Ara

Nadas - Gurbet = KIN












Bir “gidiş” yazısı bu…
En nefret ettiğim sözcük, durumu en net anlatan oldu.
Belki de onca araflardan geçilerek
alınmış bir kararın üstüne çöreklenmesi,
ansızın kısadan kesmesi,
yorum gözeneklerini tıkaması,
havasızlığı pompalaması,
“gidiş”e karşı içimde bir nefret uyandırıyor.


Gitmek, bir asalaklık hali,
Yaşanmışlıkların hazıryiyicisi…


Elim kâğıda nazlandı, yine de bir şeyler damladı…
Son aylarda neler yaşadığım, içeride neleri tükettiğim,
kalabalıklarım değil bugünkü derdim.
Sadece “gitme”nin tayin ettiği sızıntıyı izleyen,
için için geriye bakmaya çalışan
ama
düşmemek için önünü de kollayan kafa halim…

zor zamanlar…

neyse ki bir-iki pürüz dışında işleri bitirdim.
Söz verip de son noktayı koyamadıklarımdan defalarca özür dilerim;
yoğunluğuma gösterecekleri anlayış,
özrümü ete kemiğe büründürecek.
Ama baktığımda şöyle bir geriye,
epeyinize de mahcup gitmiyorum.
onlarca dosya, bir o kadar yazı-çizi, taslak,
yardım viyadükü,
eş dost köprülüğü vb.
işleri bitirirken kendimi bitirmişim,
şimdi ayıldım…

elimde iki defter:
biri alınacak notları,
diğeri tutulacak günceyi gözlüyor.
Askerlik,
"Günce"yi tamamlamak için bana
yardım-yataklık etse,
içeri atarlar mı orduyu?..

yazma sıkıntısı sızlanırken yine içerlerde bir yerde,
bugün Gülten Akın yine şahça konuştu:

“Ara vermek ve başlamak…
Kritik bir eşik,
eşiği kötü atlayan insan
tam bir ‘ekşime’ yaşar…”

sadece ‘yazı’ için mi söyledi bunu,
beş aylık “Nadas” boyunca anlamaya uğraş’acağım…
Güzel bir bahar için,
otlarım yanacak…
peki
İPEK kozası açılacak mı?..
Kelebeğin işine karışma,
O da uğraşır elbet.


Günlükteki derdimi açtım Akın'a;
“Sen bu delilikle yazar olursun”u kapınca,
bayram bebelerinin harçlık sarhoşluğu gibi,
mahcupça kabardı koltuklarım…

yine ondan;

KIN

Sanki buzdan duvarlarla çevriliyorsun
Sanki yangınsın da birden sönüyorsun
Sanki kocaman aynalar önünde
Bir çiy damlası gibi görünüyorsun
Gurbet baskındır

Kendi kendine batırırken
İçindeki keskin bıçağı
Yetişmiştir gurbet
Gurbet kındır


Uzak Bir Kıyıda (1984–2003)



13 Aralık

Gecikmiş Bir Aşk İtirafı...


Amos Oz, çev. Cem Alpan, "Kara Kutu: Gecikmiş Bir Aşk İtirafı...", Doğan Kitap.

Kara Kutu: Sırlarla örülmüş ilişkiler, zamanı gelmiş bir hesaplaşma; Kara Kutu… siyasetin iç dünyalara vuran gölgesi, sistemin çarptığı ruhlar… politik sınırlar ve tenin sınırları… ifade edilmeyi bekleyen gerçekler, arzular… Kara Kutu: gecikmiş bir aşk itirafı… İlana, yedi yıllık sessizliğini bozar ve Amerika’ya göç etmiş eski kocası, parlak akademisyen Aleks’e bir mektup yazar; ergenlik çağına gelmiş sorunlu oğulları Boaz’ın başı ciddi derecede derttedir. Ne var ki, bu basit çağrının altında başka şeyler de vardır; ihtiraslı ve duyarlı İlana, ikinci kocası öğretmen Michel ve küçük kızlarıyla kurdukları hayatın içine sığamamakta, geçim sıkıntısı da gün geçtikçe hayatlarını zorlaştırmaktadır.
Geçmişe, duygularına sırtını dönmüş, yazdığı makalelerle avunmaya çalışan Aleks’in eski bağlarından kurtulamadığını anlaması fazla zaman almaz.
Kara Kutu’yu açmanın zamanı geldi, çünkü iki tarafın da gizlediği bazı şeyler var…

“Kahve içtim ve yalnızca dinledim, araştırmadım..."


Linda Grant’in İsraili






GRANT, Linda (çev. ARKMAN, Ceren) (2007), Sokaktaki İnsan: İsrail İzlenimleri, Yayın Odası.





Annesi Rus, babası Polonya Yahudisi olan gazeteci-yazar Linda Grant , 1951’de Liverpool’da doğdu. İsrail toplumunun yaşadığı sorunları, İsrail’e gezileri sırasında yakından gördü, ailesinin onu yetiştirme anlayışı ve ilerleyen yaşlarındaki araştırmaları sonucunda ise Yahudi toplumunun açmazları hakkında oldukça bilgi sahibi oldu. Edebiyat alanında birçok ödüle layık görüldü, eserleri özellikle İngiltere’de binlerce rafa yerleşti.

Grant, 2006’da İngiltere’de yayınlanan Sokaktaki İnsan: İsrail İzlenimleri (The People On The Street: A Writer's View of Israel) adlı çalışmasında, tüm birikimini arkasına alarak, bir edebiyatçı ve gazeteci kimliğiyle İsrail insanının gündelik hayatında siyasetin rolüne ışık tuttu. Röportaj dalında Ulysses Ödülü’ne layık görülen bu eser, İsrailli insanların yaşamına diaspora Yahudisi bir kadının dışarıdan bakışı olarak okunabilir. İsrailli sıradan insanların sorunlarını ön plana alan bu metin, araştırmacı kimliği ağır basan bir yazarın, belli bir düzene göre akan, alt alta sıralanmış söyleşilerinin ötesinde; bir edebiyatçının mutfağında gezi yazılarına dönüştürülmüş bir günlük olarak değerlendirilebilir.

Linda Grant, “mekânsızlığın/yurtsuzluğun” belki de en önemli birleştirici/kurucu unsur olduğu Yahudi cemaatinin tüm özelliklerini küçük yaştan itibaren deneyimlemiş bir isim. Anne babasının geleneklere uygun biçimde yetiştirmeye çalıştıkları, başını dışarıya uzatmasına tereddütle yaklaştıkları, kendi çevrelerinden koparmak istemedikleri bir eğitim sürecinden geçiyor genç Linda. Öyle ki, yaz tatilleri için gönderildiği kibbutzlar, ailesinin onu uzaktayken bile güvende hissedeceği mekânlardan oluyor. Yaşadıkları ülke İngiltere’de gençlik merkezleri varken ailesinin onu İsrail’de bir kampa göndermesi aslında oldukça anlamlı. Zira genç yaşındayken bunun değerini çözemeyen Grant, daha sonraları, akrabaları olmamasına rağmen İsrail’e tatile yollanmasının nedenini kavrıyor: “ ‘Orada aile içinde sayılıyorsunuz’ diyorlardı. Gerçek anlamda değil, çünkü hiç İsrailli akrabamız yoktu. Demek istedikleri, bütün Yahudilerin aile olarak düşünülmesi gerektiği ve yalnız başına yurtdışına çıkmış bir Yahudi kıza göz kulak olma konusunda kibbutzlardakilere güvenebilecekleriydi…” (s. 19). Dünyanın dört bir yanına dağılmış, ‘evrenselleşmiş’ cemaatini bir arada tutabilmek adına kibbutzları tasarlayan düşüncenin, ‘evrensellik’ iddiasını diğer topluluklara karşı kapalı tutması… Yahudi cemaatinin içeride türdeşliği sağlarken kendisini dışarıya kapamasının öyküsü belki de kibbutz kampları… Ortak bir dil, din, ritüel ve simgeler bütünü geliştiren topluluğun merkezine oturttuğu İsrail devleti, siyasetini aslında güncel hayattan dokuyor. Tarih boyunca dışlanmasını, yurtsuzlaştırılmasını, sürülmesini, soykırıma tabi tutulmasını bir tür içe kapanma vesilesi olarak kodlayabiliyor; Tevrat’ı, İbraniceyi, zenginliğin, zekânın ve üretkenliğin tohumunu kendinden türetirken; dünyanın geri kalanından çektiği sıkıntıyı faşizm deneyimine, genel olarak ırkçılığa, kutsal toprakların işgaline bağlıyor. Olumlu ve olumsuz öğeler aslında aynı mitik semboller vasıtasıyla güncel siyasetin içinde yer alıyor. Dinin, dilin, vatan toprağının kadim çağlardan itibaren kuruluşu ve bugünkü İsrail toplumuna mal edilişi -o müthiş anakronizma- beraberinde gözü aç, ‘biz’i çekemeyen düşmanların da (Bir Filistinli için buraların başından beri ‘Arap toprağı’ olması, sonradan gelen Yahudilerin ‘vatan’a çöreklenmeleri gibi) olumsuz öğeler olarak kodlanmasını getiriyor. Bu açıdan din -‘laiklik’ tartışması bir yana- siyasal olanın tam da merkezine oturuyor. Ülkemizdeki güncel tartışmalardaki soğuk tanımıyla, “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” şiarı, İsrail örneğinde laiklik açısından pek de bir şey ifade etmiyor. Zira hem İsrail için bu tanım, güncel hayatın bunca dini simgeyle yoğrulduğu bir ortamda, hemen her haberin din için pek de elle tutulur cinsten değil. Din’i kolundan tutup ne siyasal-kamusal alanın ne de devlet tartışmalarının dışına atabiliyorsunuz, her biri iç içe geçmiş ve aslında ayrışması düşünülemeyecek, birbirlerini doğuran olgular… Grant’in ifadeleriyle “bu hayat zinciri, bir inanç sistemine bağlanmanın aksine bu sahnelenme ihtiyacı, hikâyenin tekrarlanarak incelenmesiyle oluşturulan geçmişle sürekli ilişki duygusu, Yahudilerin dünya görüşlerini şekillendirmiş” (s. 33). Dinin yaşamdaki görünümü, sandığımızın ötesinde siyaseti kuruyor, yönetiyor ve gündelik ilişkilere “şekil veriyor”.

Yazarın İsrail toplumunu bir diaspora gözüyle incelemesi elbette konuya ‘objektif’ yaklaşımı açısından sorunlar doğurabiliyor. Ancak metnin özgünlüğü, ne Yahudilere ne de Filistinlilere yönelik bir mesaj verme kaygısı taşıması… Grant, sadece ‘görmek’ için İsrail’de bulunuyor, birilerine bir şeyler ‘öğretmek’ ya da gördüklerinden ‘ders çıkarmak’ için değil… Bir toplumun gündelik yaşamında siyasetin, medyanın, liderlerin, dinin, dilin, tarihin oynadığı rolü gözlemlemek asıl dert olunca, söyleşiler de belli bir kalıp metin halinde kurgulanmıyor, didaktik bir üslupla okuyucuya yansıtılmıyor. Kuşkusuz Grant’in günlüklerindeki edebi içerik, bu söyleşilerin didaktik ve habercilik yönünü törpülüyor; İsrail insanını ve siyasetini gezi güncesinin içine yedirilmiş söyleşilerden okuyabiliyorsunuz. Bu tutum, bize lider açıklamalarını, zirve toplantılarını temel alarak bir Ortadoğu haritası çizmeyi tercih eden yazarların ve sokağın köşesinde mermilerden sakınırken sesini duyurmaya çalışan yelekli gazetecilerin dışında bir fotoğraf sunuyor: Savaş meydanının çarpışma anından çok gündelik ilişkilerde siyasetin nasıl türetildiğini anlamaya çalışan ve bu çabasını birkaç güne değil, aralıklarla yaklaşık 3 yıla sığdıran bir yazarın izlenimleri… Saddam’ın yakalanışı haberinin medya tarafından İsrail kamuoyuna nasıl yansıtıldığını incelemeyen, olayın ‘vuruculuğu’nu İsrail insanının Saddam’ın yakalanışına sokakta verdiği tepki (öfke, kin, sevinç, nara, küfür ve şükür ifadelerinin İbranicedeki özel anlamları) üzerinden ölçen Grant, “siyaset”in tanımı açısından sanırım başka bir yol öneriyor: Siyaset, bir toplumun reflekslerini, ritüellerini, günlük hayattaki davranışlarını gözlemlemekle de değer taşıyabilir. Çatık kaşlı adamların toplantı ertesi zoraki gülümsemelerini sağlayan fotoğraf çekimlerinin ötesinde, bir halkın yaşamını idame ettirişini, olaylara tepkisini, kendisini nasıl savunduğunu anlamak, onlara ‘şekil verme’ye çalışan siyasetçilerin, biliminsanlarının, medya önderlerinin, ‘bilirkişi’lerin eylemlerinden daha anlamlı olsa gerek… Grant, bir saha çalışmasının elinde anketlerden, hipotezlerden yapılma bir mercekle bulgu peşinde ilerlemediği gözlemi sırasında sadece “kahve içiyor ve dinliyor”, yazarken “ne yapılmalı?” sorusunun kendi içinde barındırdığı yönlendirmeci tavrın önüne geçiyor, bir toplumun yaşamına –kendi içinde ve dışında yarattığı ötekileriyle birlikte- “nasıl bakılabileceği”nin yanıtlarını arıyor.

Yazarın üslubu, gözlemlediği toplumun diline ve dinine, ritüellerine yaklaşımı tam da bu anlama çabasına destek olacak nitelikte. Gözlemlediği toplumun ritüellerini kendi dilinde, İbranicede; dini günlerinin anlamını ve bunun siyasal yaşamdaki önemini ise dipnotlarda vermeyi tercih ediyor Grant. Çoğu uzun olan bu dipnotlar, eğer metin içinde verilseydi, yazarın didaktik olmama kaygısıyla tasarlanmış, “araştırmadan çok izleme”ye dayalı kurgusunu zedeleyebilirdi. “Yahudi olmayan”lara dair bu dilbilgisi, yazarın kendisiyle çelişmesi sonucunu doğurarak, okur karşısında ona bir tür “etimolojik iktidar” kurdurabilirdi. Gezi notlarının bu biçimde hazırlanması, okumayı kesintiye uğratarak, günceyi yazarın verdiği teknik, dilsel ve dinsel bilgi etrafında dönen bir tür gezi rehberine (yazarı ise seyyah’tan rehber’e) dönüştürebilirdi. Grant, bu tavırdan kaçınmaya gayret etmiş.

“Araştırma”nın coğrafyamıza ve özelde Şarkiyatçı yazına en büyük etkisinin ‘anlamak’tan çok ‘açıklamak’, ‘çözüm bulmak’, ‘tasvir etmek’ olduğu düşünülünce, gündelik hayatlarımızda neler yaşadığımızın pek de önemi kalmıyor. Sosyal olana dair her şey, dışarıdan bakan gözün “ampirisist, sonuç ve/veya çözüm odaklı” stratejisinin bir malzemesine dönüşüyor… Bilgiç, didaktik bir bilimsellik vurgusu, bu coğrafyaya dair bir şey söylemektense, emellerini ya da fark etmeden kendi kültürünün öğelerini bu coğrafya üzerine yığıyor, çıkarttığı kalıbı kendi ülkesinde, yazınında kullanıyor. “Doğu” ise keşfedilmeyi, incelenmeyi, medeniyetin getirilmesini bekleyen edilgen bir alana dönüşüyor. Bu açıdan Grant’in çabasını sorunu “çözmek”ten çok onu yerel, sosyal dinamikleriyle “anlama” faaliyetinin önemli bir parçası olarak görüyorum. Grant’in gerek özyaşamı gerekse bir gazeteci-edebiyatçı kimliğiyle olaylara bakışı, yaşadığı diaspora “açmazını-arafını” görmemizi elbette engellemez, ancak ünlü isimlerle görüşmektense özellikle yerli halkın derdini dinleme ve seyretme tercihinin siyaset tanımımız ve toplum algımız açısından kritik değeri olduğunu sanıyorum.

Doğudan Dergisi, S. 8/Aralık-Ocak 2008.

'taksim'sin

Seni düşünürken
ya da öyle san'rı'ken
dinlememek lazım ne ses ne de benzerini...
güzel “şey”, tarifi zor olsa da
başı-sonu sen'li
ama yoksun.
“şey” derkenki kadar dışa kapalı,
kendimi paraladığım,
içte kendiliğinden çoğalan anlam...
sen-sen anlamın başı-sonu,
bellek ele-kaleme ve
kâğıda -ayık zamanlardaki adıyla- teslimse
ve kafa 'şirin'ken -'güzel' başka bi rütbe aman!-
bellek safdışılığı meziyet sayıyorsa
ve sabah dimdik ayaktayken
yine sana gevişliyorsa...
her şey sana ulaşmadığımca anlamlıysa,
her “şey”e yüklenen
akşamdan kalma değil,
sabahtan milatlıysa,
azıklıysa ez cümle,
o vakit gece virgülsüz olmalı,
sen de hem büyük harf hem nokta...
aha da işte,
cümlenin keskinliği,
sözcüğün netliği,
devrikliğin gereksizliği ve fuzuli sayılışı,
zapt-u raptın egemenliği,
”araf”ın zaferisin...
ve ben sana rağmen
sen-im, -in değilim...
'tek-el' kurdum,
sorma bir “şey”, zira lal, meziyetim...
geri dönüşleri marifet saymamdır
en uzun çetelem,
sen olmasan aslında,
ki çetele nazarında yoksun ve elbet'tek'i ben yoksun,
derecelenmen kesilmez / kesilir
aha da yukardaki 'taksim'sin, üstüne geldin kalemin
ne orada ne de buradasın, tam da bölensin...
bir bu kadar “araf”sın yani...
tam da 'taksim'sin...
ne benlesin /ne bensiz
oysa sen elbet'tek'i bizsizsin...
yanılmam avunmamdandır doğrusu,
gün geçtikçe dışarıdan üstüme çöken
benim olmaya başlayan
netlik kaygı-m...
aklımı bulandıran,
alışık-sız-lığım,
'tek'insizliğe terk edilişim
kendime uzanışım ve
“ve”ye bile yön / rota
çizemeyişim...
cümlenin başında mı sonunda mısınız
“ve” ve sen, karar verin artık!...
“3 nokta”ları sözüm ona
dolu tutma yalanım,
yalanın keskin ürpertisini
bile bana yabancı kılıyor (...)?

ara sorularım, seninle ilgisi yok:
yalan-modern mi?
müzik seni ya da sana bulmama engel mi?

devam...
sana bir “şey” duydukça,
sert adıyla; depreştikçe
araya katalizör (?) sokmam
belki de asıl bu beni senden koparıyor.

