Ara

beş kelime mürettebatlı tekne


Dede, evinin adresini tam çıkaramıyor; beş kelimeden fazlasını hatırlayamıyormuş. En güzeli aslında; beşten fazlasını hatırlayamıyorsan beşten azını akılda tutmak kuru kalabalıktır... Kelimeler beşten aşağı olursa adres tam tutmayacak, eve varamayacak. O da, artık ne kadar zaman olduysa, en son evden çıkarken hanımın arkasından seslendiğini hatırlıyor; sadece üç kelime: Çarliston biber al..! Dedenin hanımına cevabı hep aynı; ne de olsa beş kelimeden az: Ooooldu canım..!
Teknede herkesin tek adı var; dede, kendi adı da dahil hepsini hatırlasın diye kimse iki tane ad kullanmıyor... Malum, beş kelimeden fazlasını hatırlayamıyor... Hatta başlarda iki kişinin adı, dede ikisini de anımsasın diye, mahkemede değiştirilmiş, Hakkı olmuş(lar). Laf kalabalığına son verebilecek 'hastalık' tüm dünyayı kurtarabilir mi acaba?

beş kelime mürettebatlı tekne

istanbul, o; neoclassic


beklenti...




hayranı olduğunuz insana ulaşamamak ama ona en yakın kişinin belinden tutabilmek... O, Edward Said'in eşi Mariam Said...

Onsuzluk

Yaklaşık bir ay okulla hastane arasında mekik dokumuştum. Sabahları yanına, öğleyin ders ya da sınav için okula… Yüzünde her geçen gün farklı bir tebessüm görebilmek, her elini tutuşumda maskenin ardından “İyiyim, Allah bugünümü aratmasın” deyişini duyabilmek için son günlerde bilsen neler vermezdim. Odana doluşan her ziyaretçiyi ilk görüşünde sevinen, sonra tekrar içine kapanan halin son günlerde sıklaşıyordu. Artık odanın havası değil, sen daralıyordun sanki; yalnızlık kapına dayanmış, seni çağırıyordu, ziyaretçileri hem istiyor hem istemiyordun. Ara sıra rastlayan, evinden başka yerde rahat edemeyen huzursuzluklarından sanmıştım, meğer başka bir şeymiş… Hani elleri kırılasıcalar Danıştay çalışanlarını öldürmüşlerdi ya iki gün önce, çok fena olmuştum, aynı gece arkadaşlarla telefonlaşıp Kızılay’daki binanın önüne geldik, hani dayımın ilk çalıştığı bina… Ama ertesi gün yanına uğrarken orada ne olup bittiğini ilk kez anlatamayacaktım. Duyamamaya başlamıştın, gözlerin yeşille mavi arası değildi, yalnızlık uğruna onları benden de gizliyordun sanki. Artık bana da yoktun… Gülünce yüzüne dağılan kırışıklarını koskocaman aletler engelledi. Her geçen saat bizi umutsuzluğa, seni yalnızlığa yaklaştırdı. Ne hikmetse, son iki ayını beraber geçirdiğin, yıllar sonra ilk kez evini paylaştığın ve belki de bu yüzden ara sıra titizlendiğin Hatice Teyze’nin yanında çok rahatlıyordun. Sabahları evine dinlenmeye gitmesini bile tereddütlü gözlerle kabul ediyordun. Gecelerin onunla geçiyor, iyileştirmek için her yanını deşen teknoloji ve ilaçlar seni uyutmuyordu. Sabahları yeşil bir maske aramıza giriyor, kelimelerinin yarısını daha bana ulaşmadan çalıyordu. Yeşil maske önce kelimelerini yuttu, sonra gözlerinin rengini çaldı. Yemekler, konduğu gibi geri gider olmuş, çatallar tertemiz kalmıştı. Lanet hortumlardan beslenmeye başlamıştın. Ellerinin arasındaki oyukla bir iştahla tutmaya çalıştığın çatal bile senden uzaktı artık, sen kendinle baş başa…

Danıştay cenazesinde on binler Kızılay’da yürüdü ama sana anlatamadım. Anlatsam yine o güzel tepkilerinden birini “Vuyşş” ya da “Bah sen..!” diye verecektin ama artık o kadar kısa cümleler bile kuramıyorduk. Ecevit caminin avlusunda yanımızdan geçti, rengi soluk ve bitkindi… Bir zamanlar ‘büyük sevdiğim’ bir kız vardı ya, ona aynı akşam “Ecevit fazla yaşamaz” demiştim, meğer camide kanama geçirmeye başlamış. Çok geçmedi, annem telefon etti, durumun dönüşü olmayan bir noktada olduğunu anladım, ümitsizce dayımla yanına vardık. Dayım odadan çıkarken adımlarım geri geri gitmeye başlamıştı. Onu ilk kez hüngür hüngür ağlarken görüyordum. Bitmişti, kocaman bir son…

Oda karanlıktı, boğazına kadar takılan aletlerden yüzünü seçemiyordum. Annem başında Yasin’e başlamış, Hatice Teyze parmakları ağzında Kur’an okumayı bile bırakmıştı… Yapacak bir şeyimin olmaması ve çaresizce eve dönmem ne kadar acı, bir bilsen… Her telefona hazırlıklı olmak ama konduramamak, inanmak istememek…

Sabah 6.30… Dayımın hıçkırıklarıyla uyandım. Allah’ım, o nasıl bir ağlama..! Neredeyse 15 dakika evin içinde birbirimize görünmemek için başka başka odalara girip çıktık. Bana söylemiyor, ikide bir banyoya girip yüzünü yıkıyordu. Gözyaşının suyla imtihanı… Burcu Abla’yı aradı ve sırtı bana dönük ağlayarak konuştu; artık yokmuşsun… Kısa fakat koskocaman bir ‘yok’… Boğazıma atılmış bir yumruk ve durduğum yere mıhlanışım… Kendimi iki gündür hazırladığım yokluğun, ağlayamayışıma takılmıştı. Kaldım, sade ve öyle kaldım…

Morga gizlice girişim ve son yıkanışın, sarılman dün gibi aklımda. Dayımın son kez görme feryadı, yüzünü açmaları, elini öpüşü… İlk kez buz gibiydi ellerin ama gözlerin uzun süreden sonra yine yeşille mavi arası, boncuk boncuk… Görevli hanımın “O asıl şimdi çok rahat, hiç merak etmeyin” deyişine yaslanarak dik durmaya çalışan duygularımız…

Caminin avlusunu dolduran sevenlerinin yakasında resmin… Hiçbiri seni unutmayacakmış gibi sıralanmış öylece… Merak ettiğin tüm arkadaşlarım yanımda. Yatağına gidiyoruz… Mezarlıklar diriler içindir, derler, hakikaten doğru… Şehirden uzaklaştırılmış, ev bahçelerinden koparılmış, hayatın temposuyla seni de sınırlarının dışına koymuş bir torununum, affet… Defin işlemlerinin ticarete döndüğü, dirilerin daha rahat ulaşımı olabilecek bir yer için araya torpil soktuğu mermerden yataklar… Sizin için değil, inan, kendilerinin arada bir rahat ulaşabilmesi için…

Neyse, keyfini kaçırmayayım, sana biraz da bizden bahsedeyim… Kaan ile Mert çok büyüdüler bi görsen… Haftada bir Gülşen Teyze’ye gelip gitmeye devam ediyor. Mert, haber sunucusu gibi olmuş, hiç susmuyormuş. Belki de en güzel haber bir torununun daha çocuğunun olması… Eda geldi, daha bir ay olmadı, bu kadar şirin bir bebek olamaz… Tam reklâmlar çıkınca “Hele onun ayaklarına bak, ciğerine sokasın gelir!” diyeceğin şirinlikte. Pek anlamam ama herkes Türker Ağabey’e çok benzediğini söylüyor… Dayımın sağılığı yerinde… Evde her şey yolunda, arada bir didişiyorlar, o kadar… Orhan Amca küçük bir sağlık sorunu yaşadı ama şimdi iyi. Söylemeyecektim ama özür dilerim, belki de onu her gün görüyorsundur, Kemal Amca bizden ayrıldı. Yoğun çalışıyorum, bir yandan okula gidip geliyorum. Saçlarım iyiden iyiye döküldü; sevineceksin belki, kilo aldım, ama göz numaram büyüdü. Nedenini anlayamıyorum ama pek bir suskunlaştım. Henüz belli değil ama aralıkta askere gidebilirim.

Böyle işte… Herkes farklı bir yolda ama herkes senin yokluğunda kesişiyor. Yerin çok belli… Sensiz geçen ilk bayramda evdeki koltuk boş kaldı, misafirin gelişini elleri kucağında bekleyen halin hep gözümüzün önünde… Annem her fırsatta yanına uğruyor, belki bu gece bana ne konuştuğunuzu anlatırsın. Ben bekleyeceğim, umarım gelirsin…

İyi uykular anneannemmm…
Hukukun
Militerleştirilmesi


Okay Bensoy[1]

Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde, katı (bir anlamda hardcore) ve vesayetçi, ‘Gerekirse bu ülkeye komünizmi de biz getiririz’ şiarıyla özetlenebilecek pedantist Kemalist cumhuriyetçilikle, “Çoğunluk bende, istediğimi yaparım!” tarzı Menderesçi popülizmin farklı bir düzlemde yeniden dirilişine tanık oluyoruz. Bir yanda 3 Kasım seçimlerindeki toplam seçmenin %25’ini, genel oy oranının %34’ünü alarak %66’lık bir adaletsiz temsil sistemini beraberinde getirdiğini savunan, ama CHP’nin de aynı kremalı pastadan beslendiği gerçeğini göz ardı eden kesim; diğer yanda demokrasiyi “Yaptım, oldu; millet her şeyin tecellisidir!” gözlüğünden okuyan, demokrasiyi yolunmuş tavukla karikatürize ettiren cenah… İşte bu iki ana akım, şimdi cumhurbaşkanlığı seçiminde kozlarını paylaşacak. Erdoğan, dört yıllık maratonunda “demokrasiyi çoğunluğun tahakkümüne dönüştürmeme” kuralını davranışlarıyla defalarca ihlal etti. Hem üslubuyla, hem de icraatlarıyla…

