Ara

kitap tanıtımı

BAYAR, Celal (2006), Şark Raporu, İstanbul: Kaynak Yayınları, 152 s.
Atatürk'ün "Memleketteki en büyük iktisatçı" dediği Celal Bayar'ın 1936'da Doğu ve G.doğu illerine yaptığı ziyaret sonrası hazırlayıp İnönü'ye ve Atatürk'e sunduğu zamanın gizli "Şark Raporu" yayımlandı. Öncesinde Saygı Öztürk'ün "Kasadaki Dosyalar" ve Uğur Mumcu'nun "Kürt İsyanları" kitaplarında biraz değindiklerini hatırladığım rapor, bu kez muhtemelen tam haliyle basılmış. 'Muhtemelen' diyorum, zira kızı Nilüfer Bayar Gürsoy, kitabın geniş bir özetini verdiği 'önsöz'de bu metnin de belli kırpmalar sonucu yayınlanma ihtimalini, metnin tamamının, basılan hali olup olmadığını bilemeyeceğimizi belirtmiş. Hakikaten öyle.
Bayar'ın gezisini tamamladıktan sonra sunduğu rapor, bir yandan da bu hedeflerini uygulamak için ona başbakanlık kapısını aralamış. Rapordan iki ay sonra Atatürk'ün Bayar'ı başbakanlığa yükselttiğini görüyoruz. Demiryolu ağlarında (Ü. Özdağ'ın Ordu ve Siyaset kitabında belirtildiği gibi, o dönemde demiryollarının güzergahı Genelkurmay'ın iznine tabiydi. Rayın hangi şehirden geçeceği güvenlik gerekçesiyle Genelkurmay'ın yetkileri dahilindeydi), pamuk, tütün, nakliyat, hayvancılık, ormancılık, sebze- meyve üretimi ve pazarlamasında karşılaşılan güçlüklerin etnik temel üzerinden yansıtılmadığı rapor, bu dönemde sırf Kürtlük nedeniyle hizmetlerin özel olarak aksatılmadığını, ancak cumhuriyetin bu bölgelere az yatırım yaptığını savunuyor. Sınır ticaretinin kontrol altına alınmasında bölge esasına göre teşkilatlanacak özerk yönetim modellerini öneriyor. Bunun güncel dildeki karşılığı public service olsa da kitapta kanımca yanlış bir çeviriye imza atılmış. Kitap, kavramı 'kamu hizmeti' olarak çeviriyor. Ne var ki, İngiltere örneğinden de görüleceği gibi, public services, özerklik altında yönetimin yeniden yapılandırılmasını öneren ve 80'lerden sonraki yersellik (yurttaşa yakınlık, subsidiarite) ilkesiyle başka bir alana atlayan, merkezi yönetimin yetkilerini kademe kademe yerele aktarmasını savunan bir yaklaşım.
Rapor, 1936 yılı itibariyle devletin otoritesini bu bölgelerde tesis ettiremediğini,
CHP'nin 13 ilde parti örgütü kurmadığını,
Kürt olduğu için bazı vatandaşların okutulmadığını,
devlet işlerine karıştırılmadığını (s.65)
tespit ediyor. İsyanlara karşı sert müdahalenin 'meşru' olduğunu, ancak olağan dönemlerde devletin örgütlenişini rıza yoluyla sağlatması gerektiğini belirterek sürüyor.
Etno merkezli tespit ve çözümden ziyade, sosyo- ekonomik geriliği aşma adına net bir kalkınma programı öneriyor. Atatürk'ün beğendiği düşünülen rapor, yukarıda da belirttiğim gibi, sunuluşundan üç ay sonra kendisine başbakanlık makamını getiriyor.
Zevkle okuduğum ancak militer ruhu nedeniyle üzüntüyle önereceğim bir kitap. Bayar'ın 'Atatürk Gibi Düşünmek' kitabında ilahlaştırdığı Atatürk ve Atatürkçülük anlayışını 1960'taki öğrenci olayları sırasında nasıl yansıttığı malumunuzdur. Siyaset sözlüğüne öğrencileri 'tenkil- yok etme' olarak geçen yaklaşımı, kendisini okurken daha temkinli davranmamı gerektiriyor.
öneririm.
sevgiler,
okay
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nda
“Yöneten- Yönetilen” İmgeleri


“Eğitim almışların tümü milli düşünceyi geliştirmeye, milli ruhu uyandırmaya, milli iradeyi güçlendirmeye mecburdur. Köylüye, işçiye, halkın alt kesimlerine nasıl daha iyi bir konuma yükselebileceklerini, çalışmaları gerektiğini, disiplini öğretiniz.”
Grıgory Petrov, Beyaz Zambaklar Ülkesinde

Okay Bensoy

Giriş

Yakup Kadri Karaosmanoğlu[1], Osmanlı Devleti’nin son döneminde yaşadığı tüm çalkantılı siyasi, ekonomik ve sosyal süreçlere tanık olmuş, yeni bir devletin kurulma aşamalarına bizzat katılmış ‘aydın’ bir figür olarak karşımıza çıkar. Yakup Kadri’nin Kahire’de saray soyundan[2] gelen bir ailenin çocuğu olarak başlayan hayatı, saray hayatından dışlanmalarla, umulmadık, yeni, ‘sıradan’ bir hayat tarzına uyum sağlama çabalarıyla, siyaset çemberinin içi ile dışı arasında gidip gelen yükseliş ve düşüşlerle sürmüştür. Bu yüzden, çalışmada Yakup Kadri’de yöneten- yönetilen imgeleri işlenirken özyaşam öyküsü hatırda tutulmaya, romanlarının işlediği sosyal karakterlerle örtüşen karamsar[3] bakışı romanlarının dışındaki tespitleriyle beraber işlenmeye çalışılacaktır. Yönetenle yönetilen arasında gidip gelen bir yaşamın Yakup Kadri’deki izdüşümünü onun yaşamöyküsüyle sınırlamamak adına, romanlarına ve siyasi tespitlerine yoğunlaşılacaktır. Romanlarının hemen her noktasına nüfuz etmiş sosyal ve siyasi mesajlarla örülü karamsar tablo, edebiyatçının hayatın siyasallaştırılmış yönünün dışında özerk bir yaşam alanı bulup bulamayacağı sorusunu düşündürmektedir. Ne var ki, yaşanan dönem ve Yakup Kadri’nin meslek olarak siyasete[4] atılmadığı anlarda dahi kendisini ‘kurtuluş’ davasının bir neferi sayma iddiası, onu sosyal ve siyasi mesaj vermeksizin yazması konusunda incelememize imkân tanımamaktadır. Bir Serencam[5] ve Milli Savaş Hikâyeleri ile başlayan öykücü, edebiyatçı kişiliği, çöküş döneminin izlerini taşıyacak, Kurtuluş Savaşı’nda orduya entelektüel/ ‘aydın’ kişiliğiyle hizmet verme hedefi, erken cumhuriyet döneminde devrimin aksaklıklarındaki, topluma benimsetilememesindeki üzgün hal ile sürecektir. Atatürkçülük/ Kemalizm ayrımına varacak süreçte, Atatürk’ün ‘büyük hedefleri’nin topluma yayılamamasındaki esas sorumlular olarak çıkarcı çevreler ve kendi kısır dünyasına takılıp kalan ‘entelektüel- bürokrat’ kadrolar suçlanacaktır. Çalışmanın belki de ana vurgusunu Yakup Kadri’de yeni bir devletin kuruluş sürecindeki heyecanın, ‘cicim ayları’nın bitişinde rol oynayan esas unsurların ‘entelektüel- bürokrat- köşe dönme sevdalısı’ kadroların yanlış Batı(lı)laşmasına ve işbirliğine yapmalıyız. Yine devamında entelektüel/ ‘aydın’ arasındaki can alıcı fark, Saidci manada bir farklılaşmaya işaret edecek tarzda kullanılırsa, Batı(lı)laşma’nın Osmanlı’nın son döneminden itibaren nasıl algılandığı, sosyal yaşamı nasıl kurduğu, yönetim kademesinde başlayan modernleşme adımlarının toplumun kalburüstü kesimlerinin gündelik yaşam pratiklerine nasıl yansıdığı anlaşılabilir. Topyekûn Batı(lı)laşma fikrinin Osmanlı toplumundan Türkiye Devleti’ne geçiş sürecinde bir kırılmaya uğrayıp uğramadığı, yönetilenlerle yönetenler arasındaki uçurumu kapatma iddiasındaki Kemalist devrimin kadrolarının bu uçurumu ne derecede derinleştirdiği, ‘aydın’/ entelektüel ayrımını da akılda tutarak, Yakup Kadri’nin yönetilenleri ve yönetenleri kendi içinde sınıflandıran analizleriyle beraber düşünülebilir. O halde, önümüzde sadece devrimin ‘gerçek’ hedefini anlayamamış, kendi hazları peşine düşmüş, yabancı sermayeyle işbirliğine girmiş çıkarcı çevreler yoktur. Onların ötesinde yönetenlerle yönetilenleri kendi içlerinde sınıflandırmaya müsait, tek boyutlu olmayan iki ana blok vardır. Yakup Kadri’nin romanlarına ve romanları dışındaki siyasi analizlerine konu olan çok mekânlı ve eşzamanlı özne kurguları, yönetilenleri ve yönetenleri tek boyutlu görmemizi engeller. Yönetilenleri ve yönetenleri anlık olarak aynı mekânlarda bir araya getiren çarpık ilişkiler, yöneten iken anlık olarak yönetilen konumunu hissettiren hiyerarşik, anlık ve mekâna dayalı imgeler de hesaba katıldığı takdirde, Yakup Kadri’nin romancı ve bu romancı kişiliğinden ayrı düşünülemeyecek siyasi kişiliği daha derin incelenmeye muhtaç gözükmektedir. Bu sorunu anlık karşılaşmaların ve mekânsal ayrımların Yakup Kadri’deki kurgusunu çözümleyerek aşmaya çalışacağım. Yakup Kadri’de okura sunulan mekânsal ayrımlar, özellikle devrimin kalesindeki çarpık ilişkiler, Ankara’da ve Sodom ve Gomore’de “Ankara Palas- Ulus Hali”, “Anadolu Kulübü- Çankaya Sofrası” üzerinden betimlenmiştir. İşte bu mekânsal ayrımlar, yönetenlerle yönetilenlerin birbirinden ayrışmasına ışık tutacak, “devrimin hedefleri”yle “devrilen hedefler”in başkentteki yansıması olarak incelenecektir.

Yakup Kadri’nin de içinde yer aldığı, devletin ilkesini eleştirmeden devrimin nasıl ilerletilebileceğini öneren Kadro Hareketi’nin bir yöneten- yönetilen ayrımını aşma çabası irdelenmeye çalışılacaktır. Yakup Kadri’nin bu sürecin ilerleyen aşamasında duygusallıkla bezenmiş Atatürk: Biyografik Tahlil Denemesi, Politikada 45 Yıl, Anamın Kitabı eserleri Atatürkçülük/ Kemalizm ayrımında yöneten- yönetilen ilişkisini ören yönetici kadroların ne gibi hataları siyasi arenada sergilediğine dair tespitlerle devam ettirilecektir.

