Ara

27 Mayıs:Hakikat Rejimi’nin Tesisinde Hukukun Kuruluş ve İşletilişi

Giriş

27 Mayıs üzerine yapılmış araştırmalara değinen Osman Doğru, darbenin kamu hukuku literatüründe daha çok “kurucu iktidar” sorunsalı üzerinden tartışıldığını tespit etmiştir.1 Buna karşın, darbe ve sonrasındaki iki yıllık süreçte kararları uygulamaya koyan kişi ve kurumların genel olarak kuvvetler ayrılığı, hukuk devleti, demokrasi, olağanüstü hal kavramlarına bakışları, kişisel sorumlulukları gölgede kaldı. MBK’nın kuruluşu, 27 Mayıs darbesini somutlaştıran hukuksal metinlerin içeriği ve bunların uygulanması sırasında kişisel iradelerle kurumsal roller arasında ortaya çıkan olası uyum ve uyumsuzluklar; CHP-ordu-yargı-üniversite bütünleşmesinin siyasal, hukuksal anlamı; Yüksek Adalet Divanı’nın (YAD) işleyişi, Yassıada’ya uzanan yakalama, sorgulama, yargılama, infaz süreçleri “kurucu iktidar” başlığının görece talî gördüğü tartışma konularıydı.

Hâlbuki anayasayı ve demokratik düzeni ihlal ettikleri, mecliste fiilen tek parti diktatoryası kurarak milli egemenliği sekteye uğrattıkları iddia edilen DP hükümetine karşı girişilen ve “kardeş kavgasına son verme” gayesi güden müdahalenin karar alma-uygulama süreçlerinin maddi ve biçimsel hukuk yönünden incelenmesi, bugün 1960 rejimini daha iyi anlamamıza yardımcı olabilir. Darbeyi hazırlayan süreçlerin basında nasıl tartışıldığını gözlemlemek ve buradan 27 Mayıs arifesiyle Yassıada Mahkemelerinde isnat edilecek suçlar arasındaki olası karşılaştırmaları yapabilmek, hukuksal sürecin içeriğini belirleyebilecek siyasal tartışmaları işaretleme olanağını sunabilir.

Bu açıdan, 1950–60 dönemini bir kesinti saydığı için 27 Mayıs’ı “İkinci Cumhuriyet” olarak adlandıran Ulus gazetesinde 27 Mayıs öncesinde demokrasi-diktatorya tartışmalarına odaklanılacak. Ulus gazetesinin Aralık-Mayıs 1960 yayınlarının kısa değerlendirmesi yapılarak YAD öncesinde gazetenin söyleminin hem darbeye hem de mahkemenin sanıklara tavrına ideolojik arka plan sunduğunu savunacağım. Ulus’u CHP’nin yayın organı olarak parti politikasının basit bir iletkeni olarak değil, kamuoyu oluşturan ve parti merkez-taşra teşkilatları arasında söylem birliği kurmaya çalışan gazete olarak görüyorum.2

Daha sonra, darbeyi özetleyen ve komitenin bir anlamda hukuksal meşruiyet kaygısını gideren 27 Mayıs 1960 tarihli MBK Bildirisi ile 1 No’lu Yasa’nın hukuksal ve söylemsel içeriğine değineceğim. Buradan hareketle, darbe döneminin anayasal otorite etrafında bir devlet örgütlenmesi olup olmadığı tartışmasına giriş yapacağım.

1924 Anayasası normlarının büyük bölümünü yürürlükte tutarak insan hak ve hürriyetlerine, demokratik siyasal düzene saygı gösterdiğini ilk bildirisinde açıklayan ve bu kabulden beslenen askeri rejimi, sırf bu hukuksal açıklamasından ötürü yeterli düzeyde “anayasal, meşru” devlet örgütlenmesi saymadığımı belirtmeliyim. Zira hukuk devletinden ve yasal-meşru idari otoriteden kastım, devraldığı organik devlet örgütlenmesinde yetki ve sorumlulukları saptayan, temel hak ve özgürlükleri hukuk güvencesine alan MBK Bildirisi’nde ve 1 No’lu Yasa’da de jure teyit etmekle yetinmeyen, bu kabulünü eylemliliğine de yansıtan bir devlet örgütlenmesidir. Anayasasız rejim ise, daha önce konmuş ve kendisinin de kabul ettiği normların formel yürürlüğüne son vermez. Formel olarak yürürlükteki normlar da kendiliğinden eylemsel yürürlük kazanmaz. Bu normların eylemselleşmesi, hukuk düzenin kurduğu iradeye bağlıdır. Hukukun belirlediği iradenin yerine kişisel iradenin geçmesi, hukuk normlarının eylemsel yürürlüğünü doğrudan etkiler; formel olarak yürürlükte olan normlar kişisel iradenin öngördüğü oranda ve anlamda eylemselleşir. Bu kişisel iradenin normları eylemselleştirirken kullandığı ölçü, kendi siyasal varoluş nedenini açıkladığı meşruiyet bildirimidir.3 Anayasallıktan kasıt bu olduğundan, yazı boyunca MBK’nın siyasi emri altındaki özel mahkemenin (YAD) yakalama-sorgulama-yargılama-tutuklama süreçlerinde hem söylem hem de hukuksal kurgu düzeyinde ifadelerinin içeriğini dolduramadığını anlatacağım. YAD’ın 27 Mayıs’ın hemen öncesi ve 27 Mayıs sürecindeki siyasal ortamdan direkt etkilenerek karar verdiğini düşünüyorum. Mahkeme heyetinin sanıklara tavrı, sanıkların niteliği, isnat edilen suçlar, sadece Yassıada’yı incelemekle değil, en azından bir yıl öncesindeki tartışmalardan ve 27 Mayıs hareketini somutlaştıran otoritelerin (MBK, İlim Heyeti, CHP, Ulus gazetesi, Yüksek Adalet Divanı ve yetkilerinin kapsamını aşan kişisel kararlar) açıklamalarındaki süreklilik izlenerek çıkarsanabilir.



