Ara

GÜNLÜK HAYATIN ELEŞTİRİSİ

BROWN, B. (çev: ALOGAN, Y.) (1989),
Günlük Hayatın Eleştirisi: Sürekli Kültür Devrimine Doğru,
2. Baskı, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

 [2]


“Biçimselleşmiş akıl açısından bir hareket,
ancak dinlenme gibi çalışma gücünü tazeleyebilecek
 bir başka amaca hizmet ettiği sürece akla uygundur.”Max Horkheimer

 

Marksizm üzerine düşünüp de günlük hayatın toplumdan bağımsız kurgulanamayacak birey üzerindeki etkilerine psikanaliz yoluyla değinmek isteyen Marcuse, Reich gibi isimler, aynı zamanda özgürleştirici bir tasarımı bu eleştirilerinde ana tema olarak belirlediler. 1920’lerde yükselen sol eleştirel fikrin Marksizm’i kapitalizmin kültürel boyutuyla da incelemeye katma uğraşısı, 1960’ların devrimci toplum teorisinin mayasını kardı. Marksist literatüre göre, her iki kırılma döneminin birbirine benzemesi ve bunun sonucunda kültürel eleştirinin iki dönemde de aynı taşlar üzerinden yükselmesi, yabancılaşmanın ekonomik anlamda evrenselleşmesi, insanın kendisiyle ve diğer insanlarla kurduğu ilişkilerde yabancılaşmış varoluşunun pasif seyircisi olmasıyla açıklandı. Bu kırılma anlarında sosyal teorinin karşısına dikilen diğer bir sorun ise, bireyin psişik alanının giderek daralması sonucu alt- üst yapının birbirine girmesi, ilişkiler demetinin her zamankinden daha fazla karmaşık bir hal almaya başlamasıdır. Kırılma anlarında kokusu net biçimde burunları sızlatan, ama aslında kapitalist toplumun işleyişinde her an, her yerde mevcut bulunan ana öğe, kapitalizmin sadece bir ekonomik, siyasi boyutunun değil, bunlardan ayrılmayan bir insan özünü yıkma tasarısı olduğunun farkına varmaktır. İlişkinin birey- toplumsal formasyon- üretim ilişkileri genellemesindeki teorik ifadesi için alt- üst yapı arasındaki diyalektik etkileşim