Müziksizlik -
?
-
- senlilik

Müzik ?
-
-
- sen


Kasılmak → sen
biz → kısılmak

sessizlik varsa eğer
ve en çok o an seni
düşlüyorsam (her ne fiilse?)
konuş'tuğunda' artık bende karşılığın var mı?
Yok...
konuş'ursan' ihtimalim artar,
malum, sessizlik harçlı hayalim
geniş zamanların müridi...
susmanın duacısıyım,
konuş'tuğunda' biteceksin, yapma!
Bir yeni dönüş?...
Bocalama hali, bir nevi desen ilmihali...
'tekçi' bir yorum, sana kapalı...
dönüşlülük mü bu o zaman?
Sert soru, çünkü yanıtı da bana ait,
dayanılmaz söz mülkiyeti, platonizm'im'in mayası...
“3 nokta” israfperestliği cabası...
İçe kapanık, açıldığı anda
sen yoksun (,) artık...
çünkü'ler başlıyor...
katı / çünkücü izahat fetişizmi iliğine işliyor
doldurmadık boşluk kalmamacasına,
başlıyor gözenek katliamı...
doldur! Emir kipi sahteliklerle becayişte,
sahtelik meçhul,
emir hem demirbaş, hem gayrimenkul,
nice ki, gayrimenkule duacıyız,
sırf emir peydah olmasın diye / diye de dikilmiş karşıma 'emir!' diye...


27 Ekim 2008

Sorular

sen benim sonsuzca sevdiğim misin
yoksa, tarihin biriktirdiği
sanıyla mı örüldün
tutkun olduğumsan şunca yıl
bu nasıl
var mısın?

uzaktan uzağa da taşıdığım
bunca zaman
bir sesin hayali bir görüntünün
bunca tutkun olmasam
seni onlarca biçimde
yeniden yaratabilir miydim?
biriktirdiğim değilsin
seçe seçe ördüğümsün

azalarak yittiğin
günü görmem imkânsız
azala azala yiten
bir bedenim


Gülten Akın, kuş uçsa gölge kalır

Şahin Alpay'ın Steril Mülkiyesi












Şahin Alpay’ın aşağıda sunduğum “Herkül Millas'ın düşündürdükleri” (Zaman, 30 Eylül) başlıklı yazısına naçizane eleştirimdir.



Şahin Alpay, malum eski devrimcilerden. .. TİP'te Aren-Boran ikilisinin teorik duruşlarına başından beri karşı çıkmış ve Türk Solu çevresinde Mahir Çayan'la saf tutmuş bir isim.


Bu ara Alpay'ın Türk Solu'nda Cengiz Çandar ve Mahir Çayan'la fikirdaşlık yaptığı dönemdeki yazılarını okuyorum.

Ne günlermiş!..


Haftasonları da Çandar'la birlikte hazırladıkları "Küresel Bakış" programını izliyorum, Radikal ve Zaman'daki köşe yazılarını okuyorum.

Ne günler!..

Çandar ve Alpay'ın, bir 'çocukluk hastalığı' olarak gördükleri Marksizme laf arasında kondomsuz geçirmelerine şahit oluyorum. Bırakın liberal parlamenter demokrasiyi, zamanında parlamenter kazanımlarla sosyalizmi kurma iddiasındaki TİP'e bile tahammül edemeyen Çandar-Alpay ikilisinin değişimi, hem yazılarıyla hem de TRT'deki performansları yla parmak ısırtıyor.

Çandar, geçen haftaki tv programını biraz erkene aldırmış, çünkü cumhurbaşkanının sınırlı sayıda gazeteciyi kabul ettiği New York uçağına yetişmesi gerekiyormuş... Dönüş yazısı ise bu yakınlığı özetleyecek türden: "Central Park’ta yürüyoruz. Ortada Abdullah Gül, sol yanında ben, sağ yanında Mehmet Altan..." (Radikal, 23.09.2008)

Şahin Alpay'ın aşağıda sunduğum yazısı, Herkül Millas'tan yola çıkarak, demokrasinin bir yaşam biçimi olduğunu gösteriyor. Demokrasi kültürümüzün temellerinin okuduğumuz okullara da bağlı olduğunu savunuyor.

Alpay'ın derdini paylaşıyorum, ancak meramını anlatırken geçmişine sırtını bu kadar dönmesini, 'o günler'i 'tukaka' ilan etmesini yadırgıyorum.

Alpay, tüm yaşananları "Biz de geçtik bu yollardan"a indirgiyor.. . Siyasal terbiyesinin, hoşgörüsünün köklerini Robert'e ve Mülkiye'ye bağlıyor, sol kuşak içinde yazıp çizdikleri bu arada kaynayıp gidiyor. "Farklı olsak da beraberiz, biz bize benzeriz" tarzı "organik cemaatçi" Mülkiye havasının mezunlarına verdiği terbiye:


"Ne taraftan olursan ol, saygılı ol..."


Eee, tamam ama bir dönem savunulmuş ideolojiler bu şiarın neresinde duruyor? Geçmişinizin hesabından Mülkiyelik hoşgörüsüne sığınarak mı kurtulacaksınız? Mülkiye'nin o dönemdeki siyasal duruşunu nasıl kodlayacaksınız?

Siyasal'ın siyasal yanı olmadan, salt hoşgörü kültürüyle hatırlanması onun toplumsal işlevini köreltmedi mi? Bizatihi bu tavır Mülkiye'yi 4 Aralık toplantılarında tekrarlanan "Yetiştik çünkü biz..." nakaratlarına sıkıştırmadı mı?...

"Yaşandı ve bitti, şimdi gerçekleri görüyoruz... Bugünkü demokrasi anlayışımızın temelini bize katan meğerse okullarımızmış" diyerek geçmişinizdeki 'güzel' yanları ayıklayacaksını z, her yaşanmışlığı Mülkiye cemaatçiliğinin parantezine alacaksınız, ama iş, değişiminizin nedenlerini ortaya sermeye gelince duraksayacaksı nız... Türk Solu'ndaki yazılarınızı size yazdırabilen Mülkiye'nin siyasal tavrı, eski eylemciliği(niz) ayrı kaba, bugünkü hoşgörü anlayışınıza kök salan Robertlilik ve Mülkiyelilik ruhunuz ayrı kaba...


Öyleyse, can alıcı soru şu olabilir:


-Siyasal, siyasal duruşunu bu tip "hoşgörü ve demokrasi aşılayan yuva" söylemlerine terk ettiği anda mı bir "yüksek lise" olmaya başladı?..


Alpay'ın yaptığı bana bu yüzden biraz “steril bir demokrasi, hoşgörü ve Mülkiye” okuması gibi geliyor...




Herkül Millas'ın düşündürdükleri



Şahin ALPAY




Dostum Herkül Millas'ın "Boğaziçi Üniversitesi ve reflekslerimiz" (Zaman, 27 Eylül) başlıklı yazısı, bütün yazıları gibi, çok dikkate değerdi.

Herkül, bu yazısında, özetle şunları söylüyordu: Hepimiz şu veya bu ölçüde çevremizin, özellikle de okuduğumuz okulların ürünüyüz. Beni ben yapan, Robert Kolej'de (yüksek kısmı sonra Boğaziçi Üniversitesi oldu) aldığım eğitimdir. Bu okulda eğitildiğim için, doğru ya da yanlış, görüşümü çekinmeden söylemek benim için bir reflekse dönüştü; bu sayede farklı görüşlere her zaman açık oldum. Demokrasi, bir yaşam ve davranış biçimidir. Farklı düşünen ve davrananlara yasaklar koymaya kalkarsanız, egemenliğin halka ait ve özgürlüğün bir erdem olduğunu biliyor olmanızın hiçbir kıymeti yoktur. Medeniyet dediğimiz şey özünde farklılığa saygı ve hoşgörüdür...



Herkül, buradan kalkarak, Boğaziçi Üniversitesi' nin yeni rektörünü, okulun bütün geleneklerini hiçe sayarak, kurallar bunu gerektiriyor diyerek, kız öğrencileri başörtülerini çıkarmaya zorladığı için istifa etmeye çağırıyordu. Yeni rektör istifa etmedi ama gördüğü yaygın tepki üzerine öğrencilerin başörtüleriyle derslere devam etmelerini engellemeye son verdi. Ne var ki, bu insan haklarına, demokrasiye ve uygarlığa karşı yasak, yasalar değil ama yüksek yargı organları böyle diyor diye üniversitelerimizin büyük çoğunluğunda uygulanmaya maalesef devam ediyor. Türkiye özgürlükçü bir demokrasi, uygar bir ülke olma iddiasını sürdürecek ise bu yasağı kaldırmak zorunda. Bunun çok geçmeden gerçekleşeceğine inanıyorum.



Evet, eğer söz konusu yasak bunca yıllık demokrasi tecrübesine rağmen sürüyor ise bu sadece yüksek yargı organları kararlarının değil, ne yazık ki ailelerde, okullarda verilen eğitimden, genel kültürden beslenen farklılığa saygısız, hoşgörüsüz zihniyetin bir sonucu. Genel olarak okullarımızın, eğitim sistemimizin öğrencilere Robert Kolej'in Herkül Millas'a kazandırdığı refleksleri kazandırmadığı muhakkak.

Herkül'ün söyledikleri beni kendi eğitimim üzerine düşünmeye de sevk etti. Ben onun gibi "hazırlık sınıfından üniversiteye Robert Kolejli" değilim. Hazırlık sınıflarını ve ortaokulu, 1971'de kapanan İngiliz Erkek Lisesi'nde, sadece liseyi Robert Kolej'de, üniversiteyi ise Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, yani Mülkiye'de okudum. Robert Kolej'den Mülkiye'ye, İstanbul'dan Ankara'ya taşınma ciddi bir çevre değişikliğiydi. Ama yalnız İstanbul'daki okullarımdan değil, ailemden de aldığım hayli liberal değerlerle, Mülkiye'deki ilk yıllarda da soru sormayı, eleştirel bakmayı, araştırmayı, farklı fikirleri sınamayı, görünenin arkasındaki gerçeği aramayı sürdürmedim değil. Eleştirel düşünceyi telkin ve teşvik eden hocalar da yok değildi.

Ama bir süre sonra ne olduysa oldu... Robert Kolej'den gelenler dahil çoğu arkadaşlarım ve ben, mutlak doğruların keşfine yöneldik. Bu bizi sonunda "Küçük kırmızı kitabı oku, yeter" noktasına kadar götürdü. Robert Kolej'den gelmek, hiçbir şekilde ağır bir dogmatizme saplanmaya engel olmadı. Bunda o günlere damgasını vuran, "zamanın ruhu"nu çalmış olan otoriter ya da totaliter ideolojilerin bombardımanı altında kalmamızın büyük rolü olduğu muhakkaktı. Evet, çoğumuz zamanla söz konusu ideolojilerin tutsaklığından kurtulmayı başaracaktık, ama bu hiç de kolay olmayacaktı.



Demek istediğim, sadece okulların ürünü değiliz. Sadece okulların ürünü olmadığımız gibi, aynı okullar farklı kimselere farklı refleksler verebiliyor. Robert Kolej mezunları arasında bugün tanık olduğum, liberal eğilimlilerle otoriter Kemalist eğilimliler arasındaki bölünme hayret verici ölçüde derin. Yine de bugün dünden çok farklı. Bugün otoriter zihniyetin karşısında duran demokratik zihniyet, giderek yayılıyor ve güçleniyor. Giderek globalleşen dünyamızda otoriter ve totaliter ideolojilerin hakimiyeti hayli geride kaldı. "Geri dönüş kesinlikle olmaz" denemez elbette, ama edinilen tecrübelerin bir kenara bırakılacağını hiç sanmıyorum. Onun için geleceğe dair temkinli iyimserim.

geç gelen sefa...

















Stelios Kazantzidis’in Türkçe şarkılardan oluşan Ta Tragoudia Tis Anatolis / Anadolu Şarkıları albümü, Yunanistan’daki ilk yayınlanışından 48 yıl sonra Türkiye’de.

Hamiyet Yüceses’ten sonra Makber‘i ilk kez yorumlayan, etkileyici ve hüzün yüklü sesiyle Zeki Müren’i bile ağlatan Kazantzidis’in albümünde yer alan şarkılar ise şunlar:
Yesari Asım Arsoy’un ölümsüz eserleri Ümitlerin Hep Kırıldı ve Bekledim de Gelmedin, anonim İstanbul türküleri Çadırımın Üstüne Şıp Dedi Damladı ve Oğlan Oğlan Kalk Gidelim, anonim Anadolu türküleri Hani Benim Elli Dirhem Pastırmam, Kasap Nisak ve Asmaların Dalına;
anonim Rumeli türküleri Pınarda Buldum Seni, İndim Havuz Başına ve Alim,
anonim Karadeniz türküsü Hamsi Koydum Tavaya.

Bitmedi, iki de enstrümantal eser var:
Aptaliko Zeybeği ve Ayvalık Zeybeği. Albümdeki dört eseri Lena Stabouli ve Thodoros Dermitzoglou’nun yorumladığını da belirtelim.
Thodoros Dermitzoglou, Kasap Nisak ve Asmaların Dalına‘yı, Lena Stabouli ise Ümitlerim Hep Kırıldı ve İndim Havuz Başına‘yı söylüyorlar.

Sadece Yunanistan’da değil Türkiye’de de çok sevilen hatta bir dönem İstanbul’da direksiyon sallamış taksi ve dolmuş şoförlerinin şarkılarını en çok dinledikleri isim olan Stelios Kazantzidis’in Türkiyeli dinleyicilere yeni bir merhabası diyebiliriz bu albüme.

Dinlene...

Dübeşe Dua…
















Kıvanç’a…


gelirdi zaten, ne aksilik olabilirdi ki!
gelemedi… (1) Olsun…

gelsin’di artık,
gelmeliydi,
gelecekti her şey onunla sanki,
gelesi gelmemişti uçak kapısında… (2) Olamaaaz…

“gelmeliydim” dedi
“gelseydi keşke” dedik notunu okurken
“gelmiştim aslında, oradaydım” dedi… (3) Olsaydı…

“gelecek gibiyim” dedi ağlamaklı…
“geliyoruz” dedi babası önce davranarak
“gelin” dedi Mehmet Ali mektubunda
“gelsinler” demişti doktoru ailesine
gelmişler, haber verdi dün bana…
gelmeyecek misin artık, yoksa hepimiz sana mı gelelim?.. (4) Olsun artık…

“geleyim mi?” diye sordu bugün…
“gelmesen kabahat” diye sıvadım bi güzel…
geleyazarken son kez demek lazım sana,
geliver de sevimli olsun artık pazartesiler… Oluver…

Uğurlu sayım 5,
bu sefer de
gel’e atmayalım…
gel de marstan kurtulalım! (5) Ol…




29 Eylül’e ısmarlanmıştır.

En Uzak Yer


"Ben ve Kaminski" romanıyla Türkiye okurunu selamlayan Kehlmann, "En Uzak Yer"de bu kez iç sarsıntılar geçiren bireylerin dünyasına dalıyor.



Çevresinden uzaklaşmak isteyen bir adamın kaza sonucu ortadan kaybolmasını fırsat bilerek yeni bir hayata başlamaya çalışması, onun için kurtuluş sayılabilir mi?

İnsan, eski çevresine izini kaybettirdiği anda tüm dertlerinden kurtulabilir mi?
Yeni bir hayata başlamak için, eskisine sünger çekmek yeterli oluyor mu?..

Gitmek, terk etmek demek değildir...
Gitmek, sadece bir kaçıştır, kendiniz dahil her şeyi peşinizden sürüklersiniz,sadece mekânlar değişir...
Gitmek, olsa olsa terk edemeyeceğinizi bildiğinizi kendinize itiraf etmenizdir... Herkese yalan söyleyebilseniz de içinizde size inanmadığını anlatan bir 'siz' hep bulunur...
İçiniz, annenizdir; her şeyi sezer ama sizi kırmamak için sessizce yutmuş numarası yapar...

Gece...


Sıkıcı bir işin ortasındayım...
gözümü dinlendireyim,
sayfalara 'gör'ev icabı değil de zevkü sefa için bakınayım istedim.
Dinlenmek için okumak...
Şarapçının tövbesi biraymış...

Rafta yan yatmış "Üvercinka"ya tekrar uzanıverdim.
Elimdeki özel baskısı, sayılı basılmış. Numaram "858"...
İnternette kitabın 1958'deki ilk basımının ilanını buldum.
Nereden nereye!...