I. ‘Aydın’/ Entelektüel Kıskacında Yanlış Batı(lı)laşma:
Mekânın Ördüğü Duvarlar Arasında Yöneten- Yönetilen Ayrışma’lar’ı

Edward Said, Entelektüel[6] adlı konferans metinlerinde, entelektüel kişiliğin kurduğu dil, edindiği sorun sayesinde hayatın her alanını siyasal olarak gören, basmakalıp fikirleri aşan ve otoriteye direnen yanına işaret eder. Onun bu kişisel, özel yanını kamusal olana aktarması sayesinde toplumda yer edinebildiğini savunur. Entelektüel, kişisel alanıyla kamusalı çakıştıran, toplumsal sorunlara karşı sesli düşünendir. Bu ses, kısılmaya çalışıldığı her anda daha fazla yükselir, otoriteyi aşındırmaya çalışır. Yalnızlıkla saf tutma arasında salınır ve nesnelliğe saplanmak adına kendini kamusal’a açmaktan çekinmez, çünkü siyasetin hayatın her parçasına sızmış olması zaten tarafsızlığı imkânsız kılar. Benda, benzer biçimde, fildişi kulesine çekilip kendiliğinden bir dünya kuran ‘aydın’ı entelektüelden ayırır ve maddi zevkler peşinde koşan insanlardan farklı olarak, entelektüelleri dünyada olmayan(eu) bir adaleti bu dünyaya yerleştirmek için çaba harcayan ruhban sınıfına benzetir.[7] Foucault ise, entelektüelin Gramscici manada kullanılan ‘organik’ karakterini belli sınıflamalara tabi tutar ve bunların içinden entelektüelin esas olarak ‘hakikat rejimi’[8]ni düzenleyen ilkelerin etrafında ve o ilkelerin işleyişini değiştirebilmek uğruna mücadele verebileceğini söyler. Bu anlamda entelektüel, Saidci manada isimsiz bir bürokratın veya Foucault’nun tabiriyle entelektüel kol ve kafa sermayesinin rejim içindeki rolünün ötesinde yeni bir hakikat siyasetinin mümkün olup olamayacağını sorgular. Sorun, insanların bilincini ya da kafalarında olanı değil, hakikati üreten siyasi, ekonomik ve kurumsal rejimi değiştirebilmektir.[9]

Yakup Kadri, Osmanlı’nın modernleşme adı altında “Batı” değerlerini sorgulamaksızın kabul eden ve bunu gündelik yaşama yansıtan, geleneksellikten kopan bir zümreyi romanlarında karakterlerine temsil ettirir. Bu öyle bir hale gelir ki, sosyo- ekonomik, siyasi bunalım, onun için hayatın her alanına sızmış ve Batı(lı)laşma ile bezenmiştir. Yeni hakikat rejimi’ni belirleyen ‘aydın’lar ve saray yaşantısındaki debdebeyi ‘Batı’ olarak zannettikleri şey’e eklemlenerek sürdüren tabaka, romanlarında vazgeçilmez öğeler haline gelir. Dönemin karamsar tablosunu masaya yatırır, yılmışlığı ve kendi hayatını kurtarma hevesini hem Osmanlı’yı hem de yeni Türkiye’yi bataklığa götüren bir süreç olarak sayar. Hayatın her alanına bu tarz bir ‘siyaset’in sokulması, yanlış Batı(lı)laşma’nın Batı’nın kendisi sayılması, Yakup Kadri’nin edebiyatını siyasetten bağışık göremeyen tavrıyla benzeşir. Halide Edip’te görülen romancı kişiliğin siyasi tavırdan belli oranda ayrılabilir yönü, Yakup Kadri’de görülemez. Yakup Kadri’nin ilk dönem romancılığı, romanını hakikat rejimi’ni kuran ilkeleri bir tür eleştirel gözle okutan, kopuş yoluyla çıkışı aratan entelektüel figür olarak karşımızda belirir.

Tanzimat dönemi romanlarında sıklıkla görülen, karakterlere yüklenen yanlış Batı(lı)laşma ve sonuçları hususu, Yakup Kadri’de sürekli işlenen bir tezdir. Batı(lı)laşma’yı fikri ve teknik ilerlemeden ziyade yabancı dili kendi diline yeğleme, giyim kuşamda, dansta, mekânda, boş vaktini değerlendirmede ve servetini harcama tercihlerinde özüne sırt çevirme olarak kavrayan akıl, karşıt karakterler üzerinden okura aktarılır; ‘aydın’ geçinenler yerilir. Örneğin, Kiralık Konak[10]’ta yönetenler kategorisinde yer alabilecek Düyun- u Umumiye müfettişi Servet Bey; yabancı dil bilen, yabancı ajansların gazete haberlerini okuyarak güne başlayan, alafranga hayat tarzına yönelmiş, yılının belli bölümünü yabancı ülkelerde geçiren, redingot yerine İstanbulin giyen, Beyoğlu eğlencelerinin bozduğu[11], kolay hayatı arayan, köşk hayatından konağa ‘terfi’ etmiş Faik Bey, bu özellikleri sayesinde konaktaki kızların gönlünü çalmış kırk beşlik bir ‘aydın’dır. Seniha’nın gözünde Servet Bey, Batı’nın kendisidir. “Çölde yürüyene serap neyse, Seniha’ya Avrupa odur.”[12] Faik, sürekli özenip de okuyamadığı, resimlerine iç geçirerek baktığı yabancı dergilerdeki Batılı erkeğin cisimleşmiş halidir. Seniha- Faik ikilisinin yanlış Batı(lı)laşma çemberini kıracak ve Seniha’ya duyduğu aşkın daha sonra boş bir eğlence olduğunu ‘fark edip’ vatan savunması için Kurtuluş Savaşı’na katılacak olan Hakkı Celis ise, entelektüel bilgisinin getirdiği tüm kuvveti, savaş zamanında güç yoluyla ordu için kullanacak neferdir. Yakup Kadri, Seniha’yı yanlış Batı(lı) olan Faik Bey ile saflığını kaybetmeden ‘özünü bulan, millete sarılan’ ve Seniha’nın hanım tavırları altındaki çiğliğini, hiçliğini[13] sonradan fark eden Hakkı Celis arasında konumlandırmıştır. Seniha, yanlış Batı(lı)laşmış ‘aydın’la her değerini millete adamış entelektüeli bulma noktasındaki kadının gelgitlerini, duygusallığını temsil eder. Aynı eserde adı geçen Naim Efendi ise, özüne sahip çıkmaya çalışan ama değişen hayat şartlarının etkisiyle istemeye istemeye yeni döneme uymak zorunda kalan, Seniha’yı erkekler içinde başı açık görmeye alışan, haremlik selamlık oturmalara son veren bir aile reisini resmeder.[14]

Yakup Kadri, İttihat ve Terakki ile Hürriyet ve İtilaf Fırkası arasındaki amansız, sonuç getirmeyen çekişmeyi Hüküm Gecesi’nde Ahmet Kerim’in düştüğü halde arayacak, bu mücadeleyi halktan kopuk, kurtuluşa yönelmeyen ‘aydın’ların bir düellosu olarak görecektir. Ona göre, ülkede muhalefetin ve iktidarın belli bir program dâhilinde, halkı da mücadeleye katarak kurtuluşa hazırlanmak yerine, kendi aralarında netice vermeyecek bir mücadeleye girişmeleri, vatan ve hürriyet aşkını bir nevi İttihatçı taassubuna dönüştürerek eylemleri sonucunda vatanperverlikle komitacılığı eşdeğer görmeleri[15], hem ülkeye hem de Ahmet Kerim’in (burada aslında kendinden bahseder) ve gazeteci Ahmet Samim’in hayatlarına zarar verecektir:

“Devrin kötülükleri, politikanın hayhuyları, birtakım ihtiraslardan, hasetlerden, kinlerden, kızgınlıklardan meydana gelmiş kaotik bir âlemin bütün o boşuna kaynaşmaları hangi şeytani cazibelerle onu bu rahat ve temiz ana kucağından kendi sert ve haşin göğsüne çekti? Güzellik ve iyilik adına burada ne vardı? Hangi yüksek heyecan, hangi vicdan zevki pahasına bu kederleri, sefaletleri göze almıştı? Bari muhalefetin zaferinde memleket için bir mutluluk umanlardan olsaydı, bari kalbini kartal gibi kahredici bir ideale yuva yapmış olsaydı!.. Hayır, ne o, ne bu… Muhalefetin bütün maskaralıklarına yakından şahit olan Ahmet Kerim, onun ciddiliğine bir an akıl erdirememiş; ona maddi ve manevi anarşinin çeşitli görünüşlerinin biri gözüyle bakmış ve işin asıl garibi, İttihat ve Terakki’yi milletteki müspet kuvvetlerin biricik kaynağı saymıştı. Demek ki, ne samimi surette bir muhalefeti benimsemiş, ne de İttihat ve Terakki’nin faziletsizliğine yürekten inanmıştı. Hayata atıldığı ilk günden hapse düştüğü ana kadar nasıl şuursuz bir hayalet gibi yaşadıysa, yarın ölüme de aynı kâbusa bürünmüş olarak gidecekti.”[16]

Hakkı Celis’i vatan savunmasına yönelten, ona dünya zevklerini terk ettiren ‘kendine gelme’ hali, Yakup Kadri’nin ilerleyen dönemlerde yönetilenlerle Mustafa Kemal’i birleştiren ana özelliği olarak karşımıza çıkacaktır. Vatan Yolunda’da Osmanlı’dan bugüne ‘aydın’ların kendi dünyalarına hapsolan, yanlış Batı(lı)laşma’yı yeni bir hayat tarzı olarak gören, ‘milli istihsali (üretimi) asrileştirmeden istihlak(tüketim) tarzlarını değiştiren’[17] ferdiyetçi yaklaşımlarını beyhude faaliyetler olarak görecek, çerçevesi belli olmayan kurtuluş planlarını geçersiz sayacaktır. Karanlıktan ‘çıkış yolu’nu gösteren, Türkiya denilen ‘ilahi zindan’ı ‘aydın’latan Atatürk’ü yöneten- yönetilen ayrımını aşan, kitleyi hedefe “kuvvete kuvvetle”[18] karşılık vererek yönelten bir lider olarak şu sözlerle anacaktır:

“Prens Sabahattin, Lütfi Bey, Reşit Bey ve Cemal Paşa… Sürgündeki bu zatlar, mütarekenin ilk haftalarından beri kurdukları kongrelerle, yayınladıkları Fransızca broşürlerle muzaffer milletler umumi efkârını hem kendi lehlerine, hem de İttihatçılık lekesinden masum Türk evladı lehine çevirmeye çalışmışlardı. Gerçi yazılan broşürlerin çoğu ferdi ve indi birer mahiyet taşıdığından insanda milli bir davanın tesirini bırakmıyordu. Fakat bunlar meyanında Reşit Saffet Bey tarafından yazılmış olanlar da vardı ki, bunlar adil bir sulh konferansında bizi temize çıkaracak olsa da muzaffer milletler umumi efkârında en ufak bir tepki uyandırmamıştı. İtilaf devletleri toptan Türk düşmanıydı. Lakin muhalif erkânı[19] onları hala ikna yoluyla insafa getirebileceğini sanıyordu. Avrupa’yı ve Avrupalılar’ı yalnız kitaptan öğrenmiş bu sakallı çocuklara biz gençler her rast geldiğimiz yerde kendi mücadele heyecanımızı telkine çalışıyorduk. Kuvvete karşı ancak kuvvetle mukabele edilir.”[20]

Yakup Kadri’nin toplumsal değişmeyi, yozlaşmayı toplumun her alanında görmeye çalıştığı ve karakterlerinin gündelik hayatına yansıttığı romanlarındaki yöneten- yönetilen ayrımı, zamanla yerini daha fazla sınıfsal, mekânsal içeriklere bırakmıştır. Yakup Kadri, yönetenleri ve yönetilenleri kendi içinde tek boyutlu görmeyi bırakır ve ‘halk’ kavramıyla ‘yönetenler’i kendi içlerinde ayrıştırmaya başlar. Yakup Kadri’nin tekke kültürünü benimsediği yılların sonunda yazdığı Nur Baba, Bektaşilik’in de toplumsal yozlaşmadan nasibini alan yanlarını okura aktarır. Nur Baba, Bektaşi kültürünün kendine özgü törelerinin kaybolmaya yüz tuttuğunu, tekke içi dem’lerin saygı ve sevgiden yoksun biçimde düzenlendiğini, içkinin amacından sapmış halde içildiğini gösterir niteliktedir:

“Nur Baba ile Ziba Hanımefendi arasındaki tartışma her kadehte daha fazla alevlenen, ateşli, şiddetli, boğuk bir didişme haline geliyordu. Ayağa kalkan bacı, hiddetini güç zaptederek yeniden oturdu ve rakı şişesini boşaldığı andan itibaren sürekli elindeki kadehi silkmekle meşgul halde sakiye dönüp:
Kuzum Nuriye Hanım, beni yerimden kaldırma! Git, Derviş Çinari’yi bul da şişeyi bir yerden doldursun…
Ve bütün oturanlara ayrı ayrı ısırıcı bir nazarla baktı, kendi kendine: ‘Allah’a emanet! Ne dergâh, ne erkân!’ diye mırıldandı.”[21]

Kiralık Konak’ta yanlış Batı(lı)laşma üzerinden kurduğu kendi çıkarını düşünen erkek ‘aydın’, Batı’ya ve dolayısıyla ona hayranlık duyan kız karakterinin yerini artık daha netleşmiş, mekân örgüsüyle beslenmiş ve kendi içinde farklılaşan yönetenler ve yönetilenler alır. Karamsarlık yine vardır, fakat biçimi değişmiştir: Kurtuluş Savaşı arifesinde iç çekişmelere tutuşan, kapsamlı ve gerçekçi ilkelerden, kuvvetten ziyade kurtuluşu uluslararası müzakere sürecinde arayan ‘aydın’ tipi, yerini yavaş yavaş mevki hırsına yenik düşen, devrimin getirdiği canlılığı kaybeden, yabancı sermayeyle işbirliğine girmeye çalışan, komisyon alma sevdalısı bürokratlara bırakmıştır. Kadınlar, mütareke döneminde yabancı subayları süzmeyi terk etmiş, artık mevki sahibi erkekleri çay partilerinde göz hapsine almışlardır. Üst düzey bürokratlar, mebuslar mesai çıkışında Ankara Palas- Anadolu Kulübü arasında mekik dokuyarak kendilerine Çankaya sofrasından gelecek daveti beklemeye koyulmuşlardır. Ankara hükümetinin yabancıların gireceği ihalelere temkinli yaklaşan tavrını esnetmek isteyen yabancı şirketlerle üst düzey bürokratlar arasında yapılan pazarlıklar, mebuslarla görüşme ayarlayabilmek için bürokratların devreye sokulması, yeni dönemde devrimin “cicim ayları”nın son bulduğuna işaret etmektedir.