Kültür devrimcilerinin klasik Marksizm’i eleştirdikleri esas alana artık giriş yapabiliriz. Kapitalist toplumun bireye aşılamış olduğu değerler ve genel kültürel formasyon, kitlelerin belirlenmesi sürecinde temel aşamayı oluşturur. Bu bakımdan, kapitalist toplumda bireyi anlamanın ve kurtuluş ihtimallerini sorgulamanın, alt-yapıyla üst- yapı arasındaki boşluğu gidermenin yolu psikanalizi diriltmekten geçer. Ne var ki, Eleştirel Teori tarafından yapılacak bu diriltme, Marx’ın başaşağı duran Hegel diyalektiğini düzeltmesi
[8] gibi, Freud’un libido teorisinin, ölüm- yaşam içgüdüsünün, biyolojik belirleniminin, insan benliğini sürekli tabula rasa’ya uğratan teknolojiye dayalı kapitalist tüketim kültürünün eleştirisi ve tarihsellikten uzaklaştırılmış, anormal olanı tedavi ediciliğe[9] ve baskıyı kabullenmeyi öğreten nekahat sürecine[10], gerçeklik ilkesinin ataerkilliğe[11] indirgenmiş psikanalizine sınıf yaklaşımının sokulması, her üretim biçiminin insana farklı bir bilinç aşıladığının görülmesi suretiyle gerçekleştirilecektir. Bu sayede, kapitalist toplumda insanın yaşadığı gündelik sorunlara özgün kültürel pencereler açma şansı bulunacaktır. Psişik hayatın zihinsel çatışma ürünü olarak düşünüldüğü Freud ile tarihsel hayatın bir toplumsal çatışma biçiminde oluştuğu yönündeki Marx’ı birleştirmek, bireyin kapitalist üretim ilişkilerinde burjuva alanı tarafından özbilincinin nasıl kurulduğunu ve tekrar üretim- tüketim sürecine katıldığını göstermesi bakımından değer taşıyacaktır. Çocuğun gelişim sürecini incelerken, biyolojik belirlenimi, materyalist manada, altyapıya yerleştiren Freud, çocuğun aile ile ilişkisinin toplumsal uzantısına mesafeli yaklaştı ve Fromm’un tespit ettiği gibi, otorite ihtiyacını baba- anne- çocuk üçgenine hapsetti. Hâlbuki psikanalitik solun işleyeceği bir konu olarak otorite ve ancak otoriter olduğu müddetçe kişiyi bir özne ve yönetici sayan otoriter kişilik[12], biyolojik çaresizlikten ziyade, yetişkinin egemen sosyo- ekonomik örgütlenme biçimine boyun eğmesiyle beliren toplumsal çaresizlikten ileri gelmektedir.[13] Marcuse’nin ‘artık bastırma’ kavramından hareketle, egoyu ve süper egoyu yaratan süreçler, aynı zamanda özgül toplumsal kurumları ve ilişkileri biçimlendirir, devam ettirir.[14] Aynı çizgiden ilerlersek aile, toplumsal üretimi ve buna uygun bireyi topluma kazandırmada iletme işlevini görecek, egemen toplumsal ilişkilerin mikro taşıyıcısı olacaktır. Kendisi ve ailesi için uzun dönemli plan yapma sorumluluğu, kendini mevcut mekanik işlere uyarlama yeteneğinin gelişmesine yol açmıştır. Kişi kendi kendisini boğuyor.[15] Aile ile toplumun diyalektik ilişkisini tarihin ilerleyişine oturtabilmek için, üretim ilişkilerinin dinamiğini ailedeki eğitim sürecinden ve otorite ilişkilerinden bağımsız düşünmemek gerekir. Kullukla cinsel güçsüzlüğün, öndere bağlılığın, otorite korkusunun, yaşama korkusunun ve denetlenme arzusunun arasında direkt ilişki vardır. Bu ilişkiyi kapitalizmin aile içi üretim biriminden sıyrılarak pazara yayılmasının kopuş evresini, aile babaları arasındaki hiyerarşik ilişkiyi temsil eden Bodin’in devlet kavrayışında görebiliyoruz: Devlet, birçok ailenin ve bu ailelere ortak olan şeylerin egemen erk (pater familias) tarafından adaletle yönetilmesidir.[16] Aile, burada da görüldüğü gibi, toplumsal ilişkilerin baba merkezli hiyerarşi piramidinin zeminine yerleşir, burjuva kültürünün tohum hücresidir.[17] Aynı dönemde bu kez La Boetie, bir piramide benzettiği, çıkara dayalı tüm toplumsal iktidar ilişkilerine eleştiri getirirken, aileden kaynaklanan iktidarı insanın doğasında zaten var olduğu gerekçesiyle olumlayacaktır.[18]

Genel sömürüyü anlamak ve anlatmak, devrimin bilinçli sınıf kitlesini peşine takmak için, ideolojiyi üretim süreciyle eş zamanlı olarak, proletaryayla birlikte harekete geçirmek gerekmektedir. Elitizme düşmemek için, hayatın her alanına yayılmış gündelik sömürünün çözülmesi şarttır. Bireyin toplumdaki özerkliğinin gün geçtikçe kaybolduğu, esnekleşme, bilgi teknolojisi, fabrika dışı üretim yoluyla post- Fordizm’e geçildiği bir çağda ‘örgütsüz kapitalizm’ ana temalardan biri haline gelmiştir.
[19] Birincil ihtiyaçlar olarak sayabileceğimiz beslenme, cinsellik, giyim; ikincil ihtiyaçlar arasındaki boş zaman ve spor, metalaşma sürecine teslim olmaktadır.[20] Sömürü, metalaşma arttıkça birincil ve ikincil ihtiyaçlar arasındaki ayrımı kaldırarak her ikisini de aynı potada eritmeye başlayacaktır. Birey, modernleşmenin temel çelişkisinde yer alan özgürleştirme ve cezalandırma ikileminde gidip gelmeye devam etmektedir.


