Ara

son mektup


"Yakında seksen iki yaşında olacaksın. Boyun altı santim kısaldı, olsa olsa kırk beş kilosun ve hâlâ güzel, çekici, arzu uyandırıcısın. Elli sekiz yıldır birlikte yaşıyoruz ve ben seni her zamankinden çok seviyorum."

André Gorz, sevgilisi, hayat arkadaşı, hayatının anlamı Dorine'e yazdığı mektuba bu sözlerle başlar. Anlamını tümüyle kavramak için aşklarının hikâyesini yeniden kurması gerektiğini söylerken, bunun bir "vaat", "ömür boyu sürecek bir sözleşme" olduğunun altını çizmeye özen gösterir. Heyecanları, mutlulukları ve sıkıntılarıyla elli sekiz yıl süren bir beraberliğin, birlikte varoluş mücadelesinin hikâyesini duygusal olduğu kadar da düşünsel bir platforma oturtmaktadır. Evliliği bir burjuva kurumu, aşkı da "iki kişinin en az toplumsal olan alanda bir araya gelmesi" olarak değerlendirirken, aşkın da bir dinamiği olduğu, değişen koşullara göre yönlendirilip uyarlanabileceği gerçeğini keşfeder Dorine'le birlikte...
Gorz, Marksizmi varoluşçu bir yaklaşımla benimsemiş, kuramsal çalışmalarında özellikle yabancılaşma ve özgürlük konularına eğilmiştir. Kapitalizme özgü işbölümünü, dünya kaynaklarının akıldışı kullanımını eleştirerek siyasi ekolojinin ve özgürlükçü sosyalizmin en önemli düşünürlerinden biri haline gelmiştir.
Hayatları boyunca yeryüzündeki haksızlıklar karşısında sessiz kalmayıp, mücadele etmeyi seçen Gorz ve Dorine, Dorine'in uzun yıllar süren acı verici, onulmaz hastalığının ardından radikal bir karar almak zorunda kalırlar: kendi hayatlarına son verme haklarını kullanmak... Böylece, yaşamda olduğu gibi ölümde de ayrılmayacak, 'diğerinin ölümünden sonra yaşamak' zorunda kalmayacaklardır...
Her şey gibi aşk, sevgi kavramlarının da içinin boşaltıldığı, çabucak tüketildiği günümüzde bir umut, hatta bir isyan çığlığı gibi karşımıza çıkıyor Gorz'un mektubu. Sarsıcı ve ta yüreğimize işleyen bir çığlık...
Son Mektup: Bir Aşk Hikâyesi, Ayrıntı Yayınları.

Joseph A. Schumpeter:

Kapitalizm ve Süreksiz Devamcısı (?)
Olarak Sosyalizm


Özet

Bu yazı, sosyalist toplumda kurucu değer olarak ‘etik’ tartışmasında Joseph Schumpeter-Ernst Bloch karşılaştırmasına giriş niteliğinde hazırlanmıştır. Çalışma boyunca Bloch ve özelde Schumpeter’in temel kavramlarının özetini vermekten çok ‘sosyalist’ aşamaya giden yolu zorlayan yapısal, tarihsel süreçleri izleyen Schumpeter’in kapitalist ve sosyalist toplumlarda elitlere yüklediği role atıfta bulunulmuştur. Buradan hareketle, kurucu bir kavram olan etik’in sosyalist toplumdaki olası işlevi, Bloch’un Nazizm deneyimlerinden yapılan aktarımlarla desteklenmeye çalışılmıştır.
Cümle yapılarındaki olası karmaşıklığın kafa karışıklığıma yorulmasını dilerim.