Bir haftadır masa lambasız çalışıyorum, gözüme bi şeyler batıyor, nedeni alerjiymiş. Fazla yormama ihtarı aldım, damla verdi doktor...
sıkıla pıkıla onu sıkınıyorum,
sabahları hafif pembe renkli ve şişmiş bir gözle uyanmak hoşuma gitmiyor
ama bi süre bu kıymalı pide tonundaki gözlere katlanacağız artık...

Liseden hatırladığım şu dizeler her okuduğumda farklı koyuyor bana...
Birkaç aydır anlamları daha ilginç işliyor içime...


(...)
Şurda da etin çoğalıyordu dokundukça lâfların
dünyaların
Öyle düzeltici öyle yerine getiriciydi sevmek
Ki Karaköy köprüsüne yağmur yağarken
Bıraksalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti
Çünkü iki kişiydik

Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git
Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.
Oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin
Oysa Allah bilir bugün iyi uyanmıştık
Sevgideydi ilk açılışı gözlerimizin sırf onaydı
Bir kuş konmuş parmaklarıma uzun uzun ötmüştü
Bir sevişmek gelmiş bir daha gitmemişti
Yoktu dünlerde evelsi günlerdeki yoksulluğumuz
Sanki hiç olmamıştı


Oysa bir bardak su yetiyordu saçlarını ıslatmaya
Bir dilim ekmeğin bir iki zeytinin başındaydı doymamız
Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu
İki kere öpeyim desem üçün boynu bükük
Yüzünün bitip vücudunun başladığı yerde
Memelerin vardı memelerin kahramandı sonra
Sonrası iyilik güzellik...


Bak bende yalan yok vallahi billahi
Sen o kadar güzelsin ki artık o kadar olur...

Cemal Süreya, Üvercinka, 1954.

İki kişi










“Sen iki kişisin” diyorum ona. “Sen ve diğeri.” “Sen de iki kişisin” diyor.
“Diğeri geldiğinde beni senden uzaklaştırıyor” diyorum.
“Senin diğerin de beni senden uzaklaştırıyor” diyor.
“Benim diğerim senin diğerin geldiğinde ortaya çıkıyor. Senin diğerin gelmese benim diğerim ortaya çıkmayacak” diyorum.
Susuyor. Düşünüyor. Muhakkak bir şey söyleyecek. Son sözü söyleyen hep o olsun ister.
Mutfak çekmecesindeki iki kaşık gibi yatıyoruz. Başım başına dayalı. Saçları burnumu gıdıklıyor. Sol göğsü sağ avucumun içinde. Bazen elimi oradan çekip karnına götürüyorum. Karnının yumuşaklığına dokunmak hoşuma gidiyor. Küçük bir göbeği var. Hatırlayamadığım bir şeyi hatırlatacak gibi. Sonra avucumu kalçasına dayıyorum.
Uyumaya çalışıyorum ama uyuyamıyorum. Beş dakika uyumak bile bana iyi gelecek, biliyorum. Ama uyku benden kaçıyor. Bilerek kaçıyor sanki. İsteyerek. Vereceği dinlenmeden domuzluk olsun diye mahrum bırakarak.
Uyumadığımın farkında. Uyumaya başladığımı ellerimin titremesinden anlıyormuş.
Birbirimizi anladık mı? Ben ona ne dedim? O bana ne dedi?
Perdeleri çekik, loş odada sevişme sona erince sesleri yeniden duymaya başlarsın. Kedinin tuvalette bir şeylerle oynadığını. Sokaktan geçen bir aracın kornasını. Martıları. Bir yerlerde pencereden seslenen ama ne dediği anlaşılmayan kadının sesini. Üst kattaki tıkırtıyı.
Uzanıp yatak kenarındaki komodinin üstünden klimanın uzaktan kumandasını alıyorum ve düğmeye basıyorum. Bir şey olmuyor.
“Ters tutuyorsun” diyor.
Doğru tutarak düğmeye basınca klima derin bir nefes alıp mesaiye başlıyor, diğer sesleri uzaklaştırarak.
Konuşurken mi daha iyi anlıyoruz birbirimizi, susarken mi?
Kelimeler nasıl icat oldu? Herhangi bir kelimeyi ilk kim, nerede konuştu?
Kelimeler yalan söylemek için mükemmel ama doğru söylemek için yetersiz. Kelimeler siperde yatmaya uygun, ortada dolaşmaya değil.
Uykunun faydası burada belki. Kelimelerden uzaklaştırıyor insanı. Aklı kelimelerden boşaltıyor. Dinlenmek bu kelimelerin meydana getirdiği boşlukta meydana geliyor.
Vücudumuz dilimizden daha iyi biliyor konuşmasını. Vücut dilinin dağarcığında daha az şey var ama bunlar daha açık ve kesin. Gözler konuşuyor. El bir yere dokununca verdiği mesajın ne olduğunu anlamamak imkânsız.
Anlaşmak için kelimelere ihtiyaç yok aslında. Anlaşmamak için ise var.
“Benim diğerim, sana karşı korunmam gerektiğini düşündüğümde çıkıyor ortaya” diyor.
Söylemiştim. Son sözü söyleyecek diye. Karşılık olarak bir şey söylemek istemiyorum. Birinin son sözü söyleyebilmesi için birinin susması lazım.
Aslında iki kişiden de çokuz, hem o, hem ben, hem herkes. Sanki kişilik -o ne ise- birçok odası olan bir saray. Ne zaman hangi odasından hangi “ben”in çıkacağını bazen ben bile bilmiyorum.
Bu konuyu daha sonra konuşuruz belki. Veya konuşmayız.
“Acıkmaya başladık mı?” diye soruyorum.
“Ehh” diyor.
“Sahilde yürüyüp her zamanki lokantamıza gidelim mi?”
“Olur” diyor.
Bir süre daha yerimizden kıpırdamıyoruz. Bostandaki karpuzlar gibi, ikiye bölünmeden önce, bir süre daha, bütün olmanın tadını tatmak istiyoruz, o da, ben de. Bu konuda bir fikir ayrılığı yok. O ve ben varız şimdi. Diğerleri yok.

Metin Münir

Modern Türkiye'nin Şifresi


Bu ara Fuat Dündar'ın İttihat ve Terakki'nin Anadolu'daki iskân politikalarında teknoloji ve mühendislik ilmini siyasetle birleştirdiklerini savunan, telgrafı da bu siyasetin işlemesinde en kilit araç olarak gören ("Modern Türkiye'nin Şifresi: İttihat ve Terakki'nin Etnisite Mühendisliği (1913-1918)" , İletişim, 2008, 536 s.) kitabını okuyorum.

Yayın, soykırım tartışmalarına girmeden, iskan kanunu'na uzanan süreci ayrıntılarıyla inceliyor. Derdi, resmi söylemin soykırım tartışmalarında kullandığı resmi belge ve yazışmaların aksine, bu tehcire yol açan sürecin sadece 1915'e odaklanılarak incelenemeyeceği; tersine İttihatçıların özellikle mühendis ve tıpçı kanadına hâkim olan eğilimin Anadolu'da telgraf haberleşmesini gizli yollardan kullanarak -resmi belgelerde yansıtılanın aksine- coğrafyada ciddi bir etnik türdeşleştirmenin projesini hazırladıkları. .. Bu bağlamda, Ahmed Rıza, Akçura, Gökalp ve Goltz Paşa'yı yeni bir okumadan geçiriyor, tarihyazımına "vatan ve millet" kavrayışı üzerinden de yaklaşmaya çabalıyor. Sosyal Darwinizme (Osmanlı aydınları üzerine bir inceleme için bkz. "Osmanlı Aydınları ve Sosyal Darwinizim", İstanbul Bilgi Üniv., 2006), istatistiklerin bir toplumu kurma ve yönetme aracı olarak kullanılmasına varan bu sistematik projenin, İstanbul'dan geniş bir coğrafyaya telgraflarla yayıldığına işaret ediyor Dündar. Resmi söylem, daha çok arşivlerdeki kurumlararası yazışmalara odaklanıp buradan sonuçlar çıkartırken Dündar, İttihatçıların kendi aralarındaki kişisel yazışmalarda bu etnik türdeşleştirmelerin temelini bulma ihtimalini sorguluyor. Telgrafın Anadolu'da savaş döneminde sadece savunma amaçlı değil, ilerleyen dönemlerde etnik bir türdeşleştirme işlevi taşıdığı yargısı yazarda egemen görüş... "Ayrışmış, pek kaynaşmamış, kaynaşacaksa bile hangi etnik grubun nerede ikamet edeceği oransal olarak düzenlenmişti. Sanıldığının aksine, dini cemaat temelli iskânlar olmadı, etnisiteye bakıldı" diyor yazar.

Haritalarla, telgraflarla ve anılarla desteklenen bu yargı, İttihatçıların kişisel bağlantılarını yeni bir toplum mühendisliği için kullandıkları biçiminde yorumlanabilir mi? Anadolu'da telgraf ağlarının bu kadar yaygın olduğu söylenebilir mi? Yazarın İttihatçılara yüklediği bu anlam (pozitivist yöntemi bir toplumun belli kurallar etrafında ve ancak matematik ve istatistiğin yordamıyla kurulabileceği fikri) acaba saraydan nasıl bir tepkiyle karşılaşmıştı? Saray, İttihatçıların etnik temelli toplum yaratma idealine nasıl baktı? "Anılar ve günlükler, İttihatçıların gerçek niyetlerini anlamamıza yardımcı mı yoksa tüm bu gelişmeleri görmemizi engeller mi? Bu vb. yanıtları yakalamak için okumaya devam ediyorum...

Hani...


Yıllarca, senin bir ülkü, bir uzak olanak, bir özlem olarak koruduğunu;
o, gerçekleştire, gerçekleştire yürüdü, sana doğru
- sen, o ülküyü güdükleştiren, o olanağı daha da uzaklaştıran,
o özleme hüsran getiren yerlere girip çıkarken;
o, onu saf, arı, dokunulmamış haliyle yaşadı - ve yürüdü...

Şimdi, sana ulaştığını sanmışken - sana "en çok senin olan"ı getirmişken
- gelmişken - , sende bulduğunu sandığı şey aslında bir 'hiç'miş...
bugünden sonra 'her şey' olmaya çalışsan da 'hiç'liğini değiştirebilir misin?

Kişi, en içten, en içteki sesine bile aykırı düşebilir mi?
Düşer'miş', anlıyorsun...

Oruç Aruoba, Hani, s. 42.

Alacakaranlıkta...

Yine ikimiz, koyuyoruz ellerimizi ateşe,
sen nice zamandır yıllanmış gecenin şarabı aşkına,
ben ise sabahın hiç sıkılmamış pınarı uğruna.
Körük, güvendiğimiz ustasını beklemekte.

Keder yaydığında sıcaklığını, geliyor cam ustası.
Gidişi ortalık ışımadan, gelişi çağırmadın sen, hem de
yaşlı, aklaşmış kaşlarımızın alacakaranlığı kadar.

Yine kurşun dökmekte gözyaşlarının kazanında,
sana bir kadeh için - kutlamaktır önemli olan yitirilmişi-
bana da isli cam kırıklarım için - ateşe saçılmakta.
Ve sana kadeh kaldırıyorum, gölgeleri çınlatarak.

Anlaşılır şimdi kimin çekindiği,
ve kimin sözünü unuttuğu. Sense
ne bilirsin, ne de istersin tanımayı,
kenardan içersin, serindir diye
ve ayık kalırsın, tıpkı eskisi gibi,
üstelik belli ki, kaşların hala çıkmakta!

Bana gelince, bilincindeyim yaşadığım
aşk ânının, cam kırıklarım saçılıp ateşe,
yine o eski kurşuna dönüşürken. Duran
benim merminin ardında, hayal gibi,
yalnızca tek gözü açık, hedefinden emin,
ve sıkıyorum onu, sabahın ortasına.


Ingeborg BACHMANN

27 Mayıs:Hakikat Rejimi’nin Tesisinde Hukukun Kuruluş ve İşletilişi

Giriş

27 Mayıs üzerine yapılmış araştırmalara değinen Osman Doğru, darbenin kamu hukuku literatüründe daha çok “kurucu iktidar” sorunsalı üzerinden tartışıldığını tespit etmiştir.1 Buna karşın, darbe ve sonrasındaki iki yıllık süreçte kararları uygulamaya koyan kişi ve kurumların genel olarak kuvvetler ayrılığı, hukuk devleti, demokrasi, olağanüstü hal kavramlarına bakışları, kişisel sorumlulukları gölgede kaldı. MBK’nın kuruluşu, 27 Mayıs darbesini somutlaştıran hukuksal metinlerin içeriği ve bunların uygulanması sırasında kişisel iradelerle kurumsal roller arasında ortaya çıkan olası uyum ve uyumsuzluklar; CHP-ordu-yargı-üniversite bütünleşmesinin siyasal, hukuksal anlamı; Yüksek Adalet Divanı’nın (YAD) işleyişi, Yassıada’ya uzanan yakalama, sorgulama, yargılama, infaz süreçleri “kurucu iktidar” başlığının görece talî gördüğü tartışma konularıydı.

Hâlbuki anayasayı ve demokratik düzeni ihlal ettikleri, mecliste fiilen tek parti diktatoryası kurarak milli egemenliği sekteye uğrattıkları iddia edilen DP hükümetine karşı girişilen ve “kardeş kavgasına son verme” gayesi güden müdahalenin karar alma-uygulama süreçlerinin maddi ve biçimsel hukuk yönünden incelenmesi, bugün 1960 rejimini daha iyi anlamamıza yardımcı olabilir. Darbeyi hazırlayan süreçlerin basında nasıl tartışıldığını gözlemlemek ve buradan 27 Mayıs arifesiyle Yassıada Mahkemelerinde isnat edilecek suçlar arasındaki olası karşılaştırmaları yapabilmek, hukuksal sürecin içeriğini belirleyebilecek siyasal tartışmaları işaretleme olanağını sunabilir.

Bu açıdan, 1950–60 dönemini bir kesinti saydığı için 27 Mayıs’ı “İkinci Cumhuriyet” olarak adlandıran Ulus gazetesinde 27 Mayıs öncesinde demokrasi-diktatorya tartışmalarına odaklanılacak. Ulus gazetesinin Aralık-Mayıs 1960 yayınlarının kısa değerlendirmesi yapılarak YAD öncesinde gazetenin söyleminin hem darbeye hem de mahkemenin sanıklara tavrına ideolojik arka plan sunduğunu savunacağım. Ulus’u CHP’nin yayın organı olarak parti politikasının basit bir iletkeni olarak değil, kamuoyu oluşturan ve parti merkez-taşra teşkilatları arasında söylem birliği kurmaya çalışan gazete olarak görüyorum.2

Daha sonra, darbeyi özetleyen ve komitenin bir anlamda hukuksal meşruiyet kaygısını gideren 27 Mayıs 1960 tarihli MBK Bildirisi ile 1 No’lu Yasa’nın hukuksal ve söylemsel içeriğine değineceğim. Buradan hareketle, darbe döneminin anayasal otorite etrafında bir devlet örgütlenmesi olup olmadığı tartışmasına giriş yapacağım.

1924 Anayasası normlarının büyük bölümünü yürürlükte tutarak insan hak ve hürriyetlerine, demokratik siyasal düzene saygı gösterdiğini ilk bildirisinde açıklayan ve bu kabulden beslenen askeri rejimi, sırf bu hukuksal açıklamasından ötürü yeterli düzeyde “anayasal, meşru” devlet örgütlenmesi saymadığımı belirtmeliyim. Zira hukuk devletinden ve yasal-meşru idari otoriteden kastım, devraldığı organik devlet örgütlenmesinde yetki ve sorumlulukları saptayan, temel hak ve özgürlükleri hukuk güvencesine alan MBK Bildirisi’nde ve 1 No’lu Yasa’da de jure teyit etmekle yetinmeyen, bu kabulünü eylemliliğine de yansıtan bir devlet örgütlenmesidir. Anayasasız rejim ise, daha önce konmuş ve kendisinin de kabul ettiği normların formel yürürlüğüne son vermez. Formel olarak yürürlükteki normlar da kendiliğinden eylemsel yürürlük kazanmaz. Bu normların eylemselleşmesi, hukuk düzenin kurduğu iradeye bağlıdır. Hukukun belirlediği iradenin yerine kişisel iradenin geçmesi, hukuk normlarının eylemsel yürürlüğünü doğrudan etkiler; formel olarak yürürlükte olan normlar kişisel iradenin öngördüğü oranda ve anlamda eylemselleşir. Bu kişisel iradenin normları eylemselleştirirken kullandığı ölçü, kendi siyasal varoluş nedenini açıkladığı meşruiyet bildirimidir.3 Anayasallıktan kasıt bu olduğundan, yazı boyunca MBK’nın siyasi emri altındaki özel mahkemenin (YAD) yakalama-sorgulama-yargılama-tutuklama süreçlerinde hem söylem hem de hukuksal kurgu düzeyinde ifadelerinin içeriğini dolduramadığını anlatacağım. YAD’ın 27 Mayıs’ın hemen öncesi ve 27 Mayıs sürecindeki siyasal ortamdan direkt etkilenerek karar verdiğini düşünüyorum. Mahkeme heyetinin sanıklara tavrı, sanıkların niteliği, isnat edilen suçlar, sadece Yassıada’yı incelemekle değil, en azından bir yıl öncesindeki tartışmalardan ve 27 Mayıs hareketini somutlaştıran otoritelerin (MBK, İlim Heyeti, CHP, Ulus gazetesi, Yüksek Adalet Divanı ve yetkilerinin kapsamını aşan kişisel kararlar) açıklamalarındaki süreklilik izlenerek çıkarsanabilir.