KAYNAKÇA

- AĞAOĞULLARI, M.A., AKAL, C.B., KÖKER, L. (1994), Kral Devlet ya da Ölümlü Tanrı, Ankara: İmge Yayınları.
- ALTHUSSER, L. (2003), Marx İçin, İstanbul: İthaki Yayınları.
- ALTHUSSER, L. (çev: ERGÜDEN, I.) (2005), Yeniden Üretim Üzerine, İstanbul: İthaki Yayınları.
- BENHABIB, S. (çev: AKKANAT, S.) (2006), “ Modernlik ve Eleştirel Kuramın Çıkmazları”, Frankfurt Okulu, içinde, Doğubatı Yayınları, s. 83- 110.
- BENSOY, O. , BORA, D. vd. (2006), “Türkler’in İslamiyet ile Karşılaşması ve Sonrasında Korudukları Özellikler”, yayımlanmamış makale.
- BOETIE, E. (çev: AĞAOĞULLARI, M.A.) (1995), Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, 2. Baskı, Ankara: İmge Yayınları, s. 74.
- BROWN, B. (çev: ALOGAN, Y.) (1989), Günlük Hayatın Eleştirisi: Sürekli Kültür Devrimine Doğru, 2. Baskı, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
- ENGELS, F., MARX, K. (çev: EROĞUL, C.) (1968), Felsefe İncelemeleri, Ankara: Sol Yayınları.
- ENGELS, F. (çev: SOMER, K.) (2002), Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, 12. Baskı, Ankara: Sol Yayınları.
- FOUCAULT, M. (KESKİN, F.) (2000), Büyük Kapatılma, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
- FROMM, E. (BUDAK, S.) (1994), Özgürlükten Kaçış, 2. Baskı, Ankara: Öteki Yayınevi.
- HARVEY, D. (çev: SAVRAN, S.) (2003), Postmodernliğin Durumu, 3. Baskı, İstanbul: Metis Yayınları.
- HITLER, A. (çev: YALÇIN, H.) (1940), Kavgam, İstanbul: Bürhaneddin Matbaası.
- HORKHEIMER, M. (çev: KOÇAK, O.) (2002), Akıl Tutulması, 5. Baskı, İstanbul: Metis Yayınları.
- SLATER, P. (çev: ÖZDEN, A.) (1998), Frankfurt Okulu, İstanbul: Kabalcı Yayınevi.
- TOCQUEVILLE, A. (çev: ILGAZ, T.) (2004), Eski Rejim ve Devrim, 2. Baskı, Ankara: İmge Yayınları.


