇA

AKŞİN, Sina (2001), Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi (Ankara: İmaj Yayıncılık, 4. Baskı).

AKŞİN, Sina/ BORATAV, Korkut/ TANÖR, Bülent/ ÖZDEMİR, Hikmet (2005), Yakınçağ Türkiye Tarihi 1908- 1980 (İstanbul: Milliyet Yayınları).

AKŞİN, Sina/ BORATAV, Korkut/ TANÖR, Bülent (2005), Yakınçağ Türkiye Tarihi 1980- 2003 (İstanbul: Milliyet Yayınları).

ARALOV, Ivanoviç (1997), Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Hatıraları (İstanbul: Cumhuriyet Kitapları, 2. cilt) (Çev: H. Ali Ediz).

AVCIOĞLU, Doğan (1971), Türkiye’nin Düzeni (Ankara: Bilgi Yayınevi, 1.cilt, 2. Baskı).

AYATA, Ayşe (1992), CHP Örgüt ve İdeoloji (Ankara: Gündoğan Yayınları) (Çev: Belkıs Tarhan, Nüvit Tarhan).

BİRAND, M. Ali/ ÇAPLI, Bülent/ DÜNDAR, Can (1994), 12 Mart: İhtilalin Pençesinde Demokrasi (Ankara: İmge Kitabevi, 2. Baskı).

BORATAV, Korkut (2003), Türkiye İktisat Tarihi 1908- 2002 (Ankara: İmge Kitabevi, 7. Baskı).
CEMAL, Hasan (1999), Kimse Kızmasın, Kendimi Yazdım (İstanbul: Doğan Kitapçılık, 2. Baskı).

CHP (1969), İnsanca Bir Düzen Kurmak İçin Halktan Yetki İstiyoruz (Ankara: Ulusal Basımevi).

CHP (1973), Ak Günlere, CHP 1973 Seçim Bildirgesi (Ankara: Ajans- Türk Matbaacılık).

DEMİREL, Ahmet (2003), “İsmet İnönü”, Modern Türkiye’de Siyasal Düşünce: Kemalizm (İstanbul: İletişim Yayınları): 124- 133.

ECEVİT, Bülent (1968), Bu Düzen Değişmelidir (İstanbul: Tekin Yayınevi).

ECEVİT, Bülent (1968), Ortanın Solu (Ankara: Tekin Yayınevi, 4. Baskı).

ECEVİT, Bülent (1970), Atatürk ve Devrimcilik (Ankara: Tekin Yayınevi).

ECEVİT, Bülent (1972), Kurultaylar ve Sonrası (Ankara: İleri Yayıncılık).

ERDEM, Tarhan (2001), “CHP’de Parti İçi Mücadelede ‘Kemalizm’ ve ‘Devrimler’
Tartışmaları Üzerine”, Modern Türkiye’de Siyasal Düşünce: Kemalizm (İstanbul: İletişim Yayınları, 1.Baskı): 449- 457.

EROĞUL, Cem (1998), Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi (Ankara: İmge Kitabevi, 3. Baskı).

FEDAYİ, Cemal (2004), “CHP’nin Sosyal Demokratlaşması Sürecinde Kemalizm
Tartışmaları: 1961- 1980”, Liberal Düşünce Dergisi, 2004/ Güz: 87- 108.

IŞIKLI, Alpaslan (2002), Gün Doğmadan (Ankara: İmge Kitabevi).

IŞIKLI, Alpaslan (2003), Gerçek Örgütlenme: Sendikacılık (Ankara: İmge Kitabevi).

KABASAKAL, Mehmet (2003), “Türkiye’de Sosyal Demokrasinin Gelişimi ve CHP”, Sosyal Demokrat Yaklaşımlar (İstanbul: Sodev Yayınları): 19- 44.

KAHRAMAN, Hasan Bülent (2002), Sosyal Demokrasi Düşüncesi ve Türkiye Pratiği (İstanbul: Sodev Yayınları).

KELEŞ, Ruşen (1972), Türkiye’de Şehirleşme, Konut ve Gecekondu (İstanbul: Gerçek Yayınevi).

KEYDER, Çağlar (1995), Türkiye’de Devlet ve Sınıflar (İstanbul: İletişim Yayınları, 4. Baskı).

KİLİ, Suna (1976), 1960- 1975 Döneminde Cumhuriyet Halk Partisi’nde Gelişmeler: Siyaset Bilimi Açısından Bir İnceleme (İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları).
KOÇAK, Cemil (2003), “Tek Parti Yönetimi, Kemalizm ve Şeflik Sistemi: Ebedi Şef/ Milli Şef”, Modern Türkiye’de Siyasal Düşünce: Kemalizm (İstanbul: İletişim Yayınları, 1.Baskı): 118- 138.