’80 Darbesi’nin ‘otomatik cumhurpaşa’sı Evren’in başını çektiği ve geçenlerde Genç Bakış programında “ ’Anayasaya keşke cumhurbaşkanını halk seçer’ ifadesini koydurtsaymışım” diye içerlediği, “devleti millete karşı” koruyan ve yasamanın cumhurbaşkanlığı seçimindeki “uzlaşmaz” tutumuna set çeken ’82 Anayasası, tüm facialarına ve yamalı bohçaya dönüşen haline rağmen, çok ciddi evrimler geçirerek bugününe geldi. Aslında Evren’in alıntıladığım konuşması, ihtilalin ve sonrasındaki kurucu iktidarın ne kadar ‘çoğulcu’, güçler ayrılığı ilkesine göre işlediği iddia edilen bir parlamenter sistemde yürütmeden ne derecede ‘özerk’ olduğu konusunda bize şifreler verebilir, cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili tartışmanın sadece bir mevzuat tartışması olmadığına, Türkiye’nin siyasal hayatının ana damarlarından ‘pedantizm- popülizm’, ‘vesayetçi- demokrat” ayrışmalarına da ışık tutabilir. Sorun, kanımca, hukuk koridorlarında dolaşmaktan çok, Türk siyasal hayatında Kemalizm’in birçok halinden sadece birini oluşturan ve bu yazıda odaklanacağım pedantist seçkinleri donatan ideolojik formasyonla, Kemalizm’in milli egemenlik anlayışını cumhuriyetçilik ilkesiyle birleştiren ana damarlardaki değişimle anlaşılabilir. Öyle olduğu takdirde, Sabih Kanadoğlu’nun gerek Ceviz Kabuğu’na aylar önce verdiği demeç, gerekse Alaturka Demokrasi kitabındaki mahkeme kararlarına ilişkin yorumları bir değer kazanabilir. Aksi halde hukukun, anayasanın ilgili maddeleri bulutlara asılı kalabilir.
Buz dağının görünen kısmından başlarsak;
1982 Anayasası m. 102/ 1, “Meclis, cumhurbaşkanını üçte iki çoğunlukla seçer” ifadesini kullanırken, bu ifade, ilk aşamada ‘toplantı yeter sayısı’nın üye tamsayısının üçte ikisi olduğu biçiminde anlaşılabilir. Ne var ki, aynı anayasada yer alan m. 102/ 3'ten bunun bir toplantı yeter sayısı değil, ‘seçilme yeter sayısı’ olduğu sonucu çıkarılabilir: “…oylamaların ilk ikisinde üye tamsayısının üçte iki çoğunluk oyu sağlanamazsa…” Dolayısıyla, ilk fıkrada bahsi geçen meclisin ‘seçme iradesi’, iradenin hazırlığı olarak gösterilen toplantı yeter sayısı değil, seçilme yeter sayısıdır. Ancak ’82 Anayasası’nın şahsına münhasır düzenlemesi olan en fazla dört turlu seçim ilkesi, yasamanın işleyişini hızlandırmak ve yürütme organını bir an evvel tesis ettirmek için geliştirilmiş bir ‘ara’ formüldür. İlk iki turda aranan üye tamsayısının üçte iki (aritmetik hesaba göre 367) oy oranının adaylardan herhangi birisi tarafından sağlanamaması halinde geçilecek üçüncü turda, üye tamsayısının salt çoğunluğunun (276) oluru aranacaktır. Dördüncü tur ise, ilk üç turda cumhurbaşkanını seçememiş olan meclisi iyice sıkıştırır ve artık yeni bir meclisin seçimine dek zorlar. Bu sayede 1982 Anayasası, yürütmenin kuruluşu adına yasamanın iradesini arkadan ittirmeye, onu dolaylı yoldan bir mutabakata yükümlendirir. Zira dördüncü tur oylamaya kalan bir yasama organı, kendi içinde yürütmenin başını seçemediği için, devletin süreklilik ilkesini (1982 Anayasası m. 102/ 4 hükmüne rağmen) zedeleyebileceği gerekçesiyle kendine içkin olan varlığını tehlikeye sokar. Bu yüzden dördüncü tur oylama, üçüncü turda en çok oyu almış iki adaydan birinin salt çoğunluk oyunu (276) sağlamasını hedefler (1982 Anayasası m. 102/ 3). Hatırlanacağı gibi, 1961 Anayasası’na göre seçime giden ’80 İhtilali öncesindeki son meclis, cumhurbaşkanı seçimi konusunda ihtilafa düşmüş ve asker, darbenin gerekçelerinden birisini meclisin kendi işleyişini sağlayamamasına bağlamıştır. 1961 Anayasası’ndaki ikili meclis yapısına uygun m. 86/ 2, her meclisin toplantı yeter sayısı için üye tamsayısının salt çoğunluğunu, karar yeter sayısı için ise toplantıya katılanların salt çoğunluğunun oyunu alması gerektiğini belirtmiştir. Yine 1961 Anayasası m. 95/1, seçilme yeterliliği için ilk iki oylamada üçte iki oy çoğunluğunun sağlanamaması halinde, ulaşılana kadar salt çoğunluk oyunu aramaktaydı. 1982 Anayasası, tam da bu nedenden ötürü, dört turluk maratonun ardından meclisten mutlak surette yeni bir cumhurbaşkanı çıkartmasını beklemiştir. Aksi halde meclisin kendisini feshettiği kabul edilecektir. Varolan meclis, yasama ilkesini tam işletemediği için, yürütme dolayımıyla kendisini boğazlamış sayılır. Bu anlamda hukuk, Leviathan yüzlü hemşirenin ‘sus’ işareti yapan parmağıdır. Hukuk, “güçlü devlet” özlemini tatmin eder şekilde donatılır:

Devletin sürekliliği, yasamanın Leviathan’ıdır.

1982 Anayasası’nın meclisin toplantı ve karar yeter sayısını genel hüküm olarak düzenleyen ilgili 96/1 hükmü uyarınca, “Anayasada, başkaca bir hüküm yoksa, TBMM üye tamsayısının en az üçte biri (184) ile toplanır ve toplantıya katılanların salt çoğunluğuyla karar verir; ancak karar yeter sayısı hiçbir şekilde üye tamsayısının dörtte birinin bir fazlasından az olamaz (138).” Görüldüğü üzere, genel hüküm olan toplantı yeter sayısı 184’ü işaret etse de, ilgili fıkranın “başkaca bir hüküm yoksa” ibaresi, bizi m. 102’nin ilgili bölümlerine yollamaktadır. Cumhurbaşkanlığı seçiminde özel bir toplantı yeter sayısı öngörmeyen m. 102, cumhurbaşkanlığı seçim yeterliliğini dört tur içinde 367 ile 276 sayıları arasında göstermiş, fakat toplantı yeter sayısının 184’ten fazla olması gerektiğini belirtmemiştir. Bir varsayımdan yola çıkarsak; meclis, 184 üyeyle meclis salonunda hazır bulunsa dahi oturum başlatılabilecek, ancak ilk iki tur için gerekli olan üye tam sayısının üçte iki çoğunluğu oranına ulaşılamayacağı için seçim sonuçlanamayacaktır. Fakat üçüncü turdan itibaren üye tam sayısının salt çoğunluğunun oyunun (276) devreye girmesi yeteceği için, AK Parti’nin bu seçimde kendisine yakın bir adayı meclisteki diğer partilerle bir uzlaşı sağlamasa bile seçmesi mümkün olacaktır. Anayasanın 102. maddesinde belirtilen seçilme yeterliliği sayı ve oranları, 96. maddede düzenlenen hükümlerden farklı bir oylama düzeneğinin cumhurbaşkanlığı seçiminde işleyeceğini anlatmaktadır, ancak toplantı yeter sayısında değişikliğe gitmemiştir. O yüzden, genel hüküm olan m. 96/ 1 ile “başkaca bir hüküm” olan m. 102’nin arasında bir çelişki yoktur. Mevcut anayasa, cumhurbaşkanlığı seçimini, yasama organının bir görevi olarak sayarken, daha fazla mutabakat gereği onu “başkaca bir hüküm”le düzenlemiştir. Toplantı yeter sayısıyla cumhurbaşkanlığı seçim yeter sayısı arasındaki fark; “başkaca bir hüküm yoksa” ibaresinin, yasakoyucu için ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Meclis içtüzüğü ise, anayasa hukukunun temel ilkelerinden olan normlar hiyerarşisi gereği, anayasada açıkça düzenlenmemiş genel, açık, kurucu bir hükmün yasa, tüzük ve yönetmeliklerle düzenlenemeyeceği açılımıyla beraber düşünülebilir. Buna göre, meclisin cumhurbaşkanlığı seçimindeki toplantı yeter sayısının m. 102’de açıkça düzenlenmediği bir hükmünün içtüzükteki hükümler uyarınca (İçtüzük, m. 121/ 1 ve 146, zaten böylesi bir normlar hiyerarşisine aykırılık taşımıyor[2]) işletilmesi ve Kanadoğlu’nun meclis içtüzüğüne bu biçimde başvuran yorumu, normlar hiyerarşisine, anayasanın 2. maddesinde düzenlenen ‘hukuk devleti’ ilkesine aykırıdır.

Tüm bu ‘sıkıcı’ ve kerameti kendinden menkul mevzuat tartışmasından sonra, sorunun pedantist cumhuriyetçi kesimler tarafından “hukukun militerleştirilmesi”ne dönüştürülen, Başbakan Erdoğan’ın ya da başka bir AK Parti (li) yakınının seçilmemesi adına meclisi ‘toplanmamaya’, eylemsiz kalmaya teşvik eden, kurucu iktidardan yıkıcı iktidara, yıkıcılığın kuruculuğuna, sine-i milleti hukuk feneriyle arayan gidişata yönelik yorumumu Kemalist milli egemenlik düşüncesinin cumhuriyetçilikle bezenmiş kurucu iktidar algısıyla açıklamak isterim.