Ulus Gazetesinde Demokrat Parti Karşıtı Söylem


Ulus’un Ocak-Temmuz 1960 gündemi, parti yönetiminin mecliste ve yurt içi gezilerinde; parti teşkilatlarının ise şehirlerde çıplak şiddete maruz kalmalarıdır. Şiddet içerikli haberlerin gazetede sürekli yer edişi, CHP’lilerin bir tehdit altında demokrasi savaşımı veriyor olmalarına yorulur. Şiddetin gerek meclis içinde ‘aykırı’ söz söyleyen CHP milletvekillerine, bir ili ziyaret eden parti yönetimine DP ocakları ve Vatan Cephesi üyelerince yöneltilmesi, gerekse bu müdahalelerin polis ve valilik tarafından engellenmeyişi, siyaseti zora sokan bir kriz olarak yansıtılır. Bu süreç içinde şiddetin artış gösteren hali, meclis ve taşra teşkilatları arasında paralellik göstermektedir. Mecliste kendisine söz hakkı tanınmayan, konuşmaları radyo eliyle kesilen, itirazları şiddet yoluyla engellenen partililerin yanında teşkilatlarda rahat bırakılmayan, binaları DP sempatizanlarınca basılan, tahrip edilen, yurt gezilerinde şehre sokulmak istenmeyen CHP, her yerden kuşatılmışlık içinde sunulur. DP şiddetinin bu sınır tanımaz niteliği, devlet kurumlarının partizan yönelimleriyle bağlantılandırılır; sempatizanların müdahalelerine karşılık vermeyen polis ve emir komuta merkezi olarak vali, ciddi eleştiriye tabi tutulur. Ne var ki, bu eleştiri, bir modern devlet örgütlenmesinin masaya yatırılması anlamında ‘polis erki’nin eleştirisi değil, özünde cumhuriyetin kurumu olan emniyetin yetki ve sorumluklarının bir hükümet tarafından bürokrasinin kendi kuralları dışına çıkartılarak haksız biçimde kullanılması yönündedir. Kurumların özünden ziyade son on yıllık yönelimleri herhangi bir dönemselliğe gidilmeden, salt DP iktidarı olmalarından ötürü eleştiriye tabi tutulur. Bu sayede iktidarın yoğun baskısı altında hem merkezde hem de yerel örgütlenmelerde hareket edemeyecek konuma terk edilen, kendi kurduğu rejimin ilkelerini başka bir partiye teslim etmiş olmanın on yıllık burukluğunu ‘partizanlık’ ve ‘çıplak şiddet’ mağdurluğuyla açıklamaya yönelen bir yayın çizgisi sürdürülür. Ocak ayından itibaren erken seçim çağrısı yapan4 ve bu çağrıya uygun biçimde yurt gezilerine ağırlık veren CHP’yi izleyen gazete, parti otobüsünün Konya girişinde taşlanmasını ve polisin bu kanunsuz eyleme tepkisiz kalmasını rejim açısından iki parti arasındaki ciddi uçurum üzerinden değerlendirir. Menderes’e alkış tutmanın serbest sayıldığı hoparlörle ilan edilirken, İnönü’yü alkışlayan vatandaşların atlı polislerce zorla dağıtılması, “örf ve adetlere uygun” karşılama törenine aykırı bir eylem olarak yorumlanır.5 Çıplak şiddetin DP’nin çekim alanına giren polis erki elinde orantısız kullanımı ve bunun belli bir kitleye yöneltilmesi ‘ahlakilik ve kanunilik’ çerçevesinde değerlendirilir. Kanunun “örf ve adet” ile eşleştirilerek sunulması, siyasetin ahlak penceresinden okunuşu, kendi çizdiği kurallarla bürokrasinin ilkelerini ve rejimi buluşturmaya çalışan, fakat ilkelerin elinden kaymakta olduğunu gören partinin bu denklemi ahlakla yeniden örmek istediğini göstermektedir. Bir ‘kanun ve nizam’ partisi olarak CHP’nin anarşiye bakışını Turhan Feyzioğlu şöyle belirtmektedir:

“Anarşi, Uşak’ta vatan kahramanı İnönü’ye çiçek atılması değil, çiçek atanlara saldıranlara polisin, zabıtanın müdahale etmemesidir.”6