Demokratik elit teori[1] içinde tanımlanabilecek Schumpeter, kapitalizm-sosyalizm bağlantısını iki üretim biçiminin ekonomik tahlilinden ziyade örgütsel yapılarındaki farklılık ve/veya devamlılık üzerinden analiz etmekte, fakat analojiyi ön plana çıkaran bir tavırdan ziyade sosyalizmin bürokratik kanallarının tamamıyla kendisine ait bir ilkeden doğmayacağını savunmaktadır. Örgütün, modern anlamda bürokrasiyle uyuşan yapılanmasında Schumpeter’in birincil işlev yüklediği yönetici elitler, gerek kapitalist, gerekse sosyalist üretim ilişkilerinde demokratik siyasal yapının sürdürülmesinde karar verici, ilerletici mekanizma olarak yer edinirler. Bu açıdan örgüt sorunu; ölçek, nüfus, istatistik ve toplumsal’ı kurma anlamında kapitalist düzende kamu-özel ayrışmasındaki muhasebe kayıt sistemi, emir-komuta zinciri, alışveriş dengesi ve tüketici geri bildirimi; sosyalist düzende ise yine bir yönetim sorunu açısından yeni bir işletme bilgisi[2] ve kendine ait ‘piyasa’ yapılanması, fiyat ve tüketim biçimlerinin merkez komitesince saptandığı, kapitalist toplumun aksine alışveriş geri bildirimi üzerinden yürümeyen, fakat emir üzerinden işleyen ve kendisini biricikleştiren bürokrasi anlayışı yoluyla çözülecektir.

Bir yönetim sorunu olarak ortaya konan bürokrasi, özünde ne kapitalist ne de sosyalist toplumla milatlaşabilir. O, modern dönemin bir tür yaratıcısı ve varlık nedeni olarak kendi peçesini demokratik rejimlere, üretim biçimleri her ne olursa olsun, ölçek ve istatistik, karar verme süreçleri, bir meşruiyet krizi olarak oy kullanma faaliyetleri gibi görünümlerle açacaktır, toplumsal’ı örecektir. Örgüt, bürokrasi alt başlığıyla birlikte düşünüldüğünde, demokratik kaos ortamlarının aşılmasında ve rejime bir sınır çizilerek kuralların üst organlarca saptanmasında gerekli rolü oynayacaktır. Bu, öylesine bir tasarımdır ki gerek merkantil, gerekse sosyalist toplumların ihtiyaç duyacağı demokratik bir yönetimin hallince yürümesinde olmazsa olmaz biçimlendirme faaliyetlerine imza atacaktır. Burada yönetilenler kapitalist ve/veya sosyalist demokrasiden dışlanmış, yönetim aygıtından, katılımdan yalıtılmış değildir. Ancak demokratik bir rejimin işleyebilmesi, genel karar alma mekanizmalarında elitlerin birbirleri arasındaki eşgüdüme bağlanmaktadır. Halk, siyasal a(o)landa kendisine biçilen rolü oynayan karakterlere dönüştürülmez ancak onun yerine, örgütlerce karılan bir toplumda yapısal gerekliliklerin var ettiği bürokratik kanalların kararlarıyla demokrasiye tutunur.