İşgal yıllarının İstanbul’unda ‘aydın’ların kendi aralarındaki çekişmelerin sonuç vermeyen, programsız ve halktan uzak karakterini Hüküm Gecesi’nde işleyen Yakup Kadri, bu kez benzer bir dönemi işgal kuvvetleriyle ilişkiye giren kesimler açısından Sodom ve Gomore’de ele alacaktır. Romanında beliren zıt karakter, işgalci İngiliz güçlerine ve onlardan medet uman kimselere ateş püsküren Necdet’tir. Necdet, İngilizler’in bulunduğu ortama girmekten tiksinen, “şahsi izzetinefislerini milli ve vicdani kaygılarına tercih edenler”e[22] alaycı gözle bakan bir dava savunucusudur. Gününü gün eden işgalci Captain Jackson Read’e hayranlık besleyen, onda Batı’yı bulduğunu sanan ve ailesinin İngilizlerce alınmış mallarına tekrar kavuşması için onunla telefonda uzun uzun yabancı dilde konuşan sevgilisi Leyla, gün geçtikçe Necdet’in gözünden düşmektedir.[23] Necdet, başka bir mekânda ise, İngilizler’e müracaat edip Türkler’in mallarına el koymak isteyeceğini ya da bir istihbarat servisi işleterek Anadolu’daki direnişleri bildireceğini düşündüğü Ermeni tüccara rastlar. Necdet, aşkla vatan arasında, her ikisini de bir işgalciye kaptırmanın verdiği hüzünle değişik mekânlara geçmeyi dener, ancak sonuç hep hüsrandır: ‘Kadınların kahkahalarla gülen gözleri hep İngiliz zabitlerindedir.’[24]

Ankara’nın başkent oluşu ve bürokrasinin yeni mekânını bu şehre taşıması ile birlikte Yakup Kadri de hem siyasetçi hem de ‘aydın’ yüzünü artık burada göstermeye başlayacaktır. Ne var ki, Yakup Kadri’nin romanlarına sinen karamsar bakıştan 1920’lerin Ankara’sı da nasibini alacaktır. Ankara, farklı mekânlarda benzer hüznü yaşayan insanları barındıran bir bozkır kentidir onun gözünde. Farklı sınıflar, yöneten- yönetilen imgeleriyle sunulsa, farklı mekânlara dağılsa da, arada kalmışlık, ertesi günün belirsizliği hepsinin yaşamını belirler. Ankara’da milli mücadele savunucularından Miralay Hakkı Bey, Ankara’ya su tesisatı yapmayı hedefleyen bir şirket için mebuslarla randevu ayarlamaya çalışan komisyoncu rolüne bürünmüştür.[25]
“Eski Milli Mücadelecilerden bazıları gibi Hakkı Bey için de kıyafet değişiminden sonra milli dava adeta bir mondenlik iddiası halini almıştı. Bir Avrupalı gibi giyinip süslenmek, dans etmek, hele bunlara Avrupalılar arasıda muvaffak olmak büyük zafer kazanmak kadar ehemmiyetli görünüyordu.[26]

Selma Hanım, Avrupa’dan giyindiği izlenimini uyandırmak adına şık kıyafetlerle çaylara katılıyor, eşyalarını Berlin’deki veya Paris'teki sergi kataloglarından seçiyor[27], Ankara Palas’taki danslarda eşini gururla ‘temsil’ ediyordu. Kavaklıdere’de ev sahibi olan, işini büyüten ve artık mebusluktan da istifa eden Murat Bey’in kapısında sürekli bir otomobil duruyor, İsviçreli dadı hem çocuğu eğitiyor, hem de eşiyle kız kardeşine Fransızca dersi veriyordu. Mekânların artık bu kadar ayrıştığı, sınıfsallaştığı Ankara’da, Ankara Palas, davetleriyle köylüleri ve şehrin arka mahallelerinin sakinlerini merdivenin ‘kenarı’na dökmeye yetiyor, şehre gelenlerin gara inince gördükleri ilk binalardan birisi oluyordu. Törenler ve davetler sırasında dışarıda biriken yurttaş hüviyetindeki ‘kalabalık’, içerideki suni dünyadan habersiz orada ne olup bittiğini merak ederken, yönetenlerin mekânla birleşen, ‘dış’arıdan farklılık içeren kıyafetleri ulaşılamazlık duygusunu artırıyordu. Ama ulaşılamazlık, bu tarz bir mekân deneyimini önceden yaşamamış, köyden yeni gelmiş ‘eşit yurttaşlar’ için pek anlam taşımıyordu. Konuşmada geçecek ‘eşitlik’ vurgusunu ‘bizim köylüler’ ifadesi üzerinden yükleyen hakikat rejimi’nin kendi dili değil, rejimin törensel pratiklerini deneyimlememiş ve içerideki Semra Hanım’ı da sözleriyle düşündürmüş ‘köylü yurttaş’tır. Bu açıdan Ankara’da, sırtında yorganıyla şehre gelen köylünün Ankara Palas’ı anlamlandırma çabası, Yakup Kadri’nin yöneten- yönetilen ikilemini ortak mekânda başarılı bir biçimde verişine örnek gösterilebilir:

“- Sekiz saatlik yoldan gelirim. Handa bana yer vermediler. Bir kahveye gireyim, dedim, sokmadılar. Dolaşırken, karşıdan buranın ışıklarını gördüm. Bir de baktım, ahali toplanmış. Belki bizim köylülerden birine rastgelirim. Burada ne var ki, ne idirler?
— Balo var, balo…
— Bu gecenin yarısında hep dolaşıp dururlar. Onlar da benim gibi garip mi, nedir? Yatacak yer mi ararlar? Bu koca konak kimin? Deyiver bana, gözün seveyim…
— Tövbe… Burası otel, otel be! Hani, senin anlayacağın alafranga han.”[28]


Köylü ile görevli arasındaki konuşmaları içeriden işiten Selma Hanım, bir an için ‘iç’erisiyle ‘dış’arısını karşılaştırır, mekânsal ortaklığı ayıran palasın duvarının aslında halkla kendi arasındaki uçurumu bir parça daha derinleştirdiğini fark eder.[29] Rejimin ‘iç’erisi ile ‘dış’arısı arasında ortak bir mekân üzerinden türetilen bu sert ayrım, ‘iç’eriden birisinin ‘iç’erinin iktidarını sorgulamasını, yöneten- yönetilen uçurumunun derinleşmesini ve iktidar pratikleriyle göstermesi bakımından yara(r)lıdır. Yönetilenlerin önemli bir bölümü, mekân açısından yine başkentin arka mahallerinden, köylerinden verilen örneklerle kurtar’ıl’mayı beklemektedir. Sınıflaşmanın bu net belirişi, vatandaşlık üzerinden işletilmesi hedeflenen imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış toplum iddiasının baştan sorunlu olduğunu göstermektedir. 1931 Programı’nda da görüleceği üzere, halkçılığın bir işlevi de, bahsedilen bu ‘iç’eriyle ‘dış’arı arasındaki sınıf çatışmasının varlığını reddetmek, işkollarının ve meslek zümrelerinin çıkar birliğini parti çatısı altında algılamaktır. Düzen ve ilerleme fikrinin içine oturan korporatist bir halkçılıktan bahsedilebilir.[30] Halkçılığın diğer işlevi olan İslami harekete karşı ulusu yeni hâkimiyet odağı olarak belirleme ilkesi ise, cumhuriyetçilikle dirsek teması kurar.[31] Yakup Kadri, ‘aydın’- halk kopukluğunu vermeye çalıştığı Yaban’da, Sodom ve Gomore’nin işgalci askerlerle bezenmiş dışarıyla kurulan ilişkisinden içeriye doğru bir dönüş sergiler. ‘Aydın’- köylü buluşmasını yine ortak bir mekânda kurar ve köye yerleşen eski bir yedek subay ‘aydın’ı romanın kahramanı olarak belirleyerek onun emeklerini ‘hiçe sayan’ köylülerle yaşadığı ilişkileri çözümler. Avuçlarına para sıkıştırdığı, giysilerinden verdiği için insanlardan yakınlık bekleyen[32], yardımlarını maddiyatla ölçen bu ‘aydın’ tipi, köylünün sorunlarını gayet tepeden bir analizle aktarır. Bu algılama biçimi kendisine ‘doğal’ geldiği için de, köylünün kendisini anlayamamasına, hayvanlara insanlardan daha yakın olmasına içerler. Ankara’da “halka doğru” teriminin, aslında halkı kendi hakikat rejimi’nin sınırlarına çekmek, kelimenin her manasıyla düzen vermek (Petrov’un girişte ‘aydın’lara verdiği öğüdünü genişletirsek; sağlık, eğitim, tarih bilinci, suç- ceza, güvenlik, spor, ordu, dil, üreme(me), üretme(me), bölüşüm) için ona yaklaşmakla eşdeğer olduğunu işiten[33] Selma Hanım’ın öncesinde, Yaban’ın Ahmet Celal’i ‘halka gitme’nin karşılık almadığı müddetçe nasıl bir çarpılma haline dönüşeceğini deneyimlemiştir. Yaban, aynı zamanda Tanzimat’tan ileri gelen bir süreklilik fikri içinde ‘aydın’ın entelektüel bilgisini toplumun kurtuluşu ve yeniden kuruluşu için harcamaması bağlamında bir özeleştiri niteliği taşır:[34]

“…Türk ‘aydın’ı, bunun sebebi gene, sensin! Bu viran ülke ve yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca onun kanını emip sonunda onu posa halinde toprağa attıktan sonra, şimdi gelip de ondan tiksinme hakkını kendinde buluyorsun. Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı, ‘aydın’latamadın. Bir vücudu vardı, besleyemedin. Toprağı vardı, işletemedin. Şimdi elinde orak, buraya hasada gelmişsin! Ne ektin ki, ne biçeceksin..?”[35]

Yakup Kadri'nin yönetenlerle yönetilenleri hem benzer mekânlarda karşı karşıya getiren, hem de onları kendi içlerinde sınıflandıran havası Ankara'nın ilerleyen bölümlerinde sürmektedir. Bürokrat kadroları parçalar halinde inceler ve mekân unsurunu bu ayrımlarının merkezine oturtur. Garplılaşmayı “hars- medeniyet”[36] ayrımıyla kavrayan, idealist, 'ıstırabı herkesin hesabına çeken'[37] Neşet Sabit, Çıkrıkçılar Yokuşu'nun İstiklal Harbi sırasındaki bitkin, ışıksız haliyle Ankara Palas'ta verilen çay partilerini karşılaştırır. İnsanların kendinden geçercesine, 'Türk üslubu'nu Garplılık karşısında küçültmelerini eleştirmektedir. Arka sokaklarda ayakları nalınlı, başları peştamallı kadınlar, elektriği ve bir haftadır akmayan suyu artık lüks telakki etmektedir.
“Bir gün, tahminen bir haftadan beri yüzünü yıkamamış bir adam, caddenin ortasındaki çimenleri sulayan belediye amelesinin elinden çılgın bir jestle hortumunu kapmış ve çıplak başına götürmüştü. Bir başka gün, gece yarısından sonra Maliye'nin havuzundan zorla su almaya gelen bütün bir aile görülmüştü.”[38]

Aralarında sadece yarım saatlik mesafe bulunan Ankara Palas ile mevlit okunan evde Neşet Sabit, arada kalmış bir karakteri canlandırır. “Bu kadar eğri büğrü bir cemiyet içinde doğru yolu bulmak mümkün müdür? Bu mevlide gidenler mi, o salonda dans edenler mi haklıdır?”[39] Din, bu metinde görüldüğü gibi, siyasallaşmamış karakter taşıdığı müddetçe, Gökalpçı manada sosyal bütünleşmeyi sağlayan, ‘öz’ü selamlayan ve onu yeniden doğuran, ‘teolojik yönünden öte toplumsal işlevi ağır basan karakteriyle’[40] verilmektedir. Ona göre Garplılaşma, muayyen bir hayat prensibi olup ancak ‘milli istencin, kültürün ve milli ahlakın hizmetçisi’ olmak şartıyla kurucu rolünü oynayabilirdi.

Hüküm Gecesi ile başlayan, Sodom ve Gomore, Ankara ile süren, toplumsal sorunlarda mekânı odak noktasına alarak sınıflararası çözümlemeleri karamsar bir dille verme uğraşısı, esasında yanlış Batı(lı)laşma ile yönetenlerle yönetilenler arasındaki ayrımlara ışık tutma amacı güder, Kemalist ütopya’ya[41] zaten var olan sınıfları devrimle beraber nasıl çözümleyebileceğini, millet fikrinin bu farklılıkları nasıl kaynaştırabileceğini düşündürür. Siyasallaştırılmış ve belli bir işlev yüklenmiş karakterler, Batı(lı)laşma sonucunda toplumdan, milli davadan kopma/ kopmama ikileminde ayrıştırılırlar, oluşturulan bu ayrımda salınırlar.