Konya’da CHP teşkilatına ateş edilmesi7, Aydın’da CHP il kongresine mani olunmak istenmesi, CHP ocağı açılışının jandarma tarafından zorla dağıtılması, dağıtılan kongrede kadınların coplanması8, DP Gençlik Bürosu’nun talebe ve gençlik teşekküllerine baskısı, devlet yardımı alabilmek için DP teşkilatlarından izin kâğıdı alma mecburiyetinin getirilmesi9, CHP’ye oy veren bazı doktor ve öğretmenlerin merkez emrine alınması10, taşrada vatandaşların DP’ye geçmeleri için zorlanmaları11, DP yönetimince CHP’lilerin telefonlarının PTT’ye dinletilmesi12, Kayseri’de DP emriyle üç CHP’linin polisçe vurulması13, İnönü’nün Kayseri gezisi sırasında DP tarafından askere kendisi için “vur!” emrinin verilmesi14, Kayseri’nin il sınırlarından başlayarak şehir merkezine dek süren tahrik ve teyakkuzda bulunma hali15, Yakup Kadri’nin Ankara’ya dönen İsmet İnönü’ye ‘Geçmiş olsun mu diyeyim, 2. İnönü’den dönüşünüzü tebrik mi edeyim?’ sorusu, CHP’lilerin yolunu kesen parti il başkanı ve DP tesirindeki valinin müdahalesi16, DP’nin ‘son koz’ olarak radyoda İnönü’nün konuşmalarının tamamını yayınlatmaması17, DP’nin siyasete yönelik yıldırma ve çıplak şiddet içeren hamlelerinin ötesine geçerek İnönü’nün karizmasını sağlığındaki bozulma ve ağır hastalık ‘söylentisi’ ile zedeleme uğraşısı18, olay çıkmaması için çaba harcayan CHP’lilerin mecliste saldırıya uğramaları19, Ulus’a verilen resmi ilanların kesilmesi20, DP’nin ‘yalan ve iftira’ dolu kampanyalarla insan haklarını da hiçe sayarak demokrasiye ve kanuna dayalı bir uygarlık arayışının tarihi seyrini değiştirmeye, tek parti rejiminin ilkelerini diriltmeye yönelmesi21 gazetede çıplak şiddetin ne denli önemsendiğini ve bu şiddetin parti teşkilatlarıyla merkez arasında ciddi bir ‘kader birliği’, ‘birbirine tutunarak karşı koyma’ vesilesi olduğunu göstermesi bakımından önemli mağduriyet sembollerindendir. DP’nin ‘hukuk ve ahlak dışı’ müdahalelerinin, devlet kurumlarını kendi emelleri doğrultusunda partizan bir yapılanmaya sevk etmesinin, şiddet içerikli haberlerle daha meşru kılınmaya çalışıldığı söylenebilir. Şiddet, hem parti içi türdeşliği ve ortak mağduriyeti pekiştirir, hem de hukuk ve ahlak ‘adına’ konuşmanın zeminini kurarak partinin ötesinde ulusa mal edilebilecek popülizmin ve milli iradeyi ‘yeniden’ tesis edebilecek olası bir meşruiyetin zeminini hazırlar.

Bülent Ecevit, gelişmiş Batı ülkelerindeki örnekleriyle evrensel bir demokrasi kültürü çizmeye çalışır, DP uygulamalarını bu örneklerle karşılaştırır.22 Ecevit’e göre, demokrasinin en geniş haliyle uygulandığı yerlerde polis, yaşamın her alanına müdahale etmez, halkın sisteme tepkisi de buna bağlı olarak daha sınırlı ve oturmuştur. Devlet içi bir örgütlenme olarak polis, hükümetlerden özerk ve onların siyasi bağlantılarından bağımsız işleyişe sahiptir. DP iktidarında ise bu işleyiş tersine dönmüştür. Partinin hedefleri doğrultusunda CHP’yi ve kendisine karşı hareket eden her toplumsal gücü bir tehdit olarak algılayarak polise orantısız, ölçüsüz müdahalede bulunma yönünde teşvikte bulunması, rejimi yönelmek istediği gelişmiş demokrasilerden geride bıraktırmıştır. İnönü’ye yapılan saldırılarla ilgili görüşülmekte olan “Uşak Davası” hakkında yazan Ecevit, “Bir memleket büyüğünü selamlamak için kışın soğuğunda yollara dökülen vatandaşları polis atlarının nallarıyla tekmeletip copla dövdürmek, polise vatandaş kırbaçlatmak hiçbir hukuk devletinde akıldan geçirilmeyecek iktidar hamleleridir” biçiminde görüş bildirmiştir. DP kaynaklı şiddeti güncel bir örnekle olumsuzlayan Ecevit, bir yandan da ‘DP yandaşı olan- olmayan’ ayrımının daha sonra alacağı adlandırmalara ortam hazırlamış olur. Afrika kurtuluş hareketlerinin gündemde bulunduğu bu dönemde Ecevit, polis müdahalesinin tutulan partiye göre değiştiğini vurgulayabilmek adına “apartheid” rejimine başvurur. Ecevit için Afrika’da hüküm süren ırk ayrımı neyse, Türkiye’de partizan idarenin etkisine aldığı polisin vatandaşın toplantı ve gösteri yürüyüşlerine müdahalesi de odur.23 Sadun Tanju, polisi kendi emelleri doğrultusunda kullanan DP yönetimine “iktidar kabadayıları” yakıştırmasında bulunur.24 Modern devlet içi bir yapılanma olarak polis erkinin eleştirisine gitmeyip, evrensel bir demokrasi kültürü içinde meşru şiddet tekelinin partizanlıktan özenle uzak ‘tutulan’ idare tarafından tesis edilebilmesinin yollarını sorgulayan Ecevit’in yazısı, şiddeti devletten ve bürokrasiden sıyırarak onu bir partiye özgülemekte, şiddeti DP’nin polisi ‘akıldışı’ kullanımıyla bağdaştırmaktadır. Yakup Kadri, Kayseri’de DP emriyle polis tarafından vurulduğu iddia edilen üç CHP’linin ardından, “polis rejimi”nin sürmesinin ülkede öncelikle polisin ve hükümetin güvenilirliğine zarar vereceğinden bahseder.25 Devletten kaynaklanan şiddetin ancak ‘kötü’ niyetli ve demokrasiyi içselleştirememiş mecralarca yolundan saptırılabileceği, idarenin salt hukukla rayına sokulabileceği, kanun ve onun sağlayacağı nizamın milli iradeyi, bütünlüğü sağlayacağı fikri, kapsamlı devlet eleştirisini gölgeler, gazetenin ve yazar profilinin zaten böyle bir sorununun olmadığı da iddia edilebilir. Örneğin, Yakup Kadri de “Uşak Davası”nı konu edindiği bir yazısında DP’li milletvekilinin görülmekte olan dava hakkında mecliste konuşurken meseleyi bir anda ört bas etmeye yönelik sözler sarf ettiğini, haklıyı haksız göstermeye çalıştığını, Şark milletlerini ilerlemekten alıkoyan münakaşayı bir mugalâtanın karanlığında boğma alışkanlığına yöneldiğini savunur.26 Bu ‘menfur zihniyet’in hak ve adaletle, hukuk devleti, amme vicdanı ile bir ilgisinin olmaması gerekir. “O, durduğu noktanın ötesini göremez: görse de partizan zihniyetiyle onu tanınmaz hale sokar.” Hukukun ahlakilikten yoksun kanunsuzlukları ve dolayısıyla düzensizliği önleyebileceği düşüncesi, CHP Milletvekili Fahri Karakaya öncülüğünde verilen kanun teklifiyle zirveye ulaşır. “Demokraside Vatandaş Ahlakını Koruma Kanunu” adını taşıyan teklif, gerekçesinde nüfus artışının sonucunda vatandaşın ihtiyaçlarına cevap verebilecek büyüyen bir idarenin vatandaşa yakınlığını nasıl sağlayabileceği sorusuna cevap arar. Gerekçenin devamında bu kanunun siyasette partizanlık yapmadığı sürece ilden ilçeye dönüştürülmeye kadar sürüklenen yönetim birimlerinin, köprü yapımı için toplu oyu istenen vatandaşın sorunlarına çözüm bulunacağı umulmaktadır.27 Hukukun ahlakı içinde barındıran bu efsunlu değneğinin her değdiği yerde topluma ve siyasete ‘doğru’yu, ‘akılcı’ olanı göstereceği düşüncesi, yeni bir kurucu iktidarın da habercisi sayılabilir. Gazetenin de olumladığı biçimiyle bu yeni pozitivizm, demokrasiyi dışlayan DP popülizmiyle mücadelede kullanılabilecektir. Ecevit, ‘zorbalık- kanun tanımazlık’ ilişkisini tabiatın düzenine varacak kadar genişletir, kanunun gerçek sınırının tabiat olduğunu savunur. Ona göre, kanunun gerçek sınırı anayasa değildir, tabiattır. Bir kurul, anayasaya aykırı düzenleme yapsa dahi tabiatın kendisini kuşatan zırhını parçalayamaz. Zorba yönetim, bir kanun tasarlayacaksa bunu tabiatla ilişkilendirmeli, hem koruyanı hem de korunanı gözetecek yola yönelmelidir. Yöneten, bu dengeyi bozmaya kalkarsa- ki DP bu noktadadır- tabiat onu çıplak ve güçsüz hale sokar, iktidar, çaresizce parçalanır.28 Bu ana çizgiyi görmeyen idareye karşı zaten “nizama bürünmüş nizamsızlıkları kahretmeye azimli olan seçmen vatandaş”29 ile bütünleşilecektir. Şiddetin bizzat DP eliyle ya da onun aracılığıyla uygulanması, bir noktadan sonra sembolikleşir, DP’ye yönelik asılsız haberler ‘öfke’yi kalıba sokar, siyasallaştırır; Ulus, ilerleyen günlerde savcılık aracılığıyla ilk sayfadan yayınlayacağı tekzip metinlerini yeni bir şiddet içerikli müdahale haberinin yanında verir.
‘Haber-tekzip’ sarmalında dönen haberlerin yine şiddet açısından bakıldığında görülebilecek bir yönü de Ulus ve CHP’nin bizatihi hukukun ve bürokrasinin toplumu kurucu rolüne yaptıkları vurgudur. Bir ‘kanun ve nizam partisi’30 olarak sunulan CHP, ülke genelini saran DP müdahaleciliği eleştirilirken iktidarın karşısına hukuk ve partizanlıktan arındırılmış bir bürokrasi hedefiyle çıkartılır. Bürokrasinin liyakat ilkesine göre işlemesi gereken ve kendi kurallarını önceden belirlenmiş bir sisteme göre yürütmeyi hedefleyen şeması, Ulus’a göre DP dönemiyle beraber sarsıntı geçirmiştir. DP, her kademeye uygun gördüğü isimleri yerleştirerek, milletvekillerinin KİT’lerdeki idare meclisi üyeliklerinin eşzamanlı devam etmesine müsaade ederek31 bu ana şemayı sarsmış, demokrasinin bürokrasiyle birlikte işleyecek çemberini yarmıştır. Bir kayıp olarak DP iktidarı, partizanlığın ve devlete ‘sızmışlığın’ on yıllık tablosu içinde aktarılır. Güncel örnekler, 1950–60 döneminin kesintisiz sürekliliğinde okura sunulur.