Kuşkusuz ‘bürokrasi’ derken modern bir kavramdan bahsedip duruyoruz, ancak bürokrasinin bir kapitalist tahakküm aracına indirgenmesinin çok ötesinde bir ölçek sorunundan da yola çıkabilmeliyiz. Schumpeteryen bir gözle, bürokrasi ve onu da kapsayan örgüt, merkantil toplumdaki kamu-özel ayrışmasında sektörel farklılıklar taşıyacak olsa da temelde aynı modern örgütlenmenin demokratik toplum için zorunlu olan yanına işaret edeceklerdir. Bu, kâr güdüsüyle hareket eden ve işletmenin muhasebe kayıt girdilerinde rol alan, temel işletim mekanizmalarını belirleyen elitler için de, alt kademelerdeki uygulayıcılar için de kapsayıcı, gerçek anlamda temel ilkeleriyle toplumun kendisini yukarıdan kuran ve yönlendiren bir mekanizmanın kendisidir. Polanyici bir bakışla; bu “örgütsel yaşam”, kapitalist toplumda, tıpkı kapitalist piyasa öncesinin, arkaikleştirilen biçimler’in’de de olduğu gibi mevcuttur, ancak onlardan farklı olarak, geçmişi bir bütün olarak kendi ilkelerine göre uyarlayarak, toplumdan uzaklaşarak ve toplumun üzerinde yükselerek ona yabancılaşır ve kendi iç krizleriyle boğuşarak temel bir ilke olarak ‘yaşamın nedeni, bireylerin statü simgesi’ haline geliverir. Daha ötesinde “piyasa toplumu” olarak Polanyi’nin not düştüğü, Schumpeter’in de bürokrasinin kendisi olarak belirlediği ‘şey’, doğası itibariyle belli bir süreklilik ve kopuş dinamikleriyle dönüşür. Ancak, kendisini bir ilke üzerinden ‘evrensel toplumun bilgisi’ diye kurması ve bunu yakın dönemi örnekleyen bir tarihsellik üzerinden sunması (çizgisel bir zaman akışı içinde değişmezlik olarak modern ‘insan insanın kurdudur’ mottosu); istatistik ile nüfusu belirlemesi, kaynaklara bu kapitalist kâr güdüsü içinden bakması, onu daha da totaliterleştirir, devasa tutarlılığı karşısında bizi cevap veremez hale getirir. İster istemez, kapitalist demokratik krizlerin gerek ekonomik, gerekse siyasal yönden aşılabilmesinde elitlerin kilit rolü teslim edilir, ancak elitlerin toplumu kurması ile toplumun kendisi arasındaki açı farkı (tabla ile zemin arasındaki mesafeyi kapatan ve ona masa görünümü veren ayaklar da denebilir buna), elitlerin merceğinden bu ölçek ve nüfus bilgisi’nin saptanmasıyla azaltılmaya çalışılır. Zahiri bilginin örgütün kendisi tarafından ‘toplumun ilkesi’ sayılması ve toplumca onaylanması demokratik kapitalist sisteme içrek bir yönelim olabilir. Bu kriz sarmalı –demokratik idare için genel oy ilkesi ve nüfus bilgisinin örgüt bilgisiyle birleştirilmesi sonucu örgütsel kimyanın toplumsal fizikle uyumlaştırılması süreci- elitlere daha merkezi rol atfedilmesine, yukarıda bahsedilen açı farkının azaltılması için de kamu ve özel sektör elitlerine karar mekanizmalarında daha fazla özerklik tanınmasına yol açabilmelidir. Öyle ki örgüt -kapitalist manada özel ve kamuda ortak bir ilke olarak özerk elit- kendi içinde barındıracağı elitlerin ‘girişim’e yönelik kabiliyetlerini sınırlamayacak, onlara daha özgün atılımlar ve hızlı karar verme süreçleri için kalıplarını dayatmayacaktır. Aksi halde, topluma dönük modern örgütsel yüzün, biçimlendirme ilkesinin elite de dönmesi; elitin toplumsallaştırıldıkça sıradanlaştırılması, toplum katına sıkıştırılması, indirilmesi esasında örgütün varlık nedenini sönümlendirebilecektir. Bu, cümle içinde kullanırsak; bayağılaşmış, ele ayağa düşmüş, siyaset elitleri halkla sürekli birlikte görülen popülizm örneklerinde veya apayrı bir izdüşümle demos’u kaos yaratma derecesinde karar alma süreçlerine sokan, eliti ona bağımlı hale getiren demokratik uygulamalarda gözlenebilir.

Elite özgü “yaratıcı yıkıcılık”[3] kapitalist sistemde sermaye birikimini de eşgüdümleyen bir örgütsel devrim yaratabilmiştir Schumpeter’e göre:[4]

“Rejimin gelişimci niteliği, nüfusun otomatik olarak artmasına, sermayenin aynı şekilde çoğalmasına ya da para sistemlerinin ‘kaprislerine’ bağlı değildir. Bu faktörler, sebepleri değil, şartları teşkil eder. Kapitalist mekanizmayı çalıştıran ve devam ettiren; yeni tüketim maddeleri, yeni üretim yöntemleri, yeni pazarlar, yeni endüstriyel örgütlenme tipleridir ve tüm bunlar kapitalist teşebbüs tarafından yaratılmışlardır.”