Ulus Gazetesinde Demokrat Parti Karşıtı Söylem


Ulus’un Ocak-Temmuz 1960 gündemi, parti yönetiminin mecliste ve yurt içi gezilerinde; parti teşkilatlarının ise şehirlerde çıplak şiddete maruz kalmalarıdır. Şiddet içerikli haberlerin gazetede sürekli yer edişi, CHP’lilerin bir tehdit altında demokrasi savaşımı veriyor olmalarına yorulur. Şiddetin gerek meclis içinde ‘aykırı’ söz söyleyen CHP milletvekillerine, bir ili ziyaret eden parti yönetimine DP ocakları ve Vatan Cephesi üyelerince yöneltilmesi, gerekse bu müdahalelerin polis ve valilik tarafından engellenmeyişi, siyaseti zora sokan bir kriz olarak yansıtılır. Bu süreç içinde şiddetin artış gösteren hali, meclis ve taşra teşkilatları arasında paralellik göstermektedir. Mecliste kendisine söz hakkı tanınmayan, konuşmaları radyo eliyle kesilen, itirazları şiddet yoluyla engellenen partililerin yanında teşkilatlarda rahat bırakılmayan, binaları DP sempatizanlarınca basılan, tahrip edilen, yurt gezilerinde şehre sokulmak istenmeyen CHP, her yerden kuşatılmışlık içinde sunulur. DP şiddetinin bu sınır tanımaz niteliği, devlet kurumlarının partizan yönelimleriyle bağlantılandırılır; sempatizanların müdahalelerine karşılık vermeyen polis ve emir komuta merkezi olarak vali, ciddi eleştiriye tabi tutulur. Ne var ki, bu eleştiri, bir modern devlet örgütlenmesinin masaya yatırılması anlamında ‘polis erki’nin eleştirisi değil, özünde cumhuriyetin kurumu olan emniyetin yetki ve sorumluklarının bir hükümet tarafından bürokrasinin kendi kuralları dışına çıkartılarak haksız biçimde kullanılması yönündedir. Kurumların özünden ziyade son on yıllık yönelimleri herhangi bir dönemselliğe gidilmeden, salt DP iktidarı olmalarından ötürü eleştiriye tabi tutulur. Bu sayede iktidarın yoğun baskısı altında hem merkezde hem de yerel örgütlenmelerde hareket edemeyecek konuma terk edilen, kendi kurduğu rejimin ilkelerini başka bir partiye teslim etmiş olmanın on yıllık burukluğunu ‘partizanlık’ ve ‘çıplak şiddet’ mağdurluğuyla açıklamaya yönelen bir yayın çizgisi sürdürülür. Ocak ayından itibaren erken seçim çağrısı yapan4 ve bu çağrıya uygun biçimde yurt gezilerine ağırlık veren CHP’yi izleyen gazete, parti otobüsünün Konya girişinde taşlanmasını ve polisin bu kanunsuz eyleme tepkisiz kalmasını rejim açısından iki parti arasındaki ciddi uçurum üzerinden değerlendirir. Menderes’e alkış tutmanın serbest sayıldığı hoparlörle ilan edilirken, İnönü’yü alkışlayan vatandaşların atlı polislerce zorla dağıtılması, “örf ve adetlere uygun” karşılama törenine aykırı bir eylem olarak yorumlanır.5 Çıplak şiddetin DP’nin çekim alanına giren polis erki elinde orantısız kullanımı ve bunun belli bir kitleye yöneltilmesi ‘ahlakilik ve kanunilik’ çerçevesinde değerlendirilir. Kanunun “örf ve adet” ile eşleştirilerek sunulması, siyasetin ahlak penceresinden okunuşu, kendi çizdiği kurallarla bürokrasinin ilkelerini ve rejimi buluşturmaya çalışan, fakat ilkelerin elinden kaymakta olduğunu gören partinin bu denklemi ahlakla yeniden örmek istediğini göstermektedir. Bir ‘kanun ve nizam’ partisi olarak CHP’nin anarşiye bakışını Turhan Feyzioğlu şöyle belirtmektedir:

“Anarşi, Uşak’ta vatan kahramanı İnönü’ye çiçek atılması değil, çiçek atanlara saldıranlara polisin, zabıtanın müdahale etmemesidir.”6

Konya’da CHP teşkilatına ateş edilmesi7, Aydın’da CHP il kongresine mani olunmak istenmesi, CHP ocağı açılışının jandarma tarafından zorla dağıtılması, dağıtılan kongrede kadınların coplanması8, DP Gençlik Bürosu’nun talebe ve gençlik teşekküllerine baskısı, devlet yardımı alabilmek için DP teşkilatlarından izin kâğıdı alma mecburiyetinin getirilmesi9, CHP’ye oy veren bazı doktor ve öğretmenlerin merkez emrine alınması10, taşrada vatandaşların DP’ye geçmeleri için zorlanmaları11, DP yönetimince CHP’lilerin telefonlarının PTT’ye dinletilmesi12, Kayseri’de DP emriyle üç CHP’linin polisçe vurulması13, İnönü’nün Kayseri gezisi sırasında DP tarafından askere kendisi için “vur!” emrinin verilmesi14, Kayseri’nin il sınırlarından başlayarak şehir merkezine dek süren tahrik ve teyakkuzda bulunma hali15, Yakup Kadri’nin Ankara’ya dönen İsmet İnönü’ye ‘Geçmiş olsun mu diyeyim, 2. İnönü’den dönüşünüzü tebrik mi edeyim?’ sorusu, CHP’lilerin yolunu kesen parti il başkanı ve DP tesirindeki valinin müdahalesi16, DP’nin ‘son koz’ olarak radyoda İnönü’nün konuşmalarının tamamını yayınlatmaması17, DP’nin siyasete yönelik yıldırma ve çıplak şiddet içeren hamlelerinin ötesine geçerek İnönü’nün karizmasını sağlığındaki bozulma ve ağır hastalık ‘söylentisi’ ile zedeleme uğraşısı18, olay çıkmaması için çaba harcayan CHP’lilerin mecliste saldırıya uğramaları19, Ulus’a verilen resmi ilanların kesilmesi20, DP’nin ‘yalan ve iftira’ dolu kampanyalarla insan haklarını da hiçe sayarak demokrasiye ve kanuna dayalı bir uygarlık arayışının tarihi seyrini değiştirmeye, tek parti rejiminin ilkelerini diriltmeye yönelmesi21 gazetede çıplak şiddetin ne denli önemsendiğini ve bu şiddetin parti teşkilatlarıyla merkez arasında ciddi bir ‘kader birliği’, ‘birbirine tutunarak karşı koyma’ vesilesi olduğunu göstermesi bakımından önemli mağduriyet sembollerindendir. DP’nin ‘hukuk ve ahlak dışı’ müdahalelerinin, devlet kurumlarını kendi emelleri doğrultusunda partizan bir yapılanmaya sevk etmesinin, şiddet içerikli haberlerle daha meşru kılınmaya çalışıldığı söylenebilir. Şiddet, hem parti içi türdeşliği ve ortak mağduriyeti pekiştirir, hem de hukuk ve ahlak ‘adına’ konuşmanın zeminini kurarak partinin ötesinde ulusa mal edilebilecek popülizmin ve milli iradeyi ‘yeniden’ tesis edebilecek olası bir meşruiyetin zeminini hazırlar.

Bülent Ecevit, gelişmiş Batı ülkelerindeki örnekleriyle evrensel bir demokrasi kültürü çizmeye çalışır, DP uygulamalarını bu örneklerle karşılaştırır.22 Ecevit’e göre, demokrasinin en geniş haliyle uygulandığı yerlerde polis, yaşamın her alanına müdahale etmez, halkın sisteme tepkisi de buna bağlı olarak daha sınırlı ve oturmuştur. Devlet içi bir örgütlenme olarak polis, hükümetlerden özerk ve onların siyasi bağlantılarından bağımsız işleyişe sahiptir. DP iktidarında ise bu işleyiş tersine dönmüştür. Partinin hedefleri doğrultusunda CHP’yi ve kendisine karşı hareket eden her toplumsal gücü bir tehdit olarak algılayarak polise orantısız, ölçüsüz müdahalede bulunma yönünde teşvikte bulunması, rejimi yönelmek istediği gelişmiş demokrasilerden geride bıraktırmıştır. İnönü’ye yapılan saldırılarla ilgili görüşülmekte olan “Uşak Davası” hakkında yazan Ecevit, “Bir memleket büyüğünü selamlamak için kışın soğuğunda yollara dökülen vatandaşları polis atlarının nallarıyla tekmeletip copla dövdürmek, polise vatandaş kırbaçlatmak hiçbir hukuk devletinde akıldan geçirilmeyecek iktidar hamleleridir” biçiminde görüş bildirmiştir. DP kaynaklı şiddeti güncel bir örnekle olumsuzlayan Ecevit, bir yandan da ‘DP yandaşı olan- olmayan’ ayrımının daha sonra alacağı adlandırmalara ortam hazırlamış olur. Afrika kurtuluş hareketlerinin gündemde bulunduğu bu dönemde Ecevit, polis müdahalesinin tutulan partiye göre değiştiğini vurgulayabilmek adına “apartheid” rejimine başvurur. Ecevit için Afrika’da hüküm süren ırk ayrımı neyse, Türkiye’de partizan idarenin etkisine aldığı polisin vatandaşın toplantı ve gösteri yürüyüşlerine müdahalesi de odur.23 Sadun Tanju, polisi kendi emelleri doğrultusunda kullanan DP yönetimine “iktidar kabadayıları” yakıştırmasında bulunur.24 Modern devlet içi bir yapılanma olarak polis erkinin eleştirisine gitmeyip, evrensel bir demokrasi kültürü içinde meşru şiddet tekelinin partizanlıktan özenle uzak ‘tutulan’ idare tarafından tesis edilebilmesinin yollarını sorgulayan Ecevit’in yazısı, şiddeti devletten ve bürokrasiden sıyırarak onu bir partiye özgülemekte, şiddeti DP’nin polisi ‘akıldışı’ kullanımıyla bağdaştırmaktadır. Yakup Kadri, Kayseri’de DP emriyle polis tarafından vurulduğu iddia edilen üç CHP’linin ardından, “polis rejimi”nin sürmesinin ülkede öncelikle polisin ve hükümetin güvenilirliğine zarar vereceğinden bahseder.25 Devletten kaynaklanan şiddetin ancak ‘kötü’ niyetli ve demokrasiyi içselleştirememiş mecralarca yolundan saptırılabileceği, idarenin salt hukukla rayına sokulabileceği, kanun ve onun sağlayacağı nizamın milli iradeyi, bütünlüğü sağlayacağı fikri, kapsamlı devlet eleştirisini gölgeler, gazetenin ve yazar profilinin zaten böyle bir sorununun olmadığı da iddia edilebilir. Örneğin, Yakup Kadri de “Uşak Davası”nı konu edindiği bir yazısında DP’li milletvekilinin görülmekte olan dava hakkında mecliste konuşurken meseleyi bir anda ört bas etmeye yönelik sözler sarf ettiğini, haklıyı haksız göstermeye çalıştığını, Şark milletlerini ilerlemekten alıkoyan münakaşayı bir mugalâtanın karanlığında boğma alışkanlığına yöneldiğini savunur.26 Bu ‘menfur zihniyet’in hak ve adaletle, hukuk devleti, amme vicdanı ile bir ilgisinin olmaması gerekir. “O, durduğu noktanın ötesini göremez: görse de partizan zihniyetiyle onu tanınmaz hale sokar.” Hukukun ahlakilikten yoksun kanunsuzlukları ve dolayısıyla düzensizliği önleyebileceği düşüncesi, CHP Milletvekili Fahri Karakaya öncülüğünde verilen kanun teklifiyle zirveye ulaşır. “Demokraside Vatandaş Ahlakını Koruma Kanunu” adını taşıyan teklif, gerekçesinde nüfus artışının sonucunda vatandaşın ihtiyaçlarına cevap verebilecek büyüyen bir idarenin vatandaşa yakınlığını nasıl sağlayabileceği sorusuna cevap arar. Gerekçenin devamında bu kanunun siyasette partizanlık yapmadığı sürece ilden ilçeye dönüştürülmeye kadar sürüklenen yönetim birimlerinin, köprü yapımı için toplu oyu istenen vatandaşın sorunlarına çözüm bulunacağı umulmaktadır.27 Hukukun ahlakı içinde barındıran bu efsunlu değneğinin her değdiği yerde topluma ve siyasete ‘doğru’yu, ‘akılcı’ olanı göstereceği düşüncesi, yeni bir kurucu iktidarın da habercisi sayılabilir. Gazetenin de olumladığı biçimiyle bu yeni pozitivizm, demokrasiyi dışlayan DP popülizmiyle mücadelede kullanılabilecektir. Ecevit, ‘zorbalık- kanun tanımazlık’ ilişkisini tabiatın düzenine varacak kadar genişletir, kanunun gerçek sınırının tabiat olduğunu savunur. Ona göre, kanunun gerçek sınırı anayasa değildir, tabiattır. Bir kurul, anayasaya aykırı düzenleme yapsa dahi tabiatın kendisini kuşatan zırhını parçalayamaz. Zorba yönetim, bir kanun tasarlayacaksa bunu tabiatla ilişkilendirmeli, hem koruyanı hem de korunanı gözetecek yola yönelmelidir. Yöneten, bu dengeyi bozmaya kalkarsa- ki DP bu noktadadır- tabiat onu çıplak ve güçsüz hale sokar, iktidar, çaresizce parçalanır.28 Bu ana çizgiyi görmeyen idareye karşı zaten “nizama bürünmüş nizamsızlıkları kahretmeye azimli olan seçmen vatandaş”29 ile bütünleşilecektir. Şiddetin bizzat DP eliyle ya da onun aracılığıyla uygulanması, bir noktadan sonra sembolikleşir, DP’ye yönelik asılsız haberler ‘öfke’yi kalıba sokar, siyasallaştırır; Ulus, ilerleyen günlerde savcılık aracılığıyla ilk sayfadan yayınlayacağı tekzip metinlerini yeni bir şiddet içerikli müdahale haberinin yanında verir.
‘Haber-tekzip’ sarmalında dönen haberlerin yine şiddet açısından bakıldığında görülebilecek bir yönü de Ulus ve CHP’nin bizatihi hukukun ve bürokrasinin toplumu kurucu rolüne yaptıkları vurgudur. Bir ‘kanun ve nizam partisi’30 olarak sunulan CHP, ülke genelini saran DP müdahaleciliği eleştirilirken iktidarın karşısına hukuk ve partizanlıktan arındırılmış bir bürokrasi hedefiyle çıkartılır. Bürokrasinin liyakat ilkesine göre işlemesi gereken ve kendi kurallarını önceden belirlenmiş bir sisteme göre yürütmeyi hedefleyen şeması, Ulus’a göre DP dönemiyle beraber sarsıntı geçirmiştir. DP, her kademeye uygun gördüğü isimleri yerleştirerek, milletvekillerinin KİT’lerdeki idare meclisi üyeliklerinin eşzamanlı devam etmesine müsaade ederek31 bu ana şemayı sarsmış, demokrasinin bürokrasiyle birlikte işleyecek çemberini yarmıştır. Bir kayıp olarak DP iktidarı, partizanlığın ve devlete ‘sızmışlığın’ on yıllık tablosu içinde aktarılır. Güncel örnekler, 1950–60 döneminin kesintisiz sürekliliğinde okura sunulur.

Partizanlığın bir söylem düzeyinde kuruluşunda yayma faaliyeti ve geniş kitlelere seslenmede basın-yayın organları önemli yer tutar. DP ileri gelenlerinin iktidara gelmeden verdikleri demeçler32, devlet radyosunun yansızlığı, basın organlarında ifade özgürlüğünün teminat altına alınması yönündedir. Bu demeçler, on yıllık sürecin sonunda geriye dönük biçimde yeniden okunur ve Ulus, özellikle radyonun etkileyici konumunu hesaba katarak DP ve Vatan Cephesi’nin bir sesi haline getirilen devlet radyosu yayınlarını mercek altına alır.33 Yazar kadrosu, manşetler, karikatürler, CHP milletvekillerinin mecliste konu hakkında verdikleri soru önergeleri gazetede geniş yer bulur. Yakup Kadri, ‘demagoji’ kavramı üzerine yürüttüğü kısa tartışmada DP’nin 1950 öncesi tutumunun ‘demokrasi, insan hakları ve hayatı ucuzlatma’ ile ilgiliyken, bugün toplumu ikiye ayıran Vatan Cephesi oluşumunun ve içi boş vaatlerle dolu kalkınma, imar hareketlerinin demagojiyle ilişkili olduğunu belirtir.34 CHP ve Ulus penceresinden bakıldığında, hapse atılan yazarlar ve yayını durdurulan gazeteler ‘çağı’nda ülkede nefes aldırabilecek en önemli gözenek radyodur.