Partizanlığın bir söylem düzeyinde kuruluşunda yayma faaliyeti ve geniş kitlelere seslenmede basın-yayın organları önemli yer tutar. DP ileri gelenlerinin iktidara gelmeden verdikleri demeçler32, devlet radyosunun yansızlığı, basın organlarında ifade özgürlüğünün teminat altına alınması yönündedir. Bu demeçler, on yıllık sürecin sonunda geriye dönük biçimde yeniden okunur ve Ulus, özellikle radyonun etkileyici konumunu hesaba katarak DP ve Vatan Cephesi’nin bir sesi haline getirilen devlet radyosu yayınlarını mercek altına alır.33 Yazar kadrosu, manşetler, karikatürler, CHP milletvekillerinin mecliste konu hakkında verdikleri soru önergeleri gazetede geniş yer bulur. Yakup Kadri, ‘demagoji’ kavramı üzerine yürüttüğü kısa tartışmada DP’nin 1950 öncesi tutumunun ‘demokrasi, insan hakları ve hayatı ucuzlatma’ ile ilgiliyken, bugün toplumu ikiye ayıran Vatan Cephesi oluşumunun ve içi boş vaatlerle dolu kalkınma, imar hareketlerinin demagojiyle ilişkili olduğunu belirtir.34 CHP ve Ulus penceresinden bakıldığında, hapse atılan yazarlar ve yayını durdurulan gazeteler ‘çağı’nda ülkede nefes aldırabilecek en önemli gözenek radyodur.