Elitlere tanınan bu özerk karar alma ve düşünme süreci, onların yönetmeyi bir toplumsallıkla dolayımlayarak ‘zorunlu olarak’ toplum ‘adına’ (Schumpeteryen anlamda topluma ‘rağmen’ değil), toplum için bu ‘erdem’e ulaşmalarını da sağlayabilmiştir. Rejimin kamusallık hâlesini taçlandıran veya ötesine geçerek bizzat onun zeminini kuran ‘erdem’ ilkesi, yönetme hakkının ve ödevinin pathos’unu belirleyebilmektedir. Bunun, sosyalist toplumda daha dolayımsız bir biçime bürünüp etik ödevle birleşerek aradaki kapitalist kâr ve statü odaklı (belli oranda meritokratik) yükselme fetişini geride bırakacağı düşünülür. Ne var ki, etik manada toplumsal’ı kuran ve her yoldaşa görev yükleyen bu bürokratik süreç, kapitalist işbölümünün yerine geçecek sosyalist ilkelerle yeni bir bürokratik mekanizma kuracak olsa da, bu modern örgütlenmenin kendisini belli oranda kapitalizmde de biçimlendirmiş görünümlerini silemeyecek, yeni demokratik rejimin ilkeleriyle uyumlu olarak bu kez merkez komitesinin emirleriyle işleyecektir. Ne var ki, Schumpeter’in öncelikle Weberyen analizin demir kafes bazlı izleyicisi ve kapitalist bürokratik algısının sosyalist toplumdaki bir taşıyıcısı olmadığını not düşmeliyim. Ona göre, kapitalist demokratik rejimin -ki merkantil toplumun az veya çok değişik bir alt formudur bu kapitalist sistem- kendi kendine dönüştürmek durumunda olduğu bu içrek kriz sarmalı, sosyalist sabaha uyanırken kendisini tamamen terk etmeyecek, demir kafesin farklı fakat yeni bir ‘etik’ ve ‘gönüllü işbölümü’ anlayışına uyarlanacaktır. Daha ileri adım atarsak, sosyalist demokratik bürokrasinin karne esasına dayalı tüketim olgusunun bürokratik kanallar tarafından düzenleneceği, merkez komitesinin karne uygulamasında somutlaşacak emirlerinin kapitalist piyasa ilişkilerini yatay keserek bu müşteri odaklı geri bildirim sürecini bürokratik modern örgütlenmenin sosyalist versiyonuyla farklı bir etik hedef doğrultusunda, özerk elitler eliyle öreceği varsayılmaktadır. Alışverişin geri bildirim ve tekrar piyasaya sunulacak malın içeriğini belirleyeceğini düşleyen piyasa tasarımlı karar alma mekanizmalarından, yukarıda açıklandığı üzere, kendi ilkelerinin piyasayı kurduğuna ve yönettiğine, bu anlamda toplumdan yabancılaşmak durumunda olduğuna inanılan krize mahkûm piyasadan, geri bildirimsiz ve karar verme merkezli bir örgüt tasarımına girişilir.