[2]HORKHEIMER, M. (çev: KOÇAK, O.) (2002), Akıl Tutulması, 5. Baskı, İstanbul: Metis Yayınları, s. 79.[3]ENGELS, F., MARX, K. (çev: EROĞUL, C.) (1968), Felsefe İncelemeleri, , Ankara: Sol Yayınları, 143- 44.
[4]HITLER, A. (çev: YALÇIN, H.) (1940), Kavgam, , İstanbul: Bürhaneddin Matbaası, s. 441- 56.[5]ALTHUSSER, L. (çev: ERGÜDEN, I.) (2005), Yeniden Üretim Üzerine, , İstanbul: İthaki Yayınları, s. 115.[6] BROWN, B. (1989), s. 78, 81.[7] TOCQUEVİLLE, A. (çev: ILGAZ, T.) (2004), Eski Rejim ve Devrim, 2. Baskı, Ankara: İmge Yayınları, s. 59- 64.[8]ALTHUSSER, L. (2003), Marx İçin, , İstanbul: İthaki Yayınları, s. 35.[9]FOUCAULT, M. (KESKİN, F.) (2000), Büyük Kapatılma, , İstanbul: Ayrıntı Yayınları, s. 129- 31.[10]BROWN, B. (1989), s. 38.[11]ENGELS, F. (çev: SOMER, K.) (2002), Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, 12. Baskı, Ankara: Sol Yayınları, s. 23.
BENSOY, O. , BORA, D. vd. (2006), “Türkler’in İslamiyet ile Karşılaşması ve Sonrasında Korudukları Özellikler”, yayımlanmamış makale, s. 10.
[12]SLATER, P. (çev: ÖZDEN, A.) (1998), Frankfurt Okulu, , İstanbul: Kabalcı Yayınevi, s. 205.[13]BROWN, B. (1989), s. 43.
FROMM, E. (BUDAK, S.) (1994), Özgürlükten Kaçış, 2. Baskı, Ankara: Öteki Yayınevi, s. 182- 208.
[14]BROWN, B. (1989), s. 59.[15]BENHABIB, S. (çev: AKKANAT, S.) (2006), “ Modernlik ve Eleştirel Kuramın Çıkmazları”, Frankfurt Okulu, içinde, , Doğubatı Yayınları, s. 87.[16]AĞAOĞULLARI, M.A., AKAL, C.B., KÖKER, L. (1994), Kral Devlet ya da Ölümlü Tanrı, , Ankara: İmge Yayınları, s. 10- 11.[17]BROWN, B. (1989), s. 47.[18] BOETIE, E. (çev: AĞAOĞULLARI, M.A) (1995), Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, 2. Baskı, Ankara: İmge Yayınları, s. 74.[19]HARVEY, D. (çev: SAVRAN, S.) (2003), Postmodernliğin Durumu, 3. Baskı, İstanbul: Metis Yayınları, s. 374- 75.[20] BROWN, B. (1989), s. 111.
[3] daha net vurgulanmak zorundadır. Devrimci başkaldırının proletaryada neden belir-e-mediğini anlamanın asıl yolu, burjuva kültürel alanının ideolojik biçimlendirmesinin hayatın her alanına sızdığını fark etmekten geçecektir. Yaşadığı sorunları burjuva devlet yasalarıyla ve sosyal düzenlemeleriyle aşma yolundaki proletere bu eğilimi kazandıran özbilinç nasıl bir şeydir ki, proleteri sayıca fazla olmasına rağmen devrimi gerçekleştirmeye yanaştırmaz?

Burjuva ideolojisinin, işçi sınıfı bilincinin gelişiminin öznel yanlarını kısıtlayarak, kişiyi farkında olmadan, karşı kutbun yaşam algısına çeken yüzü sadece kitle iletişim araçlarına sahip olan ve bunu propaganda yöntemiyle
[4] somutlaştıran yanıyla açıklanamaz. Böylesi bir itaate yanaşmanın gerisinde, kitlelerin derin duygularını okşayan bir yanının açığa çıkartılması da gerekir. Öyleyse, sömürüden kurtulmanın tek biçimi emeğin hak ettiği değeri alması ve devlet yapılanmasının devrimci biçimde el değiştirmesi olamaz. Bu kadarıyla yetinmek, henüz kitlelere yönelik bir adım atılmadığını gösterir. Kapitalizmden kurtuluş, çok farklı insan ihtiyaçlarına, proletaryanın kendi arasındaki ilişkilere (özellikle kadının ezilmesine) kapitalist piyasa anarşisinin getirdiği bilinç sömürüsünden farklı biçimde yanıt vermekle de ilgilidir. Bu biçimdeki güncel ve öncelikli çözüm bekleyen sorunlara devrimle “eş zamanlı mı, devrimden önce mi, sonra mı?” sorusunu sorarak yanıtını aramak, esasında kitlelerin ne kadar bu mücadelenin içinde görülmek istendiğini bize anlatacaktır. Üretim biçiminin değişmesi ve kapitalizmin ortadan kalkışı, günlük hayatın her alanına nüfuz etmiş bireyler arasındaki çatışma alanlarını da kendiliğinden sönümlendirecek midir? “Ekonomik tahlil”e giderken “tahlili ekonomik yapma” sorunuyla baş başayız. Ekonomik hayatın işleyiş biçimini değiştirecek devrim, kişinin günlük hayatına ve kültürel yaşantısına yansımadığı takdirde, yabancılaşma, sömürü, fetişizm bu sefer farklı maske altında ama aynı öldürücülükle ‘yeni’ hayatta kendisini belli edecektir. Kapitalistin kendi kar maksimizasyonu için sürekli devrim yapmak zorunda olduğu bir ortamda üretim, bölüşüm ilişkilerinde zaten bunun sancılarını yaşayan birey, devrimden devrime devrilmeden devinip durmak gibi bir ‘amaca’ sürükletilmişse, ki yabancılaşmanın bir biçimi de budur, üretim ilişkilerini toptan değiştirme niyetindeki devrim, günlük işleyişi arka planda tutarak önce ‘büyük doğum’u gerçekleştirme hedefini taşıyamaz, kişisel olanla politik olanı birleştiremez ve sadece siyasal anlamda devletin ideolojik aygıtlarını değiştirmekle kendisini sınırlı tutar.[5] Öyleyse faşizm, kapitalizmin modern kriz dönemlerindeki bunalımlarında beliren bir ideolojik biçimlendirme aracıdır ve altyapı değişikliği yaratmadan üstyapıda devletin ideolojik aygıtlarına sahip zümrenin iktidar değişimini ve bunun yönetilenlerin yaşamlarında yarattığı yeni algıları anlatır. Bolşevik Devrimi ise, kapitalizmin temel kültürel mantığını arka plana iterek benliklere kazınmış kapitalist tahakkümü silemeden altyapı devrimi gerçekleştirmiştir. Gerek yönetenler gerekse yönetilenler, baskı aracı olarak gördükleri DEVleti eşitlik- özgürlük sarkacında eşitlik adına hortlatmış, Troçki’nin belirttiği üzere, cinsellik, zor, bürokrasi, hiyerarşi arasında kurulan demir zinciri kır(a)mamış, duygusal ve içgüdüsel hayatta derin değişimler yaratamayarak kitlelerin psişik oluşumunda otoriter izler bırakmış, klementura sınıfıyla ‘bastırılanın geri dönüşü’ne hapsolmuştur.[6] Benzer bir tutum Jakoben geleneğin kök saldığı Fransız Devrimi’nin Terör Dönemi’nde görülmüş ve Fransa, yükselen milliyetçilik değerlerinin, aslında sırt çevirdiği dinsel otoritenin farklı bir biçimi olarak geri dönüşüne ev sahipliği yapmıştır.[7]