Radyonun kamusal rolünün dışlanarak CHP aleyhine propagandaya yöneltilmesi, Vatan Cephesi üyelerini takdim etmesi, Menderes’in açıklamalarının tamamını verirken CHP’li vekillerin ve Genel Başkan İnönü’nün konuşmalarını yarıda kesmesi, DP’nin israflarla ve gösterişle dolu on yıllık bütçe harcamalarını anlatan CHP’li Ferit Melen’in konuşmaları yarıda kesilirken maliye bakanının konuşmasının tamamının yayınlanması35, ‘millet malı olan radyonun kuvvetlerce işgal olunduğu’nun kanıtlarındandır. 36

Özcan Ergüder, “her şeyi toz pembe görmeye kendisini alıştırmış DP’lilerin bu renge halel getirecek herhangi bir sözü duymama azmiyle Ferit Melen’i dinlemediklerini, kapısına ‘DP Radyosu’ yazılabilecek devlet radyosundan da halka dinletmek istemediklerini” bildirir.37 “Madem ki iktidar muhalefeti konuşturmuyor, o halde iktidar muhalefetin sözlerinden korkuyor. Bu, konuşandan çok konuşmayana kuvvet verir.”38 Ecevit, “devletin normal cihazları” olarak sınıflandırdığı kanunla sınırlandırılmış zor kullanma tekeli ve anayasayı radyo, partizanlık ve plansızlıkla karşı karşıya getirir. ‘Milli vicdan’ı içeren devletin normal cihazları aynı zamanda insan haklarıyla bütünleşmektedir. DP, milli vicdanla eşleştirilen “devletin normal cihazları”na aykırı düşecek hamlelerde bulunmuş, kendisine karşı gelişen tepkiyi sindirmek adına radyoyu, polisi partizan bir yöne sevk etmiştir.39 Hayal ve ihtimallerin bile ülkeyi “Vatan Cephesi- nifak cephesi” olmak üzere ikiye ayıran DP tarafından sansürlenmek istenmesi, Ulus tarafından toplumun ikiye bölünmesine neden olacak bir gelişme olarak aktarılır. 4 Mart’ta CHP’nin hazırlamış olduğu basına yönelik “ispat hakkı”nı içeren yasa teklifi, yeni bir ikili ayrım üzerinden gazetenin sütunlarından duyurulur. Bu teklife meclisin göstereceği tepki, diktatörlük ile hürriyetçi bir rejim arasında yapılacak tercihtir. Hürriyetçi ve demokratik bir rejimin dayanması gereken ‘alenilik’ ilkesinin basın hürriyetiyle tamamlanması, CHP ve Ulus açısından radyo aygıtını elinden kaybetmiş bir partinin kendisini yaymak için kullanabileceği son araç olma özelliğini de taşır. Cephe ayrışmasının ötesinde basının ciddi sınırlamalara maruz kaldığı bir dönemde CHP ve Ulus açısından demokratik yönetimin zemini kadar propaganda yapılacak bir alanın da bulunması gerekmektedir. İşte bu dar, sıkıştırılmış alanı bir nebze olsun açacak ya da seçim dönemi devlet radyosundan sesini duyurmasını sağlayacak bir düzenleme partinin ve gazetenin profiline bakıldığında, yasallık ve meşruluk taşıyacaksa, ancak hukuk yoluyla mümkün görünmektedir. DP iktidarından önce Menderes ve arkadaşlarının özenle üzerinde durduğu, CHP’yi eleştirdiği devlet radyosunun tek yanlı yayın yapmaması ilkesi, DP döneminde tersi yönde işletilmiş ve CHP bu kez ‘mağdur’ konumuna sürüklenerek benzer açıklamaları yapmak durumunda kalmıştır. Esasında ‘ispat hakkı’ da ilk kez Hürriyet Partisi tarafından hazırlıkları yapılan bir yasa teklifiydi ve erken seçim sürecinde propaganda faaliyetlerini duyuramayacak olan CHP için zaman açısından stratejik değer taşıyordu. CHP yönetimi açısından basının elinde bulunacak ‘ispat hakkı’, iktidarlardan bağımsız biçimde kamuoyuna ‘gerçeği söyleme’nin bir aracısı olacaktı. Yasa teklifinin gerekçesinde, teklifin rejim açısından yaratacağı “diktatörlük- demokrasi” ayrımı anlatıldıktan sonra, ‘kötülerin günahlarının bilinmesi hem lüzumlu hem de faydalıdır’ ifadesi kullanılmıştır.40 Böylesi bir ‘görev’in basının ispat ‘hakkı’ ile beraber işlenmesi ve DP baskısına karşı direnişin merkezine basın yoluyla yayılmanın konması, dönemin şartları göz önünde tutulduğunda meclis dışında hükümeti yıpratma ve daha rahat, meşru yollardan yeni bir popülizme sarılmakla ilişkilendirilebilir.
Gazetelerin kapatılması, yazarların hapis cezası alması, Ulus’ta ilk sayfadan verilirken, bunun bir demokrasi mücadelesi olduğu her fırsatta hatırlatılmakta, DP bu yönden de demokrasi ve özgürlük yanlılarının karşısında olmakla eleştirilmektedir. Vatan gazetesi Yazarı Ahmet Emin Yalman’ın, Tercüman gazetesi Yazarı Peyami Safa’nın, Akis dergisi yazı işleri müdürünün yazıları nedeniyle hüküm giymesinin ardından Yakup Kadri, basına yönelik müdahaleler altında ‘vicdanların hapsolduğu’nu41, DP idaresi altında ülkede bir tür ‘cezaevi rejimi’42 yaşandığını belirtecektir.