Belli noktalarda yönetilenlere gözünü kapatırcasına baktığı düşünülebilecek Schumpeter sosyolojisinin esasında bir kurumsal analizin sosyalist toplumdaki örgüt yoklamasını yaptığı az sonra anlaşılabilir. Bu yoklamanın anlamı ve içeriği, kapitalist ya da daha geniş bir kümede merkantil toplumla basit eklektik bağlar kurması kaçınılmaz bir bürokratik ilerlemeciliktir, bir tür devamcılıktır, diye düşünülebilir. Oysaki Schumpeter, Weber’in örgütsel odaklanışına daha fazla daldığı oranda bir yandan da örgütün teorik tasarımdan ziyade, zaten doğasında pratiği işletmeye dönük olan ilkesine bakış atar. Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi’de ekonomik ve tarihsel verilerin el çabukluğuyla geçilmesini, güncele kurban edilmesini ve örgütselliğe atıfların pratik örnekler üzerinden işlenmekte diretilmesini biraz da buraya yormak gerekir. Sosyalizmde örgütsel mekanizmaların ötesine geçilerek toplumun kendisinin de kurgulanması, ona göre, Polanyici manada, kapitalist ‘piyasa toplumu’nun, toplumun kendisine yabancılaşmasının uzun erimli büyük adımlarını takip etmek anlamına gelecektir. Sosyalist örgüt, kendisini kurar ve işleyiş mekanizmalarını saptarken, bunun bir toplum mühendisliğine evrilmemesine dikkat çekilmelidir. Schumpeter’in reel sosyalizm eleştirisinde parıldayan ve kapitalist toplumsal tahayyüllerin önünde sonunda örgüt dolayımıyla toplum mühendisliğine varan çizgiselliğine karşı duruşu, sosyalist toplumda özellikle yeniden düşünülmeli, elitlerin öncülüğündeki karar mekanizması bürokrasinin toplumsal’ı yaratması ve emir-itaat zincirini kırması biçiminde işletilebilmelidir. Çalışana örgütsel yapılar içinde uyması beklenen kuralları sosyal yaşamda da tekrarlatmak, hazır kıta pozisyonu yüklemek, sosyalizmin bürokratik örgütsel algısının topluma yanlış bir şekilde nüfuz ettirilmesi, büyük Örgüt’ten arındırılmış bir hayat kılcalının düşünülememesi anlamına gelecektir. Kuşkusuz Weberyen demir kafes analizinin kötümserlik içinde yorumlanışı ve sosyalizmin de nihayetinde böyle bir modern ‘kapatılma’ya mahkûm olacağı fikri, bizi Schumpeter’in çarpık bir algılamasına götürebilir. Schumpeter, bu yüzden sadece ve sadece Weberyen analizin basit takipçisi ve zorunlu görülen sosyalist aşamanın kapitalizmin bürokratik bir kopyası olduğundan ibaret izlenimini de uyandırabilir. Ne var ki, Schumpeter’in örgütsel algısını toplumsal’ın kuruluşuna taşımamaya, bu anlamda da elitlerin karar mekanizmalarındaki özerkliği sayesinde devlet’in aşırılıklarını törpülemeye dönük (sosyal liberalizm anlamında bir manikürcülük değil, daha içeriden ve tırnağı kopartmayı göze alarak onu iyileştireceğine inanan yıkıcı edim) girişimleri, Benthamcı modernizmi sosyalizmdeki gözetleme toplumundan ayrıştırma gayretlerini belirler. Ne yapmalı?nın pratiğe odaklanan ve şimdi şimdi Bloch’ta kavramaya çabaladığım geniş ufuklu okumayı güncele feda etme durumunda kalma arasında bocalamadır belki de Schumpeter’in sayıklamaları. Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi’nin dertli, hafif çakır keyif gövdesi de gün ışıdıkça gözünü hafif kısarak yerinden doğrulur: Reel sosyalizm… Lenin’in hız’ı ve teorik arka planı(nı) heba etmese dahi pratik örgütsel tasarımlar uğruna bir nebze feda etmeye yaklaşması, tam da sosyalistlerin bir şey ortaya koyamama, eleştirdikleriyle malul olma ‘halleri’, örgütün pratiğe yönelme durumlarında ne yana düşecekti? Beyn(i?) ve kol(u?) birbirinden o güne dek, uzun süreli iktidar anlamında, bağımsız[5] hareket eden ama siyasal tasarımlarda kendi kamusunu ‘düşlemek’ten öteye geçemeyen bir ideolojik ve etik kaygı, iktidar vakti çattığında eli ayağı birbirine dolaşmasın diye mi örgüte bu kadar değer vermeye başlayacaktı? Böylesi bir etik kaygı, hız’la bağlantı kurularak okunabilir mi? Nazizmin hız’ını aşarken tekrar kendini yakalamaya çabaladığı[6] anda kendi ahlakını kurma benmerkezciliği[7], insanlık geçmişine karşı sorumluluk duymayan arlanmamış ‘özgürlüğü’nden, sürat lüksünden mi kaynaklanıyordu acaba? Veya sosyalist etiğin ideolojik kurgusuna öncülük eden, istemese dahi onu boğazlayan bir geçmişe yönelme, geçmişe sorumluluk duyma, tarihe sahip çıktığı oranda ilerleyeceğine dair inanç’ı ve buna göre kendine çizdiği ahlaki tasavvur mu benmerkezciliğini engelliyor? Tasavvur’un tasarruf’u belirleyebilmesi, tarih’in hız’ı kesmesi ve hız’ın tarih’e dönülmediği müddetçe etiği hızla kurabilmesi, tıpkı kapitalist ilkelerin toplumun kendisini bir ‘piyasa toplumu’na dönüştürebilmesi gibi, insanlığa karşı duyulan ahlaki sorumluluğun her adımda tarihselliğe boğularak genişçe okunması, sosyalizmin hız’ını sınırladığı oranda ona hümanist bir ‘umut’, nazizme ise önüne, ‘işine’, dolayısıyla örgütüne baktığı oranda bir ivme ve pragmatizm mi aşılıyor? Nazizmin tutkunca kullandığı ve önüne katarak ilerlediği, sadece kendi ırkına özgü olduğu için anakronik ve görev odaklı etik tasarım, insanlık tarihine hapsolan sosyalist kendi yağında kavrulmacılıkla (yanarak ve çerçevesini tutturmaya çalıştığı için teoriye mahkûm kalan) ‘yarış’ edebilir mi?