DİRENMEK BİR SANAT MIDIR?

“Bana bir şey lütfedeceksen
Veren Hak’tır,
sen memursun,
Bir şey vermeyecek olursan,
vermeyecek Hak’tır, sen mazursun.”
Bektaşi “Kaside”si

“En güçlü; gücünü hak, boyun eğmeyi de ödev biçimine sokmadıkça, hep efendi kalacak kadar güçlü değildir.”
J.J. Rousseau

“Tüm sözcükler tükendiğinde, insan insanı anlamaya başlar.” Jerzy Lec


DİRENMEK SANAT MIDIR?
Siyasallaşmadan İktidarı Olumsuzlayabilmek
[1]

İktidar aygıtıyla yönetilenlerin farklı biçimlerde ilişki kurması, hayatımızın her anına yansıyan bir özelliktir. Bu ilişkinin nasıl geliştiği ve tarafların birbirlerine karşı takındığı tutumları belirleyen unsurları, tepeden bir gözlemle, yani her görünür davranışın o iktidar denkleminin ana hatlarını yansıttığı ön kabulünden hareketle çözümleyemeyiz. Zira görünür davranış ve ona göre saptanacak olası iktidar ağları, hükmedenle yönetilenin karmaşık, gizli karşılaşma halinin yanılsamasına işaret edebilir. “Açık kalplilik” duygusunun iktidar ilişkisine damga vurmasını beklemek ve dili, ideolojiyi, karizmatik söylemi, baskın görüşün ilişkiyi belirleyiciliğini, gizli senaryoları, iktidarın yönetilene uzanma ilkelerinden farklı ilkeler konuşan alternatif senaryoları hesaba katmamak, bizi, tepkisizliğin her görünümünü iktidarın bakış açısıyla değerlendirme tehlikesine itebilir. Hükmedenle yönetilenin karşılaşma ve yöntemlerini bir havuza aktarma alanı olarak ‘kamusal senaryo’yu iktidarın gözüne girmek için her yolu deneme biçimleri diye algılatabilir.