En az “Vatan Cephesi-nifak cephesi” ayrımı kadar sertleşecek bir ayrıma imza atacak Ulus, mücadeleyi ‘millet’ ile ‘milletin haklarını gasbetmeye çalışan bir avuç azınlık’ arasında görecektir. Yakup Kadri, milli iradeye karşı gelerek devlet hizmetini üstlenirken milletin kaynaklarıyla vatandaşı etkilemeye çalışanları karşı kategoriye sokmuş; Ecevit ise, Türk milletinin ‘karakteristik’ özelliklerini anakronik ve araçsal bir okumaya tabi tutarak ‘haysiyetine bağlı, haklarını korumasını bilen geniş görüşlü, açık sözlü’ millet tanımıyla DP’nin on yıllık iktidarını karşılaştırma ihtiyacı hissetmiştir. Ecevit’e göre, DP bu karakteristik özelliklere uymayan, yönetimi süresince eleştiriyi göğüsleyemeyen ve müsamahayı bitiren tavırlarıyla ‘milli irade’nin karşısına dikilmiş, kendisine tevdi edilen emaneti doğru kullanamamıştır. Bu iki yorum, bir yandan gazetenin iç tutarlılığını sağlayıp Milli Muhalefet Cephesi’ne açılan yolda Ulus’un tavrını netleştirirken, diğer yandan erken seçim isteyen CHP’ye ‘2000 yılına kadar iktidardayız’ cevabını veren DP’li Tevfik İleri’ye de yön göstermiştir.43 ‘Kanun ve nizam partisi’ olarak takdim edilen CHP, bu mücadelede DP’nin ana kadrosundan kopmuş Fuat Köprülü’yle sıkı temas kurmuş, Ulus ise DP ile mücadelenin tarihi vazife gereği olduğunu bildirerek Milli Muhalefet Cephesi’nin seslenişini yapmıştır.44 Köprülü, parti ayrılığı nedeniyle İnönü’ye muhalif olmanın doğal karşılanabileceğini, ne var ki hiçbir Türk’ün Atatürk’ün arkadaşı ve Garp Cephesi kumandanına laf söylemeye cüret edemeyeceğini belirtmiştir.45 Yine Köprülü, bu mücadelenin bir partilerarası çekişme olmadığını, bunun bir ‘ideal savaşı’ olduğunu, ideal savaşından alınacak neticenin İnönü’ye şükran borcunu ödemekle eş tutulması gerektiğini belirtmiştir.46 Osman Bölükbaşı, benzer bir yönelimle, Ulus’un eleştiriye tahammül edemeyen DP’nin Kırşehir’i ilçeye dönüştürmesine karşılık kendisine verdiği destekten yararlanarak, gazeteye “Vatanseverlerin basiretleri, uyanıklıkları ve tesanütleri nöbettedir” demecini vermiştir.47 Bu tetikte bekleme ve her şeyin farkında olma halini halka hatırlatma fısıldayışı, 23 Nisan öncesinde önem taşımaktadır, zira 23 Nisan, milli iradeye, egemenliğe yapılan vurgunun en üst düzeye çıktığı, ayrışmanın İnönü öncülüğünde bir ‘milli kurtuluş mücadelesi’ olarak algılatıldığı güne denk düşmektedir. ‘Milli Muhalefet Cephesi’nin yurt gezileri sürerken, 23 Nisan ile beraber ülkedeki ikili ayrışma şiddetlenecektir. Mücadele, Ulus’un teşhisiyle, milletin şahlanmış iradesine boyun eğecek, kaba kuvvetin tesirine inanmış biçare partizanlarla millet arasında yürütülecektir. Yürüttüğü hukuk mücadelesinde bütün yurt İnönü’nün yanındadır.48 Hukuk, bu söylemle milli mücadelenin temelindeki bağımsızlık arayışıyla özdeşleştirilir.

Ulus, 23 Nisan manşetini “Yeryüzünde mücadele eden tüm milletlerin mücadeleleri hayırlı olsun” diye atar ve diğer yandan “Milli hâkimiyete uzanan eller kırılacaktır” notunu düşer. Milli mücadelenin böyle bir evrensel atıfla tanımlanması aslında içe dönük bir mesaj taşımaktadır. Ulus, milli iradenin sekteye uğramasından, toplumun kutuplaşmaya sürüklenmesinden sorumlu tuttuğu DP yönetimine karşı tüm toplumsal güçleri birleştirmek için 23 Nisan’a özel bir önem atfetmektedir. İnönü, “İster içeride gayrı meşru haldeki idare, ister vatanı istilaya kalkışan yabancı bir kuvvet olsun, her ikisi de aynı derecede yıkıcıdır ve aynı şiddetle karşılanmalıdır” beyanatını vererek milli hâkimiyetin prensiplerini anlatmıştır.49

‘Anlatılması gereken bir kavram’ olarak milli hâkimiyet, gazetenin tutumundan da anlaşılacağı üzere, ‘tehlike’nin farkında olma halini sürekli canlı tutar, dış ve iç düşman ayrımını taktik icabı kaldırır. Milli iradenin teşekkül ettiği andan beri istilacıların tehdidi altında olduğu, milli irade için düşmandan sonra gayr-ı meşru irade ve idareyle savaşıldığı hatırlatılır50, bir anlamda Kurtuluş Savaşı atmosferi ve birliktelik inancı, ihtiyacı ‘Kahraman İsmet Paşa’ imgesiyle yeniden üretilir. İnönü’yü ziyaret eden emekli subayların kendisine şükranlarını sunmaları, Köprülü ve Bölükbaşı’nın dirsek temaslarıyla meseleye ‘milli bir çerçeve’ katmaları, her geçen gün sayıları arttığı bildirilen CHP üyesi üniversitelilerin huzursuzluklarını ve görev için hazır olduklarını İsmet İnönü’ye bildirmeleri51, yurt gezisi sırasında yaşlı bir yurttaşın DP rozetini yere atarak “paşa”dan af dilemesi52, gazetenin CHP’ye oy vermenin artık ‘vatan borcu’53 olduğunu savunması bölünmeyi keskinleştiren olaylar olarak karşımıza çıkar. Bölünmede DP-CHP geriliminin ötesinde meşruiyetinin söndüğüne inanılan bir iktidarın karşısında milli irade savunmasının ölüm kalım savaşımı olarak aktarılması en çok üzerinde durulması gereken noktadır. Milli iradenin fetişleştirilmesi ve ‘partizanlık, hukuk tanımazlık, ahlaki iradeden yoksunluk, demokrasi karşıtlığı’ ile altının doldurulması haklı mağdurluğun, baskıya uğramışlığın olağan sonucu sayılır. Ulus, DP’yi neo-Osmanlı olarak gösteren tabloyu, CHP’lilerin mücadele azimleriyle taçlandırır: “Dün istiklal mücadelesinde babalarımız, bugün hürriyet mücadelesinde biz varız!”54