Radyonun kamusal rolünün dışlanarak CHP aleyhine propagandaya yöneltilmesi, Vatan Cephesi üyelerini takdim etmesi, Menderes’in açıklamalarının tamamını verirken CHP’li vekillerin ve Genel Başkan İnönü’nün konuşmalarını yarıda kesmesi, DP’nin israflarla ve gösterişle dolu on yıllık bütçe harcamalarını anlatan CHP’li Ferit Melen’in konuşmaları yarıda kesilirken maliye bakanının konuşmasının tamamının yayınlanması35, ‘millet malı olan radyonun kuvvetlerce işgal olunduğu’nun kanıtlarındandır. 36

Özcan Ergüder, “her şeyi toz pembe görmeye kendisini alıştırmış DP’lilerin bu renge halel getirecek herhangi bir sözü duymama azmiyle Ferit Melen’i dinlemediklerini, kapısına ‘DP Radyosu’ yazılabilecek devlet radyosundan da halka dinletmek istemediklerini” bildirir.37 “Madem ki iktidar muhalefeti konuşturmuyor, o halde iktidar muhalefetin sözlerinden korkuyor. Bu, konuşandan çok konuşmayana kuvvet verir.”38 Ecevit, “devletin normal cihazları” olarak sınıflandırdığı kanunla sınırlandırılmış zor kullanma tekeli ve anayasayı radyo, partizanlık ve plansızlıkla karşı karşıya getirir. ‘Milli vicdan’ı içeren devletin normal cihazları aynı zamanda insan haklarıyla bütünleşmektedir. DP, milli vicdanla eşleştirilen “devletin normal cihazları”na aykırı düşecek hamlelerde bulunmuş, kendisine karşı gelişen tepkiyi sindirmek adına radyoyu, polisi partizan bir yöne sevk etmiştir.39 Hayal ve ihtimallerin bile ülkeyi “Vatan Cephesi- nifak cephesi” olmak üzere ikiye ayıran DP tarafından sansürlenmek istenmesi, Ulus tarafından toplumun ikiye bölünmesine neden olacak bir gelişme olarak aktarılır. 4 Mart’ta CHP’nin hazırlamış olduğu basına yönelik “ispat hakkı”nı içeren yasa teklifi, yeni bir ikili ayrım üzerinden gazetenin sütunlarından duyurulur. Bu teklife meclisin göstereceği tepki, diktatörlük ile hürriyetçi bir rejim arasında yapılacak tercihtir. Hürriyetçi ve demokratik bir rejimin dayanması gereken ‘alenilik’ ilkesinin basın hürriyetiyle tamamlanması, CHP ve Ulus açısından radyo aygıtını elinden kaybetmiş bir partinin kendisini yaymak için kullanabileceği son araç olma özelliğini de taşır. Cephe ayrışmasının ötesinde basının ciddi sınırlamalara maruz kaldığı bir dönemde CHP ve Ulus açısından demokratik yönetimin zemini kadar propaganda yapılacak bir alanın da bulunması gerekmektedir. İşte bu dar, sıkıştırılmış alanı bir nebze olsun açacak ya da seçim dönemi devlet radyosundan sesini duyurmasını sağlayacak bir düzenleme partinin ve gazetenin profiline bakıldığında, yasallık ve meşruluk taşıyacaksa, ancak hukuk yoluyla mümkün görünmektedir. DP iktidarından önce Menderes ve arkadaşlarının özenle üzerinde durduğu, CHP’yi eleştirdiği devlet radyosunun tek yanlı yayın yapmaması ilkesi, DP döneminde tersi yönde işletilmiş ve CHP bu kez ‘mağdur’ konumuna sürüklenerek benzer açıklamaları yapmak durumunda kalmıştır. Esasında ‘ispat hakkı’ da ilk kez Hürriyet Partisi tarafından hazırlıkları yapılan bir yasa teklifiydi ve erken seçim sürecinde propaganda faaliyetlerini duyuramayacak olan CHP için zaman açısından stratejik değer taşıyordu. CHP yönetimi açısından basının elinde bulunacak ‘ispat hakkı’, iktidarlardan bağımsız biçimde kamuoyuna ‘gerçeği söyleme’nin bir aracısı olacaktı. Yasa teklifinin gerekçesinde, teklifin rejim açısından yaratacağı “diktatörlük- demokrasi” ayrımı anlatıldıktan sonra, ‘kötülerin günahlarının bilinmesi hem lüzumlu hem de faydalıdır’ ifadesi kullanılmıştır.40 Böylesi bir ‘görev’in basının ispat ‘hakkı’ ile beraber işlenmesi ve DP baskısına karşı direnişin merkezine basın yoluyla yayılmanın konması, dönemin şartları göz önünde tutulduğunda meclis dışında hükümeti yıpratma ve daha rahat, meşru yollardan yeni bir popülizme sarılmakla ilişkilendirilebilir.
Gazetelerin kapatılması, yazarların hapis cezası alması, Ulus’ta ilk sayfadan verilirken, bunun bir demokrasi mücadelesi olduğu her fırsatta hatırlatılmakta, DP bu yönden de demokrasi ve özgürlük yanlılarının karşısında olmakla eleştirilmektedir. Vatan gazetesi Yazarı Ahmet Emin Yalman’ın, Tercüman gazetesi Yazarı Peyami Safa’nın, Akis dergisi yazı işleri müdürünün yazıları nedeniyle hüküm giymesinin ardından Yakup Kadri, basına yönelik müdahaleler altında ‘vicdanların hapsolduğu’nu41, DP idaresi altında ülkede bir tür ‘cezaevi rejimi’42 yaşandığını belirtecektir.

En az “Vatan Cephesi-nifak cephesi” ayrımı kadar sertleşecek bir ayrıma imza atacak Ulus, mücadeleyi ‘millet’ ile ‘milletin haklarını gasbetmeye çalışan bir avuç azınlık’ arasında görecektir. Yakup Kadri, milli iradeye karşı gelerek devlet hizmetini üstlenirken milletin kaynaklarıyla vatandaşı etkilemeye çalışanları karşı kategoriye sokmuş; Ecevit ise, Türk milletinin ‘karakteristik’ özelliklerini anakronik ve araçsal bir okumaya tabi tutarak ‘haysiyetine bağlı, haklarını korumasını bilen geniş görüşlü, açık sözlü’ millet tanımıyla DP’nin on yıllık iktidarını karşılaştırma ihtiyacı hissetmiştir. Ecevit’e göre, DP bu karakteristik özelliklere uymayan, yönetimi süresince eleştiriyi göğüsleyemeyen ve müsamahayı bitiren tavırlarıyla ‘milli irade’nin karşısına dikilmiş, kendisine tevdi edilen emaneti doğru kullanamamıştır. Bu iki yorum, bir yandan gazetenin iç tutarlılığını sağlayıp Milli Muhalefet Cephesi’ne açılan yolda Ulus’un tavrını netleştirirken, diğer yandan erken seçim isteyen CHP’ye ‘2000 yılına kadar iktidardayız’ cevabını veren DP’li Tevfik İleri’ye de yön göstermiştir.43 ‘Kanun ve nizam partisi’ olarak takdim edilen CHP, bu mücadelede DP’nin ana kadrosundan kopmuş Fuat Köprülü’yle sıkı temas kurmuş, Ulus ise DP ile mücadelenin tarihi vazife gereği olduğunu bildirerek Milli Muhalefet Cephesi’nin seslenişini yapmıştır.44 Köprülü, parti ayrılığı nedeniyle İnönü’ye muhalif olmanın doğal karşılanabileceğini, ne var ki hiçbir Türk’ün Atatürk’ün arkadaşı ve Garp Cephesi kumandanına laf söylemeye cüret edemeyeceğini belirtmiştir.45 Yine Köprülü, bu mücadelenin bir partilerarası çekişme olmadığını, bunun bir ‘ideal savaşı’ olduğunu, ideal savaşından alınacak neticenin İnönü’ye şükran borcunu ödemekle eş tutulması gerektiğini belirtmiştir.46 Osman Bölükbaşı, benzer bir yönelimle, Ulus’un eleştiriye tahammül edemeyen DP’nin Kırşehir’i ilçeye dönüştürmesine karşılık kendisine verdiği destekten yararlanarak, gazeteye “Vatanseverlerin basiretleri, uyanıklıkları ve tesanütleri nöbettedir” demecini vermiştir.47 Bu tetikte bekleme ve her şeyin farkında olma halini halka hatırlatma fısıldayışı, 23 Nisan öncesinde önem taşımaktadır, zira 23 Nisan, milli iradeye, egemenliğe yapılan vurgunun en üst düzeye çıktığı, ayrışmanın İnönü öncülüğünde bir ‘milli kurtuluş mücadelesi’ olarak algılatıldığı güne denk düşmektedir. ‘Milli Muhalefet Cephesi’nin yurt gezileri sürerken, 23 Nisan ile beraber ülkedeki ikili ayrışma şiddetlenecektir. Mücadele, Ulus’un teşhisiyle, milletin şahlanmış iradesine boyun eğecek, kaba kuvvetin tesirine inanmış biçare partizanlarla millet arasında yürütülecektir. Yürüttüğü hukuk mücadelesinde bütün yurt İnönü’nün yanındadır.48 Hukuk, bu söylemle milli mücadelenin temelindeki bağımsızlık arayışıyla özdeşleştirilir.

Ulus, 23 Nisan manşetini “Yeryüzünde mücadele eden tüm milletlerin mücadeleleri hayırlı olsun” diye atar ve diğer yandan “Milli hâkimiyete uzanan eller kırılacaktır” notunu düşer. Milli mücadelenin böyle bir evrensel atıfla tanımlanması aslında içe dönük bir mesaj taşımaktadır. Ulus, milli iradenin sekteye uğramasından, toplumun kutuplaşmaya sürüklenmesinden sorumlu tuttuğu DP yönetimine karşı tüm toplumsal güçleri birleştirmek için 23 Nisan’a özel bir önem atfetmektedir. İnönü, “İster içeride gayrı meşru haldeki idare, ister vatanı istilaya kalkışan yabancı bir kuvvet olsun, her ikisi de aynı derecede yıkıcıdır ve aynı şiddetle karşılanmalıdır” beyanatını vererek milli hâkimiyetin prensiplerini anlatmıştır.49

‘Anlatılması gereken bir kavram’ olarak milli hâkimiyet, gazetenin tutumundan da anlaşılacağı üzere, ‘tehlike’nin farkında olma halini sürekli canlı tutar, dış ve iç düşman ayrımını taktik icabı kaldırır. Milli iradenin teşekkül ettiği andan beri istilacıların tehdidi altında olduğu, milli irade için düşmandan sonra gayr-ı meşru irade ve idareyle savaşıldığı hatırlatılır50, bir anlamda Kurtuluş Savaşı atmosferi ve birliktelik inancı, ihtiyacı ‘Kahraman İsmet Paşa’ imgesiyle yeniden üretilir. İnönü’yü ziyaret eden emekli subayların kendisine şükranlarını sunmaları, Köprülü ve Bölükbaşı’nın dirsek temaslarıyla meseleye ‘milli bir çerçeve’ katmaları, her geçen gün sayıları arttığı bildirilen CHP üyesi üniversitelilerin huzursuzluklarını ve görev için hazır olduklarını İsmet İnönü’ye bildirmeleri51, yurt gezisi sırasında yaşlı bir yurttaşın DP rozetini yere atarak “paşa”dan af dilemesi52, gazetenin CHP’ye oy vermenin artık ‘vatan borcu’53 olduğunu savunması bölünmeyi keskinleştiren olaylar olarak karşımıza çıkar. Bölünmede DP-CHP geriliminin ötesinde meşruiyetinin söndüğüne inanılan bir iktidarın karşısında milli irade savunmasının ölüm kalım savaşımı olarak aktarılması en çok üzerinde durulması gereken noktadır. Milli iradenin fetişleştirilmesi ve ‘partizanlık, hukuk tanımazlık, ahlaki iradeden yoksunluk, demokrasi karşıtlığı’ ile altının doldurulması haklı mağdurluğun, baskıya uğramışlığın olağan sonucu sayılır. Ulus, DP’yi neo-Osmanlı olarak gösteren tabloyu, CHP’lilerin mücadele azimleriyle taçlandırır: “Dün istiklal mücadelesinde babalarımız, bugün hürriyet mücadelesinde biz varız!”54

Askeri müdahale söylentilerine her defasında ‘hayır’ yanıtı veren Ulus, ön plana çıkardığı haberlerin içerikleriyle esasında müdahalenin psikolojik ayrışma ortamını yaratmış, militer bir zemin kurmuştur. Tarihi mücadelenin yeniden ‘millet’ ile ‘milletin haklarını gasbetmeye çalışan azınlık’ arasında cereyan ediyor olması, sorumlulukların cumhuriyetin kuruluşundan beri değişmeden korunmasını fakat tarihten daha fazla ders alınması gerektiğini hatırlatır. Özgürlük adına mücadelenin bir tür kurtuluş savaşı olarak yansıtılması ve iktidarın ‘hukuk nizamı’yla sandıkta durdurulabileceğinin güvencesini bu köklü ayrıştırma faaliyetinden sonra kim verebilir? Daha ilginci, erken seçim taleplerini Ocak ayından bu yana sıralayan CHP’nin milli iradeyi yeniden tesis ederken Kemalizmin ‘kaynaşmış, imtiyazsız, sınıfsız kitle’ şiarını sadece DP karşıtlığı ve bir anlamda onun şiddet politikasından beslenen mağdurluğuyla sağlama imkânı var mıdır? ‘Altın çağ’ı, “Ataçağ”ı, “asr-ı saadet”i geri getirme fikrini özlemle savunan bu romantik pozitivist tavrın olası iktidarı için tartıştığı, üzerinde ayrıntılı biçimde durduğu bir programı var mıdır? CHP iktidarının ya da ‘ihtilal’ sonrasındaki rejimin ‘inkılab’a dönüşebilme olasılığının bu dönemde sorgulandığı söylenemez.

DP’nin somut icraatlarını popülizm ve ‘yoz’, ‘hurdacı’ kalkınma olarak eleştiren Ulus ve CHP çevresinin ülke üzerinde bu denli tarihi bir zafer duygusuyla siyaset yapmaya çalışması, ‘siyaseti tarihle imtihan etmesi’ ilgi çekicidir. Ülkeyi kurtarmış ve kurmuş olma ediminin siyasetin de hamisi olmayı teminat altına alacağı, hem lider hem de parti açısından ebedilik değeri taşıyacağı yargısı, iktidar olan partinin muhalefeti konumunda olduğunu unutturabilmektedir. Dengelerin tersine dönebileceğinin ve kalkınma hamlesinin farklı bir gözle okunabileceğinin kavranması, belki de bürokratik kanalların kurucu parti olarak CHP’nin elinden kayma tehlikesi geçirdiği zaman gerçekleşebilecektir. Partizanlığa yapılan vurgunun neden kalkınmayı öncelediği, kalkınma tartışmalarının neden önünde sonunda partizanlığa ve bürokrasi kanalına yöneldiği sorusunun cevabı da burada duruyor olabilir. Hatta kalkınmacılığın bürokrasinin bizatihi ilkeleriyle topluma yön veren biçiminin buluşması anlamında CHP’nin DP’ye eleştiri getirmesinin anlamı da burada yatıyor olabilir. Bürokrasideki ‘yansız’ olma halinin millet tasarımındaki tepedencilik, biriciklik açısından taşıdığı anlamla DP eleştirisini, her tartışmanın nihayetinde bürokrasiye sızarak organik toplum tasarımını gölgeleyebilecek bir partizanlığa yönelmesi tehlikesini birlikte düşünmenin faydalı olacağını sanıyorum. “Düzen ve ilerleme”nin alternatiflerinden biri olarak partizanlığın yaratacağı kaymalar, toplum ve devlet örgütlenmesinde hesaplanamayan, kestirilemeyen farklılıklar yaratabilecektir. Yine bu açıdan kalkınmada farklı bir söylemin kurulmasının yarattığı rahatsızlık, mümkün olduğunca ana fikirleri CHP içinden çıkmış olmakla kapatılmaya çalışılır. DP’nin kalkınma anlayışının 1936 CHP tasarısının bir tür devamı olduğunu söyleyerek bütçe eleştirisine girişmek, alternatif söylemi kendi içinde önce CHP’nin büyük kurucu tarihselliğine boğarak, daha sonra DP ileri gelenlerini ve programını da kendi içinden çıkararak sıradanlaştırmaktadır. Normalleştirme, Ulus’ta Emil Galip Sandalcı’da belirginleşir ve Adnan Menderes, bir başbakandan ziyade devleti, milleti kurucu ihtişamından kaynaklanan iktidarı hiç sönmeyecek CHP’nin bir zamanlar “genç, çalışkan fakat bu kadar yükseleceği umulmayan evladı”55 olarak tasvir edilir. CHP’nin siyasetin üzerinde salınıp duran bu ‘tarih ipoteği’ babacan bir paternalizmle, belirleyen fakat belirlenmeyen bir edayla birleşerek bürokrasiye herhangi bir alternatif otoritenin sızmasını engellemeyi hedefler.