Panorama, mekânların başkent dâhilinde sınıflarla örtüşmesini, devrimin ve milli heyecanın farklı toplum kesimlerince çıkarcılıkla, mevki hırsıyla ve işbirliğine gidilen yabancı sermayeyle takasını sorgulamaktadır. Mekânla yöneten- yönetilen ayrımları, Panorama’da daha ayrıntılı işlenmiştir. Yönetenleri ve yönetilenleri kendi içinde de ayırmayı deneyen, onları tek boyutlu görmeyen bu çalışması, mekânı farklı beklentilere paralel biçimde tasarlar. Hükümet dairelerinden çıkan ileri sınıf memurlar, Taşhan’ın otobüs duraklarına doğru seğirtirler. Kimisi Bahçelievler’deki, Yenişehir’deki evine, kimisi de Kavaklıdere’deki, Büyükesat’taki köşküne gider. Kilerlerde havyar ve Altınbaş marka rakı hazır tutulurken, salonda bayanlar bezik oynamaktadır. İstasyon Caddesi’nin meclisle parti binası arasındaki bölümünü dalgın gözlerle geçen farklı mesleklerden gelme mebuslar, her daim, mevki kaygısı (güncel tabirle statü endişesi) taşırlar. Kendi içlerinde ayrışan bu mebusların kimisi partide söz sahibi olan zenginlerden iken, kimisi sıralarda sadece el kaldırıp indiren, kış geldiğinde kömür tedarik etmekte zorluk çekenlerdendir. Bu mebusların yollları Bankalar Caddesi’ne saptıklarında ayrılır. Birinci derecedekilerin Çankaya’dan gelebilecek bir telefon için Karpiç Restoran’a ya da Anadolu Kulübü’ne ‘;’ rejimin ‘ötekileri’nin ise evin gündelik ihtiyaçlarını karşılamak, manavla, kasapla pazarlık yapmak üzere Samanpazarı’na yöneldikleri görülür.[42] Karpiç Restoran ve Anadolu Kulübü, esasında eğlencenin ve lüksün mekânı olmaktan ziyade, Çankaya sofrasından gelebilecek bir ‘olumlu’ telefonun tedirginliğiyle işlenir. İki aydan fazladır çağırılmayan mebustan artık hayır gelmeyeceği anlaşılır. Karakterler, asıl mesleklerinin ‘yanında’ yürüttükleri mebusluğu belli kapıları açma niyetiyle kullanmaya başlamışlardır. Çankaya’dan bir görev almak, vatan, cemiyet uğruna değil, kendileri için alınacak bir ayrıcalık olarak görülmeye başlanmıştır. Mekân, milli mücadele dönemindeki ‘vatan kurtarma’ işlevini kaybetmiştir. Meclisin ilk yıllarında ‘cephe- Çankaya- meclis’ üçgeninde dolaşabilecek bir söz, kurtuluş umudu için çıkılan Çankaya, kişilerin ferdi kurtuluş umutlarına teslim edilmiştir. 1920’lerin başında konuşan Yakup Kadri ile Vatan Yolunda’nın yazarı Karaosmanoğlu arasında ciddi farklar vardır:
“Biz, Çankaya’yla şehir arasındaki zahmetli gidiş gelişlere neden katlanırdık? Belki cepheden havadis almak, belki de gittikçe kasvetleşen uzletimizden kurtulmak için. Sanırım ki, buna asıl cevap, biraz ötemizde cereyan ettiğini bildiğimiz büyük hadisenin bizde uyandırdığı hareket ihtiyacıydı.”[43]

Bu açıdan, meclis- parti binası ve Anadolu Kulübü arasındaki üçgen, Çankaya ile taçlanmadığı müddetçe, sahip olunan mevkinin her an kaybedilme tehlikesi vardır. Çankaya, milli görevin değil, şahsi menfaatin kalesi gibi algılanır. Öyle ki, bazı sıradan memurların hayallerini süsleyen iki göz oda ya da onları otobüsün keşmekeşinden kurtaracak bir otomobil, davet almayan mebusun gözünde artık bir hiçtir. Ne aile saadeti, ne de maddi zenginlik bu davetin vereceği hazzın yerini tutamayacaktır. Sofraya oturamamak, en güzel sofrada bile iştahı kapatacaktır.

Yöneten- yönetilen ayrımını mekâna sererek sunan Yakup Kadri, Sodom ve Gomore’de önce mütareke dönemi İstanbul’unu, daha sonra başkent Ankara’yı Batı(lı)laşma ve ona karşı konumlanışlar üzerine oturtmaktadır. Topluma milli bir bilinç vermekten yoksun, fildişi kulesinden bakan[44] ve halkın ‘kuvvete kuvvet’[45] uygulanması kuralını çok önceden bildiği, naif müzakere yöntemiyle işgalcilerden medet uman ‘aydın’lara tavır aldığı bir dönem:

“Evet, halk bizim bilmediğimiz bir sırra ermişti; ona gaipten bir şey malum olmuştu. Şu kupkuru resmi tebliğleri, nihai zaferden bahseden İttihat ve Terakki propagandacılarını bir yana bırakıp ona kulak verelim!”[46]

Toplumun yönetici sınıf’lar’ı arasında bir ayrıma gidilebilse de, esasında yönetilenlerle arasındaki büyük uçurumu Tanzimat’ın yanlış Batı(lı)laşma adımlarının süreklilik içeren bir devamı sayan Yakup Kadri, Gökalpçi manada fertten millete geçişi sağlayacak, ona ülkü aşılayacak bir ‘önder’in hem ‘gerçek’ aydınlarca hem de halkça beklendiğini savunmaktadır.[47] Devrimin öncesinde ve sonrasında gerek yönetilenlerin gerekse yönetenlerin kendi içlerinde yaşanan sınıfsal, mekânsal ayrışmalar, Tanzimat döneminden beri girişilen Batı(lı)laşma’nın yanlış çıktılarına bağlanırken, çizilen karakterler, toplumun her dokusunda belli bir karamsarlıkla hayatını sürdürmekte, olumlanan karakterler ‘milli dava’yı er geç ‘keşfederken’, olumsuz ve genelde Batı(lı)aşma’nın, çıkarcılığın çemberine giren karakterler (aile üyeleriyle beraber) mekân, yaşam tarzı açısından yönetici, ‘aydın’ kadrolara özgülenmektedir. Batı’yı işgalci askerin ya da toplumundan kopuk, ‘Frenkçe kitapların yardımıyla ruh ve iman iflasını bir nevi ilmi fikir sistemi haline sokan’[48] entelektüelin bedeninde gören, eğlenceye düşkün, çay partilerinde vakit öldüren, eşini içi boşaltılmış dans gecelerinde ‘temsil eden’, ‘dünyaya Hollywood filmlerinin şeritleriyle bağlanan’[49], milli duygular taşıyan erkeği vatan yolundan aşk zindanına hapseden kadın imgesi romanlarında göze çarpar. Bu kadın imgesi, yönetenler açısından, erkeklerin uyum sağladığı yanlış Batı(lı)laşma’yı besleyen, onunla beraber hareket eden, Kiralık Konak’taki Seniha’da görüldüğü gibi alt sınıflara mensupsa bir ‘Batılı’ bir erkek vasıtasıyla yükselmeyi düşleyen ve bireyciliği yücelten bir karaktere karşılık gelir.

Panorama’da onuncu yaşını kutlayan cumhuriyette eski rejim’e nazaran nelerin değiştiğini düşünen Halil Ramiz’in vicdan muhasebesi, Batı(lı)laşma sorununun Yakup Kadri’de Tanzimat’tan kaynaklanan bir süreklilik içerdiği tezini doğrular. Bu yanlış Batı(lı)laşma adımları, kalıntılarını cumhuriyete de bırakmıştır.

“Öyleyse, Türk milletinin bu son kurtuluş ve kalkınma hamlesi de boşa gitmiş, Tanzimat ve Meşrutiyet tecrübelerinin yanıbaşında, tarihin tozlu vesikaları arasına göçmüş müdür? Ortaya atılan davaların hiçbiri halledilmemiş, hayata geçmemiştir. Kemalizm’in prensipleri çorak vatan toprağına kök salmak şöyle dursun, henüz birkaç kişinin elinde evrilip çevrilmeye mahkûm birer laboratuar nebatı halinde kalmaktan kurtulamamıştır.”[50]

Festen şapkaya geçişi, kavuktan fese geçişin bir devamı sayma yönünde ilerleyen Halil Ramiz’in ciddi bir rejim eleştirisine girmesini, yeni cumhuriyetin Tanzimat’tan kopuşu değil, sürekliliği içerdiğini söylemesini bekleten yukarıdaki satırlar, kendisini ansızın durulmaya bırakacaktır. Halil Ramiz, yeni rejimin ilkelerine ve siyasetine haksızlık ettiğini ‘fark ederek’, Anadolu’nun tüm perişanlığına rağmen Kemalizm inkılâbının meydana koyduğu eserin azametini takdirden vazgeçemeyecektir.[51] Asıl endişe, Tanzimat’ın Garbcılarının devam eden rüyalarından[52] rejimin devrilme tehlikesine doğru kaymıştır. Karamsarlık, bu formülde bağımsız değişkendir, ancak Ramiz, yanlış Batı(lı)laşma’dan bir kopuş olarak görülmek istenen rejim adına üzülmektedir. Esasında Yakup Kadri’yi temsil ettiğini düşünebileceğimiz Halil Ramiz, Tanzimat’la gelen yanlış Batı(lı)laşma dalgasının bir süreklilik içinde cumhuriyete de yansımış, yönetenlerle yönetilenler arasındaki uçurumun derinleşmiş olduğunu görmekte, vaad edilen büyük değişimin henüz uygulanmadığını bilmekte, ancak gözlemlerini rejimin ilkelerini belirleyen esas çerçeveye oturtmak istememektedir. Gerçekleşmeyen hedefler, cumhuriyetin eski rejim’in bir devamı olduğu manasında algılanmamaktadır. Hele hele ‘büyük önder’, rejimin hakikat ilkeleri tartışılırken tamamen dışarıda tutulacaktır. O, belirlenen değil, belirleyendir. Yakup Kadri, Kemalizm’in eksik hallerini ‘aydın’ların ve yöneticilerin Atatürk’ten feyiz almamaları çerçevesinde algılayarak içten içe bir sistem eleştirisi getirecek, ancak sınırlarının bilincinde, hakikat rejimi’nin temellerine sadık kalarak romanlarında “aykırı” kişilikler kurgulayacaktır.

II. Atatürkçülük/ Kemalizm Ayrımında
‘Yapısal’ Bozuklukların Atatürk Dolayımıyla Kemalizm’den Dışlanması

Yakup Kadri’nin gözünde Atatürk, objektif gözle tahlil edilemeyecek bir lider olarak belirmektedir.[53] Önceki bölümde vermeye çalıştığım gibi, kendi dünyasına hapsolup müzakereler yoluyla kurtuluş çareleri arayan zümrenin karşısına milletin henüz bir şekil verilmemiş ancak ‘kuvvete kuvvet’ prensibiyle ayakta tutulacak bir tavrını kendi bünyesinde birleştirerek çıkmıştır. Bu anlamda Mustafa Kemal, dışarıda işgal güçlerine karşı bir duruş olduğu kadar, Gökalp’in mesihsiz[54] bir havari olarak temsil edilmesinde görüldüğü gibi[55], içeride de lidersizliğe karşı bir tavırdır. “Kuvvete kuvvet” uygulandığı müddetçe kurtuluşa erişileceği ödevini milletten devralan, Tanzimat’ın sürekliliği içinde derinleşen yöneten- yönetilen uçurumuna bir son verecek olan Mustafa Kemal, bir fert değil, milletin müşahhas timsalidir.[56] Millet (burada yönetilenler), esasında birlik olma duygusuna muhtaç, kurtuluşu yerel mücadelede gören tavrıyla orduyla iç içedir. Milli Savaş Hikâyeleri’nde[57] yaşlıların öncülüğündeki yerel mücadelenin nabzını tutan Yakup Kadri, ulusal çapta bir mücadele eksikliğinden yakınır. Bu bağlamda Mustafa Kemal, nihai zafer nutuklarına son verecek, halkın mücadelesini ulusal çerçeveye taşıyacak, ‘horlanan, namusu lekelenen Türklüğü’[58] layık olduğu mertebeye eriştirecek özgün lider olarak tasvir edilir.