Bu açıdan, iktidarın farklı söylemleri yorumlama tarzı, yönetilenlerin taktığı maskenin kalınlığına göre değişebilmelidir. Aynı zamanda bu ‘kamusal senaryo’ alanı, sadece iktidarın edimlerine göre hareket yöntemini belirleyen, ilk adımı hep hükmedenden bekleyen bir ‘yönetilenler’ tasarımı geliştirirse, yine ‘kamusal senaryo’ perdesinin arkasını göremeyebilir, kendisini biricik kurarak zayıf- güçlü ilişkisinin güçlü tarafındaki ‘tahakküm ve gözetleme’ özelliklerini eksik yorumlamış olur. “En küçük tepkiyi bile göstermeyen, uysal, sakin tavırlara bürünen, iktidara kollarını açacak kadar itaatkâr” olduğu varsayılan yönetilenlerin ‘kamusal senaryo’daki görünümlerini, ‘kamusal senaryo’da baskın rol oynayan hükmedenin ‘uzlaştırıcı ve tabi kılıcı’ bir başarısı olarak yorumlamakta acele etmemeliyiz. ‘Kamusal senaryo’, hükmeden tarafından denetlenmesine, ideolojiyle donatılmasına, gönüllü ortaklar yaratılmasına karşın, ‘gizli senaryo’ alanı, iktidar sahibinin doğrudan gözleminin ötesine taşar, ondan tamamen bağımsız olmasa da onun özerk türevidir, belli bir tarihsel birikimin ve yaşam pratiklerinin sonucunda kendi sahne arkasını kurar.

‘Gizli senaryo’, varlığını belli oranda kamusal senaryoya borçlu olsa da, dinleyicileri iktidar sahiplerinden farklı kişileri, ilişkileri farklı ‘akrabalık’ bağlarını içerir. Mevkidaşa duyulan yakınlık, dostluk, hükmedene haykırılamayan öfkenin ‘gizli senaryo’ çatısı altında ifade edilmesini sağlayarak eksik ‘kamusal sessiz itaat’ kabulleniminin nedenini anlatmaya yardımcı olabilir. İktidar piramidinde ‘hürmet’, neden değil, sonuçtur. Hürmeti iktidarı kuran bir neden olarak algılarsak, ‘kamusal senaryo’ya yön veren gizli davranış örüntülerini anlamakta zorluk çekebilir, davranışı belirleyen motiflerin arkasındaki baskın olmayan, karşıt, yıkıcı söylemi görmezden geliriz. ‘Gizli senaryo’da sergilenen tepkinin homojen olduğu söylenemese de iktidara takınılan olumsuz tavır konusunda ortaklığın olduğu, ama bunun farklı ifade biçimlerinin olabileceği söylenir. Ne var ki, söylemin ‘gizli senaryo’ alanının üyeleri tarafından sürekli paylaşılması ve ortak tavırların ancak üyelerin kurduğu çemberde dile getirilmesi, bunun ‘kamusal senaryo’da iktidara yöneltilmesinin engelleyicisi olabilir. ‘Gizli senaryo’ kendisini boğabilir. Kişilerin tek tek ve sırayla söylemlerini bu alandan fışkırtarak kamusal senaryo alanına attırmaları ütopik gelse de, bu denklemin katalizörü, söylemi karizmatik olan, ancak kendisi karizmatik olmayabilen insanların ‘gizli senaryo’ alanı içinden sivrilebilmesidir. “Size inanmıyoruz!” ile başlayan iktidara “hayır!” deme refleksi, çileden çıkaran patlamanın, bardağı taşıran son damlanın “temsilcisi”dir. İktidar ilişkisinin şimdiye kadar sakin olarak algılanan havası bozulur, rızasızlık ateşlenir, ceketler daha gevşek düğmelerle iliklenir ve hükmeden, tek taraflı kurguladığı ‘kamusal senaryo’daki rolünü tekrar sorgulamaya başlar, düşünceyi gizlice damıtma evresinden patlama anına dek takılan maske çıkarılır, tahakkümü uygulayan taraf, inandırıcı kibirliliği ve üstünlük gösterisi üzerine tekrar düşünme fırsatı bulur.