MAZICI, Nurşen (2001), “27 Mayıs, Kemalizm’in Restorasyonu mu?”, Modern Türkiye’de Siyasal Düşünce: Kemalizm (İstanbul: İletişim Yayınları): 551- 570.

ÖNER, Murat (1976), Bir Yol Ayrımı (Ankara: Orkide Basımevi).

SAĞLAMER, Kayhan (1974), Ecevit Olayı: Bir Başbakanın Doğuşu (İstanbul: Belge Yayınları).

TABAK, Şeref (1994), CHP’de 1965 Sonrası Değişim: Ortanın Solu (Ankara: Basılmamış Yüksek Lisans Tezi).

TAŞKIN, Yüksel (2001), “Turan Güneş”, Modern Türkiye’de Siyasal Düşünce: Kemalizm (İstanbul: İletişim Yayınları): 452- 455.

TİMUR, Taner (1995), Türk Devrimi ve Sonrası (Ankara: İmge Kitabevi, ? Baskı).

ZURCHER, Erik Jan (2002), Modernleşen Türkiye’nin Tarihi (İstanbul: İletişim Yayınları, 12. Baskı).

[1] AÜ SBF Kamu Yönetimi Bölümü Lisans Öğrencisi
[2] Platoncu manada filozof kralın, elindeki tuvalle tüm eseri yeniden inşa edişi.
[3] “Türkiye’de işçi hareketinin gelişiminin başta gelen özelliği, örgütlenme hakkını düzenleyen mevzuatın daha önce doğmuş olması, örgütlü işçi hareketinin doğuşunun ise daha sonra, yani mevzuatın oluşumunun ardından gerçekleşmiş olmasıdır.” (IŞIKLI, 2003: 79).
Ecevit’in 1963’te, sendika özgürlüğü ve grev hakkını düzenleyen tasarıya dair yaptığı konuşma, yukarıdaki önermeyi doğrulamaktadır:
“Batı demokrasilerinin hemen hepsinde bu kanunla Türk işçisine tanımak üzere bulunduğumuz haklar, ancak uzun ve kanlı mücadeleler sonunda elde edilmiştir. (…) Şu birkaç gün içinde bu hakları, bu tür mücadelelere gerek kalmaksızın, Türk işçisine tanımak suretiyle topluma ve tarihe büyük bir hizmette bulunacağımız şüphesizdir. Batı ülkelerinde tatbikat önden, kanunlar arkadan gelmiştir. Bizde önce kanun gelecek, tatbikat arkadan gelecek.” (IŞIKLI, 2003: 62).
[4] Akşin (2001: 231), cumhuriyetin ilk yıllarından Demokrat Parti dönemine (1950- 60) uzanan süreçteki traktör kullanımında gözlenen artışı şu sayılarla belirtmektedir:
YIL
SAYI
1924
220
1930
2000
1948
1756
1950
9905
1956
43727

[5] Dönemin Sovyet diplomatı Aralov (1997: 282), anılarında, Atatürk’ün “ Türkiye’de sınıflar yok, Türkiye’de işçi sınıfı yok, çünkü gelişmiş bir sanayi yok ” sözünü hatırlatmaktadır.
[6] Taner Timur (1995: 57), Kurtuluş Savaşı sırasında iktidara ortak olan kadroların sınıfsal konumunu betimlemiştir. Ona göre, Ankara Hükümeti, küçük burjuva kökenli asker- sivil aydın ve Anadolu eşrafına (büyük toprak sahipleri, küçük ticaret burjuvazisi) dayanmaktaydı ve yoksul, yorgun kitleleri peşinden sürüklemekteydi. Siyasal iktidar mücadelesi; ticaret burjuvazisi, Anadolu küçük burjuvazisi, büyük toprak sahipleri ve asker- sivil devrimci aydınlar arasında yürütülmekteydi.
[7] Sanrı ve/ veya toplumun tektipleştirildiği yönündeki yanılsama.
[8] T.Feyzioğlu, C.Kırca, F.Alpaslan, S.Koç, F.Melen, O.Öztrak, E.Paksüt, T.Şahin bu grubun üyelerini oluşturmuştur.
[9] A) Kurtuluş Savaşı, B) Siyasal Devrimler Çağı, C) Demokrasi Mücadelesi Dönemi, Ç) İktisadi Kalkınma ve Sosyal Adalet Çağları.
[10] Görece yakın dönem düşünürlerinden H. Bülent Kahraman (2002: 43, 290), “Ortanın Solu”nu, Türkiye’de ikiye ayırmış olduğu sol yelpazesinde teste tabi tutar. Türkiye’de, Marksizm tabanına yaslanmış, sanayileşmeyle, işçileşmeyle bütünleşen “gerçek sol” ve aydın- bürokrat- eşraf tabanına oturmuş, Batı’da merkez sağ, burjuva liberal partiler tarafından temsil edilen siyaset niteliğindeki “Ortanın Solu”.