“Varsın onun vezirleri enternasyonal konferans kapılarında elpençe divan dursunlar ve bazı gafil Türk entelektüelleri kendilerini bir hakiki adalet divanı karşısında sanıp Türk milletinin teorik müdafaasına savaşsınlar. Ben, gideceğim yeri ve yapacağım işi biliyorum.”[59]

‘Eylem adamı’ olarak Mustafa Kemal’i tarihin ‘diğer’ liderleriyle karşılaştıran Yakup Kadri, belki de Tanzimat’ın “ ‘aydın’ (,) yönetici- halk” ikiliğini devam ettiren mirasına yaslanarak, Lenin’i kendi ideolojisini kendisi bulmayan, yıktığından fazlasını yapmayan bir isim olarak özetler. Yakup Kadri için her şey, somuttan beslenecek ve sahadan türetilecek bilgiyle uygulamayı kolaylaştırdığı, millete dönük olduğu müddetçe, Akçuracı bir yorumla, ‘tatbik- i kabil’dir. ‘Sırf kendine mahsusluk’la[60] diğer fikir sistemlerinden, daha genel manada ideolojilerden ayrıştırılan Kemalizm, faşizm ve sosyalizmle karşılaştırılarak biricikleştirilir. Komünizmi bir sınıf kavgasına, faşizmi ise devlet inzibatına indirgeyerek Kemalizm’i yücelten bu tavır, Yakup Kadri’deki diyalektik materyalizmin belirlenimci bir yorumuyla doruk noktasına varır. Ona göre, sınırları bir “izm” kadar katı kurallara bağlanmamış, tarihin genel seyri içinde işleyen[61] ‘Atatürk’ün hedefleri’, evrensel düzlemde beliren ilkeleriyle, uluslararası sistemin eşitsiz gelişim akışını sarsmıştır. Tarihselci bir yorumu materyalizmin içine yerleştiren bu tutum, tarihin ilkeleri yönlendiren haline gönderme yapmaktadır. Bu açıdan, milleti ‘ülküler’ etrafında birleştirme, ferdi cemiyete dâhil etme hedefi, ancak ve ancak tarihin ‘genel seyri’ne uygun işlediği müddetçe, insanları sevk ve idare hasletini kitaplara değil, doğuştan getirdiği bilgiye[62] borçlu olan bir liderin mahiyetinde kabul görmektedir. Bilginin bir episteme olarak yansıtılması, ona Atatürk’ün kişiliğinde atfedilen kurucu bir iktidar miti aşılanması, hakikat rejimi’nin bilgi ile temellendiren ilişkisi açısından değer taşıyabilir. Milletini kurtarmak için önceden beri ‘hazırlık yapan’ liderin eğitim hayatını da bu süreçte başarılı, disiplinli geçmişle perçinleyen tablo[63], Zürcher’in gösterdiği gibi, aynı dönemlerde askeri eğitimden geçen askerler arasında Enver’i hızlı, Mustafa Kemal’i sıradan bir rütbe yükselişiyle anlatmak yerine tersi bir yol izlemiştir, Enver’i sıradanlaştırmıştır.[64] Yine hakikat rejimi’nin kendisini kurarken liderlerin geriye dönük biçimde biricikleştirilmesi hususu, Yakup Kadri’nin Kemalist ideologlara bir eleştirisi halinde değil, onları tamamlar yönde gerçekleşmiştir.

Mustafa Kemal’i bir tür ‘kutlu doğum’la özdeşleştiren yorumu, çağdaş rejimlerin çıkarttığı diktatörleri geçicilikle sınırlarken, Mustafa Kemal’e ve ilkelerine ebedilik aşılar.
“Onlar, hükümet ve devlet duygusundan mahrum, dibinden fırladıkları kalabalığın salgın histerisiyle kendi ruhları da daima bulaşık oldukları için, mütemadiyen kaynama halinde birer içtimai heyetin isim borusu veya kazan kapağı vaziyetinde kalmışlardır. Gene aynı sebepler dolayısıyla, günün birinde, altlarında kaynayan unsurun herhangi bir baskısı ve patlayışıyla devrilip gideceklerdir.”[65]

Yakup Kadri’nin metinlerinde Mustafa Kemal’i ‘milletin içinden gelen’, aynı ‘ızdırapları ve tehlikeleri’[66], muhalefet grubunun siyasi manipülasyonlarını[67] deneyimlemiş olan lider anlamında yöneten- yönetilen çatışmasını biyografik açıdan kırmayı deneyen bir anlatım tarzı göze çarpar. Romanlarında ağırlık kazanan, hangi kesimden olursa olsun üzgün, kaygı taşıyan, arada kalmış karakterler, bu kez belli bir hedefi olan ve bu uğurda ızdırap çeken bir liderin yaşamöyküsü içinde verilir. Atatürk ve onun şahsında kurulacak yeni ülkenin atlattığı badireler, ilerleyen dönemler için didaktik bir nitelik de taşıyacak, rejimin lidere borçluluğu sürecektir. Öğreticilik, romanlarında devrimin ‘cicim ayları’nın bitişini vurgulayan karamsar cümlelerle anlatılır ve Mustafa Kemal’in yaşamöyküsünün içinden çıkarılan olumlu noktalarla düğümlenir. Onun ‘biz’den biri olma hali, sorunları anlama ve ona göre ilkeler oluşturma bakımından milletle uyuşur, Tanzimat’ın açtığı yöneten- yönetilen çukurunu doldurur. Tarihin genel seyrine uygun bir ‘milli çerçeve’ sunma fikri, Kemalizm’in ‘milletin içinden konuşan’ üslubuyla eşleştirilince evrensel karakter kazandığı düşünülür.

Yakup Kadri’ye göre, Mustafa Kemal’i muhalefet önünde yükselten güç, şiddete dayanmamasında yatar. Muhalif grubun meclis içindeki faaliyetlerine, iftiralarına müzakere yoluyla sonuç vermeyi hedefleyen yaklaşım, “kuvvete kuvvet” ilkesinin realizm bağlamında artık uygulanamayacağına çağrışım yapar. Ne var ki, Yakup Kadri, rejimin 1925 sonrası kendisini sert bir laikliğe evrilteceği ve muhaliflerinin her eylemini rejim düşmanlığıyla suçlayacağı milat olan Şey Sait Ayaklanması’nı yine bir hakikat rejimi’nin işleyiş pratiği olarak merkezine oturtur. Yakup Kadri de, bu ‘isyan’ın hakikat rejimi’ni besleyen kuruculuğunu üstlenenlerdendir:
“İsyan, kısa zaman içinde bastırıldıktan sonra ve asilerle isyanı tahrik ettikleri sanılan kimseler –ki başında İstanbul muhalefet basını vardı- İstiklal Mahkemesi’ne verildikten sonra İsmet Paşa rahatlamıştı. Bunlar, İstiklal Mahkemeleri’nin hemen hiçbir mahkemede görülmeyen adilane yargıları sayesinde hürriyetlerine kavuştular.” [68]

Yakup Kadri’nin Serbest Fırka’nın kur’durul’uş ve kendini fesh ediş süreçlerini yorumlayışı da resmi söylemin ‘gericilik’ endişesinden beslenir. Halkı ve devrimi gericilikten sakınma anlayışı, SCF’ye yönelen beklenmedik derecedeki oy oranıyla da ilgilidir. SCF’nin muvazaa bir parti olduğu iddiasını her an kapatılma ‘tehdidi’ izleyecekse, SCF’nin oy potansiyeli de ancak devrimin içselleştirilememesinde, gerici yerel unsurların söz sahipliğinde aranacaktır.[69] ‘Kendini fesh etme’ ve gericilerin idari tedbirlerle bastırılması hususu, devrim nizamının memleket dâhilinde yerleştiği[70] izlenimini bırakacaktır. Hakikat rejimi’nin kuruluşunda tarih bilinci, liderin yüceltilmesi, milli irade mitleri, ‘aydın’- halk ikileminin aşılması ve susan, derdinden ipucu vermeyen milletin çenesinin onu tanıyan yönetenlerce açılması[71] başlıkları önemli yer tutsa da, Kemalizm’in Yakup Kadri’ye göre Atatürk’ten ayrı tutulamayacak “realist”[72] yönü, ekonomi politikası açısından da incelenebilir. Şimdiye kadar, yanlış Batı(lı)laşma’yı Tanzimat’ın sürekliliğindeki büyük bozulmanın bir devamı sayan, toplumun farklı kesimlerinin yozlaşmışlığını da bu büyük bozulmanın içinden geçerek eleştirmeye çalışan bir Yakup Kadri’den söz etmiştim. Tanzimat’ın çocuğu olan bu Batı(lı)laşma hülyasının her an için Kemalizm’in avlusuna bırakılabileceği ihtimali, romanlarında ağırlık kazanmış; milli hedeflerin iş takibiyle, mevki hırsıyla takas edilmesi, mümkün olduğunca, cemiyet bilinci oturmamış fertlerin yozluğu olarak sunulmuştu. Ancak Yakup Kadri için Kemalizm, sadece Osmanlı’dan bir kopuşu değil, emperyalist sisteme karşı da bir başkaldırı hareketi olduğu için, bu ‘aykırı’ çığlığın özgün bir ekonomi politikasıyla desteklenmesi gerekmektedir. Kadro Hareketi, materyalist bir ideoloji doğrultusunda, ulusçuluğu bir ideoloji olarak analiz etmekten çok, Marksizm’in ulusçuluğu reddedişine yönelik eleştiriler getirmiştir.[73] “Dünyadaki temel çelişkiyi, Marksizm’in ileri sürdüğü gibi işçi- kapitalist arasında değil, zengin emperyalist ülkelerle gelişmemiş ülkeler arasında gören hareket, iktisatta ve siyasette ulusal kurtuluş mücadelelerini destekleyen”[74] erken bir üçüncü dünyacılık motifi çizmektedir. Yakup Kadri’nin “bir devrim partisinin, her şeyden önce, bir fikir çerçevesi içinde yürütülebileceği kanısını taşıyan, altı ok’un en anlaşılmaz ilkesi olan devletçilik’i açmaya”[75] çalışan yanları vardır. Kadro’ya göre devletçilik, devletin sanayiini ve iktisadi düzenini, devletin bütün vasıtalarıyla bir an evvel vücuda getirme, en serbest zannolunan zamanda bile mutlaka devletin müdahalesini arama[76] amacını güdüyordu. Partinin iç işleyişine müdahale etmeyen, hükümetin ekonomi politikasının yönünü değiştirmeyen ve bunu sınıf temeline oturtmayan bir anlayışla kurulan derginin Foucaultcu manada yeni bir hakikat rejimi’nin çeperlerini zorlamaktan çok, onu kendi içinde kaşıyarak belli pürüzlerini düzeltme halini taşıdığını söyleyebiliriz. Öyle ki, ‘ileri gittiği’ düşünülen dönemlerde özellikle Recep Peker’in eleştirilerini üzerine çeken dergi, yöneten- yönetilen ayrışmasını fazlaca deştiği imasıyla karşılaşmıştır. Kadro’nun devletten, partiden bağışık tutulamayacak bir tür okul olma arayışı, rejimin ilkeler üzerinden yükselme ve devletçiliği yaşam alanını genişletecek yönde yayma arayışıyla devam ettirilmek istenir. Ekonomide ve siyasette ilkelerin oturtulması hususu, Kadro kadrolarınca işlenmiş, fakat ‘işlevi’ni aştığı düşünülen derginin yazarları, derginin kapatılmasından sonra da rejimle bağlarını kopartmamışlar, hakikat rejimi’ne farklı alanlarda katkı koymaya devam etmişlerdir. Bu açıdan rejimin Kadrocular’a değil, Kadro’ya karşı olduğu söylenebilir.[77] Yakup Kadri, rejime diplomasi ve daha sonra tekrar meclis saflarından katılacaktır.

Sonuç

Yakup Kadri’nin analizlerinde Tanzimat’ı ve Meşrutiyet’i toplumsal yozlaşmanın merkezine oturtan bir milat gözlemlenebilir. Toplumun hemen her kesimini yatay ve dikey olarak kesen yanlış Batı(lı)laşma, yönetenleri memleket sorunlarından kişisel çıkarlarını düşünmeye, yönetilenleri ise -farklı kesimlerde farklı izdüşümleri olmakla beraber- ‘öz’ünden kopmaya doğru sürüklemiştir. Aile yaşamından sevginin yön değiştiren karakterine, tüketim biçimlerinden dinin yozlaşmasına, yönetenlerle yönetilenler arası uçurumun derinleşmesine kadar her vurgu karamsarlık çatısı altında işlenir. Arada kalmış, bir yandan kendisindeki değişime akıl sır erdiremeyen ama bir yandan da değişen tipler, ‘ulusal tavır’dan yoksundur. Mekanlar ayrışmış, sınıflarla tarif edilir ol’muş’, ‘aydın’lar beyhude tartışmalarla ‘kurtuluş’a sırtını dönmüştür. Olumsuzlanan bu tablonun yeni bir rejim dâhilinde, liderin tuvaliyle yeniden çizilmesi, tabula rasa’sı, yanlış Batı(lı)laşma tavrından uzaklaşılması, ‘aydın’ (,) yönetici – halk ikiliğine son verilmesi için, yönetici kadroların Atatürk’ün kişiliğinden beslenen bir Kemalizm’i hayatın her alanında uygulaması, ona ‘layık’ bir milli tasarım geliştirmesi beklenir. Milletin içinden çıkan ve onu dillendirdiği düşünülen Mustafa Kemal, yanlışlanamaz bir mertebeye oturtulur. Rejimin yöneten- yönetilen ayrımını aşmasının ve Kemalizm’in ilkeleri etrafında sürdürülmesinin yolu, yöneticilerin lideri anlamasından geçmektedir. Bu manada bir Atatürk’çü’lük, Kemalizm’i belirler, Tanzimat’ın dondurucu, yönetenle yönetileni birbirinden ‘koparan’ etkisini liderin özellikleri dâhilinde eritir.