Cumhuriyetçilik, çok geniş bir anlam yelpazesine, farklı tarihsel kodlara, yorumlara açık bir kavram olsa da, farklı cumhuriyetçilik türlerini en azından “genel iradeyi temsil etme” ve “tartışmalı çoğulculuk” başlıkları etrafında toplayabiliriz. Tartışmalı çoğulculuk ve egemenliğin (kaynağını hangi auctoritas’tan alırsa alsın) genel irade etrafında temsili fikri, ortak iyiye ulaşmada cumhuriyetçi erdemin topluma dönük yüzünü oluşturur. Birbirinden ayrılamayacak bu iki ilke, iktidarın kaynağıyla (auctoritas) onun ilkesini kaynaktan kopmadığı müddetçe elinde tutar ve kullanır (potestas), sınırlarını genelde potestas’ın çizeceği tartışma ortamı içinde birbirlerini yeniden üretir, besler ve egemenliğin temsil edildiği çatı altında ‘ilke’yi, bir ve bölünmez olanı yansıtabilecek biçimde ‘hayata geçirir’. “İlkenin temsil ed(il)mesi” hususu kendi içinde bir sancı taşısa da bu sancının hafifletilmesinde çoğulcu tartışmacılık ilkesinin gücü, genel iradenin potestas’ısıyla orantılıdır. Kurucu iradenin auctoritas’ını olağanüstü dönemlerde ‘millet egemenliği’nden ziyade ‘şartların egemenliği’nden aldığı 1921 Anayasası’nın ilk hali -cumhuriyetçi erdemin kurumsallaşması açısından güçler ayrılığı ilkesini ve diktatoryal yönünü hesaba katarsak- bize sağlıklı yanıt veremeyebilir. Savaş sonrası meclisinin rüşeym halindeki cumhuriyetçi düşüncelerinde ise ana görüşün Teşkilat- ı Esasiye’yi değiştirirken, meclis içinde belli oranda bir tartışmacılık kültürü kurmaktan yana olduğu söylenebilir. Her fırsatta egemenliğin kaynağını “Allah-millet”, temsilcisini “saltanat ve hilafet- meclis” ikilikleriyle çözümleyen bu tartışmada kurucu mit, ‘bir’lik ve bölünmezlik üzerine inşa edilen bir milli (genel) irade, onun temsilcisi ise meclistir. Kurucu mitin meclisin kurucu iradesiyle bu kadar sıkı sıkıya bağlandığı, teoride meclisin her şey içinde, pratikte her şeyin meclis içinde eritileceği ve meclisin kader saptayıcısı olarak görüldüğü bu cumhuriyetçi ilke, pozitivist “düzen ve ilerleme” düsturunu “vatanını en çok seven, görevini en iyi yapandır” cümlesindeki ödevli yurttaşla birleştiriyor, davaya sahip çıkmayan ve ödev yüklenmeyen kara kalabalıkları dışarıda bırakıyordu. Meclis, yasa yapım süreciyle hem kurucu iradesini ortaya koyuyor, hem de “düzen ve ilerleme” adına vatandaşın ödevlerini saptıyordu. Etik ve politik manada türdeşleştirdiği, kurduğu özneyi yeni cumhuriyetin tüm kural ve kurumlarının taşıyıcısı olarak görmek istediği için, ona makro bir birey kimliği aşılamaya çalışıyordu.

Kemalizm’in modern dönemin cumhuriyetçilikle eklemlenen yönü ve kendine özgü yanlarını da içinde barındırarak ilerleyen, yasama organını saltanata ve hilafete karşı yücelten, orduyu ilke düzeyinde de olsa siyasetten uzaklaştırmaya dönük ilk dönemki tavrı, bugün ’82 Anayasası ile beraber sembolik konumundan sıyrılıp yürütmede çok daha aktif rol alan cumhurbaşkanlığı makamıyla ciddi bir kabuk değişikliğine evrilmekte. Öyle ki, bu süreç ’80 İhtilali’nin ardından gelen antidemokratik anayasanın demokratikleştirilmesi adımlarının ötesine geçiyor, ’82 Anayasası ile gündeme oturan yürütmenin başının en çok dört tur sonucunda seçilmesi kuralı, kurucu iradenin kendisini feshetmesine giden sürece de damgasını vuruyor. Ancak cumhurbaşkanlığı tartışmalarını belirleyen “halk seçsin” ya da “5+5 formülü uygulansın” önerileri dışındaki bir diğer süreci de cumhuriyetçi Kemalist milli egemenlik fikrinin yansıması olan meclisin kurucu irade üretememesi karşısında kendisini yıkıcılığa yöneltmesi haliyle yaşıyoruz. Meclis iradesinin biricikleştirildiği, bu biricikliğe direnen olası güçlerin (devlet içi ya da sivil) anayasa ilkeleri tarafından törpülendiği, bazı durumlarda emildiği bir dönemde, tüm aykırı seslere karşı çıkacak baskın sesin meclis koridorundan yankılanması ilkesinden, konuyu yavaş yavaş hukukun koridorlarına taşıyan ve meclisin iradesi sonucu ortaya çıkan anayasa ilkelerini ancak hukukun 'cevaz verdiği' sınırlar içinde selamlayan, 'kendiliğinden pozitivist' yorumuyla meşrulaştıran bir yeni siyaset anlayışından bahsetmek istiyorum. İşte bu anlayış ki, iradenin kuruculuğunu meclis çatısı altında gören, onu cumhurbaşkanlığı seçiminin halka “yaptırılması” halinde, kuruculuğu olası popülizmin kollarına terk edeceği huzursuzluğunu yaşayan geleneksel tavrından bile uzaklaşıyor, cumhuriyetçi erdemi meclisin iradesiyle pekiştiren yönünden yine ama bu sefer hukuk yoluyla geri adım atmaya çabalıyor. Tartışmanın ’82 Anayasası’nın ilk halinden ayrılan yanı ise şudur: ‘82’deki amaç, 'hukuk'u yürütmenin (özellikle de cumhurbaşkanının ve ordunun) merkezinde toplayıp yasamaya bu dolayımıyla aktarmakken; bugün yasmanın kendi iradesini de kesintiye uğratacak biçimde, yine “devletin güçlülüğü”nü sağlamak adına, ancak yasama sürecinin dışından onu belirleyen çıplak hukuk eliyle yasamayı kullanmaktır..

Bu, vesayetçi cumhuriyetçiliğin (bu özelliğiyle birleştirilirse anlam kazanabilecek pedantist tavrının) kurumların dirliği ve birliği ilkesinin devleti ayakta tutacağına, topluma “yön” vereceğine inanan duruşundan sapma halidir, çelişkisidir. İradenin kuruculuğunu devletin temeline oturtan fikir, kurucu iradenin belli süreliğine yıkılışı suretiyle yıkıcı iktidarın kuruculuğuna sapma heveslisi gibi duruyor. 1921’den bu yana anayasalarda yer alan ('61 Anayasası'nın dengeyi meclisten ayrı düşünmeden özerk kurumlar arasında dağıtan, '82 Anayasası'nın ise yürütme dolayımıyla meclise yetki 'tanıyan' halini de göz önünde tutarak), temsilcilerin (askeri rejimin ve güçler birliğinin üst seviyede hissedildiği dönemlerde bu 'temsilciler' mebuslarla sınırlı kalmamıştı) mümkün olduğunca tek çatı olan meclis altında söz söylemesini savunan anlayışını esneten bu hukuk yorumu, devamında kendine has, yeni bir kurucu irade yaratmadığı, sivil inisiyatifi devreye sokmak ve hukuki pozitivizmden sıyrılmak yerine yıktığıyla beslendiği için, “düzen ve ilerleme” düsturuna en azından parlamento düzeyinde ket vuran, yıkıcılığın kuruculuğuna tutunan, fakat bunu tabandan getirmeyen yeni bir siyaset halinden söz edebiliriz: Hukukun Militerleştirilmesi.

Yukarıda bahsi geçen erken cumhuriyet dönemi meclisinin 'çoğulculuğu' kendi sınırlarında tanımlayarak tartışmacı bir geleneğe açılan, bu tartışmacılığını milli iradenin bir potestas’ı olarak “kendinde görerek” yasama işlevini “ilerleme ve düzen, ödevlendirilmiş özne” ile perçinleyen yönü iyiden iyiye kan kaybediyor. Kuruculuk, bu manada geriledikçe, bugüne dek sorunun üretimini ve çözümünü, çoğulculuğun sınırını ve ödevin yönünü kendisi belirleyen, hukuksal bir pozitivizmle meşruluk sorununu meclis içinde aşan pedantist Kemalist milli egemenlik anlayışı, siyaseti çıplak hukukla ikame ederek cumhurbaşkanlığı seçiminin sonucunu tarihi çizgisi olan kurucu iradenin kanalları içinden değil, meclis iradesinin dışından, salt ve çıplak hukuk koridorundan aramaya yelteniyor. Halbuki, kurucu iradesini toplanmamak suretiyle eylemsiz kalmakla takas eden bir meclis, millet egemenliği ilkesini hem kuramsal hem de pratik manada sekteye uğratacak, ‘devletin sürekliliği’ni ön planda tutan, bu ilkeyi “tartışmalı çoğulculuk” ve “toplumun genel iradesi”yle besleyen cumhuriyetçi paradigma, tarihi tutumuyla çelişecektir. Zira tartışmalı çoğulculuk, Kemalist cumhuriyet modelinin bir erdemi ve millet egemenliğinin temsil mekanizması meclis çatısı ise, bu egemenliğin kırılması, potestas’ın hukukla ikame edilmesini, genel iradeye dayanan auctoritas’ın altını dolduracak bir millet iradesinden yoksunluğu beraberinde getirecektir.

Yine bir dönemler arası karşılaştırmaya giderek, Mustafa Kemal’in Rauf Bey'i (Orbay) rejimin adı ve iktidarın auctoritas’ı ile potestas’ını içerecek biçimde, cumhurbaşkanlığı makamının niteliği konusunda isteksiz olduğu gerekçesiyle eleştirdiği Nutuk’ta bahsi geçen bölümü “Allah”la “cumhurbaşkanı” sözcüklerinin yerlerine sırasıyla “Gazi Mustafa Kemal”i ve “Tayyip Erdoğan”ı koyarak yeniden okumayı öneriyorum:

“…İşte cumhuriyetin ilanı üzerine Rauf Bey’i ve kendisi gibi düşünenleri telaşa düşüren hakiki sebep, devlet başkanlığı makamına cumhurbaşkanının geçmiş olmasıdır. Gerçek şu ki, ‘Cumhurbaşkanı, devletin başkanıdır’ dendikten sonra, halifeye verilecek yetkiyi sağlamakla uğraşan ve onun iltifatını Allah’ın lütfu saymakla memnun olanların hayal kırıklığına uğramaktan üzüntü ve kaygı duymalarını tabii görmek lazımdır.” [3]

Bu sayede yakın zamanda dile getirilen “Çankaya, Atatürk’ün makamıdır; oraya ancak ona layık insanlar çıkabilir” yargısının Kemalizm’in bir yüzünün Atatürk’ü rejimin hem auctoritas’ı hem de ebedi potestas’ı haline getirdiğini, onu nasıl bir ilahlaştırmaya doğru sürüklediğini, bu sürüklemenin “başkasını” istememek adına hukuk yoluyla meşru kılınmaya çalışıldığını düşünüyorum.

Bu yazı yazıldığı sırada muhalefetin ve konuyla ilgilenen biz yurttaşların siyasetle hukukun becayişine ne derecede göz yumduğumuz/ yumacağımız, CHP’nin kurucu iradeyi meclis içinde gören tarihsel tutumunu ne kadar zedeleyeceği/ onaracağı hususları henüz netlik kazanmamıştı. Tartışmamızın özneleri çok net değildi ama tavırların içi sessizce dolduruluyordu. Yine de Baykal’ın “Konuyu incelemekteyiz” açıklamasının, mücadelenin hukuka indirgenmesi, bu manada hukuktan medet umulması, cumhuriyetçilikle eklemlenen, auctoritas’ı çıplak hukukta değil, genel iradede; potestas’ı ise mecliste gören bir erken dönem Kemalist milli egemenlik kavrayışının esnetilmesi bağlamında sorgulanmaya değer olduğunu düşünüyorum.