Politik yaşamın uyumunu dar bir alanda ve sadece sınıflararası uyumun siyasi düzleminde inceleyenler, ‘kamusal senaryo’nun karmaşık, hâkim elitin kirli çamaşırlarını gizleyen niteliğini göz ardı edince, iktidar ilişkisini ve daha genel anlamda ‘yönetimin doğallaştırılması’nı baştan kabullenirler. Hegemonya, uyruklar adına en doğruyu yapma alışkanlığı olarak sergilenir ve ‘kamusal senaryo’ alternatifsizmişçesine inşa edilir. Öyleyse, burada sadece ‘kamusal senaryo’nun görünümlerine bakarak ‘tıp oyunu’ oynadığı varsayılan yönetilenlerin sessiz, itaatkâr edimlerini asıl gerçekmiş gibi çözümlemek bizi hataya sürükleyebilir. Aynı doğrultuda ‘gizli senaryo’ alanını iktidarın eylemlerine karşı çıkmak üzere kurulmuş türdeş bir ağlama duvarı olarak görmek de iktidar ilişkisinin çok yönlü boyutunu basite indirgemekle eşdeğerdir.

‘Gizli ve kamusal senaryolar’ın paslaşmalarının ötesinde, tarihsel kimliğe bürünmüş başka bir kesişim alanından da söz etmek gerekir: Kılık değiştirmek. Kılık değiştirmek; iktidarın eylemlerini önceden tahmin ettiğini sandığı yönetilenlerin aslında uzun süreye yayılan, ‘gizli senaryo’nun ‘kamusal senaryo’ huzurunda sterilize edilmiş (arınmış) halidir. İktidar sahibi, bu kılık değiştirmenin kendine has dünyasına iktidarın ‘kamusal senaryo’daki sözcük dağarcığıyla girmekte zorlanır, çünkü iktidara karşı konumlanışlar, iktidarın tasarladığı üzere sürekli aynı paralellikteki hareketlerden oluşmaz. Farklı kodlar, kimi zaman iktidar bir rakip olarak bile görülmeyerek halk edebiyatı içinde yer bulur, kuşaktan kuşağa aktarılır, heterojen kimlik kazanır. İktidarın sözlüğü ve kamusal senaryoyu biçimlendirişi sert, üretken ve ideolojik anlatısı sayesinde olurken, bu kesişim alanı, kelimenin tam anlamıyla sterildir (arınmıştır). Kesişim alanında yönetilenlerin her eylemi doğrudan iktidara mesaj verme anlamı içermeyebilir. İktidarı kışkırtan, belki de bu dolaylı umursamazlıktır. Umursamama, yönetilmeyi baştan kabullenmeyi, rıza göstermeyi, boynun kıldan ince olmasını, şeriatın kestiği parmağın acımamasını değil, tam tersine iktidarın dilinden konuşmayarak onun egemenlik alanına girmek istememeyi, bir anlamda siyasallaşmadan iktidarı olumsuzlamayı anlatır.

İktidar, yoğun kamusal senaryo alanını genişletmek isterken gizli senaryo ile kamusal senaryo arasındaki bu steril alana ulaşamamanın huzursuzluğunu yaşar. Tabi nüfustan emek, mal, hizmet edinmek, tahakküm biçimlerinin ana hedefiyken; hedefe ulaşmak adına gözetleme, denetleme, tedavi, cezalandırma gibi kurumsallaşmış araçların kullanılması ve ulaşılamayana cadı, deli, ilkel, geri, suçlu yaftalarının yapıştırılması tam da kamusal senaryonun üretken iktidar odaklı genişleme hamlelerini çağrıştırmaktadır.

“Ey imparator,
Yaşamlarını sana,
Yalnızca sana sunsunlar diye
zorlayabilirsin insanları.
Kibrindendir, bağışlarız bunu.
Ama yalnızca seninle hissetsinler,
seni düşünsünler diye,
ruhlarını da bağlamak istersen,
İntikam çığlıkları Tanrı’ya elbet ulaşır.”
J. W. Goethe

[1] Okay Bensoy, 02080936