Ulus, 27 Mayıs sürecinde seçimleri ve parlamenter sistemi ön plana alan tutumunu darbenin işlerlik kazanmasıyla yeniden kurmaya yönelmiştir. 27 Mayıs ve devamında ordunun rejimin yılmaz bir bekçisi, toplumu düzenleyen gücü olduğu ısrarla vurgulanır. 27 Mayıs öncesinde ordunun siyasetin dışında tutulmasının kendi saygınlığı açısından da faydalı olacağı görüşü Ulus’ta ağırlık kazanmış bir yargı iken, ordu mensupları, 27 Mayıs’la beraber her zamankinden fazla ilgi görmeye başlayan, toplum mühendisliğini de içeren bir kimlikle karşımıza çıkarlar. DP’nin bırakmış olduğu düzenin toptan ilgasına, bir tür tabula rasa’sına gidilerek, bu partinin siyaset yapma usulleri dahi belleklerden silinmeye çalışılır. Menderes’in lüks düşkünlüğü sadece siyaset temelli yorumlanmaz, gazete, meydanı ‘boş’ bulmanın avantajını da kullanarak İstanbul’da kalınan otelin faturalarının da hazineye karşılatıldığını yazar, iktidar mensuplarını memleket parasını harcayan düşük kişilikler olarak sunar.56 Darbe öncesi Vatan Cephesi ile ilişkilendirilen para aktarma mevzuları, yargılama öncesinde kişisel harcamaların ön plana çıkartılmasıyla yeniden gündeme oturur. 28–29 Nisan Olayları’nın aynı günlerde haber konusu yapılmasını yasaklayan ordu, Temmuz ayında gazetenin bu olayı bir yazı dizisi halinde aktarmasını engellemez. Ulus, gençlerin tepkilerinin oluştuğu yerlerde bir hükümet- ordu çatışmasının da bulunduğunu belirterek süreci ‘askerle beraber hareket eden gençlik, hükümeti lanetliyordu’ biçiminde işler. Beyazıt Meydanı’ndaki arbedelerin hürriyet muharebesi olduğunu belirten gazete, partizan idarenin gölgesindeki eli silahlı polisle elinde taş tutan öğrencileri karşı karşıya getirir. 28 Nisan Olayları’nın işleniş biçimi, askerle gazete arasındaki yakınlığı göstermesi bakımından değer taşımakta, partizan idarenin hâkimiyetindeki polisin yerine gençleri koruyan ordu mensubunun “Bir gencin bir yeri çizilirse bu süngüleri size yuttururum” sözleri öne çıkarılmaktadır.57 Milli Birlik Komitesi (MBK), DP kalıntısı saydığı karşılama ve uğurlama törenlerini törpüler, Cemal Gürsel için her ayağını bastığı yerde kurban kesilmesini yasaklar, el öpmek isteyenlere mani olunur. Darbe öncesinde gazetenin en çok işlediği devlet radyosunda partizanlık sorunu, Müdür Binbaşı Nusret Altuğ nezaretindeki heyetin imtihanla radyo sanatkârı almasıyla ‘hallolur’. Gazete, bu uygulamayı “Sezar’ın hakkı Sezar’a!” 58 başlığıyla duyurur, son on yılın buhranını müdahalesiyle durduran ve demokratik düzeni emniyet altına almak için çaba sarf eden ordu yüceltilir.59 1950- 60 döneminde iktidardan gerektiği kadar yardım göremediği düşünülen Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü’nün ve diğer kültür müesseselerinin faaliyetleri yeniden canlandırılmaya çalışılır, bu sayede sekteye uğradığı düşünülen milli iradenin, bir kayıp olarak nitelenen DP döneminin ardından yaraları sarılmaya çalışılır. Milli kültür dernekleri kurularak bunlara Halkevleri’nin eski binaları tahsis edilir.60

Ordu içinde yönetimin ne zaman devredileceğine dair tartışmalar süredursun, Ulus bu süreci iyimserlikle karşılar ve demokratik düzeni emniyet altına alan ordunun bundan sonraki idarelere sağlam, ‘iyi bir malzeme’ bırakacağını söyler. Ordu, sadece DP’nin siyasal hayattan dışlanmasını değil, özlenen idare ve vatandaş etiğinin de cumhuriyete kazandırılması için birincil rol üstlenecektir. İyi malzemeden kast edilen de bu olsa gerekir. Kültür kurumlarının hayata geçirilmesi, demokrasinin bilinçli yurttaş profiliyle işlerlik kazanacağının düşünülmesi buna yönelik yeni eğitim hamlelerini gerektirmiştir. Ordu, binlerce subayını cehaletle mücadele edilmesi ve eski günlere geri dönülmemesi için köylerde seferber ederek okuma- yazma kursları başlatmıştır.61 Vatandaş etiğinde özlemlenen erken cumhuriyet dönemi romantik bir dille yakalanmaya çalışılırken, bir yandan da partizanlığa ‘bulaştırılmış’ köylerin bu eğitim sürecine nasıl eklemlendirileceği düşünülmüştür.

Eğitime ‘katma’ faaliyetinin başlı başına bir sorun olarak belirmesi, ordunun siyasetin üzerinde ve onu belirleyen bir konuma yerleşmesiyle mümkün görünmüştür. Sorun, sadece MBK’nın yeni siyasal sistem içindeki pozisyonu olmayıp, genel olarak ordunun topluma düzen verme işlevinin nasıl gerçekleşeceği noktasında belirince, yerel siyasetle merkezden yürütülen siyasi faaliyet arasında ciddi bir gerilim yaşanacağı kaçınılmaz gerçek olarak düşünülmüştür. DP’nin Vatan Cephesi aracılığıyla popülist siyasetini köylere, bucaklara ulaştırması, destek toplaması, bu eğitim sürecine direniş gösterilmesi sonucunu doğurabilecek, siyasete bulaşmış kitlelerin eğitimle paklanması özel bir görev halini alacaktır.

MBK ve bazı aydınların siyasetin kendisine soğuk bakmalarından da kaynaklanan tutumları, 7 Temmuz günü tüm siyasi partilerin ocak ve bucak teşkilatlarının kapatılmasına neden olmuştur. Haber, İnönü’nün “CHP’nin tüm ocak ve bucak tabelaları inecek!” talimatıyla duyurulmuştur. Ulus, süreç hakkında net bir yorumda bulunmaktan kaçınırken, gazetede Ecevit’in aykırı sesi yükselmiştir. Ecevit, ocak ve bucak teşkilatlarının kapatılması kararının demokrasiye özgü katılım unsurunun bitirileceği anlamına geldiğini, bunun da ancak ve ancak DP benzeri biçimsel demokrasi yanlısı, halkı sandıkta görmek isteyen partilerce kabul görebileceğini belirtmiştir. Köylüye danışmamanın ve siyaseti merkezde kodlayarak ülke geneline yaymanın, siyaseti çirkin ve zararlı bir faaliyet olarak düşünen bazı aydınlara özgülenebileceğini düşünen Ecevit, MBK’nın bu kararı alırken işin içeriğini bilen, yerel coğrafyayı tanıyan aydınlara danışmamasını eksiklik sayar.62 Bu yakınmanın ardından MBK, yeni bir çizgiye yönelerek içeriğini ‘27 Mayıs İnkılâbı’nın belirlediği siyaseti Ankara köylerine tanıtmaya başlar.63

Eğitime ‘katma’nın bir sorun olarak algılanmasıyla birlikte siyasetten uzaklaştırılması gereken kitlelerin de yeni ve ‘müsaade edilen’ siyaset biçimine kanalize edilmeleri ayrı bir sorun olarak belirmiştir. Siyasetin kapsamını belirleyen ordunun ve dirsek temasında bulunduğu CHP’nin nasıl bir yol izleyebileceği erken seçim ve darbe öncesinde ayrıntılı biçimde tartışılmadığından, ihtilalin heyecanının sönmesinden, bunun bir inkılap kadar kapsamlı olamamasından endişe duyulmaktadır.

Ekonomi politikası da eklektik düzeyde tartışılmakta, uluslararası bağlantılar korunarak dış kredi ve uzman destekleri alınmaya çalışılmaktadır. Yeni dış ticaret rejimi açıklanarak fiyat istikrarının sağlanacağı duyurulur. ABD’den serbest bırakılan yardım öncelikle milli savunmaya ve KİT’lere aktarılacaktır.64 Gazete etrafında dönen tartışmalarda incelenen dönemin en nitelikli yazı dizisinin Doğan Avcıoğlu’na ait olduğu söylenebilir.65 DP dönemi iktisadi politikalarının ayrıntılı tahliline gidilen bu dizide 27 Mayıs sonrası iktisadi anlayışının nasıl olması gerektiği tartışmaya açılır. Avcıoğlu, DP’nin kredi tahditlerini genişletip kamuda gereksiz harcamalara gittiğini, zirai ihracatın mamul mal fiyatlarını arttırdığını, talepteki daralma sonucunda 27 Mayıs sonrası kredi limitlerini aşan bankaların kredi hududuna dönmek istediklerini, fakat alacaklarını tahsil etme sorunu yaşadıklarını anlatır. Alınacak bu dersle, uzun vadede, yeni ekonomi politikasının temelini oluşturacak sanayinin rasyonelleştirilmesi için, piyasa mekanizmasını değil, ufak iş yerlerinin birleştirilmesini ve yeni yatırımlarla işgücünün başka sahalara aktarılmasını önerir. Önerinin temelinde DP kalkınmacılığına alternatif olarak sunulan planlı kalkınmacılığın ilk örneklerini görmek mümkündür. Bu önerinin planlı kalkınmanın da ötesinde küçük işletmeciliğin kontrollü, dayanışmacı gelişimini savunan bir neo-korporatizme yöneldiğini söylemek de mümkündür. Üreticiyi kendi imkânlarıyla üretime ve devlet kontrollü bir emek örgütlenmesine teşvik eden sürecin işletilmesi halinde, kapitalist, dışa açık bir liberal kalkınmanın dışında ithal ikameci ve büyümeyi sınırlı tutan bir rejimin hayata geçirilebileceği düşünülmektedir. Bu büyüme perspektifinin uzun vadede bölüşüm ilişkilerine olumlu yönde yansıyacağı tahmin edilmekte, ordunun da savunduğu gönüllülük içeren yeni bir milli iradeciliğin (voluntarism) temeli atılabilmektedir.

Ulus, akademik dünyaya karşı duruşunda, 147’ler Olayı’ndan önce askeri rejimin bilime ve üniversiteye bakışını haber veren çizgisini paylaşarak bilimde bağımsızlık bahanesiyle ‘neme lazımcılığa sarılan’ bir üniversite anlayışının kabul edilemeyeceğini, bilim adamlarına musallat olan ayrıksı otların temizlenmesi gerektiğini bildirmiştir. Gazetenin ‘makbul bilim’ arayışı, ilerleyen aylarda üniversitelerde yaşanacak uzaklaştırma olaylarının habercisi olarak okunabilir.66

Gazete, çıplak şiddetten mağdur olan, zor durumda bırakılan, kötü işleyen idarenin partizan eğilimleri karşısında mazlumluğa itilen, ülkenin her yanını kapladığı düşünülen mazlumluktan eşit oranda ezilmişlik duygusu üreten bir ideolojik işlev üstlenmektedir. Gazetenin parti içi tüm ayrışmaları yatay kesmeye ve kendisini DP karşısında hukuku ve ahlakı beraber işleten ‘haklı mağduriyet’i ile tanımlama derdi bu ideolojik yönelime daha fazla ışık tutabilir. Ulus’un parti teşkilatları ve merkez organları arasındaki hiyerarşinin her alanına buladığı bu ‘türdeş mağdurluk’ söylemi, benzer bir yönelimle DP sempatizanları dışındakilere yeni bir ‘ulus’ formu verme uğraşısı içinde de kendisine yer bulur. Menderes’in ülkede bir “vatan cephesi- nifak cephesi” ayrımı yaparak siyasetini sürdürmesine getirilen eleştirilerin ardından, Ulus öncülüğünde “milletin haklarını gasp eden bir avuç azınlık-millet” ayrımına gidilmesi, özel olarak ‘gasp etme’ ve ‘çıplak şiddet’ eylemlerinin merkezi konuma yerleştirilmesi, olası CHP iktidarının kapsamlı program hazırlıklarına gitmek yerine bu ana ayrıma odaklanılması, 27 Mayıs rejiminin gerek ordu, gerekse sivil CHP kanadında darbeden inkılaba geçişin nasıl olabileceği yönündeki tartışmaların esasında geçmişe yönelik ne kadar cılız kökleri bulunduğunu göstermesi açısından ilgi çekicidir.
“İnkılâbın mantığı”nın67 bir türlü oturtulamamasından kaynaklanan sancıları aşmanın yolu kapsamlı olmayan düzenlemelerden geçirilir ve ordu, sekteye uğradığı düşünülen milli iradenin yeniden tesisi için düzenleyici rolü üstlenir. Partizanlığın kaynağı olarak görülen alanlar, ‘yansız’ bir ordu bürokrasisiyle donatılır, imtihanlar DP rejimine karşı işletilen ilk liyakat rejimi örneği olarak sunulur. Ulus da bu sürece moral destek sağlayarak bürokrasiye karşı gelişebilecek alternatif bir iktidarın önüne geçmenin, yeniden milli birliği sağlamış olmanın huzurunu “yayar”. Kalkınma hamlelerinin cılız gelişen neo- korporatist önermeleri arasında ‘milli birlik’ fikri, gönüllülüğü besleyeceği, Kemalizm’in erken dönem “asr-ı saadet”ine ulaşmayı sağlayacağı düşünülen bir değer olarak gazete tarafından yüceltilir. Darbe öncesi yaşanan gelişmeler, Ulus açısından bu kez görece rahat ve ‘sansürsüz’ bir dille aktarılır. Gelişmelerin odağına yerleşen ordunun düzenleyici hamleleri, DP döneminin olumsuzlanmasıyla pekiştirilir.

27 Mayıs’ı Somutlayan Temel Metinlerin Hukuki İçeriği

27 Mayıs darbesini inceleyen çalışmalarda kurucu iktidar sorununa görece fazla odaklanıldığını saptayan Osman Doğru, bu siyasal süreci hukuki bir içerikle kavramaya çalışmaktadır. Çabası, kamu hukuku literatüründeki anayasalı-anayasasız rejim tartışmasından destek alarak konuyu yorumlamaktır. Ben de bu yoldan ilerleyerek, 27 Mayıs’ın temel metinlerinin hukuki içeriğiyle bunların uygulamaları sırasında çıkan sorunları “anayasalı rejim” kavramı bağlamında tartışarak, Yüksek Adalet Divanı Kararları’na uzanan süreçte darbenin organik devlet yapılanmasını nasıl kurduğuna, suç ve cezalandırma pratiklerine nasıl işlerlik kazandırdığına değinmeye çalışacağım. “Anayasalı rejim” tartışması da bu bağlamda kurucu siyasal otoritenin bağlı bulunduğunu bildirdiği kurum ve kurulların ötesindeki hukukun evrensel ilkelerini yürürlüğe geçirebilmesiyle ilgilidir. Darbenin gerek 1924 Anayasası gerekse ilgili ceza kanunlarına bağlılığını bildirmesine rağmen yasama-yürütme-yargı dengesinde nasıl bir ayrıma gittiği ya da gitmediği, evrensel yükümlülükleri darbe süresince nasıl yorumladığı ve uyguladığı bir diğer başlığın konusunu oluşturacak.

Ulus gazetesinin net olmasa da mayıs ayında gergin ortamı sonuca bağlayacak ve milleti kurtaracak bir güç arayışında somutlaşan kurul –kendi ifadesine göre ‘geçici yasama organı’- Milli Birlik Komitesi oldu. Komitenin yönetimi devraldığını bildiren ilk metin, 13 numaralı tebliğ, ikincisi ise 12 Haziran 1960 tarihli 1 Sayılı Yasa’nın genel hükümleriydi. Müdahalenin varlık nedeni; siyasi partilerin içine düştükleri uzlaşmaz durum nedeniyle ortaya çıkan demokrasi buhranına ve kardeş kavgasına son verme olarak belirtilmiştir. Geçici yönetim adıyla kamuoyuna duyurulan MBK da hiçbir şahsa ve zümreye tecavüzkâr fiile teşebbüs ettirmeyeceğini, her vatandaşın kanunlar ve hukuk prensiplerine göre muamele göreceğini, insan hakları prensiplerine tamamen uygun hareket edeceğini beyan etmiştir. Öte yandan geçici yönetim -Ulus’ta bürokrasinin işleyişini sekteye uğratma anlamında kullanılan partizanlık iddialarına paralel olarak- işlevini partilerüstü, tarafsız bir idarenin nezareti altında en kısa zamanda seçimleri yaptırarak yönetimi seçimi kazanan tarafa devretmek olarak özetlemiştir.68 MBK’nın içinde yönetimin nasıl ve ne zaman devredileceğine yönelik tartışmalara değinmek bu yazının konusu değil69, ancak Ulus’un ülkeyi “Vatan-nifak cephesi” diye ikiye bölen DP eleştirisiyle MBK açıklamasındaki “kardeş kavgasına son veren kanunlar önündeki eşitlik” ifadesini organik toplum ideali açısından yorumlamak mümkün. 1 No’lu Yasa, anayasanın iktidar partisi tarafından çiğnenmesi iddiasını Türk Milleti’nin bütün fert ve insanlık hürriyetlerinin ortadan kaldırılmasına; muhalefetin işlemez hale getirilerek fiilen tek parti diktatoryasının kurulmasına dayandırmıştır. 15 No’lu tebliğde tutuklanmış subaylarla milli ideolojiye aykırı fiilleri olmayan bütün üniversite ve diğer okul öğrencilerinin serbest bırakılacağı; 22 No’lu tebliğde ise, Türk demokrasisinin gelişiminde kalemleriyle mücadeleden çekinmedikleri için anayasaya aykırı kanunlarla tutuklanmış basın mensuplarının tahliye edileceği açıklanmıştır. Gürsel’in mektubu düşünüldüğünde darbe öncesi Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes’e ulaştırılan uyarıların darbe sonrasında vakit geçirilmeden tebliğler yoluyla uygulanmaya başladığı görülmektedir. 157 Sayılı Yasa ise darbenin Temsilciler Meclisi’ni kurarken eski iktidar üyelerine kendisini kapattığını beyan etmiştir.

MBK’nın 8 No’lu bildirisi, hükümet yetkililerinin yakalama emrini içermektedir. Ancak bu emirlerde yakalamanın nedenleri sıralanmamaktadır. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun yakalama gerekçelerini sorduğunda General Madanoğlu’ndan “Hukuki gerekçesi yok, bu bir ihtilaldir” karşılığını aldığını belirten Abdi İpekçi, darbenin temel haklara bağlılığıyla ilgili bir noktayı vurgulamaktadır: Yakalama emri, hukuksal açıdan bir dayanağa bağlanmalı ve olağanüstü dönemler dahil olmak üzere temel hak ve özgürlükler güvence altına alınmalıdır. Olağanüstü hal, her türlü eylem ve işlemin idarece belirlenebileceğini kapsayan geniş yorum yetkisini kapsamamaktadır. Kaldı ki MBK da ilk bildiriminde bu temel haklara saygı şartını ifade etmesine karşın darbe sürecinin hukuki dayanağı öteleyebileceği ya da kendi ‘hukuku’nu yaratabileceği yönünde bir eylem iradesinde bulunmuştur. Bu haliyle Velidedeoğlu’nun sorusu, sadece yakalamanın hukuka uygun olmadığını işaretlemekle kalmıyor, ötesinde yargılama sürecini sakatlayabilecek bir uyarı sorusunu barındırıyor: “Yarın öbür gün meclis toplanır ve sizlere bu müdahaleyi hangi yetkiye dayanarak yaptınız, yasama dokunulmazlıkları bulunanları nasıl gözaltına aldınız, diye sorarsa ne cevap verirsiniz?”70 İhtilalin meşruluk-yasallık denklemini yatay kesen bu soru, anayasallık tartışmasına zemin oluşturabilecek niteliktedir.