Erdoğansız bir cumhurbaşkanlığı makamı, üslup ve kurumlararası denge açısından sakinleşecekse de, Erdoğan’ı Çankaya’ya çıkartmama adına atılan adımların en az onun kadar Çankaya’nın itibarını düşüreceğini sanıyorum. Demokrasi bir katılımsa, katılmamanın fetişleştirilmesi bu aşamada tüm kanalları tıkayabilir. Erdoğan’a gösterilecek sessiz tepki, ancak sessizlikle sonuçlanır. Zira bu eyleme girişecek kopkoyu (hardcore) Kemalist, vesayetçi demokrat kadro, hareketini bir sivil inisiyatiften getirmemekte, hukuk koridorlarında yalnız başına dolaşmaktadır. Tüm bu anlatımlardan sonra ortada çok net bir gerçek duruyor: '80 Darbesi'nin merkezine oturan militer güç, anayasanın kendisine de bu militer ruhu aşılayabilmişti. Bu ruh, darbenin gerekçelerinden birisini meclisin cumhurbaşkanı seçimindeki pasifliğine bağlamış ve meclisi bir an evvel iradesini ortaya koymaya zorlamıştı. Sonuçta bu militer ruh, cumhurbaşkanını en fazla dört turda seçtirerek yasama organından bir pozitif edim beklerken, bir yandan da yürütmenin görev alanını yasama aleyhine genişletmişti. Yani '82 Anayasası'nın bir yüzü de yasamayı yürütmeyi derhal oluşturma yönünde iteklemekti. Bugün cumhurbaşkanlığı tartışmasıyla (atışmasıyla) gelinen noktada ise, '82 Anayasası'nın ilk haline bile rahmet okutacak biçimde, yasamanın irade koyma sürecini toplanmamak suretiyle engelleme fikri var. '82'de yasakoyucuya 'seçtirmek' üzere baskı yapılırken, bugün 'seçtirmemek' üzere kendiliğinden bir hukuksal pozitivizm örneği sergileniyor. Bu pozitivist mantık, kendisini yasa maddesiyle meşru kılmaya çalışırken, hukuku bükerken, kurucu irade mitini kurucu iktidarla birleştiren organ olan meclisi devre dışı bırakıyor ve sınırını erken dönemde cumhuriyetçilerin belirlediği oranda oluşan çoğulcu tartışmacı ortamın önünü kesiyor. Yine bu anlamda, cumhuriyetçi genel iradeyi mecliste belirlemeye çalışan geleneğin '61 Anayasası ile yaptığı gibi, gücü farklı özerk kurumlar arasında dağıtması kuralı dahi meclis ile sosyal devlete dayalı düzen ve uyum ilkesi etrafında yürümüştü. '80 Darbesi'nin militer ruhunun dokuduğu '82 Anayasası, bu kurumlararası dengeyi, eski kavramsallaştırmayla devletçi muhafazakarların, yeni adıyla bazı ulusalcıların beğeneceği ölçüde yürütme lehine kaydırdı, ancak bunu yaparken de meclisi işleyiş şartlarından kopartmadan, yürütmenin temel gıdası olan cumhurbaşkanlığı makamını ona 'derhal' seçtirerek yoluna devam etti. 'Derhallik'le birleşen 'devletin sürekliliği' ilkesi, yasamayı iradesini yürütme dolayımıyla da olsa ortaya koymaktan geri bırakmadı. Ne var ki, son seçim tartışmalarında beliren fikir, yasamanın cumhuriyetçi gelenekteki temel çizgisine aykırı yönde işlemekte, milli iradenin temsilcisi olduğunu iddia eden meclis, kendi ürünü olan kanun tarafından boğazlanarak iradesini yıkmaya zorlanmakta... Bu tavır, hukukun 'düzen' yaratan ve meşruluk kurmak üzerine işleyen mantığını meclis iradesinden soyutlamakta, hukuku sivri, çıplak ve çarpık biçimde tartışmanın odağına yerleştirmektedir.



[1] AÜSBF, okaybensoy@yahoo.com
Yazımın üzerindeki tüm siyah noktaları üşenmeden, sabırla temizleyen Sayın Tanıl Bora’ya teşekkürler…
[2] Meclisin üye tamsayısının üçte bir çoğunluğunu sağladığına kanaat getirilerek seçime gitmesi durumunda içtüzüğün 121 ve 146. maddelerinin ihlal edildiği gerekçesiyle itiraz edilmesi, Sevinç’e göre ‘eylemli içtüzük değişikliği’ kapsamında değerlendirilemez (SEVİNÇ, Murat, “Hüzün Veren ‘Anayasa’ Tartışması”, Radikal2, 07.01.2007).
[3] (Vurgular bana ait) ATATÜRK, M. Kemal (1975), Nutuk, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, C. 2, s. 451- 52.




Hukukun Muhtırası mı,
Muhtıranın Hukuku mu?


Hatıra ve muhtıra… Bu iki sözcük Türkiye’nin siyasi hayatındaki çekişmeli yerlerini koruyor. Muhtıralar bizde hatıra olarak kalmayacak kadar tazeliğini koruyor. Muhtıra ve ilerleyen aşamasındaki darbe, yakın zamana kadar yapılan tartışmalarda son 50 yılın her 10 yılında bir beklenen, bir anlamda sıradanlaşmış terimlerdi. Birçok araştırmacı, AB reformlarının ve genel istikrar havasının sürdüğü bir dönemde 2000’lerin artık müdahalelerden uzak bir yöne doğru evrildiğini, Türkiye siyasetinin sivilleştiğini belirtiyorlardı. Muhtıra, bir anlamda postmoderniteyle özdeşleştiriliyordu. 28 Şubat’ın teri soğumadan, on yıl sonra yeni bir muhtırayla yataklarımıza giriverdik. Zamanlaması ve dilinin ağırlığı, adresi çok iyi belirlenmiş, adeta ‘muhtıra böyle verilir’ dedirten askeri kanatla hükümet, rejim kavşağında kafa kafaya çarpıştılar.

CHP’nin siyaseti hukukla çevreleyerek siyasete ‘çeki düzen verme’ kaygısı, 367’nin bulunamaması gerekçesiyle mahkemede noktalandı. Anayasa Mahkemesi, dur durak bilmeyen, uzlaşmaz AK Parti ile sivil siyasete bir kez daha ürkek gözlerle bakan CHP’nin argümanları arasında tercih yapma noktasına itildi. Ne yazık ki, genelkurmay kavşağından yolun karşısındaki meclise ve oradan başbakanlığa doğru yönelen muhtıra, zaten var olan bir denklemi tekrarladı:

Ordu+CHP+Anayasa Mahkemesi= siyasetsiz siyaset ve hukukun militerleştirilmesi

Mahkemenin verdiği kararı hukuki değil, bu denklemden dolayı siyasi bulduğum için, bir önceki yazımda yaptığım ayrıntılı anayasa tahlilini burada yap(a)mayacağım. Siyasi gördüğüm mahkeme kararını hukuki yönden eleştirmenin anlamı olmayacağını düşünüyorum. Yazık ki, Türkiye siyaseti kurumların egemenliği altında bir kez daha sivilleşemedi. Hukuk, kendi koridorundan çıkarttığı bir kararla siyaseti boğdu; asıl muhtırayı ordu değil, mahkeme verdi.
Ankara’da 14 Nisan’da “Ordu, hayırlıdır” diye başını sallayan da “Hayırdır ordu!” diye şaşıran da “Orduya hayır!” diye bağıran da vardı. Şimdi, Ankara ve İstanbul’da hükümetin dışında orduya da ‘hayır!’ diyebilen binlerce insanın ordu-CHP-mahkeme ittifakının neresinde bulunmak istediklerini merak ediyorum. Kurumların dişlileri arasına sıkışan bir sivil girişimin, bu organizasyona toptan karşı çıkan sol ve sağ örgütler önünde nasıl tavır takınacağını merak ediyorum. Bu yazıyı Ankara mitingine bayraksız ve slogansız destek vermiş bir yurttaş olarak yazmamın bir nedeni de budur. Acaba, ordunun müdahalesine hayır diyebilmek, rejimin sivilleşebilmesi için yeterli bir adım mıdır? CHP’nin mahkemeye başvurusuyla başlayan, aynı gece ordunun muhtırasıyla ardı gelen, mahkemenin hukukuyla taçlanan zincirin yarattığı yeni rejim, demokrasiyle ve sivil siyasetle ne kadar bağdaşacaktır? Mahkemenin hukuku, hukukun mahkemesini kündeye getirmemiş midir? CHP, ordunun kanatları altında gireceği erken seçimlerde hangi sivil demokrasiden bahsedecek, buna hangi milleti inandıracaktır? Yoksa, inanmayanları da mı mahkemeye verecek? Daha da ötesi, muhtıranın ardından “genç sivil muhtıra” çağrısı yapan gruplar CHP çatısı altında solu birleştirmek isterlerken kurumların iktidarını ne kadar sorgulayabilecekler?

Bugün daha net anlıyorum ki, orduya ‘hayır!’ diyebilmek, demokrasinin önünü açabilmek için yeterli değil… Sivil bir demokrasi içinde irticaya karşı dik durabilmek, Erdoğan veya onun gölgelerini (türevleri biraz kibar bir tabir olacağı için kullanmıyorum) Çankaya’da görmemek hukuku militerleştirmemekten, kendi eğip bükeceğimiz elastiki bir maddeye dönüştürmemekten, kurumlara kendi aralarındaki paslaşmalarıyla bir tür kendiliğinden pozitivizm yaptırmamaktan geçiyor.