Öyleyse, Saidci manada hayatın her alanını siyasal görerek, otoriteyi aşındırma pahasına kendi dilini kamusala taşıması gereken bir entelektüel kişilikle Yakup Kadri arasında ayrım yapmakta fayda vardır. Yakup Kadri, yanlış Batı(lı)laşma eleştirileri açısından bu entelektüel tavrın kapsadığı bir figürdür. Ne var ki, bir otorite modeli olarak Atatürk’ü ‘kutlu doğum’la özdeşleştiren ve ideolojik tavır olarak Kemalizm’i Atatürk’çü’lük’ün açılımıyla yorumlamak isteyen Yakup Kadri ise, dilini rejimin kalıbını genişletmek üzere kullanır, entelektüelin kabına sığmaz yanını rejim lehine daraltır. Hayatı siyasal gören eleştirel dil, rejimin ve liderin otoritesi altında, onlara farklı bir koldan eklemlenir. Öyle ki, sesinin diplomatlık görevi verilerek ‘kibarca’ kısılmasına saygı duyar, bunu Atatürk’ün emri sayar. Foucaultcu manada hakikat rejimi’ni kuran ilkelerin sınırlarını zorladığı oranda varolabilecek bir entelektüelin devlete yakın hali olarak karşımıza çıkmıştır. Ancak, gerek romanlarında gerekse siyasi tespitlerinde Kemalizm’i bir kopuş olarak resmedişi, rejimin temel ilkelerine sızacak düzeydeki yanlış Batı(lı)laşma hamlelerini bir sürekliliğin Kemalizm ile karşılaşma anı olarak görmeyişi; Kemalizm’in Batıcılık’tan beslenen yanlarından ziyade, ‘‘aydın’lar’ın ve yönetenlerin devrimin genel ilkelerini kavrayamayışında arayan, “Atatürk’ün fikri”ni jakoben bir yorumla ‘tek’, değiştirilemez sayan hali, entelektüelin yeni yeni hakikat rejimi’ni kuracak rolünü zedelemektedir. Sorun, Kemalizm’in hakikat rejimi’nin işleyiş pratiklerinde değil, yanlış Batı(lı)laşma’nın ya da ferdiyetçiliğin, çıkarcılığın Tanzimat’tan beri süren bozuk kopyalarında görülmüştür. Atatürk ve onun değişmez ilkelerinin özelinde Kemalizm, hedeflemediği bazı toplumsal sorunlardan, çıkarcı ilişkilerden sorumlu tutulamaz. Bu eksiklikler, geçmişin bugüne yansıyan sürekliliğinde ve kendini ‘millete vakfetmeyen’ yöneticilerin Çankaya’yı anlamaktan çok, ondan bir şeyler koparmaya çalışmasıyla ilişkilendirilmiştir. Kemalizm’in yönetilenlerle ördüğü duvarın Atatürk’ü anlayamamaktan, devrimin ilkelerini yönetenlerin içselleştirememesinden kaynaklandığını savunan bu yorum türü, Atatürkçü olmayı Kemalizm’in ‘yanlış’ biçimlerini yanlış Batı(lı)laşma ile eş gören ve Atatürk’ü eleştirilemez kabul eden bir tavırla uyuşmaktadır. Kurtuluşu liderin bedeninde aramaya yönelen tavır, milletin şefi olmaktan şefin milleti olmaya uzanan bir çizgiye sürüklenmektedir.

Romanında Tanzimat ile yeni Türkiye’yi karşılaştıran ve karamsar edayla birçok yönden benzerlikler yakalayan karakteri, yine de Atatürk’ün öncülüğündeki Kemalist rejimden beklentilerini yüksek tutmuştur. Tanzimat ile cumhuriyetin akıbetinin aynı olduğu kuşkusu, karamsar bakıştan Atatürk yoluyla kurtulmayı sağlamaktadır. O, Tanzimat eleştirilerindeki canlılığını, yeni bir yeninin çizgisinden gitmek yerine, rejimin söylemini kurmaya yöneltir. Bu manada, ‘kopuş yoluyla çıkış’ arayışı, rejimin kıyısında yerini salt ‘çıkış’a bırakmıştır. Muhalefete, tarihe, lidere, mitlere, ‘öteki’ne, sınıfa bakışında yeni yeni hakikat rejimi yerine Kemalist yeni hakikat rejimi vardır.
























KAYNAKÇA

AKI, Niyazi (2001), Yakup Kadri: İnsan- Eser- Fikir Üslup, İstanbul: İletişim Yayınları.
AKŞİN, Sina (2001), Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi, Ankara: İmaj Yayınları.
ARAI, Masami (çev: DEMİREL, Tansel) (2003), Jön Türk Dönemi Türk Milliyetçiliği, 3. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları.
BENDA, Julien (çev: SOYDEMİR, Cem) (2006), Aydınların İhaneti, Ankara: DoğuBatı Yayınları.
BERKES, Niyazi (2006), Türkiye’de Çağdaşlaşma, 9. Baskı, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
DOĞAN, Atila (2006), Osmanlı Aydınları ve Sosyal Darwinizm, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
EMRENCE, Cem (2006), Serbest Cumhuriyet Fırkası, İstanbul: İletişim Yayınları.
FOUCAULT, Michel (çev: KESKİN, Funda) (2000), “Entelektüelin Siyasi İşlevi”, Entelektüelin Siyasi İşlevi, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
GÖKALP, Ziya (1976), Türkçülüğün Esasları, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi.
GÖKALP, Ziya (2006), Türkleşmek, Muasırlaşmak, İslamlaşmak, İstanbul: Bordo Siyah Yayınları.
İLKİN, Selim, TEKELİ, İlhan (2003), Kadrocuları ve Kadro’yu Anlamak, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
KARAOSMANOĞLU, Yakup Kadri (1981), Milli Savaş Hikâyeleri, Ankara: Eroğlu Matbaacılık.
(1983), Nur Baba, 7. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları.
(1995), Yaban, 53. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları.
(1997), Kiralık Konak, 17. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları.
(1998), Bir Serencam, 3. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları.
(1999), Politikada 45 Yıl, İstanbul: İletişim Yayınları.
(2002), Panorama, 2. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları.
(2003), Anamın Kitabı, 5. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları.
(2003), Ankara, 18. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları.
(2003), Vatan Yolunda, 5. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları.
(2005), Atatürk: Biyografik Tahlil Denemesi, 8. Baskı, İstanbul:
İletişim Yayınları.
(2006), Hüküm Gecesi, 10. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları.
(2006), Sodom ve Gomore, 21. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları

MILLAS, H. (2005), Türk ve Yunan Romanlarında ‘Öteki’ ve Kimlik, İstanbul: İletişim Yayınları.

OKTAY, Ahmet (1995), “Türk Edebiyatında Aydın”, Türk Aydını ve Kimlik Sorunu, İstanbul: Bağlam Yayınları, içinde, s. 265- 287.

PARLA, T. (1995), Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları: Kemalist Tek- Parti İdeolojisi ve CHP’nin Altı Ok’u, İstanbul: İletişim Yayınları, c. 3.

PARLA, Taha (2005), Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye'de Korporatizm, 5. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları.
PETROV, Grigory (çev: BEY, Ali Haydar) (2006), Beyaz Zambaklar Ülkesinde, İstanbul: Hayat Yayınları.
SAFA, Peyami (1999), Türk İnkılâbına Bakışlar, 4. Baskı, İstanbul: Ötüken Yayınları.
SAID, Edward (çev: BİRKAN, Tuncay) (2004), Entelektüel: Sürgün Marjinal, Yabancı, 2. Baskı, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
TİMUR, Taner (1993), Türk Devrimi ve Sonrası, Ankara: İmge Yayınları.
TİMUR, Taner (2002), Osmanlı- Türk Romanında Tarih, Toplum ve Kimlik, 2. Baskı, Ankara: İmge Yayınları.
TÜRKEŞ, Mustafa (1999), Kadro Hareketi: Ulusçu Sol Bir Akım, Ankara: İmge Yayınları.
ZURCHER, Erik Jan (çev.: SALİHOĞLU, Nüzhet) (2005), Milli Mücadelede İttihatçılık, 3. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 108.

[1]Eserleri üzerinden kurduğum tanışıklığa dayanarak, bundan sonra kendisinden ‘Yakup Kadri’ diye söz edeceğim.
[2]Yakup Kadri’nin üyesi olacağı Karaosmanoğlu Hanedanı, Sened- i İttifak’a imza koyan dört hanedandan birisidir.
BERKES, N. (2006), Türkiye’de Çağdaşlaşma, 9. Baskı, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, s. 142.
[3][3]1908- 1914 arasında Yakup Kadri’nin ilgilendiği edebi akımların, sosyal meselelerden ziyade ruhsal yapısına daha fazla etkide bulunduğunu belirten Akı, Maupassant tarzı öykücülüğün onu ‘sanatkâr bir aristokratlığa’ yönelttiğini, edebiyat çevrelerindeki tartışmaların yarattığı karamsarlığın öykülerine yansıdığını savunur. Medeniyete ve ferdiyetçiliğe bakışındaki değişimler, sosyal meselelerden ziyade Maupassant tarzından kaynaklanmaktadır. 1914’ten itibaren bu tavrı kırılmaya başlar. İsviçre’de bulunduğu yıllarda, imparatorluğun yıkılışında azınlıkların oynadığı ‘olumsuz’ rol, onu Türk imgesini aramaya, dolayısıyla medeniyetle, Batı(lı)laşma ile ve toplumsal sorunlarla daha fazla ilgilenmeye, hesaplaşmaya sevk eder. Rahatsızlığı, içinde taşıdığı edebi ve toplumsal karmaşa ve etrafındaki toplumsal sorunlar, Yakup Kadri’ye bedbin bir üslup yüklemiştir. Yarattığı karakterler arasında karşıtlıklar kursa da (zengin- fakir, eğitimli- eğitimsiz, yöneten- yönetilen, genç- yaşlı, kadın- erkek, alafranga- alaturka) hepsi arada kalmışlığın, kendini tam olarak bir yere ait hissedememenin hüznünü, belirsizliğini yaşarlar. AKI, N. (2001), Yakup Kadri: İnsan- Eser- Fikir Üslup, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 30- 46, 176.
Tekeli ve İlkin ise, Yakup Kadri’nin roman kahramanlarının aynı zamanda iki farklı çevreye ait olma ve bu çevrelerin her ikisine de yabancı kalma halini, onun çocukluk deneyimlerine bağlamaktadırlar. Yakup Kadri’nin özyaşam öyküsü Anamın Kitabı’nda bahsi geçen saray hayatındaki eğitime yakın seyreden rahat çocukluk döneminin, Manisa’da bir mahalle mektebine başlamasıyla ‘düşüşe’ geçmesini, ‘sıradanlaşma’sını, ev hayatının ihtişamıyla sokağın ‘normalliği’ arasında yaşadığı gelgitlerle ilişkilendirmişlrdir. İLKİN, S., TEKELİ, İ. (2003), Kadrocuları ve Kadro’yu Anlamak, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, s. 9. Bu yorumdan hareketle Yakup Kadri’nin mektepte kendinden farklı, ‘sıradan’ mahalle çocuklarıyla okula gidip gelişini anlattığı satırlara göz gezdirmekte yarar vardır:
“Şimdi ben neydim? Altı aşınmış bir çift kundurası, dizleri çıkmış pantolonuyla fukara bir mektep çocuğuydum. Sabah uyku sersemliğiyle bir kuru ekmekle tulum peynirini tıkınmaya imkân bulamadan vardığım mektebin önündeki doksanlık kapıcı Hacı Eyüp Ağa’nın abdesthanenin kokusu üzerine sinmiş ıslak ellerinin, yüzümün herhangi bir noktasına dokunması beni çileden çıkarmak için yeterdi.” KARAOSMANOĞLU, Y. K. (2003), Anamın Kitabı, 5. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 25.
[4]Weberci manada “meslek olarak siyaset”ten söz ediyorum.
[5]KARAOSMANOĞLU, Y. K. (1998), Bir Serencam, 3. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları.
1909- 11 arası dönemde yazdığı hikâyelerden oluşan bu eserde, dünyayı kötü ve yaşanması zor bir alan olarak görmekte, kahramanlarını önünde sonunda ölüme mahkûm etmektedir. Geçmiş ile değişim arasında kurduğu bağlantıda, geçmişi bugünü yermek adına yücelten muhafazakâr bir tavırdan öte, bozulan değere karşı burukluk, özünü kaybetme hali ağır basar. Hikâyeler, yine yaşamöyküsünden izler taşımakta, hayatına değişiklik getiren Mısır ve Manisa işlenmektedir. Özellikle Bir Serencam hikâyesinde, Mısır’da satılmak üzere götürülen köle kızı çaresizce kurtarmaya çalışan ama ‘düzen’in işleyişine de müdahale edemeyeceğini bilen genç adamın halini anlatan sayfalar (s. 17- 65), Yakup Kadri’nin bireysel psikolojiden toplumsal sorunlara açılmaya başladığına örnek olarak gösterilebilir.
[6]SAID, E. (çev.: BİRKAN, T.) (2004), Entelektüel: Sürgün Marjinal, Yabancı, 2. Baskı, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, s. 23- 57.
[7]BENDA, J. (çev: SOYDEMİR, C.) (2006), Aydınların İhaneti, Ankara: DoğuBatı Yayınları, s. 61.
[8]Hakikatin kendisini üreten ve destekleyen iktidar sistemleriyle ve kendisinin meydana getirdiği, kendisini yayan iktidar etkileriyle girdiği döngüsel ilişki.
[9]FOUCAULT, M. (çev.: KESKİN, F.) (2000), “Entelektüelin Siyasi İşlevi”, Entelektüelin Siyasi İşlevi, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, s. 57- 8.
[10]KARAOSMANOĞLU, Y. K. (1997), Kiralık Konak, 17. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları.
[11]AKI, N. (2001), Yakup Kadri: İnsan- Eser- Fikir Üslup, İstanbul: İletişim Yayınları, s.175.
[12]Kiralık Konak, s. 54.
[13]Kiralık Konak, s. 164.
[14]Kiralık Konak. s. 55.
[15]KARAOSMANOĞLU, Y. K. (2006), Hüküm Gecesi, 10. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 110- 12.
[16]Hüküm Gecesi, s. 285.
[17]GÖKALP, Z. (1976), Türkçülüğün Esasları, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, s. 59.
[18]‘Kuvvete kuvvet’le karşılık vermenin sosyal- reformist Darwinizm çerçevesinde ayrıştırılabilecek ve Osmanlı aydınlarında “tekâmül” kavramıyla yeniden anlamlandırılacak yönü için bkz. DOĞAN, A. (2006), Osmanlı Aydınları ve Sosyal Darwinizm, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, s. 278- 87.
[19]Cenevre’de bulunan Prens Sabahattin’in çevresinden ve görüşmelere katılan heyetten bahsediyor.
[20]KARAOSMANOĞLU, Y. K. (2003), Vatan Yolunda, İstanbul: İletişim Yayınları, 5. Baskı, s. 19.
[21]KARAOSMANOĞLU, Y. K. (1983), Nur Baba, 7. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 37.
[22]KARAOSMANOĞLU, Y. K. (2006), Sodom ve Gomore, 21. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 29.
[23]age., s. 196.
[24]age., s. 42.
[25]KARAOSMANOĞLU, Y. K. (2003), Ankara, 18. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 102- 4.
[26]age., s. 106.
[27]age., s. 131.
[28]age., s. 113.
[29]age., s. 113.
[30] PARLA, T. (1995), Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları: Kemalist Tek- Parti İdeolojisi ve CHP’nin Altı Ok’u, İstanbul: İletişim Yayınları, c. 3, s. 42- 43.
[31] TİMUR, T. (1993), Türk Devrimi ve Sonrası, Ankara: İmge Yayınları, s. 107.
[32]KARAOSMANOĞLU, Yakup Kadri (2003), Yaban, 53. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 86.
[33]Ankara, s. 114.
[34]TİMUR, T. (2002), Osmanlı- Türk Romanında Tarih, Toplum ve Kimlik, 2. Baskı, Ankara: İmge Yayınları, s. 91.
[35]KARAOSMANOĞLU, Yakup Kadri (2003), “Yabanın İkinci Basılışı Vesilesiyle”, Yaban, 53. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 24.