Belki de modern örgütlenmenin Schumpeter’in andığı üzere, hem bir iç düzen (burada bürokratik organın kendi hücreleri) hem de bir kitle mobilizasyonu (tam anlamıyla bürokrasi ayak ise toplum eldir) yaratma ‘doğallığı’ sosyalizmin kendi etik kaygısını da biçimlendirmiştir. Kuşkusuz bu ‘doğallık’, ‘piyasa toplumu’nun kendisini kurarken kullandığı sembolik, ‘ezeli ve ebedi piyasa’ yanılsamasından öteye düşebilir ve hatta bununla övünebilir ama tehlikeli bir durakta beklemekte olduğu gerçeğini de göz önünde tutmalıdır.


[1] Elitlerin devletten ve öteki elit gruplardan göreli özerkliği bu teorinin merkezinde yer alır. İfade, örgütlenme özgürlüğü, serbest seçimler, yalnızca demokrasinin vazgeçilmez unsurları değil, aynı zamanda elit özerkliğinin yaratılmasında ve yaşatılmasında rol oynayan temel etkenlerdendir. Gücün farklı elit gruplarında dağılması ve elitlerin özerk olmaları yalnızca demokrasiyi koruyup yaşatmak için değil, despotik rejimlerin ortaya çıkmasını önlemek için de zorunludur. Gücün toplumda eşitsiz dağıldığı gerçeğinden hareketle, demokratik elit teorisyenler, önemli olanın gücün eşit dağılımı değil, güçlü bir konuma ulaşılabilmesindeki fırsat eşitliği olduğunu bildirirler. Tek merkezde veya elit grubunun elinde odaklaşmış siyasal güç; baskı, despotizm, siyasi kirlenme gibi tehlikeleri beraberinde getirir. (akt.)ARSLAN, D. Ali (2007), Elit Sosyolojisi, Phoenix Yayınları, Ankara, ss. 33-34, 40-41. Schumpeter de bu eşitlik vurgusunu sosyalizm üzerinden tartışırken “…sosyalizmin eşitlikçi olması gerekmez ancak sosyalist bir toplumun müsamaha ile karşılamasını umduğumuz hiçbir gelir eşitsizliği miktarının da kapitalist dönemsel (cyclique) fazlar ortalamasında hasıl eden yatırım oranını tutturabilmesi beklenemez” demektedir. SCHUMPETER, A. Joseph (çev: TINAZ, Rasin) (1971), Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi, Varlık Yayınevi, İstanbul, c. 2, s. 35.
[2] İşletme bilgisi’ni kapitalist deneyime özgüleme olasılığı, sosyalist yeni rekabet fikrinin ve örgütün kâbusları olarak gözükür. Gerek kapitalistlerin sosyalist işletme ve piyasa algısının kapitalist piyasanın kötü ve durağan bir kopyası olacağına dair vurgusu, gerekse insanı tarihsel süreklilik içinde değişmezliğe boğan “insan doğası” anakronizmi Schumpeter’in karşı çıkacağı argümanlardandır.
[3] Kapitalist gelişme açısından örgüt merkezli bir analizi benimseyen Schumpeter, tarihsel analizi öne çıkaran C. W. Mills’in eleştirisine hedef olur. Mills, Schumpeter’in yeniliklerin ve buluşların öncüsü durumundaki elitlerin örgütsel önderliğini, kapitalizmin temel ilerleticisi olarak okuyan tarihsel analizini ‘teknolojik ilerlemelerle mali güdümlemeleri birbirine karıştırmak’ biçiminde yorumlar. Ona göre, asıl gerek duyulan şey, “uzmanlaşmış bilgi değil, milyonlara hükmedebilme yeteneğiyle birleşmiş bir satış tekniği; büyük bankalar aracılığıyla yatırım satışlarına geçilmesi ve şirketler hukuku ile hisse senedi işlerinden anlayan adamların bulunması, yetiştirilmesi olmuştur.” Mills, Schumpeter’İn teknoloji bilgi’sini öne alan teorisinde elitlere açtığı alanı daha üst bir başlık olan sanayileşme ile yorumlama niyetindedir: “Sanayileşme sürecinden zengin olanlar da zaten buluş sahibi ileri görüşlüler veya sanayi yöneticileri değil, işin mali yanını finanse eden büyük sermayedarlardır.” MILLS, C. Wright (çev. OSKAY, Ünsal) (1974), İktidar Seçkinleri, Bilgi Yayınevi, Ankara, s. 136.