Erken seçimlerde hükümeti hazırlıksız yakalamak isteyen Baykal’ın yayla turizmi, mevsimlik göç, tatil bahaneleri bir kenarda dursun, AK Parti’nin sandıktan büyük kan kaybıyla çıkacağını düşünen fikre bir eleştirim var: Hükümet, 1950’de “Yeter, söz milletindir!” şiarıyla yola çıkan DP’den bir miras devralıyor. Türkiye’de sağın orduya ve CHP’ye karşı kullandığı en önemli argümanlardan olan ‘kurumların iradesi’ne karşı ‘milletin iradesi’ söylemi, bu erken seçimle beraber yine sahneye çıkabilir. AP de darbenin ardından benzer bir mazlumluk içeren dille kendisini açımlayabilmiş, kurumların hükümranlığına ses yükseltebilmişti. Bugün AK Parti, farklı dinamikleri ile yeni bir eşikte ayağının teki tökezlemiş biçimde dengesini kurmaya çalışıyor. Erken seçim öncesi senaryolar tartışılmaya başlanırken, hükümetin oynayacağı kozlar henüz masaya yatırılmıyor. Halbuki hükümet, mahkemenin son halkasını eklediği zincire muhtıranın ertesi günü derinden bir balyoz indirmişti. Erdoğan, Menderes ve Demirel’i hatırlatırcasına, “Bugün bu kararı vererek siyasetin işleyişine müdahale edenler, yarın millet nezdinde gereken karşılığı alacaklardır” demişti. Kanımca, bu açıklama Türkiye’de darbelerin karşısında sağın takındığı milli iradeye yaslanma tutumunu tekrar gündeme getiriyor, AK Parti’nin erken seçim propagandasını hangi kurumların eleştirisi üzerinden yürüteceğinin ipuçlarını veriyor, ‘kurumların demokrasisi’ne ‘milletin demokrasisi’ ile cevap vermenin sinyalini yakıyor. “Yeter, söz devletin!” diyen ordu-CHP-mahkeme üçlemesine “Yeter, söz milletin!” ile cevap aramanın olanağını sorguluyor. Kanunun gölgesinde bir hukuk devleti işletmeye çalışan, maddelerin araçsalcı okumasıyla rejimin temel direklerini sağlamlaştıracağını sanan, kanuni olan her şeyi meşru sayan pozitivist zihniyete millete tutunarak ses yükseltmeyi deniyor. Bundan sonrası sağ- sol tartışmasının dirilmesine kayacak ki, ben bu kısma girmeyeyim, sadece İdris Küçükömer’e bir fatiha okuyup geçeyim…

Sanırım AK Parti’nin olası seçim hamlelerine yönelik geliştirilebilecek ilk olumlu adım, solun CHP dışında bir birleşme arayışına girmesidir. Baykal ve ekibinin kurumlara yaslanan ‘hukuk mühendisliği’ solu seçmenle değil, CHP bürokrasisini ve diplomasisini devletin kurumlarıyla bütünleştirir. Bu tavrın da sosyal demokrasinin devleti dönüştürecek hamleler yapabilmesini imkansız kıldığı açıktır.

Bir denklemle başladık, bir diğeriyle bitirelim:
Ne de olsa “O, hep haklı çıktı”;
İnadına Baykal=İnadına Solmak.


Olamayanın Oldurduğu:
Bir Gülün Gölgesi
Ne Yana Düşer..?

Yıl 2002… Milletvekili mazbatasını alamayan Erdoğan, başbakanlık makamına oturamadı. O gelene kadar yerine Gül baktı (fiyakalı tabirle vekalet etti)… O olamamıştı, onu oldurdu… Gül’ün attığı adımlar, sarfettiği sözler her geçen gün yaklaşan Siirt seçimleri öncesinde vedaya hazırlanan ağlamaklı ses tonuna sahip bir adamı andırıyordu. Başbakanlık, olamayan başbakanın geleceğinden emin, oldurulana emanetti… Uzun boylu, tabanlarına basarak yürüyen, seyrek bıyıklı, sağ omzu hafif düşük adamın gölgesi Gül’ü koruyordu ve bir o kadar ısıtıyordu. Gölgede vücudunu ısıtan bir başbakan… Türkiye’nin siyasi hayatında birçok hükümet kısa süreli olmuş, fakat bir il seçimi sonuçlanana dek bir hükümet kurulmamıştı. Bitti, Erdoğan hokus pokusla önce mebus, sonra hükümetin başı oldu. Siirt, tek başına hükümet kurdurmuş, yakın dönemde Jet-Pa Fadıl’dan sonra yeni bir ‘jet’liğe imza atmıştı.

Yıl 2007… Yoğun tepkiler, parti içi dengelerin dağılma ihtimali ve belki de bunlara eklenen dış ‘telkinler’, Erdoğan’ı adaylık sürecinden kopartmıştı. Belki de cumhura reis olmayı hiç düşünmemiş ve bu polemik ortamında zaman kazanmaya çalışmıştı Erdoğan… O, zaten gençliğinden beri teşkilatın reisiydi. O, zaten o şey olmadan da o şeyi oldurmasıyla her şeyi belirleyebiliyordu. Ağabeyleri görevde olsa da işi bitiren esas reisti. Başbakan olamadığı dönemde de partiyi çekip çevirmiş, Amerika ziyaretinde Bush’tan icazet alabilmişti.

O, güne gülden de erdoğandı…

Er doğmak, millet adına karar verebilme hakkına sahip olmak demekti. Çoğunluğunun olması, uzlaşının olmaması, hatta uzlaşıya ihtiyaç duyulmaması anlamına gelebilirdi. Bu kadar kestirme ve hızlı… Hem neden müzakere edilecekti ki? Karar, reisin örgütüne aitti. O, milli görüş çizgisinden sıyırmaya çalıştığı yeni örgütünü bunca zamandır hem örmüş hem de gütmüştü… Zaten o, milletin sesiyse, sesin bir daha yankı yapmasına, gereksiz yere çıkmasına, konu komşunun onun seçme işine karışmasına ne gerek vardı ki..? Bu, aile içi bir mevzuuydu. Bir ilk daha; cumhurbaşkanı başbakanı değil, başbakan cumhurbaşkanını atayacaktı… Erdoğan maziyi canlandırdı ve devleti belirlemeye başladı. Sokollu dirildi, Sadrazam Neo-Sokollu, devleti perde ardından yönetmek için gereken hamleleri başlattı. Reis böyle istemişti, bitti… O olamamıştı, yine onu oldurdu…

Bir cumhurbaşkanından anayasada sayılan vasıfları taşıması elbette beklenir. Ne var ki, parlamenter bir sistemde ondan hem partilerarası siyasetin üstünde hem de kurumların dengesini iyi ayarlayabilecek yönde bir siyaset gütmesi de arzulanır. Bir de tüm bu hukuk metinlerinin arasından sivrilmesi, o kanun maddelerini kuşatması gereken bir şey beklenebilir; bağımsız bir kişilik. Benim değil, Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olacak Gül, Erdoğan’ın olamayacağı için oldurduğu bir isim olarak görevde yer alacak. Sınırlarını yürütmenin başı sıfatıyla bir başbakanın olurundan geçerek bilecek. Kim bilir, Hüsamettin Özkan’ın “sizi oraya biz getirdik” serzenişinin ardından Sezer gibi gönlünce anayasa fırlatıp da kriz ‘patlatamayacak’… Zira o, olamayanların oldurdukları bir isim sıfatıyla MGK masasında diken üstünde oturacak. Karşı çıkamayacağını anlaması bile karşıtlığının sınırı olacak. Kendisini zengin sansın diye onu hazine odasına hapsedip anahtarını denize atacaklar; servetini harcayarak anlayacağı bir alışveriş imkanı sunmadan. Türkiye’de Sezer’in önce koalisyona, daha sonra hükümete karşı oynadığı bir tür ‘denge- fren’ sistemini ‘frensiz denge’ye çevirecek. Bizim de bu hızlı giden otomobilde yarı başkanlık değil ama dolaylı başkanlık sistemine alışmamız beklenecek. Millet, hakkında hep karar alınır ve ara sıra sırtı sıvazlanırken ardından seslenilen bir nesne olmaya devam edecek. Başvurulan efsunlu ‘halk’ın verdiği meşruluk ve tatmin, sisteme yeni bir kılıf dikecek.

Mesele, ABD etkisiyle Gül’ün rejimin başına geçirilmesi kadar basit ve rejimin iç dinamiklerinden uzak değil. Dün, Kızılay’da “ABD’nin Gül’ü ABDullah Gül!” pankartı açan Halkevleri ve TKP, sorunu hala dışarıda algıladığı müddetçe asıl tehlikenin içeride olduğu gerçeği gözden kaçırılabilir. Sorun, bazı laikçilerin direttiği gibi eşinin türbanı ve onun rejimi kökten geriye götürme planları yaptığı gibi güncellikten uzak bir yorum da değil. Mesele, ülkede demokrasinin resmen ortadan kalkması, AK Parti gençlik kollarının dün salondaki tezahüratlarından yankılandığı gibi bir cumhurbaşkanının belirlenmesinin “Kıskananlar çatlasın…”a dönüştürülmesidir. Birilerinin düğmeye bastığı aşikar, ama kimin bastığı hangi düğmeye bastığı sorusundan daha değersiz. Dün, ülkede demokrasinin ve cumhuriyetin şalterleri aynı anda “off”landı. Off, of ki ne of..!

Cumhuriyet bir erdemse, dün AK Parti onu boğazlamıştır. Gül, cumhursuz olmanın da ötesinde erdemsizleştirilen ve boğazlanan bir rejimin temsilcisi olacaktır. Cumhursuz ve cumhuriyetsiz bir cumhurbaşkanı… Reisin ve ağabeylerin münasip gördüğü bir dava arkadaşı…

Gül, benim için olası cumhurbaşkanı değil, bugünün Abdullah Gül’ü, birkaç sene sonrasının ise en fazla Abdullah Bey’idir. Gül’ün gölgesi ne yazık ki kendine ait değil… Ne yana düşeceği ise seneler sonrasının konusu.

Kitap Önerisi:

GÖLPINARLI, Abdülbaki (2007), Yurt Bilgisi, İstanbul: Kaynak Yayınları, 2. Baskı, 133 s.[1]


Yurt Hakları
ve
Yurttaş Görevleri Bildirgesi


Muallim Abdülbaki Gölpınarlı’nın Aksaray Kırkbeşinci Muallim Mektebi’ndeki hocalığı sırasında kaleme aldığı 1927 tarihli bu eser, ilkokul beşinci sınıf öğrencilerine ders kitabı olarak okutulmuştur. Eserin önemi, yazıldığı ve okutulduğu tarih itibariyle cumhuriyet rejiminin kurallarının, ideolojisinin tam anlamıyla oturtulmaya çalışıldığı bir döneme denk düşmesinde aranabilir. Nutuk’in cumhuriyet içi bir tarih kırılması olarak yazılışı, rejimin geçmişi liderleriyle beraber olumsuzlayarak kendisini kurabilmesi, sürekli düşman tehdidini (dış ve iç) barış döneminde de ileri sürmesi, ‘milli kültür’ ve Türklük bilincinin yerleştirilebilmesi, haklar ve görevler terazisindeki ağırlıkların belirlenebilmesi, sosyal davranış kurallarının ‘Türklük’e yakışacak bir üst paydada sabitleştirilebilmesi bu biçimde bir halk eğitimini ve küçükler için kolay anlaşılabilir bir yurt ‘bilgi’sini gerektirmektedir. Hayatın rejim ve daha geniş manada devlet eliyle örgütlenebilmesi, devletin bilgisinin toplumsalın kuruluşundaki ‘hakikat rejimi’ olarak yansıtılabilmesi, 1927 tarihine geri dönülerek tekrar okunduğunda nasıl bir biyopolitik süreçle karşılaşabileceğimizi gösterebilir niteliktedir.