Askeri müdahale söylentilerine her defasında ‘hayır’ yanıtı veren Ulus, ön plana çıkardığı haberlerin içerikleriyle esasında müdahalenin psikolojik ayrışma ortamını yaratmış, militer bir zemin kurmuştur. Tarihi mücadelenin yeniden ‘millet’ ile ‘milletin haklarını gasbetmeye çalışan azınlık’ arasında cereyan ediyor olması, sorumlulukların cumhuriyetin kuruluşundan beri değişmeden korunmasını fakat tarihten daha fazla ders alınması gerektiğini hatırlatır. Özgürlük adına mücadelenin bir tür kurtuluş savaşı olarak yansıtılması ve iktidarın ‘hukuk nizamı’yla sandıkta durdurulabileceğinin güvencesini bu köklü ayrıştırma faaliyetinden sonra kim verebilir? Daha ilginci, erken seçim taleplerini Ocak ayından bu yana sıralayan CHP’nin milli iradeyi yeniden tesis ederken Kemalizmin ‘kaynaşmış, imtiyazsız, sınıfsız kitle’ şiarını sadece DP karşıtlığı ve bir anlamda onun şiddet politikasından beslenen mağdurluğuyla sağlama imkânı var mıdır? ‘Altın çağ’ı, “Ataçağ”ı, “asr-ı saadet”i geri getirme fikrini özlemle savunan bu romantik pozitivist tavrın olası iktidarı için tartıştığı, üzerinde ayrıntılı biçimde durduğu bir programı var mıdır? CHP iktidarının ya da ‘ihtilal’ sonrasındaki rejimin ‘inkılab’a dönüşebilme olasılığının bu dönemde sorgulandığı söylenemez.

DP’nin somut icraatlarını popülizm ve ‘yoz’, ‘hurdacı’ kalkınma olarak eleştiren Ulus ve CHP çevresinin ülke üzerinde bu denli tarihi bir zafer duygusuyla siyaset yapmaya çalışması, ‘siyaseti tarihle imtihan etmesi’ ilgi çekicidir. Ülkeyi kurtarmış ve kurmuş olma ediminin siyasetin de hamisi olmayı teminat altına alacağı, hem lider hem de parti açısından ebedilik değeri taşıyacağı yargısı, iktidar olan partinin muhalefeti konumunda olduğunu unutturabilmektedir. Dengelerin tersine dönebileceğinin ve kalkınma hamlesinin farklı bir gözle okunabileceğinin kavranması, belki de bürokratik kanalların kurucu parti olarak CHP’nin elinden kayma tehlikesi geçirdiği zaman gerçekleşebilecektir. Partizanlığa yapılan vurgunun neden kalkınmayı öncelediği, kalkınma tartışmalarının neden önünde sonunda partizanlığa ve bürokrasi kanalına yöneldiği sorusunun cevabı da burada duruyor olabilir. Hatta kalkınmacılığın bürokrasinin bizatihi ilkeleriyle topluma yön veren biçiminin buluşması anlamında CHP’nin DP’ye eleştiri getirmesinin anlamı da burada yatıyor olabilir. Bürokrasideki ‘yansız’ olma halinin millet tasarımındaki tepedencilik, biriciklik açısından taşıdığı anlamla DP eleştirisini, her tartışmanın nihayetinde bürokrasiye sızarak organik toplum tasarımını gölgeleyebilecek bir partizanlığa yönelmesi tehlikesini birlikte düşünmenin faydalı olacağını sanıyorum. “Düzen ve ilerleme”nin alternatiflerinden biri olarak partizanlığın yaratacağı kaymalar, toplum ve devlet örgütlenmesinde hesaplanamayan, kestirilemeyen farklılıklar yaratabilecektir. Yine bu açıdan kalkınmada farklı bir söylemin kurulmasının yarattığı rahatsızlık, mümkün olduğunca ana fikirleri CHP içinden çıkmış olmakla kapatılmaya çalışılır. DP’nin kalkınma anlayışının 1936 CHP tasarısının bir tür devamı olduğunu söyleyerek bütçe eleştirisine girişmek, alternatif söylemi kendi içinde önce CHP’nin büyük kurucu tarihselliğine boğarak, daha sonra DP ileri gelenlerini ve programını da kendi içinden çıkararak sıradanlaştırmaktadır. Normalleştirme, Ulus’ta Emil Galip Sandalcı’da belirginleşir ve Adnan Menderes, bir başbakandan ziyade devleti, milleti kurucu ihtişamından kaynaklanan iktidarı hiç sönmeyecek CHP’nin bir zamanlar “genç, çalışkan fakat bu kadar yükseleceği umulmayan evladı”55 olarak tasvir edilir. CHP’nin siyasetin üzerinde salınıp duran bu ‘tarih ipoteği’ babacan bir paternalizmle, belirleyen fakat belirlenmeyen bir edayla birleşerek bürokrasiye herhangi bir alternatif otoritenin sızmasını engellemeyi hedefler.