[4] SCHUMPETER, J. A. (çev. AKOĞLU, Tunay) (1974), Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi, Varlık Yayınları, 3. Baskı, c. 1, s. 140.
[5] Proletarya ve köylünün emek bilincinin kendisi için sınıf anlamında bir iktidara dönüştürülmesi sürecinde ‘rekabet’in kapitalist sözlükteki anlamlarından arındırılması, özelde örgütsel bir tasarımı gerekli kılmaktadır, ki bu da hız’ı ve eylemi şartladığı oranda teoriyi pratiğin koynuna sokacaktır. Bu bağlamda Lenin, sosyalist rejimde -burjuva aklının sosyalizmi yererken kullandığı sıkıcı, rutin, rekabetten uzak ve durağan kışla sistemi argümanlarının aksine- rekabetin sönümlenmeyeceğini fakat ilk kez rekabetin geniş ve kitlesel ölçekte örgütleneceğini haber veriyordu. (…)Çünkü sosyalizm; halkın çoğunluğunu, yetkinliklerini geliştirip kendilerinde o kadar bol olup da kapitalizmin ezip bastırdığı, boğup öldürdüğü yetenekleri sergileyebilecekleri emek alanına çekecektir. (…)İşçilerin bu bağımsız girişkenliğini geliştirmek, genel olarak tüm emekçi ve sömürülen halkın bu yeteneğini mümkün olan en geniş şekilde yaratıcı örgütsel çalışmaya dönüştürmektir. LENIN, V. Ilyiç (çev: ÇULHAOĞLU, Metin) (2003), “Rekabet Nasıl Örgütlenmeli?”, Halkın Devlet Yönetimine Katılımı Üzerine, içinde, NK Yayınları, Ankara, ss. 63-71; (özgün metin), Toplu Eserler, c. 26, ss. 404-415, 6-9 Ocak 1918.
[6] Nazi Almanyası’nda Yahudilere karşı yerel halkın linç girişimleri o denli artmıştı ki, bir yerden sonra partinin bu çıplak şiddete müdahale etmesi ve şiddeti kontrolü altına alarak yönetmesi, ‘mücadele’ formuna sokması, şiddeti merkezileştirmesi gerekmişti. Kontrol edilemeyen güç, güç değildi.
[7] Burada üzerinde önemle durulması gereken, etik’in kuruluşu ve kitleye ulaştırılması sırasında izlenen yoldur. Bloch’un sosyalizm eleştirisinde Nazilerin kitleyle kurduğu köprüyü ve ezilmişliklerin mobilizasyonunu sağlayan yöntemlerine dikkat çektiğini görüyoruz. Ona göre, Nazizmin başarısı “kendini kapitalizm içinde yurtsuz hisseden” insanların tepkilerini, “anti-kapitalist kıpırtıları” seferber etme yeteneğinde görülebilmelidir. Bora, Bloch’un Erbschaft Dieser Zeit’ta yurtsuzluk duygusuna, hoşnutsuzluklara hitap ederek bunları karşı-devrimci bir doğrultuda kışkırtmayı bilen Nazi üslubunu hatırlatır ve Nazilerin sadece olumsuz saiklere değil, insanların mevcut düzenin ötesine uzanan, tanımlayamadıkları, kavramsallaştıramadıkları ama tahayyül dünyalarındaki kadim ütopya öğeleriyle, dinsel imgelerle, Mesihçi izleklerle, mitolojilerle rezonans halindeki özlemlerine de hitap edebilmesini önemser. Naziler, uyguladıkları psişik şiddetle, bu hoşnutsuzluk ve özlemlere değen imgeleri “montajlayıp” -belki de anakronizmanın kendisini de dönüştürebilecek bir tahrifatla- kullanmışlardı. Komünistlerin, solun yenilgisinin esas nedeni, “mekanik bir entelektüalizme” düşerek salt akla seslenmeleri, insanların kapitalizmin “ruhsuzlaştırıcı, gayrıinsanîleştirici, mekanikleştirici” etkilerinden muzdarip yanlarını göz ardı etmeleriydi. Bloch’un ifadesiyle; “Naziler aldatıcı konuştular –ama insanlarla. Komünistler tümüyle hakikatten konuştular -ama şeylerin hakikatinden.” (akt.) BORA, Tanıl (2007), “Peygamberâne ve ‘Geveze’? Ernst Bloch ve Eleştirel Teori: Akrabalıklar ve mesafeler”, Toplum ve Bilim, S. 110, s. 138.