Rejimin halifelik[2] ve saltanatla ilişkisini kesmesinin ardından başlattığı “hainlik”[3], “milleti düşünmeden hareket eden, millet ve hürriyet kelimelerinin kullanılmasını yasaklayan, jurnalcilerle dolu eski rejim”[4] değerlendirmesi, “istediğine istediği şekilde hükmedebilecek hükümdar” imgesi, Şeyh Sait İsyanı’nın sorumluları, Kurtuluş Savaşı sonrası ‘ufukları dar olan’ eski asker ve yeni siyasiler ile birleşerek bir tür tabula rasa’ya dönüştürülüyor. ‘İstibdat Devri’nin ardından kurulan İttihat ve Terakki’yi bir çıkış umudu olarak görebilen eser, meşrutiyetin yolundan sapmasıyla bu partinin de Abdülhamit’in siyasetini benimsediğine inanır.[5] Eserin “nihayet” kurulan İttihat ve Terakki’yi milli mücadele sürecinde önemli bir konuma oturtabileceği düşünülür, ancak ilerleyen satırlarda onun da particilik[6] yüzünden bürokrasideki gücünü yitirdiği, saltanata teslim olduğu anlatılarak yeni rejimin her şeyiyle biricikliğine, dolaylı olarak öncesi olmayan bir kurtarıcı olduğuna tarihi zemin hazırlanır. İttihat ve Terakki içindeki bölünmeleri, örgütün yer altı faaliyetlerini işlemesi kendisinden zaten beklenemeyecek eser, milli mücadele sürecinde ve cumhuriyetin hukuki, ekonomik, sosyal reformlarında ‘20’ler Türkiye’sini milat sayarak, İttihatçılar’ı geçiciliğe mahkum eder.

Cumhuriyetin idare ve daha önemlisi yaşam biçimi olarak devletin kendisinden çıkıp toplumun her bireyince içselleştirilmesi, rejimin devletin gözetiminde de olsa ‘devletsizmiş gibi’ ilerleyebilmesi, ‘hükümet makinesi’nin[7] yurttaşlarca yürütülebilmesinin sağlanması, küçük yaştan itibaren pedagojik bir eğitimi gerekli kılıyor. Eğitimin bizatihi bir ideolojik aygıta dönüştürülmesi ve satır aralarındaki ifadeleriyle 1927’nin deşifresine olanak tanıması bu ‘ders’ kitabının sadece bir ders kitabı olarak görülmemesini kolaylaştırıyor. Öyle ki, eserin devlete, ‘modern’e, lidere[8], haklara ve özgürlüklere, Osmanlı idaresine, Türklük’e, ülkede yaşayan yabancılara, barış dönemindeki düşman algısına, beden eğitimine, çalışma yaşamına, dayanışmanın toplumsal örgütlenmedeki yerine bakışı okul kitabının sayfalarını aşıyor, bizi küçük çaplı bir rejim tahliline götürebiliyor.

Yurt Bilgisi, derslerin içeriğini özetleyen bir giriş yazısıyla başlar. Aile yapısıyla devlet arasında hiyerarşik ve millet kavramı etrafında örülen bir bağ kurar. Bireyle devleti ve milleti birbirinden bağımsız düşünemeyen bu kenetlenme ümidi, “bireyin hürriyetini üyesi olduğu milletin hürriyeti”ne[9] bağlayarak bağımsızlığı ‘özel yaşam’ın, siyasal alanın örgütlenmesinde adeta bağımsız değişken olarak belirler. Cumhuriyetin kuruluş öyküsü hızlı biçimde hainlerin emrindeki, dini esasa dayalı, istibdatla dolu Osmanlı’nın son döneminden meşrutiyete, oradan büyük harbe uzatılır, ‘milli uyanış’ı en iyi idare biçimi olan cumhuriyetin devrimleri takip eder.[10] Devletin ana teşkilat şeması, görevleriyle beraber kısaca işlenir ve 1924 Anayasası’nın genel hükümleri basit ifadelerle anlatılır. Eserin kuru bir dilden ziyade devlet babanın küçüğünü kucağına oturtarak ona yol yordam öğretmesi gibi ayrı bir öğreticilik işlevi vardır. Bu, eserde sosyal hayatın örgütlenmesiyle, Türk’e yakışır davranış kalıplarının belirlenmesiyle kendini göz önüne serer. Öğreticilik, pedagoji, ilkokul düzeyini aşacak bir milleti kurma ve devlet bilgisinin ifşası anlamında değerlendirilebilir. Türk’e yakışan şey modern olana ters düşmez, hayatın hiçbir alanı tembelliğe, hantal ve sağlıksız bir bedene, düşmanlara arkasını dönmeye izin vermez. Miskin oturmanın eski rejimin bir niteliği olduğu vurgulanarak dinç ve gürbüz olmanın ‘milli beden’e katkısı tartışılır. Sağlam ve güzel vücutlu, temiz elbiseli, sert adımlarla yürüyen sporcunun, izcinin izleyenlerde de bir ulusal gurur duygusu yaşatacağı varsayılır. Beden, kamusallaşır ve milli olanı kendinde temsil ederek yalnız kendi gücünden yardım bekler. ‘Çelik gibi kolu olan, ayrandan başka içki bilmeyen idmancı Türk genci’nin[11] sert adımları ve düzgün vücudu, kararlılığının, muhtaç olmayacağının belirtisidir. Spor, gündelik hayatın örgütlenmesinde vazgeçilmez bir yere oturtulur, listelenir. Günlük programın çizelge haline sokulması ve Türk gencinden sabah erken kalkmasının, spor yapmasının beklenmesi, sporun kişisel bir faaliyetin ötesinde rejimin kurucu aygıtına dönüşmesine bağlanabilir. Sağlığın yalnızca hastalık ve zayıflık halinin yokluğuyla tanımlanmaktan, aynı zamanda bedenen ve zihnen tam bir “afiyette olma” durumuyla tanımlanmaya dönüşmesi, beden terbiyesinin halk sağlığı perspektifinde önem kazanmasını belirleyen temel etken olmuştur.[12] Tetikte olmak esastır. Birlik fikri, sınıfsal kavrayışların ötesinde bir dayanışmayı emreder. Savaştan çıkmış olmak, savaşın ve düşmanın olmadığı anlamına gelmez.

Millet; ana dili, duyguları, istekleri, çıkarları bir olan bireylerin hepsine birden verilen addır.[13] Bu tanım, ana dil ile resmi dili ‘devlet’ altında birleştirir.[14] Duygu ve isteğin ‘bir’leştirilmesi esasında eserin özünü ifade eder. Rejimin Osmanlı zamanında arkaya attığı Türklüğü ‘tekrar’[15] diriltme çabası, beraberinde duygunun ve isteklerin de örgütlenmesini getirecektir. Devleti ‘milletin kendini idare etmesi ve bağımsızlığını koruması için oluşturduğu hükümet’ olarak tanımlayan eser, millet tanımındaki türdeş istekleri ve çıkarları, devletin tabanına oturtur. Devletin örgütlenişiyle milletin istekleri arasında kurulan orantılı ve yasal ‘meşruluk’, devamlılığını yurttaşların ‘görevler’inin bilincinde olmasına borçludur. ‘Yurt çıkarı’ ve ‘bağımsızlık kaygısı’ görevlerin başında gelecek, hakları kullanırken görevler daima ön planda tutulacaktır. Yabancı hükümetin emri altında yaşamaktansa özgürce ölmek yeğdir. Bireyin hürriyeti, milletin hürriyetine bağlıdır; hür ölmek, esir yaşamaktan bin kat hayırlıdır.[16] Görev, hakkı önceler; yurdun ve milletin bağımsızlığı olmadan kişi hürriyeti düşünülemez. Devletinin kanunlarına itaat ettikten sonra kimse bireye bir şey diyemez. Hükümet ticari hayatı korporatist bir modelde kurarak dükkanlardan fabrikalara geçişi başlatmalı, vatandaşlar da vergilerini ödeyerek gerekli hizmetlerin ve özellikle güvenlik ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlamalıdır.[17] Her hak, bir görevin karşılığında edinilir ve verginin toplanamadığı durumlarda güvenlik işlevi aksayacağı için yaşama hakkı düşman tarafından gasp edilmeyle karşı karşıyadır.[18] Hürriyet, milletin hür bir devleti olmasına bağlanarak, bağımsızlık haklarını ve görevleri içine alan, onların bir tür bağımsız değişkeni olarak yüceltilir. Kanunun dışarıya karşı bağımsızlığı ve haklardan kaynaklanabilecek olası iç çekişmeleri bertaraf ettiği, kelimenin her anlamıyla ‘düzen’i oturttuğu bu yapı, bağımsızlığın ardından hukuku da yeni bir koruyucu olarak işaret eder gibi görünmektedir. Kanuna itaat edildiği sürece özgürce hareket edebilme “hakkı”[19] bağımsızlık ile hukuku efsunlu iki ‘yönetici kavram’ olarak kurar, bu anlamda bir tür pozitivizme imza atar:

“… Haklarımızı kullanırken daima vatanımızın çıkarını, milletimizin bağımsızlığını düşünmek en büyük görevimizdir. Milletin arasına eski ve batıl fikirleri sokmak, ikilik çıkarmak gibi hareketlerle bu haklardan kötü bir şekilde yararlanmaya kalkan adamdan bu hakları almak da milletin bir görevidir.”[20]

Cumhuriyetin saltanattan farkı, yurttaşların bu görevle hareket ederek sınırlandırılmış hükümet olan devlete sahip çıkmalarıdır. Vatanın sınırları, muhtemelen Şeyh Sait ve diğer toplulukların isyanlarının, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası deneyiminin ardından daha ısrarlı biçimde tekrarlanmak istenir:

“İzmir ve İstanbul nasıl vatanımsa, Diyarbakır, Van, Erzurum ve Kars da öylece vatanımdır. Çünkü orada da Türkler oturuyor, Türkçe konuşuluyor; oradaki kardeşlerimin çıkarıyla benim çıkarım, duygularımız, isteklerimiz bir… Benim memleketime bir düşman saldırsa, benimle beraber onlar da göğüslerini geriyorlar. Türk milleti tarihin en eski, en şerefli bir milletidir. Türk’ün ayak bastığı yere bilim nuru girmiş, medeniyet güneşi doğmuştur.”[21]

Türklük, eski rejimin bastırmak istediği bir ‘kimlik’ iken, milleti yaratma ve ona kendisiyle övünme, “en” olduğunu hissettirerek görev bilinci aşılama duygusu bu metinde de işlenen bir husustur. “Türk’üm” derken başı yükselen ve göğsü kabaran yurttaş hayali, cumhuriyetin ‘dimdik’liğine doğru yapılmış bir hamledir. Ezeli bir tasarım olarak anılan Türk “milleti”, coğrafyaları yatay kesen bir süreklilikle donatılır; gökten işaret alarak şarktan garba geçer.[22] Bu zorluklarla dolu ve şiddeti ‘zorunlu’, zorunlu olduğu için ‘doğal’ kılan tarihi ilerleme fikri, yeni nesil için de geçerlidir. Rejimle öznenin karakterlerinin uyumlulaştırılması, gündelik hayatın da rejimin şemsiyesi altında örgütlenmesi hedeflenir. Esirlik, bağımsızlığın perçinlenmesi için, kullanılan “en” olumsuz örneklemelerden seçilir. Esir ‘vatan ve millet’ imgesi, kendi devletinin işlerinde kullanılmayan, yabancıya amade, bayraksız, sefil, ticaretten uzak, haklara sahip olmayan, aşağılanmış insanlara gönderme yapar. Sömürge Hindistan, bu esirliğin somut örneği olarak anlatılır ve “esir Hintli”, isyan etmek için gereken silahın ancak sömürgecilerin hesabına çalışılırsa sağlandığını, aksi halde tavuk kesecek çakıları bile olmadığını söyler. Verilen örneklerin ardından Türk’ün yüceltilmesi rutinleşen bir durumdur, adeta cümle sonundaki ‘nokta’dır.