[36]Gökalpçi bu çizgi, Yakup Kadri'nin gözünde Garplılaşma için esas formüldür. Ayrıca, romanlarında 'kapitalist çevreleri fırsatçılıkla eşdeğer görmektedir'. PARLA, T. (2005), Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye'de Korporatizm, 5. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 197.
“Fert yok, cemiyet var” diyen Gökalp, milli şuurla birleşecek bir Batı teknolojisinin milli ülküye zarar getirmeyeceğini savunuyordu. Ona göre, fertler, zaten içlerinde taşıdıkları ama gerçekliğe erdiremedikleri ülküyü, topluluk halinde hissedip coşkulu birleşmelerle tamamladıkları vakit cemiyet olma vasfını yerine getireceklerdir. GÖKALP, Z. (2006), Türkleşmek, Muasırlaşmak, İslamlaşmak, İstanbul: Bordo Siyah Yayınları, s. 97- 8. Coşkulu birleşmeler, milletleşmeyle beraber yönetenle yönetilen arasındaki uçuruma, ‘aydın’- halk tepedenliğine de Mustafa Kemal vasıtasıyla bir son verecektir. Fertle kolektivite arasındaki ‘eriyip mezcolma’ halini sağlatacak, Türk milletinin sanki ‘o’nun ağzından konuştuğunu düşündürecektir. KARAOSMANOĞLU, Yakup Kadri (2005), Atatürk: Biyografik Tahlil Denemesi, 8. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 32. Petrov da benzer bir akışla, bu kez ‘mercek’ eğretilemesini (metaforunu) kullanarak cemiyet halinde düşünen milleti dillendirmeyi, yöneten- yönetilen ilişkisini tanımlamayı denemiştir. “Lider, bir mercek gibi, geniş alana dağılmış güneş ışığını bir noktada toplar, bu ışıkların toplamından parlak ‘bir’ nokta oluşur. Bu enerjik nokta, yanıcı maddeleri tutuşturur; taşı, camı kızgın hale getirir.” PETROV, Grigory (çev: BEY, Ali Haydar) (2006), Beyaz Zambaklar Ülkesinde, İstanbul: Hayat Yayınları, s. 34.
Gökalp’ göre, “Milli hissin güçlü olduğu yerlerde, milletle beraber bunu hayata geçirecek olanlar, ancak milletiyle gurur duyan yöneticilerdir.” Gökalp’in eleştirileri, bu bağlamda Tanzimat yöneticilerinin hedeflerinden ziyade araçlarına yöneliktir. Harsa dayalı bir Türk milleti yaratmadan, milletle ‘bir’leşmeden Osmanlı milletine yönelmelerini hata saymıştır. (akt.) ARAI, M. (DEMİREL, T.) (2003), Jön Türk Dönemi Türk Milliyetçiliği, 3. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 98.
İlerleyen dönemde Kadro çevresinde dillendireceği sınıfsal esaslar üzerinden değil, mazlum milletlerin antiemperyalist kalkınma hedefi de nüvelerini bu romanlarda taşımaktadır.
[37]age., s. 155.
[38]age., s. 138.
[39]age., s. 139.
[40]Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm, s. 76.
[41]OKTAY, A. (1995), “Türk Edebiyatında ‘aydın’”, Türk ‘aydın’ı ve Kimlik Sorunu, İstanbul: Bağlam Yayınları, içinde, s. 272.
[42] Panorama, s. 35- 37.
[43] Vatan Yolunda, s. 146.
[44]KARAOSMANOĞLU, Yakup Kadri (2005), Atatürk: Biyografik Tahlil Denemesi, 8. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 17.
[45]Vatan Yolunda, s. 19.
[46]Atatürk: Biyografik Tahlil Denemesi, s. 25.
[47]age., s,23.
[48]age., s. 17.
[49]Panorama, s. 24.
[50] age., s. 38- 39.
[51] age., s. 40.
[52] Halil Ramiz karakterinin romanda iki dönemi karşılaştırmasına yakın biçimde, Peyami Safa, İçtihad’da bir Batıcı’nın rüyası halinde yayımlanan makaleleri, Batıcı düşüncenin ana bildirisi olarak kabul eder ve ilkelerini sayar. Bu ilkelerden birisi de “Fesin kâmilen terk edilip yerine yeni serpuşun kabul olunması”dır. SAFA, P. (1999), Türk İnkılâbına Bakışlar, 4. Baskı, İstanbul: Ötüken Yayınları, s. 59. Halil Ramiz’in gözünde cumhuriyet, işte bu kısmi modernleşmenin parçası olmakla olmamak arasında bir tercih yaparak ömrünü biçecektir.
[53]Atatürk: Biyografik Tahlil Denemesi, s. 11.
[54]1910’larda henüz tam manasıyla tanınmayan ama geleceği hissedilen Mustafa Kemal’den bahsediliyor.
[55]age., s. 23.
[56]age., s. 23.
[57]KARAOSMANOĞLU, Yakup Kadri (1983), Milli Savaş Hikâyeleri, Ankara: Eroğlu Matbaacılık, s. 14- 28.
[58] Millas’ın Milli Savaş Hikayeleri’nden aktardığı “…Kızlara tecavüz eden Rumlar, sadece soyup öldürmüyor, daha feci bir şekilde kalplerdeki ismete ve iffete de saldırıyorlardı. Ceddinin aksakalını kızıl kana boyayan ellerin hareketlerini, genç anasıyla yerde boğuşan vücutların hayvani kasılmaları asla unutmayacaktır.” paragrafı, Rum’a karşı ulusçu bir düşmanlık geliştirecek, “namus lekesi”ni “intikam yemini”ne dönüştürecektir. “Ced” ile ilişkili ”varlık”, tarihi boyutu olan bu düşmanlık üzerine bina edilecektir. MILLAS, H. (2005), Türk ve Yunan Romanlarında ‘Öteki’ ve Kimlik, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 81–82.
[59]Atatürk: Biyografik Tahlil Denemesi, s. 30.
[60]age., s. 36.
[61]age., s. 37.
[62]age., s. 81.
[63] age., s. 60.
[64] Yakın dönemlerde askeri eğitimden geçmiş İttihatçılar’ın terfi şeması için bkz. ZURCHER, E. J. (çev.: SALİHOĞLU, N.) (2005), Milli Mücadelede İttihatçılık, 3. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 108. Bu şemadan sadece Enver’in olağan dışı bir yükseliş çizgisi izlediği anlaşılıyor.
[65]Atatürk: Biyografik Tahlil Denemesi s. 83.
[66]age., s. 38.

[68] KARAOSMANOĞLU, Y. K. (1999), Politikada 45 Yıl, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 84.
[69] Emrence, merkez- çevre analizi dâhilinde SCF’nin kuruluşuna ilişkin yürüttüğü tartışma, Ziraat Bankası kredilerinin ’29 Buhranı sırasında yükselen ve çiftçiyi zor duruma sokan rolünden, çiftçi- ağa anlaşmazlığının başkent tarafından değiştirilmesine yönelik politika uygulanmamasından bahsetmektedir. EMRENCE, C. (2006), Serbest Cumhuriyet Fırkası, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 73.
[70] Politikada 45 Yıl, s. 109.
[71] Age., s. 73.

[73] TÜRKEŞ, M. (1999), Kadro Hareketi: Ulusçu Sol Bir Akım, Ankara: İmge Yayınları, s. 148.
[74] AKŞİN, S. (2001), Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi, Ankara: İmaj Yayınları, s. 198.
[75] Politikada 45 Yıl, s. 94.
[76] Age., s. 96.
[77] İLKİN, Selim, TEKELİ, İlhan (2003), Kadrocuları ve Kadro’yu Anlamak, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, s. 425.

Bizim memlekette fazla düşünmeyin, düşersiniz.

Sağlığınıza dikkat edin, memleketin havasında aşırı dozda düşünce mikrobu var. Fazla düşünmek, ömrünüzü kısaltabilir. Salgından korunun...

Yazdıklarından ziyade nasıl isteniyorsa öyle algılanan, söylemediği şeyler kendisine söylettirilen, barışı tarihin itişmelerinde değil, bugünde düşleyen ama sadece düşleyen bir insan daha kaydı, gitti…

Şimdi bakıyorum da, değme tv programları, yine her cenazenin arkasından onurla yas tutmak yerine, âlimlerini masaya topluyorlar, düşünce âlemlerinde zevke geliyorlar. Her şeye vakıf stratejistler, ölüyü değil, güzide memleketin geleceğindeki ‘olası’ senaryoları masaya yatırıyorlar. Kayan alt yazılarda, ölümün sır perdesini halka aralatmak istercesine, “Dink’in ölüdürülmesinde kimin parmağı var?” diye dedektiflik soruları soruluyor. 301 sürecinde Dink ve tayfasına demediğini komayan zatlar, şimdi arkasından “iyi bilirdik” programları çekiyor. Git işine Türkiye, bu kadar mı alçaldın!