1 Sayılı Yasa, müdahalenin varlık nedenlerini; iktidar partisi tarafından anayasanın çiğnenmesi, fert hürriyetlerinin ortadan kaldırılması, muhalefetin işlemez hale getirilmesi ve tek parti diktatoryasının kurulması yoluyla meclisin fiilen bir parti grubuna dönüştürülerek meşruiyetini kaybetmesi olarak sıralamıştır.71 Meşruiyet kaybını cumhuriyeti koruma ve kollama yetkisinin kendisine geçmesi olarak yorumlayan MBK, vatandaşı birbirine düşürerek milli varlığı tehlikeye sokan anlayışa karşı millet adına harekete geçtiği düşüncesindedir. Metin Toker, 31 Ekim 1960 tarihli Akis’teki yazısında millet adına hareket etmeyi şöyle tarif etmektedir: “Hareket, askeri hükümet darbesi mahiyeti taşımamaktadır. Aksine, meşruiyetini kaybetmiş bir iktidar ekibine karşı sokaklarda ayaklanmış milletin iradesini bir Komite tecelli ettirmiştir. Bu, bir ‘Sen kalk, ben oturayım’ oyununu, ihtimal olarak dahi gözler önünden silmektedir.”72

Ulus’un haber akışı da darbe öncesi süreçte mecliste CHP milletvekillerinin konuşturulmamasının, ülkenin “Vatan-nifak Cephesi” ayrımına sokulmasının ve ülke genelinde tek parti diktatoryasına gidilecek yönde kamu mallarının iktidar lehine kullandırılmasının yarattığı zararlara dönüktü. Bu noktada sorunun ‘yeni bir milli mücadele’ üzerinden anlatılması da darbenin meşruiyet kaynakları açısından bakıldığında paralel bir söylemin paylaşıldığını göstermektedir. Gerek darbenin yasal bildirimleri gerekse eylemlerinin milli iradeyi ve meşruiyeti sağlamaya dönük olduğu sürekli vurgulanmakta, yansız bir hükümete geçişin ordu eliyle, millet adına yapılacağı hem bu metinlerde hem de Ulus’ta vurgulanmaktadır.

Ulus’un 27 Mayıs sonrası yayın akışında MBK’nın işlemleri övülüp gerçek yansız muamelenin şimdi başladığı belirtilirken, Forum dergisindeki bir makalesinde Muammer Aksoy, 27 Mayıs sonrası yargılama sürecine ilişkin ilginç bir hukuksal yaklaşım geliştirmiştir.73 Aksoy’a göre, 27 Mayıs kurtuluş zaferi, çoktan gayrımeşru zulüm çetesi ve menfaat şebekesine dönüşmüş eski iktidarın tasallutundan milleti kurtarmak için yapılmıştır. Darbe, meşruiyetini yitirmiş otoriteye karşı güç, milletlerin zulme mukavemet hakkının en mükemmel örneğidir. Darbenin gerekçesini tranicide ile millet adına irade beyan eden ordu biçiminde açıklayarak Ulus’un organik toplum idealini darbeyle karşıladığını söyleyebileceğimiz Aksoy, yargılama başlayana dek, “zulüm makinesi” konumundaki tüm DP’lilerin aleyhinde suçluluk karinesi bulunduğu için tutuklu kalmaları gerektiğini savunmuştur. Temel haklara uymayarak ülkeyi bir diktatoryaya götürdüğü savunulan DP yönetiminin yargılanma biçimi, ceza yargılamasının genel kabullerinden “masumluk karinesi” üzerinden değil, Aksoy tarafından “suçluluk karinesi” üzerinden kurgulanmıştır.

Sanıkların suçluluk karinesiyle ilişkilendirilmesinin bir diğer destek noktası da yargılama usulüdür. DP milletvekillerinin anayasal düzeni ortadan kaldırdığı ve bunun da kardeş kavgasına neden olarak yurttaşlar arasındaki eşitliği bozduğu düşüncesiyle millet adına müdahale kararı alan MBK, yargılama için öncelikle DP döneminde 1924 Anayasası’nın hangi şekilde işlevini yitirdiğini göstermek istemiştir. Hukuk literatüründe “siyasal pratik” olarak adlandırılan yaklaşım, 1924 Anayasası’nda olağanüstü şartlar nedeniyle kurumsal demokrasiye geçilemediğini, fakat cumhuriyetin bu düzene geçmek amacıyla kurulduğunu savunmuştur. Çok partili yaşam denemeleri, savaş sonrası İnönü’nün demokrasiye dair açılımları, bu savı desteklemek için kullanılmıştır. Buna göre, demokratik yaşam cumhuriyet tarihinin ana ekseni, müdahaleler ve antidemokratik yönelimler tali unsurları iken, 1950-60 dönemi iktidarının gayesi, demokratik yönelimli cumhuriyeti ve anayasasını fiilen tek parti diktatoryasına dönüştürmektir. Darbe de “özgürlükleri engellemeye çalışan” ve “anayasadaki demokratik açılımları gerileten” iktidara karşı yapılmıştır. Bu yorum, siyasal açıdan rejimin yöneldiği demokratik çizgiyi saptırmakla itham edilen DP’nin anayasayı ihlal davalarıyla doğrudan yargılanabilmesinin dayanağını, Yüksek Soruşturma Kurulu aracılığıyla duruşmadan önce sağlamıştır.74 Bu yönden DP’nin ülkenin kaderine etki edecek siyasi vaatleri yerine getirmemesi vatandaşın “kandırılması” üzerinden işlenerek siyasal içerikli bir tartışma, anayasayı ihlal suçunun konusu haline dönüştürülebilmiştir.

27 Mayıs’ı somutlayan MBK Bildirisi ve 1 No’lu Yasa’nın kuruluşuna bakıldığında, faillerin kimliği net değildir. Bu metinlerde eski iktidar olarak DP vurgulanırken failler somut olarak gösterilmemiştir. Faillerin darbe tarihine kadar DP milletvekilliğinde bulunanları mı, kabine üyelerini mi yoksa DP seçmenini mi kapsadığı 27 Mayıs sonrası hukuk tartışmalarında önemli bir başlığı oluşturmuştur. Muammer Aksoy’un “suçluluk karinesi” üzerinden alıntıladığımız ifadesini bu bağlamda da düşünmek gerekir. Bir diğer metin, burada karşılaştırmalı olarak inceleyeceğim Cemal Gürsel imzalı darbe öncesi ve sonrasına ait iki mektuptur. Gürsel, 27 Mayıs’tan sonra açıklanan mektubunda, ülke sorunlarına dikkat çekerek bütün fenalıkların cumhurbaşkanından geldiğine dair memlekette umumi bir kanaat oluştuğunu, kabinenin değiştirilmesi gerektiğini, Tahkikat Komisyonu’nun ve antidemokratik içerikli kanunların kaldırılmasını, gazetecilerin serbest bırakılmasını, vatandaşa eşit muamelede bulunulmasını, din istismarcılığından vazgeçilmesini, ordunun sorunlarının halledilmesini, şehir gezilerindeki ihtişamlı karşılama törenlerinin terk edilmesini istemektedir. Bu, darbe sonrası Ulus’un manşetlerinde törenlere yeni düzenleme getirilmesini olumlayan tavrının ilk belirtisi olarak söylenebilir.75 Alparslan Türkeş’in ifadelerine göre, kendisinde ilk halinin bir örneği bulunan bu mektup, darbe sonrasında yeniden kaleme alınmıştır. İlk mektubunda isim ve kurumları net kullandığı gözlenen Gürsel, üsttekilere taleplerine ek olarak, Bayar’ı gerginliğin baş sorumlusu olarak işaret etmekte, yeni cumhurbaşkanı olarak Adnan Menderes’i düşünmektedir. İlk mektupta ayrıca parti ocak ve bucak örgütlerinin kaldırılması, sadece vilayet merkezlerinde temsilcilikler bulundurulması istenmektedir.76 Ülkedeki bunalımın baş sorumlusu Bayar’ın görevden ayrılması, kabinede suihalleri ülke geneline yayılmış kişilerin yerlerine “adalet ve şefkat hissi taşıyan zevatın getirilmesi”77, gazetecilere yönelik af kanununun çıkarılması, Tahkikat Encümeni’ni düzenleyen yasanın yürürlükten kaldırılması, müdahaleyi ‘en son çare’ olarak düşünen MBK’nın uyarıları olarak yorumlanmış, darbenin faillerini de burada işaret ettiği savunulmuştur. Ancak dolaylı yoldan ulaşabileceğimiz faillerin listesini somut bir hukuki metin üzerinde değil de sonradan açıklanan ve değiştirildiği savunulan mektuplar ve darbe sonrası tartışmalardan çıkacak sonuçlarla düşünmek fiilin ve failin önceden belli olması kuralına uygunluk göstermez. Kaldı ki, failliğin tüm DP seçmenlerine dek genişletilmesini düşünen Namık Zeki Aral’ın yazısı, ne tür bir belirsiz süreçte bulunulduğunu gözler önüne serer: “…Durumdan somut olarak kimler sorumludur? İktidar milletvekilleri, camia ve daha doğrusu seçmen zümresindeki ekseriyet…”78 MBK’nın 32 No’lu tebliğine dikkat çeken Doğru, tartışmayı sonlandıran 27 Haziran tarihli konuşmada “…bu hareket Demokrat Parti’ye karşı da değildir. Hepimizi ve Demokrat Partilileri de aldatarak memlekete fenalık eden, onu sömüren mahdut bir zümreyi bertaraf etmek ve DP’li vatandaşların da yolunu aydınlatmak için yapıldı.” demiştir.79

Darbenin temel meşruiyet gerekçesi olarak “anayasayı çiğneme” fiili, henüz bir yargı aşamasından geçmeden, diğer devlet organlarınca da kabul görmüş, eylem ve işlemler DP iktidarının milli menfaate aykırı hareketi sonucunda MBK’nın millet adına duruma müdahalesi önkabulüyle yürütülmüştür. Yargıtay, 27 Mayıs sonrasında verdiği bir kararda eski iktidar mensuplarının övülmesini milli menfaate aykırı sayarken, 27 Mayıs öncesi aynı nitelikteki suçu hükümetin manevi şahsına aykırı olmakla değerlendirmiştir. Menderes’e Yassıada duruşma salonu dışında tezahürat yapan bir vatandaş, milli menfaate aykırı davranmakla suçlanmıştır.80 Yargıtay, başka bir kararında sanığın suçluluk halini kaldıran unsurlardan birinin, eski iktidar mensuplarının da cezalandırılması düşüncesine katılması olduğunu belirtmiştir. Bu açıdan Yargıtay’ın 27 Mayıs’ın meşruiyet söyleminin içeriğini dolduran temel metinlere ve MBK üyelerinin demeçlerine bir “ceza normu” olarak baktığı söylenebilir. Anayasa Mahkemesi ise 1963’te verdiği bir kararda 27 Mayıs ‘Devrimi’ni milli huzuru devamlı şekilde ihlal ederek anayasanın dayandığı temel ilkeleri yok etmeye varacak davranışlara yol açacağı düşüncesiyle, ilgili düzenlemeyi anayasaya aykırı bulmuştur. Yargıtay’ın ‘milli menfaat’ kavramı üzerinden olumladığı 27 Mayıs’ın meşruiyet gerekçelerini bildiren 1 No’lu Yasa’yı bu kez Anayasa Mahkemesi ‘milli huzur’ üzerinden kararına dayanak oluşturmuştur.

MBK’nın müdahalesini bildiren tebliğ, sonrasında yayımlanan tamimler, 1 ve 157 No’lu yasalara uyan devlet örgütlenmeleri topluca ele alındığında bu düzenlemelerin ve kurumların ortak noktası, anayasa ve genel hukuk normlarını çiğnemesi sonucunda direniş hakkını millet adına kullanan MBK’nın öncülüğünü kabul etmeleridir. Bu meşruiyet, failleri daha sonra tartışmalı biçimde açıklansa da, 27 Mayıs öncesi görev yapan DP milletvekilleridir. Meşruiyetin en temel ölçütü ise daha sonra anayasanın başlangıç kısmına girecek milli menfaate aykırılık sonucu direniş hakkının kullanılmasının üst mahkemelerce bir “ceza hükmü” sayılmasıdır:
“Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 Devrimini yapan Türk Milleti…”81

YAD da, aşağıda göreceğimiz üzere, kuruluş-yargılama-karar süreçlerinde bu temel bildirime bağlıdır. Sorun, ceza hükmünün kimi kapsadığına ilişkindir. Başlangıç hükmünden çıkarsamalarla, failler darbe günü henüz DP üyesi olanlar mıdır, DP’nin kendisi midir yoksa soyut manada düşünülen bir iktidar kavramı mıdır?

Anayasa Mahkemesi, YAD tarafından mahkûm edilmiş eski iktidar mensuplarına genel af getiren yasayı anayasaya uygun bulurken 1961 Anayasası’nın “Başlangıç” bölümünü “ceza hükmü” kabul etmiştir.82 Buradaki meşruluğunu kaybetmiş iktidardan anlaşılması gerekenin soyut anlamıyla iktidarın kendisi olduğu, kabine ve DP üyelerini içermediği, YAD kararları açıklanmadan önce yürürlüğe giren “Başlangıç” hükümlerinin de sonucu belli olmayan bir dava için önceden suçluluk öngöremeyeceğinden bu hükümlerin sanıklardan azade kurgulandığı görüşüne varmıştır. YAD Mahkeme Heyeti Başkanlığı yapmış ve daha sonra Anayasa Mahkemesi Üyesi seçilmiş Salim Başol ise karşıoy yazısında “Başlangıç” hükmünün belli, somut bir iktidarı işaret ettiğini, milli iradeye karşı gelerek diktatoryaya giden bir DP iktidarının eylemlerinin bu iktidar tanımından bağımsız düşünülemeyeceğini savunarak yasanın anayasaya aykırı olduğunu bildirmiştir. Başol’a göre iktidar, kendisini somut eylem ve icracılarıyla gösterir, bu isimler de DP milletvekilleri ve kabine üyeleri olduklarına göre ilgili af kanunu “Başlangıç” hükmünün hedeflerine aykırıdır.



Temel Metinlerin Uygulanması:

Kişisel Tasarruflar ya da Kurumsal Yetkiler Ekseninde
Anayasalı-Anayasasız Rejim Tartışması


27 Mayıs’ı somutlayan metinlerin hukuki içeriğine yukarıda değinmiştik. Darbenin gerekçesi, MBK’nın işlevi, izlenecek yol ve geçici yönetimin görev alanına yönelik saptamaların nasıl uygulandığı ise bu başlığın konusunu oluşturacak.

Girişte yaptığımız tanıma göre anayasalı rejim; mevcut anayasa ve ilgili kanunların normlar hiyerarşisi esasına göre temel hak ve özgürlükleri güvence altına aldığı, devletin organik örgütlenmesinde kurum ve yetkililerin genel işlevlerini saptadığı ve bu ilkeleri eyleme geçiren bir siyasal yapılanmadır. Bunun tam tersi olmasa bile belli hukuk normlarını başta anayasa olmak üzere kabul eden ve devlet yapılanmasını temel yasalara uygun oluşturduğunu bildiren bir otoritenin uygulamada bu örgütlenmesini kişisel tasarruflardan ayrıştıramadığı, temel hak ve özgürlükleri güvence altına alamadığı yapıya ise anayasasız rejim diyoruz. Bu haliyle anayasasız rejimler, kamu hukuku literatüründe de jure anayasaya sahip, ancak uygulamada anayasanın ve bağlı bulunulan uluslararası antlaşmaların içerdiği temel hak ve özgürlükleri de facto sağlayamayan bir pozisyondadır. Ayrımdan hareketle, 27 Mayıs sürecini anayasallık üzerinden tartışmak, suç ve ceza algımız üzerinde hukuk terimlerine boğulmuş gibi gözüken, fakat aslında siyasi içeriği daha ön plandaki bir açılıma denk düşebilir.

Türk Milleti adına harekete geçerek yasama organını fesheden ve geçici olarak yasama organını oluşturduğunu 1 No’lu Yasa’da belirten MBK, Yargıtay kararlarına göre yetkilerinin niteliği bakımından bir “yasama organı” sayılmıştır. Ne var ki, yüksek mahkeme, komitenin kuruluş usulüne göre karar vermemiştir. Yargıtay, komitenin darbe sonrası kendisine tanıdığı yetkileri baz alarak yasama organı olduğuna hükmetmiştir. Kuruluş usulü; devlet içindeki herhangi bir organın ilgili yasayla kadrosunun oluşturulması, yenilenebilir, göreve gelme ve ayrılma biçimlerinin düzenlenebilirliğini ifade eder. 1 No’lu Yasa, yasama organının kuruluş biçimini içermemekte, sadece kurulduğu andaki kişilerin imzalarıyla kendini bağlamaktadır. Öyleyse komitenin bu kişilerden bağımsız ve onlara bir yaptırım uygulayacak, kurumsal olarak onları yenileyebilecek bir niteliği var mıdır? Yenilenemez bir ‘organ’ olarak karşımıza çıkan komite, sadece kişilerin imzalarına bağlanmışsa, burada kurumsal bir yasama organı yapılanmasından çok, yasayla kapsamı çizilmemiş, kişilerin iradeleri yoluyla işlerliğini sağladığı bir ‘oluşum’dan söz edilebilir. Oysa anayasal rejimde yasama organının kuruluş ve işleyişi anayasanın ilgili maddelerinde düzenlenmiş, kişi iradesinin üstünde, onu belirleyecek biçimde olmalıdır.