“Milliyetçilik- cinsiyet” ilişkisinde kullanılan vatan olarak “ana”, ona sahip çıkacak “erkek” figürü, bölümlerin arasında kullanılan şiirlerde göze çarpar. Vatanından uzak düş(kün)enler, annesinden ayrı yavruya benzetilir. Sabit ve duygu yüklü, ondan ayrıldıkça değeri daha bir anlaşılan toprak, her unsuruyla mitik bir öğeyi de çağrıştırır. Sabit olan ve uzaklardan gelip ona ‘yaklaşıldıkça’ sislerin ardından minaresi gözükmeye başlayan ‘ana’vatan, yüklediği hisle ‘evladı’nın kalbini taşırır.[23]

Yabancıya bakış, metinde öncelikle düşmanlar üzerinden anlaşılabilir. Örneğin; İngilizler, savaş döneminde söz verdikleri halde bizi ‘aldatarak’ milletimize her taraftan saldırmışlardır. ‘Hain, asırlarca her ilerlemeye karşı koyan, milletimizi geri bırakan kara kuvvetin kapkara başı’ padişah, hükümetiyle birleşerek Sevr’e imza atmıştır. Düşman Yunan’ı boğacak yine mekanın verdiği kuvvettir ve vatan ananın koynunda dağ kadar leş denize atılır.[24] Ülkedeki yabancılar, kapitülasyonlar sayesinde vergi vermeyen, memleketin mahkemelerinde yargılanmayan bir konumdayken İstiklal Harbi ile bu ayrıcalıklarını kaybetmiş, bizden farkları kalmamıştır. Yabancıları kapitülasyonların zararlı etkileriyle bağdaştıran anlayış, rejimin milli niteliğini vurgulamak adına yabancılarla kurulan yeni eşitliğin çerçevesini “suçlularını tutar, yargılar, hapsederiz”[25] biçiminde çizmiştir. Egemenlik yetkisinin “suçlu- yabancı” ilişkisi üzerinden tanımlanması ve yabancıların kamu hizmetine girememesinin artık içişlerimize karışamayacak olmaları bağlamında yorumlanması da dikkat çekici bir unsurdur.

Korporatist bir geleneğin ifadesiyle hükümetin ticaret hayatını ilerletebilecek kurallara hakim olması hedeflenir. Meslek sahiplerinin dernekleri yoluyla birlikler oluşturulur ve meslekler bu birliklerdeki eğitim yoluyla ilerletilir, koruma sağlanır. Toplumsal işbölümü önemsenerek çocukların da bu paylaşımın içinde görev edinmesi beklenir. Kızılay rozetlerini dağıtan çocukların elde ettiği gelirler kuruma geri döner. Kızılay’dan yardım isteyebilmenin moral koşulu ona karşı görevlerin yerine getirilmesinden geçer.[26] Solidarist korporatizmin bir adım ötesinde, zenginlik, toplumsal sorumlulukla özdeşleştirilir ve kişinin serbest tercihleriyle bu serveti kullanmasına izin verilmez. Çalışmaya ihtiyacı olmayanlar bile üretken bir emek kullanarak hayatlarını devam ettirmeli, hazır parayla geçinmemelidir. Toplum içinde yaşamak, kişiye aitmiş gibi görünen zenginliğin bireysel değil, oluşan değerin içinde tüm milletin katkısının olduğunu bilmektir.[27] Üretmek bir fetiş halini alır, bağımsızlığı pekiştirir, vergilerin toplanması yoluyla yatırımları arttırır.[28] Bu açıdan topluma dönük sorumluluklar bireyciliğin önüne konur, ilginç bir biçimde, kişinin sorumluluk duyacağı çevreler sıralanırken kendisi en sona bırakılır:
“Şu halde her insan, içinde yaşadığı topluma faydalı olmak, ondan gördüğü iyilikleri ödemek, milletine, vatanına, ailesine ve nihayet kendine yardım edebilmek için çalışmalı, bir mesleğe, bir sanata girmelidir.”[29]

Çalışmanın her refah aşamasında zorunluluk olarak toplumu biçimlendirdiği, işsizliğin istenmediği, devletin kurumları yoluyla ‘kontrol’ altına alındığı bir rejimde nüfus hareketliliğini düzenlemek ve buna uygun politikalar geliştirmek de ulaşılması hedeflenen modern devlet fikrine uyar niteliktedir. Nüfusun arttırılması ve bu yeni nüfus ‘bilgi’sinin sağlık koşullarının ‘düzen’lenmesi, tembelliğin ve miskinliğin hak olmaktan çıkması modern devlet- yurttaş bağı açısından yine dikkat çeken yönlerdendir. Tanımlanmış bir hastalık olarak sıtmanın önlenmesine yönelik adımlar, içkinin ‘vatan sevgisi’nin panzehiri ve basitlik olarak sunulması da sarhoşlukla rejimin düşlediği vatandaş arasındaki uçuruma ışık tutar. İçki; hayatın, medeniyetin, paranın düşmanıdır.[30] İçkinin, sıtma gibi milletin bekasını tehlikeye atacak bir illet olarak resmedilişi, kendisiyle ‘mücadele edilmesi’ gereken bir konuma oturtulması da bu biyopolitik süreci anlamlandırmaya yardımcı olabilir.

‘Sahip Olunan’dan ‘Sahip Çıkılan’a Vatan

Eser, cumhuriyetin kurucu söylemini sadece liderlerin demeçlerini alıntılayarak onu anlamaya çalışanlara yurttaşın ve milletin yaratılması sürecine başka bir açıdan yaklaşılabileceğini gösterecek türde. Düşman ve yabancı algısı, hak- görev ‘ikilemi’, bedenin politizasyonu, güvenliğe bakışı ve bunun pedagojik bir anlatım içinde aktarılması, metni daha ilgi çekici kılıyor. Rejimin küçüklerine kendisini açması ve onları örgütlemesi, onlara sınırlarını ve görevlerini göstermesi, makbul bir vatandaş etiğine doğru uzanması erken cumhuriyet dönemi eğitim anlayışına dair ipucu verebiliyor. Metnin bugüne ışık tutabilecek, Türkiye’de cumhuriyetçi geleneğin bir kolunda da gözlemlenebilecek olan ‘görevli yurttaş’ı eğitme ve onu haklarıyla baş başa bırakmama, sorumluluklarla dolu bir ödev listesi yükleme fikri son dönemin vatan algısıyla beraber düşünülebilir. Vatan, erken cumhuriyet döneminde düşmanı kovduktan sonra her yönüyle ‘sahip olunacak’, üzerinde millet yaratılacak bir değer iken, bugün dışlamacılığı daha ön planda tutan ve ‘sahip çıkma’ya, kollamaya ağırlık veren değerler manzumesiyle sınırlanıyor. Vatan, ‘sahip olmak’ ve ‘kapsamak’tan, ‘sahip çıkmak’ ve ‘dışlama’ya kayıyor. Bu yeni fikirde vatanın sürekli iç ve dış düşman tehdidiyle üzerinde yaşanan bir toprak parçası olmasının ötesinde, anayasal hakların da bu tehdit çemberi içinde görevlerin gölgesinde kaldığı izlenimi yaratılmaya çalışılıyor. Yaklaşan tehdidin AB menşeli hakların serbestçe kullanılmasından kaynaklandığını savunan fikir, yeni bir hak-görev dağılımı belirlemek istiyor. ‘Sahip olma’dan ‘sahip çıkma’ya doğru kayan bu ibre, cumhuriyet tarihinde sağın ve solun kendi içlerindeki dönemsel farklılaşmalarına ve birbirlerine karşı konumlanışlarına, ordunun rejimdeki ağırlığını hissettirdiği zamanlara göre kuşkusuz farklar gösterecektir. Daha da önemlisi bu ayrım, eserdeki örneklerde bahsettiğim gibi, erken cumhuriyet döneminde dışlamacılığın ve vatan müdafaasında sahip çıkılacak bir değer olarak vatanın olmadığını da göstermiyor. Sadece belli bir kırılmanın varlığına dikkat çekmek istiyorum. Dışlamacı dilin erken cumhuriyetteki ulus-devlet yaratma sürecindeki her şeyin bilgi’sine aktif ‘sahip olma’ rolü ile bugünkü içe kapanmacı ve bununla beraber tüketici bir dışlamacılıktan beslenen ‘sahip çıkma’ merkezli militer dilin (hareketin henüz ciddi bir çerçevesi olmadığını düşündüğümden ona söylem dememek için direniyorum) farkını düşünmeyi öneriyorum.