Maşallah, herkes soğukkanlı, metin ve metin analizi sevdalısı… İnsan bedeni, masada birleşen akademisyenlerin, yazar dostlarının elinde bir kadavraya dönüştürülüyor. Öldürmenin rezilliği anmaya da sirayet etmiş…

“Peki ne olacak bundan sonra, bizi neler bekliyor hocam, komutanım, Sayın şey…?” cümleleriyle başlayan sorular, yasın yüceliğine, susmanın erdemine kurşun sıkıyor.

Sorunların içine tabancısındaki soru işaretleri dışında başka bir şey sıkmayan, “Aa… Durun şunu da ekleyeyim, bu sorun tarihseldir. Köklerine uzanmak lazım. Misal; Asala, Abdi İpekçi, derin devlet vs.” diyen entelleri ne yapmalı? Alın size bir soru daha…

İnsan gitti, insan… Düşünceyi ortaya koymayı bırakın, düşlemek bile memlekette haram oldu.
Yorumlamak beni artık yoruyor. Artık biraz susma zamanıdır. Susmayı deneyin çokbilmiş enteller, çünkü silahlar bugün sizden daha net konuştu. ‘Hrant Dinkler ölmez’ sözü bir kandırmacadır. Düşlemenin düşüşe geçtiği bir ülkede, yazar, kurşun kalemini zaten hep cebinde taşır da haberi yoktur.

‘Düşünce Soykırımı’dır bunun adı. Düşüncenin memlekette soyu kurutuluyor.
Haydi yorum üstadı emekli paşalar, fakülte avlularında strateji sohbetleri tertipleyen hocalar, durmayın durmayın, konuşun da ömrünüz kısalsın..!

Allah rahmet eylesin.
söz tükensin, sükut eylensin!
Hrant Dinkler ölür…



HRANT DİNK'İN SON YAZISI

Başlangıcında, "Türklüğü aşağılamak" suçlamasıyla Şişli Cumhuriyet Savcılığı'nca hakkımda başlatılan soruşturmadan tedirginlik duymadım. Bu ilk değildi. Benzer bir davaya zaten Urfa'dan aşinaydım. 2002 yılında Urfa'da gerçekleşen bir konferansta yaptığım konuşmada "Türk olmadığımı... Türkiyeli ve Ermeni olduğumu" söylediğim için "Türklüğü aşağılamak" suçlamasıyla üç yıldan beri yargılanıyordum. Duruşmaların gidişatından dahi habersizdim. Hiç ilgilenmiyordum. Urfa'dan avukat arkadaşlar gıyabımda yürütüyorlardı celseleri. Şişli Savcısı'na gidip ifade verdiğimde de hayli umursamazdım. Sonuçta yazdığıma ve niyetime güveniyordum. Savcı, yazımın sadece birbaşına hiç bir şey anlaşılmayan o cümlesini değil, yazının bütününü değerlendirdiğinde, benim "Türklüğü aşağılamak" gibi bir niyetimin bulunmadığını kolaylıkla anlayacaktı ve bu komedi de bitecekti.Soruşturma sonunda bir dava açılmayacağına kesin gözüyle bakıyordum.Kendimden emindim Ama hayret işte! Dava açılmıştı.Yine de iyimserliğimi kaybetmedim.O kadar ki, telefonla canlı olarak bağlandığım bir televizyon programında, beni suçlayan avukat Kerinçsiz'e "Çok heveslenmemesini, bu davadan herhangi bir ceza yemeyeceğimi, eğer ceza alırsam bu ülkeyi terk edeceğimi" dahi dile getirdim. Kendimden emindim, gerçekten yazımda Türklüğü aşağılamak gibi bir niyetim ve kastım -hiç ama hiç- yoktu. Dizi yazılarımın tamamını okuyanlar bunu çok net olarak anlayacaklardı.Nitekim işte, bilirkişi olarak tayin edilen İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden oluşan üç kişilik heyetin mahkemeye sunmuş olduğu rapor da bunun böyle olduğunu gösteriyordu. Endişelenmem için bir sebep yoktu, davanın şu ya da bu aşamasında muhakkak yanlıştan dönülecekti."Ya sabır" çeke çeke... Ama dönülmedi. Savcı, bilirkişi raporuna rağmen cezalandırılmamı istedi.Ardından da hakim altı ay mahkumiyetime karar verdi.Mahkumiyet haberini ilk duyduğumda, kendimi, dava süresi boyunca beslediğim ümitlerimin acı tazyiki altında buldum. Şaşkındım... Kırgınlığım ve isyanım had safhadaydı. "Bak şu karar bir çıksın, bir beraat edeyim, siz o zaman bu konuştuklarınıza, yazdıklarınıza nasıl pişman olacaksınız" diye dayanmıştım günlerce, aylarca.Davanın her celsesinde "Türkün kanı zehirlidir" dediğim dile getiriliyordu gazete haberlerinde, köşe yazılarında, televizyon programlarında. Her seferinde "Türk düşmanı" olarak biraz daha meşhur ediliyordum.Adliye koridorlarında üzerime saldırıyordu faşistler, ırkçı küfürlerle.Pankartlarla hakaretler yağdırıyorlardı. Yüzlerceyi bulan ve aylardır yağan telefon, email, mektup tehditleri her seferinde biraz daha artıyordu.Tüm bunlara "Ya sabır" çekip, beraat kararını bekleyerek dayanıyordum.Karar açıklandığında nasıl olsa gerçek ortaya çıkacak ve bu insanlar yaptıklarından utanacaklardı. Tek silahım samimiyetim Ama işte karar çıkmıştı ve tüm ümitlerim yıkılmıştı. Gayrı, bir insanın olabileceği en sıkıntılı konumdaydım.Hakim "Türk Milleti" adına karar vermişti ve benim "Türklüğü aşağıladığımı" hukuken tescillemişti.Her şeye dayanabilirdim ama buna dayanmam mümkün değildi.Benim anlayışımla, bir insanın birlikte yaşadığı insanları etnik ya da dinsel herhangi bir farklılığı nedeniyle aşağılaması ırkçılıktı ve bunun bağışlanır bir yanı olamazdı.İşte bu ruh haliyle, kapımda hazır bekleyen ve "Daha önce dile getirdiğim gibi ülkeyi terk edip etmeyeceğim"i teyit etmek isteyen basın ve medyadan arkadaşlara şu açıklamada bulundum:"Avukatlarıma danışacağım. Yargıtay'da temyize başvuracağım ve gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne de gideceğim. Bu süreçlerden herhangi birinden aklanamazsam ülkemi terk edeceğim. Çünkü böylesi bir suçla mahkum olmuş birinin benim kanaatimce aşağıladığı diğer yurttaşlarla birlikte yaşama hakkı yoktur."Bu sözleri dile getirirken yine her zamanki gibi duygusaldım. Tek silahım samimiyetimdi.Kara mizah Ama gelin görün ki beni Türkiye insanının gözünde yalnızlaştırmaya ve açık hedef haline getirmeye çalışan derin güç, bu açıklamama da bir kulp buldu ve bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan hakkımda dava açtı. Üstelik bu açıklamayı tüm basın ve medya vermişti ama onların gözüne batan ille de AGOS'takiydi. AGOS sorumluları ve ben, bu kez de yargıyı etkilemekten yargılanır olduk. "Kara mizah" dedikleri bu olsa gerek. Ben sanığım, bir sanıktan daha fazla kimin yargıyı etkileme hakkı olabilir ki?Ama bakın şu komikliğe ki sanık bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan yargılanıyor."Türk Devleti adına" İtiraf etmeliyim ki Türkiye'deki "Adalet sistemi"ne ve "Hukuk" kavramına olan güvenimi fazlasıyla yitirmiş durumdaydım.Nasıl yitirmeyeyim? Bu savcılar, bu hakimler üniversite okumuş, hukuk fakültelerini bitirmiş insanlar değiller mi? Okuduklarını anlayacak kapasitede olmaları gerekmiyor mu?Ama gelin görün ki, bu ülkenin Yargı'sı bir çok devlet adamının ve siyasetçinin de dile getirmekten çekinmediği gibi bağımsız değil.Yargı yurttaşın haklarını değil, Devlet'i koruyor.Yargı yurttaşın yanında değil, Devlet'in güdümünde.Nitekim şundan bütünüyle emindim ki, hakkımda verilen kararda da her ne kadar "Türk Milleti adına" deniyor olsa da, şu çok açık ki "Türk Milleti adına" değil, "Türk Devleti adına" verilmiş bir karardı bu. Dolayısıyla, avukatlarım Yargıtay'a başvuracaklardı, ama bana haddimi bildirmeye karar vermiş derin güçlerin orada da etkili olmayacaklarının garantisi neydi?Hem sonra zaten, Yargıtay'dan hep doğru kararlar mı çıkıyordu?Azınlık Vakıfları'nın mülklerini elllerinden alan haksız kararlara aynı Yargıtay imza atmamış mıydı?Başsavcının çabasına rağmen Nitekim işte başvuruda bulunduk da ne oldu?Yargıtay Başsavcısı tıpkı bilirkişi raporunda olduğu gibi suç unsuru bulunmadığını belirtti ve beraatimi istedi ama Yargıtay yine de beni suçlu buldu.Ben yazdığımdan ne kadar eminsem Yargıtay Başsavcısı da o kadar okuyup anladığından emindi ki, karara da itiraz etti ve davayı Genel Kurul'a taşıdı. Ama, ne diyeyim ki, bana haddimi bildirmeye soyunmuş olan ve muhtemelen de davamın her kademesinde bilemeyeceğim yöntemlerle varlığını hissettiren o büyük güç, işte yine perde arkasındaydı. Nitekim Genel Kurul'da da oy çokluğuyla benim Türklüğü aşağıladığım ilan edildi.Güvercin gibi Şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muradlarına erdiler. Daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin tesiriyle Hrant Dink'i artık "Türklüğü aşağılayan" biri olarak gören ve sayısı hiç de az olmayan önemli bir kesim oluşturdular. Bilgisayarımın güncesi ve hafızası bu kesimdeki yurttaşlar tarafından gönderilen öfke ve tehdit dolu satırlarla yüklü.(Bu mektuplardan birinin Bursa'dan postalandığını ve yakın tehlike arzetmesi açısından da hayli kaygı verici bulduğumu ve tehdit mektubunu Şişli Savcılığı'na teslim etmeme rağmen bugüne değin herhangi bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not düşeyim.)Bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı? Doğrusu bunu bilmem elbette mümkün değil. Benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence."Bu insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?" sorusu asıl beynimi kemiren.Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların "A bak, bu o Ermeni değil mi?" diye bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum. Ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime işkenceye.Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik.Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik. Tıpkı bir güvercin gibiyim...Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım.Başım onunki kadar hareketli... Ve anında dönecek denli de süratli.İşte size bedel Ne diyordu Dışişleri Bakanı Abdullah Gül? Ne diyordu Adalet Bakanı Cemil Çiçek?"Canım, 301'in bu kadar da abartılacak bir yanı yok. Mahkum olmuş hapse girmiş biri var mı?" Sanki bedel ödemek sadece hapse girmekmiş gibi...İşte size bedel... İşte size bedel...İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey Bakanlar..? Bilir misiniz..?Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz?"Ölüm-Kalım" dedikleri Kolay bir süreç değil yaşadıklarım... Ve ailece yaşadıklarımız.Ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu.Özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında...O noktada hep çaresiz kaldım."Ölüm-Kalım" dedikleri bu olsa gerek. Kendi irademin direnişçisi olabilirdim ama herhangi bir yakınımın yaşamını tehlike altına atmaya hakkım yoktu. Kendi kahramanım olabilirdim, ama bırakın yakınımı, herhangi bir başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik yapmak hakkına sahip olamazdım.İşte böylesi çaresiz zamanlarımda, ailemi, çocuklarımı toplayıp, onlara sığındım ve en büyük desteği de onlardan aldım. Bana güveniyorlardı. Ben nerede olursam onlar da orada olacaktı."Gidelim" dersem geleceklerdi, "Kalalım" dersem kalacaklardı.Kalmak ve direnmek İyi de, gidersek nereye gidecektik?Ermenistan'a mı? Peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi? Avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi.Şunun şurasında üç gün Batı'ya gitsem, dördüncü gün "Artık bitse de dönsem" diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım?Rahat bana batardı!"Kaynayan cehennemler" i bırakıp, "Hazır cennetler"e kaçmak her şeyden önce benim yapıma uygun değildi.Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık.Türkiye'de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye'de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi.Kalacaktık ve direnecektik.Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama... Tıpkı 1915'teki gibi çıkacaktık yola... Atalarımız gibi... Nereye gideceğimizi bilmeden... Yürüyerek yürüdükleri yollardan... Duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı... Öylesi bir serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. Ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere... Her neresiyse.Ürkek ve özgür Dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız. Yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla da nedenimiz var zaten.Şimdi artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvuruyorum.Bu dava kaç yıl sürer, bilemem.Bildiğim ve beni bir miktar rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava bitene kadar Türkiye'de yaşamaya devam edeceğim.Mahkemeden lehime bir karar çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç terk etmek zorunda kalmayacağım.Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak.Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım?Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım.Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce. (HD/TK)