MBK’nın memleket işlerini geçici süreliğine yürütmek üzere kurulduğunu açıklayan bildiri, ordunun kurumsal yapısından ve yetkilendirmesinden değil, Silahlı Kuvvetler’in yasal açıdan görevlendirmediği bir grup subayın bu yönetimi üstlendiğini göstermektedir. Nitekim Cemal Gürsel’in beyanları da bu kişiselliği destekleyen öznel bir üslupla doludur. Daha sonra yayınlanan bir tebliğde ise komitenin görev paylaşımına değinilmiş olması, komitenin belli bir organik kimliği bulunduğunu hâlâ kanıtlamamaktadır. Kurumsal kimlik yönündeki girişimler, müdahale sonrasındaki 1 ve 157 No’lu yasalarla somutlaştırılmaya çalışılacaktır. Bu düzenlemelerde komite üyeliğinden çıkarılma, üyelik nitelikleri, çalışma usulü belirtilmektedir. Çalışma usulü açısından ilginç olan, komitenin yenilenemezliğinden dolayı kendi arasında fikir ayrışmasına gittiğinde bir tarafın iktidar, diğerinin muhalefet olma şansının olmayışıdır. Zira devlet başkanının değişimini düzenleyecek bir hüküm yoktur. Ayrıca bu yenilenemezlik, ancak ve ancak komite içi tasfiyeyi zorunlu kılmaktadır ki, komite içi kırılma yaratan 14’ler Olayı’nın teknik sebebi burada aranmalıdır. Kısacası, komite içi işleyiş, olası bir muhalefetin tasfiyesini gerektirir. Bu durumda komitenin temsil iddiasında bulunduğu hangi milletin isteklerine göre hareket edeceği sorusu açıkta kalır. Zira parlamenter yapıdaki gibi bir muhalefet-iktidar dengesi kurulamıyorsa, klasik manada temsil ilkesini işletmek imkânsızlaşır. Bu çalışma biçimi, milli iradeyi kökünden sakatlayabilecek bir unsur taşır.

Diğer yandan, komite üyelerinin askeri görevleri sürmekte, bu durumda bağlılık bildirilen 1924 Anayasası’nın seçme ve seçilme ile ilgili “diğer görevlerden ayrılmış” olma şartı ihlal edilmektedir. Bu sorun, ordu içinde daha üst rütbeli olup da komiteye girememiş, fakat düşük rütbeli olup da komitede çalışan subaylar arasında ciddi bunalıma yol açmıştır.

Temsilciler Meclisi birçok kesimden katılımla oluşturulmaya çalışılırken, üyelerden belli şartlara uymaları beklenir. Bunlardan ikisi; eski iktidarın bünyesinde çalışmamış olmak, 27 Mayıs darbesinin meşruiyet söylemini desteklemektir.

Yasama konusunda yaşanan yetki sıkıntılarının benzeri yürütme alanında yaşanır. Cemal Gürsel’in devlet ve hükümet başkanlığı 1 No’lu Yasa’da açıkça düzenlenmemiş, bir tamimle duyurulmuştur. Yasanın genel kapsamını çizmesi gereken görevlendirme yerine, Gürsel’in kendi beyanatına dayanarak bu görevi “deruhte ettiği”ni biliyoruz. Bu, kurumsal devlet başkanlığından ziyade, Osman Doğru’nun deyişiyle, “devlet başkanı sıfatını almış Cemal Gürsel iradesi”ne uygun düşmektedir.83 Devlet başkanının ancak ölüm ya da kendi isteğiyle çekilme durumu düşünüldüğünde, Gürsel’in ancak başka bir asker kadrosunca görevden indirilebileceği, onun dışında komitenin siyasi anlaşmazlıklar nedeniyle yenilenemeyeceğini söyleyebiliriz. Bu açıdan bir yasama organından çok “başkanın adamları” ve bakanlar kurulundan çok “başkanın bakanları” hüviyetinde, bakanlar kurulu olarak ortak karar alma ve sorumlulukları azaltılmış bir yapılanma halinde beliren MBK’nın yasama ve yürütme görevlerinde bağlı olduğunu bildirdiği anayasaya ne derece uygunluk taşıdığı baştan tartışmalı hale gelmektedir.
Yargının bağımsızlığını kabul eden MBK’nın eski iktidar partisi üyeleri için özel bir yargılama öngörmesi hususu da tartışmalıdır. 1 No’lu Yasa’nın 6. maddesi bu hükmü düzenlemektedir. Ayrıca yargılama yapacak olanların baştan 27 Mayıs meşruiyet söylemine bağlı olduklarını bildirmeleri ve yasaları bu bildirime göre uygulamaları istenmiş, tasfiye ve görevlendirmeler bu bağlamda gerçekleştirilmiştir. Yargıtay başkan ve üyeleri, müdahaleyi tanıdıklarını belirten açıklama ve ziyaretlerde bulunmuşlar, 27 Mayıs sonrası yukarıda değindiğimiz örnek karardaki gibi, eski iktidar ve temsilcileri lehine slogan atmayı ‘milli menfaat’e aykırı bulmuşlardır. Doğal yargıç güvencesi, yargıçların istekleri dışında emekli edilememeleri, görev yerlerinin değiştirilmemesi kuralları ihlal edilmiştir. Eski iktidar milletvekillerine özel yargı yerleri kurulması tartışmaları sürerken YAD’ın oluşumunda mahkeme heyetinden başkan ve üyeleri, başsavcı ve yardımcıları MBK atamıştır.84

YAD, sağ olarak ele geçirilmiş eski iktidar üyelerinin yaşam hakları üzerinde tasarruf yetkisini kendilerinde bulan MBK yetkililerinin yargılama yetkisini de içeren bir düzenlemeye gitmeleriyle bağlantılı bir oluşumdur. Eski iktidar mensupları olarak bahsedilen DP üyelerinin yargılanması sayesinde mantıksal açıdan onların suçlu olduklarına karar verilecek, müdahalenin meşruiyeti de tescil edilebilecektir. Müdahalenin toplumsal destek bulması ve eski iktidar mensuplarının suçluluklarının kayıt altına alınması onların siyasal inanılırlıklarını kaybettirebilecektir. Hem yargılama aşamasında mahkeme heyetinin sanıklara tavrı hem de isnat edilen suçlar dikkate alındığında (Köpek-Bebek Davası vb.) sanıkların toplum önünde siyaseten rencide olmaları da amaçlanmıştır. Davaların hukuki içeriğinden ziyade siyasi alanda yaratacağı etki birçok davanın konusunu belirlemiştir. Meşruiyet, hem dış hem de ülke kamuoyuna bu yargılama tasarrufu üzerinden ulaştırılarak, itiraz yolları kapatılarak yeni bir hakikat rejimi’nin hukuk üzerinden tesisi sağlanmaya çalışılmıştır.

Darbe günü dokunulmazlıkları kaldırılan eski iktidar mensuplarının yargılanmasından önce çıkan haberlerde özellikle Akis dergisinin suç kavramını müdahaleyle özdeşleştirme eğilimi göze çarpmaktadır. Akis’e göre millet, 27 Mayıs günü eski iktidarı müdahaleyle birlikte zaten suçlu saydığını göstermiştir. Mahkeme, artık suçun içeriğini değil, kimlere hangi cezanın verileceğini görüşmek üzere kurulmalıdır. Millet, suçu tarif eden, MBK’nın tüm meşruiyet söyleminin merkezindeki öznedir; yargılama ise infaz göreviyle sınırlandırılmıştır. Ayrıca eski iktidar mensuplarının dokunulmazlıkları süresince yargılanamadığı davalar ve haklarında hiç açılmamış davalar da geriye yönelik görülebilme şansı bulacaktır. Yassıada, biraz da bu sürece işlerlik kazandırmıştır. 1 No’lu Yasa’nın 6. maddesinde Yassıada’nın kimler için oluşturulacağı belirtilmiş, eski iktidar mensupları ve 1924 Anayasası’na göre Divan-ı Âli’de yargılanacak kimselerin bu mahkemede yargılanmaları öngörülmüş, fakat Yüce Divan görevi daha sonra kaldırılarak, Yassıada sadece eski iktidar mensuplarının davalarına bakacak bir özel mahkeme kimliğinde örgütlenmiştir. Burada dikkat çeken, kuralları önceden belli olan ve kişilerin siyasi kimliğinden bağımsız biçimde yargılama yapacak bir mahkeme yapısının değil, sadece eski iktidar mensuplarının yargılamasını yürütecek bir mahkemenin varlığıdır. Örneğin, 1924 Anayasası Divan-ı Âli’yi suçun niteliğine göre kurup işletirken YAD, yasadaki ifadeyle, “eski iktidar mensupları”na isnat edilen suçların davasına bakacaktır. Cumhurbaşkanı Bayar’ın dokunulmazlığının kaldırılarak yargılanmasının önündeki yolu açan vatana ihanet suçlamasını karara bağlayacak yetkili yargı yergini, “yasama organı” MBK takdir edecektir. Darbenin meşruiyet söylemi üzerinden YAD’ın kuruluş gerekçesini açıklayan diğer bir görüş, eski iktidarın kadrolaşması ve partizanlığının yargıya sızışının bugün bağımsız mahkemelerin sağlıklı karar almasını zorlaştırdığını belirtir. Bunun yerine failleri yasada kastedilmiş ve yargı heyeti MBK tarafından atanmış bir yargılama yapılmalıdır. Doğal yargıç güvencesi ve bağımsız yargı ilkelerini tersyüz eden bu uygulamayla kurulan YAD, kurumsal açıdan 27 Mayıs rejiminin yargıdaki siyasal açılımını göstermektedir. Kaldı ki, darbe sonrası tartışmalarda milletin zaten bu kimseleri suçlu saydığı ve mahkemenin mevzuat itibariyle teknik bir yargılamaya dönük işlevinin bulunduğu basında dile getirilmiş, mahkemenin kuruluş biçimi (Yüksek Soruşturma Kurulu Üyelerinin Bakanlar Kurulu’nun teklifi üzerine MBK’ca seçilmesi ve başkanının doğrudan atanması), görev (hangi suç fillerinin yasa kapsamında soruşturulabileceğinin net olmaması; soyut hukuk normu üzerinden suçu ve failleri değil, mahkemenin kuruluşunda belirlenen eski iktidar mensuplarının fiillerini araştırması; Soruşturma Kurulu kararlarına yargı yolu kapalıyken, soruşturma sonucunda men’i muhakeme kararı verilmişse MBK’nın tekrar gözden geçirilmesini talep edebilme yetkisi) ve sorumluluğu MBK’nın direkt etkisi dahiline girmişken, Yassıada duruşmaları öncesinde bağımsız ve kurumsallaşmış bir organik devlet yapılanmasından söz etmemiz olanaksızdır. Bu durum, suç ve cezalandırma pratikleri açısından 27 Mayıs sürecinin anayasal devlet yapılanmasından ziyade belli kişisel iradelere daha fazla teslim edildiğini göstermektedir.

“Sanık” tanımı açısından mahkeme, isnat edilen suçları işleme zannını değil, “eski iktidar mensubu” olmayı merkezine oturtarak85 gerek anayasanın “Başlangıç” hükmünde darbenin kime karşı yapıldığı iddiasını, gerekse 1 No’lu Yasa’daki “eski iktidar mensupları” ifadesini yargılama sürecinde tekrarlamıştır. Bazı hallerde ise suça iştirakten yargılanan görevliler, suça maddi yönden katılmasalar da ilgili suçu engelleyebilecek durumdayken buna göz yummaları iddiasıyla suçun kapsamı altında değerlendirilmişlerdir.

Sanıklara isnat olunan suçların açıklanmadığı, yargılama başlayıncaya dek yargılama usulüne yönelik bilgi verilmediği bu dönemin anılarına bakıldığında anlaşılmaktadır. Basın ve radyo takip edilememiş, ailelerle haberleşmelere kısıtlama getirilmiş, 3 No’lu Yasanın 17. maddesiyle sınırsız olması gereken avukat tutma sayısı üçle sınırlanmış, avukatların savunmaları sırasında mahkeme düzeninin bozulduğu gerekçesiyle bazı avukatlar gözaltına alınmış, fakat duruşma tutanaklarında uyarının gerekçesi, ölçüsü hakkında somut bir ifadeye rastlanmamış, CMUK m. 21 ve 23’ün içeriği 3 No’lu Yasa’nın hükümleri doğrultusunda daraltılarak hâkimin reddi sebepleri zayıflatılmıştır. Böylece sanığın hâkimin taraflı olduğuna dair iddiayla hâkimi reddetme hakkı ortadan kaldırılmıştır. Aynı ya da benzer kapsamdaki suçtan mağdur olanların davaya katılmalarını mümkün gören CMUK, sonradan çıkarılan 3 No’lu Yasa’nın 22. maddesince engellenmiş ve ‘katılma’ kurumu kabul edilmemiştir. Divan başsavcısı duruşmada belge okutup tanık dinletebilirken, savunma makamı soruşturmanın genişletilmesine yönelik tanık dinlenmesini önerdiğinde bu kabul görmemiştir. Daha ötesinde başsavcı, 27 Mayıs öncesinde DP mensubu kişilerin günlük ve notlarını duruşmaya taşımış, antidemokratik yönetimin diktatoryal yönelimlerini yine aynı partinin mensuplarına bir anlamda “teyit ettirmeye” çalışmıştır. Sahiplerinden izinsiz sunulan bu günlükler, özel hayatın mahremiyeti konusunda da tartışma yaratmıştır.86 Sınırlandırılmış avukat sayısı, duruşmadan önce sınırlı görüşme imkânı tanınması, sanıklara isnat edilen suçların kendilerine açıklanmaması, yargılama aşamasına geçilmeden ve yargı makamının kararı olmadan sanıkların duruşma salonuna “tutuklu” olarak çıkarılması, hapis süresince fiziki şartların yeterince sağlanmaması, sanıklara karşı görevlilerin tutumları, darbe sürecini ortaya koyarak eski DP’lilerin toplumsal desteklerini kaybetmesini hedefleyen “Düşükler Yassıada’da” filminin bizzat sanıklara oynattırılması gerek Celal Bayar’ın87 gerekse İhsan Sabri Çağlayangil’in88 anılarında aktarılmıştır.





KAYNAKÇA


AĞAOĞLU, Samet (1993), Siyasî Günlük: Demokrat Parti’nin Kuruluşu, 2. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları.

AKYAZ, Doğan (2006), Askerî Müdahalelerin Orduya Etkisi: Hiyerarşi Dışı Örgütlenmeden Emir Komuta Zincirine, 2. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları.

AYDEMİR, Şevket Süreyya (1999), İhtilalin Mantığı ve 27 Mayıs, İstanbul: Remzi Kitabevi Yayınları.

BAYAR, Celal (1999), Kayseri Cezaevi Günlüğü, Yapı Kredi Yayınları.

BİBEROĞLU, M. Kemal (1996), Yassıada Kararları ve Tahkikat Komisyonu’nun Bilinmeyen Gerçekleri, Ankara: Demokratlar Kulübü Yayınları.

CILIZOĞLU, Tanju (haz.) (2007), “Kader Bizi Una Değil Üne İtti”: Çağlayangil’in Anıları, Ankara: Bilgi Yayınları.

DEMİRER, Mehmet Arif (1995), 6 Eylül 1955: Yassıada 6/7 Eylül Davası, İstanbul: Bağlam Yayınları.

DOĞRU, Osman (1998), 27 Mayıs Rejimi: Bir Darbenin Hukuki Anatomisi, Ankara: İmge Kitabevi Yayınları.

GÖZÜBÜYÜK, Şeref ve KİLİ, Suna (2000), Türk Anayasa Metinleri, 2. Baskı, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

ILICAK, Nazlı (2007), Yalnız Adam Menderes, İstanbul: Merkez Kitaplar.

İPEKÇİ, Abdi ve COŞAR, Ö. S. (1965), İhtilalin İçyüzü, İstanbul: Toker Matbaası.

KONYAR, Hürriyet (1998), Ulus Gazetesi, CHP ve Kemalist İlkeler, İstanbul: Bağlam Yayınları.

NEZİROĞLU, İrfan (2003), Türkiye’de Askeri Müdahaleler ve Basın: 1950–1980, Ankara: Türk Demokrasi Vakfı Yayınları.

TOKER, Özden ve ALTUĞ, Kurtul (2007), “Karar Verdik, İcra Ettik, Bitti!..” : Metin Toker’den “Akis”ler, Ankara: Bilgi Yayınları.

TURGUT, Hulûsi (2007), Yassıada’da Yaptırılmayan Savunmalar, 3. Baskı, İstanbul: Doğan Kitap.

Yüksek Adalet Divanı Kararları (2007), İstanbul: Kabalcı Yayınları.


Dergi

Forum (Haziran 1960)
Akis (Ekim 1960)

Gazete

Ulus (Ocak-Temmuz 1960)

Temel Yasa ve Kararlar

1924, 1961 Anayasaları
TCK
CMUK
Yüksek Adalet Divanı Kararları
1963-Anayasa Mahkemesi Kararı
1959–1961 Yargıtay Kararları
Milli Birlik Komitesi Tamim ve Tebliğleri