[1] Eserin Kaynak Yayınları tarafından tekrar yayımlanması önemli bir hizmet, ancak bu kitabın yayımlanma “amacı”nı anlatan sunuş yazısı okunduğunda, arkasındaki “ilginç” perde de aralanıveriyor. Yayınevine göre, bu eserin de içinde yer aldığı dizi okunduğunda bugünkü yurttaşlık bilgisi ders kitaplarında neden Atatürk’ün resminin değil de ‘ABD’nin simgesi olan anıt’ın fotoğrafının konulduğu daha iyi anlaşılabilecektir(!). Yurttaşlık, bağımsızlık ve özgürlük kavramlarının, hele hele bunları simgeleyen anıtın, buradaki anlatıma uygun adlandırmayla işgalci bir devlet olan ABD’ye özgülenmesinin ardındaki mantığı tartışmak, yayınevinin çizgisini masaya yatırmak bu yazının “amacı”nı aşacak. En iyisi, belki de yayınevinin yapamadığını yapıp eserin kendisine odaklanmaktır.
[2] Eserde geçen ifadeye göre, eski rejim, “Halifelik adı altında dünya ile hiçbir ilgisi olmaması gereken, tamamen benimle Allah arasındaki bir işe karışmıştır.” age., s. 35. Bu din anlayışı, siyasal olması beklenmeyecek bir inanç sistemi için bile gayet tartışılabilir bir yargı. Kaldı ki, başından beri ‘kurucu’ –‘siyasal’ kavramını bir tür anakronizme düşmemek için kullanmıyorum- bir çizgide ilerleyen ve hayatı düzenlemeyi hedef seçen İslamiyet ve/veya Müslümanlık için bu tabir biraz fazla zorlama gözüküyor. Tasavvufi bir geleneğin içinden konuşan Gölpınarlı, rejimle dinin birbiriyle çelişmediklerini, hatta rejimin yeni ilkelerinin içinde dinin asıl özünü bulacağını, zira siyasal veçhesi olmayacak bir Müslümanlık’ın “tekrar” Allah’la kul arasındaki bağı kuracağını varsaymaktadır. Burada dinin rejim tarafından yok sayılması değil, rejimin içinde eritilerek hem kendisi hem de rejimin ve ulusun geleceği için “faydalı” kılınması hedeflenmiş olabilir. Milletin, yeni Türk devletinin himayesi altında milli bilincine “yeniden” kavuşması, Osmanlı’daki halifelik sisteminin eleştirisiyle tamamlanır ve bu kurumun varlığının bizzat Türklük’ü dinin bir türevi haline getirdiği, ümmet sisteminin ötesinde bir tasarıma adım atıldığı anlatılır.
Milli hakimiyete uygunluk, eski devrin şeriata uygunluk tezi yerine geçmiştir. “Bab-ı Ali”, “Bab-ı Hali” (Boş Kapı) olmuştur. 1923 yılındaki 9 Umde’de de “…bilcümle kavaninin tanziminde, her nevi teşkilatta, idarenin alelumum tasarrufunda, terbiye-i umumiyede ve iktisat hususunda hakimiyet-i milliye esası dahilinde hareket olunacaktır.” denmektedir. akt. TUNAYA, Tarık Zafer (2003), İslamcılık Akımı, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, s. 135, 140.
[3] Yurt Bilgisi, s. 35.
[4] age., s. 30- 31.
[5] age., s. 33.
[6] Esasında “particilik” yakıştırmasının Türkiye’deki bir ilkokul ders kitabında kullanılabilmesinin anlamı ayrıca sorgulanmaya değer… Siyasetten olabildiğince uzak tutulmaya çalışılan ‘ve/ fakat’ bunun yanında talepkar olması beklenen, görevler yüklenen bir vatandaş olunmasını istenen öğretim sistemi içinde ‘particilik’ kavramının kullanılması tutarlı mıdır, çelişki midir? Particilik, kötümser ve asayişi bozan bir kavramsa bunun henüz siyasal yaşamla tanışmayan gençlere söylenerek onların zihinlerinde bu kavramı şimdiden oluşturma amacı var mıdır? Bence bu sorulara aranabilecek yanıtlar bir kavşakta kesişiyor: İdelojinin tasarımında bizatihi partiyi fetişleştirmektense devletin ve devlete bakışla paralel ödevlerle yüklenen yurttaşların iç içe geçmesini arzulayan, –buradaki anlamıyla düşündüğümüzde belki de otoriter karakterini faşizmden ayrıştırabilen- devletin gölgesindeki yekpare “yönetilenler” zümresini düşleyen anlayış, ‘particilik’i büyük hedeflerden bir tür sapma, ivmeyi düşürme olarak okuyabiliyor. ‘Particilik’ de cumhuriyet çocuğunun içine doğacağı toplumun bazı üyelerinin daha önceden ne gibi ‘zararlı’ işlere kalkıştıklarını öğrenmesi açısından anlam taşıyabilir.
[7] Seçim, ‘makine’nin yürüyebilmesini sağlar. Rejimin halka dayanmasıyla seçim arasında kurulan bağın ötesinde bir demokrasiden fazla söz etmemek, seçimle sınırlı biçimsel demokrasiyi çağrıştırır. Seçimin bir hak olduğu vurgulansa da bu hakkın nasıl kullanılacağına dair ‘kılavuz’, öğreticilikle yüklüdür. ‘Her namuslu Türk’ün hakkı olan seçme hakkı, iki kez oy kullanma, rüşvetle milletvekilliğine getirme, birisini tehdit yoluyla oyunu etkileme vb. nedenlerle kötüye kullanılırsa millete en büyük zarar verilmiş olur. Siyasal bir hak olan seçme hakkı, bireysel olmaktan öte millete sıkı sıkıya bağlı bir etkinlik olarak tanımlanmıştır. Namus, yurttaşlığın çerçevesini çizer, onu biçimlendirerek siyasal alanda boy gösterir. Ahlak, siyasetin her alanına nüfuz eder ve birlik fikrini yönlendirir. Ahlak, ‘kaynaşmış millet’ hedefini yönetir. age., s. 57, 59. Vergi vermemek de milletin hakkını hiçe saymakla eştir, bu ‘en büyük ahlaksızlık’ı kanun cezalandıracaktır. age., s. 75.

[8] Nutuk’ta Mustafa Kemal’in silah arkadaşlarından bir bölümüyle ciddi bir ayrılık içerisine girdikleri anlaşılıyor. Kazım Paşa (Karabekir) da değişime daha tedrici yaklaşan bir isim olduğuna göre, resmi ideolojinin lider algısı Kazım Paşa’nın İsmet Paşa ile Yurt Bilgisi’nde nasıl takdim edildiğiyle bir miktar anlaşılabilir. İsmet Paşa’ya “Sevgili Başvekilimiz” diye hitap edilirken, Kazım Paşa’ya kuru bir “Büyük Millet Meclisi Reisi” unvanı uygun görülmüştür. Bu unvanla geçiştirilmiş seslenme, Kazım Paşa cephesinde pedagojinin makyajsız haline işaret eder. İki hitap arasındaki fark, bir ilkokul ders kitabına yansıdığı şekliyle, dönemdeki kırılmaya işaret ediyor olabilir. Benzer biçimde Mustafa Kemal’in liderliği önderlik vasfını da aşacak biçimde kişisel kılınır, büyük siması küçük kalplere yazılmalı, defterlere adı yazılmalıdır. age., s. 48.
[9] age., s. 19.
[10] Saltanatın kaldırılışının ardından hanedan üyelerinin yurtdışına yollanış öyküsüyle, rejimin hainlere bakışının yine hoşgörü sınırları içinde olduğu anlatılır. “Hainler”, idam edilebilecekleri halde, kendilerine para verilerek memleketten uzaklaştırılmışlardır. age., s. 42.
[11] age., s. 124.
[12] AKIN, YİĞİT (2004), “Gürbüz ve Yavuz Evlatlar”: Erken Cumhuriyet’te Beden Terbiyesi ve Spor, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 93. Eserin biyopolitik unsurları işleyen bölümlerinde toplu spor eğitimini özendiren, sporun ‘Türklük’ün gelişimindeki rolüne değinen erken cumhuriyet dönemi yayınlarına da atıf vardır. İdeolojik unsurların bedenin ‘terbiye’siyle uyumlulaştırılmasına dair en güzel örneklerden birisi de Beden Terbiyesi ve Spor Dergisi’nin 16. yıl özel sayısının kapağıdır. Kapakta “6 Ok”tan birisini fırlatan kişi Atatürk’tür. age., s. 93.
[13] Yurt Bilgisi, s. 23.
[14] Medeni Bilgiler’deki ‘millet’ tanımında da Türk milletinin dili Türkçe olarak belirtilir.
“Türk dili, dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk, dilini çok sever ve onu yükseltmek için çalışır. (…) Türk milleti, geçirdiği nihayetsiz badireler içinde ahlakının, ananelerinin, hatıralarının, (v)elhasıl bügün, kendi milliyetini yapan her şeyin dili sayesinde muhafaza olunduğunu görüyor. Türk dili, Türk milletinin kalbidir, zihnidir.” İNAN, Afet (2000), Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, s. 436.
[15] Osmanlı içinde yükselen milliyetçi hareketlerin belki de en geç ve genç olanı Türk milliyetçiliği idi. Öyle ki, eser, bize teorik tartışma yürütmeye aman vermeyecek netlikte bir not düşmüştür:
“İçimizde yaşayanlar milliyetlerini ileri sürerek bizden ayrılmaya çalışıyorlardı. Halbuki biz (Türkler), Türklüğümüzü bilmiyor ve hala başımıza musallat olan Osmanoğulları’nın ismini taşıyorduk. Böyle bir zamanda vatansever Türkler, millete Türklüğü öğretmeye başladılar. Artık millet uyanmıştı.” Yurt Bilgisi, s.33.
[16]age, s. 29, 74.
[17] age., s. 53.
[18] age., s. 75
[19] Kanunun ‘ötesinde’ bir özgürce davranabilme alanının olup olmadığına, toplumu ve onun da ötesinde milleti kurma sürecindeki biyopolitik unsurların bu özgürlük alanına ne kadar izin vereceğine ileride değineceğim. Zira, bedenin, dayanışma biçimlerinin, özgürleşme için üstlenilen ‘görev’lerin kuruluşu, bir modernleşme pratiği olarak bu özgürlük kavramının da sorgulanmasını gerektiriyor.
[20] age., s. 46.
[21] age., s. 24.
[22] age., s. 38.
[23] age., s. 28.
[24] age., s. 50.
[25] age., s. 86.
[26] age., s. 94- 96.
[27] age., s. 96.
[28] ‘20’lerin sonunda yazılan Yurt Bilgisi, üretimi her ne kadar fetişleştirse ve ona milli bir hale çizmeye çalışsa da ‘30’ların bedenin her biçimini üretime koşan yapısından uzaktır. Köy Enstitüleri örneği, ‘30’ların sonunda yoğun emek süreçleri açısından ‘20’lerin ideolojik propaganda süreciyle karşılaştırıldığında ilginç sonuçlara ulaşmamızı sağlayabilir. ’29 Buhranı, sermaye krizi, köy- kent çelişkisinin ve nüfus hareketlerinin tartışma konusu yapılması, tarım- sanayi ikileminin bu köy- kent çelişkisi tartışmalarının odağına oturması, millet yaratma sürecinin ekonomi perspektifiyle birleştirilmesi gereğini doğurmuştur. Bu açıdan enstitüler, iradeci (voluntarist) bir bakışla işbölümüne dayalı çalışmanın gönüllülük esasıyla yürütüldüğü ve milli benliğin geliştirilmesinin topluma dönük eğitim kurumlarını oluşturmakla mümkün sayıldığı dönemi başlatmıştır. Köy Enstitüleri, milli değerlere yönelik propaganda ve eğitimle köyün ‘kendi’ ihtiyaçlarını göz önünde tutarak kalkınmasının ‘bilgi’sini birleştirmesi yönünden tekrar düşünülmeye değerdir. Bkz. KARAÖMERLİOĞLU, Asım (2006), Orada Bir Köy Var Uzakta: Erken Cumhuriyet Döneminde Köycü Söylem, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 87- 116.
[29] Yurt Bilgisi, s. 97.
[30] age., s. 104.