Ulus, 27 Mayıs sürecinde seçimleri ve parlamenter sistemi ön plana alan tutumunu darbenin işlerlik kazanmasıyla yeniden kurmaya yönelmiştir. 27 Mayıs ve devamında ordunun rejimin yılmaz bir bekçisi, toplumu düzenleyen gücü olduğu ısrarla vurgulanır. 27 Mayıs öncesinde ordunun siyasetin dışında tutulmasının kendi saygınlığı açısından da faydalı olacağı görüşü Ulus’ta ağırlık kazanmış bir yargı iken, ordu mensupları, 27 Mayıs’la beraber her zamankinden fazla ilgi görmeye başlayan, toplum mühendisliğini de içeren bir kimlikle karşımıza çıkarlar. DP’nin bırakmış olduğu düzenin toptan ilgasına, bir tür tabula rasa’sına gidilerek, bu partinin siyaset yapma usulleri dahi belleklerden silinmeye çalışılır. Menderes’in lüks düşkünlüğü sadece siyaset temelli yorumlanmaz, gazete, meydanı ‘boş’ bulmanın avantajını da kullanarak İstanbul’da kalınan otelin faturalarının da hazineye karşılatıldığını yazar, iktidar mensuplarını memleket parasını harcayan düşük kişilikler olarak sunar.56 Darbe öncesi Vatan Cephesi ile ilişkilendirilen para aktarma mevzuları, yargılama öncesinde kişisel harcamaların ön plana çıkartılmasıyla yeniden gündeme oturur. 28–29 Nisan Olayları’nın aynı günlerde haber konusu yapılmasını yasaklayan ordu, Temmuz ayında gazetenin bu olayı bir yazı dizisi halinde aktarmasını engellemez. Ulus, gençlerin tepkilerinin oluştuğu yerlerde bir hükümet- ordu çatışmasının da bulunduğunu belirterek süreci ‘askerle beraber hareket eden gençlik, hükümeti lanetliyordu’ biçiminde işler. Beyazıt Meydanı’ndaki arbedelerin hürriyet muharebesi olduğunu belirten gazete, partizan idarenin gölgesindeki eli silahlı polisle elinde taş tutan öğrencileri karşı karşıya getirir. 28 Nisan Olayları’nın işleniş biçimi, askerle gazete arasındaki yakınlığı göstermesi bakımından değer taşımakta, partizan idarenin hâkimiyetindeki polisin yerine gençleri koruyan ordu mensubunun “Bir gencin bir yeri çizilirse bu süngüleri size yuttururum” sözleri öne çıkarılmaktadır.57 Milli Birlik Komitesi (MBK), DP kalıntısı saydığı karşılama ve uğurlama törenlerini törpüler, Cemal Gürsel için her ayağını bastığı yerde kurban kesilmesini yasaklar, el öpmek isteyenlere mani olunur. Darbe öncesinde gazetenin en çok işlediği devlet radyosunda partizanlık sorunu, Müdür Binbaşı Nusret Altuğ nezaretindeki heyetin imtihanla radyo sanatkârı almasıyla ‘hallolur’. Gazete, bu uygulamayı “Sezar’ın hakkı Sezar’a!” 58 başlığıyla duyurur, son on yılın buhranını müdahalesiyle durduran ve demokratik düzeni emniyet altına almak için çaba sarf eden ordu yüceltilir.59 1950- 60 döneminde iktidardan gerektiği kadar yardım göremediği düşünülen Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü’nün ve diğer kültür müesseselerinin faaliyetleri yeniden canlandırılmaya çalışılır, bu sayede sekteye uğradığı düşünülen milli iradenin, bir kayıp olarak nitelenen DP döneminin ardından yaraları sarılmaya çalışılır. Milli kültür dernekleri kurularak bunlara Halkevleri’nin eski binaları tahsis edilir.60

Ordu içinde yönetimin ne zaman devredileceğine dair tartışmalar süredursun, Ulus bu süreci iyimserlikle karşılar ve demokratik düzeni emniyet altına alan ordunun bundan sonraki idarelere sağlam, ‘iyi bir malzeme’ bırakacağını söyler. Ordu, sadece DP’nin siyasal hayattan dışlanmasını değil, özlenen idare ve vatandaş etiğinin de cumhuriyete kazandırılması için birincil rol üstlenecektir. İyi malzemeden kast edilen de bu olsa gerekir. Kültür kurumlarının hayata geçirilmesi, demokrasinin bilinçli yurttaş profiliyle işlerlik kazanacağının düşünülmesi buna yönelik yeni eğitim hamlelerini gerektirmiştir. Ordu, binlerce subayını cehaletle mücadele edilmesi ve eski günlere geri dönülmemesi için köylerde seferber ederek okuma- yazma kursları başlatmıştır.61 Vatandaş etiğinde özlemlenen erken cumhuriyet dönemi romantik bir dille yakalanmaya çalışılırken, bir yandan da partizanlığa ‘bulaştırılmış’ köylerin bu eğitim sürecine nasıl eklemlendirileceği düşünülmüştür.

Eğitime ‘katma’ faaliyetinin başlı başına bir sorun olarak belirmesi, ordunun siyasetin üzerinde ve onu belirleyen bir konuma yerleşmesiyle mümkün görünmüştür. Sorun, sadece MBK’nın yeni siyasal sistem içindeki pozisyonu olmayıp, genel olarak ordunun topluma düzen verme işlevinin nasıl gerçekleşeceği noktasında belirince, yerel siyasetle merkezden yürütülen siyasi faaliyet arasında ciddi bir gerilim yaşanacağı kaçınılmaz gerçek olarak düşünülmüştür. DP’nin Vatan Cephesi aracılığıyla popülist siyasetini köylere, bucaklara ulaştırması, destek toplaması, bu eğitim sürecine direniş gösterilmesi sonucunu doğurabilecek, siyasete bulaşmış kitlelerin eğitimle paklanması özel bir görev halini alacaktır.

MBK ve bazı aydınların siyasetin kendisine soğuk bakmalarından da kaynaklanan tutumları, 7 Temmuz günü tüm siyasi partilerin ocak ve bucak teşkilatlarının kapatılmasına neden olmuştur. Haber, İnönü’nün “CHP’nin tüm ocak ve bucak tabelaları inecek!” talimatıyla duyurulmuştur. Ulus, süreç hakkında net bir yorumda bulunmaktan kaçınırken, gazetede Ecevit’in aykırı sesi yükselmiştir. Ecevit, ocak ve bucak teşkilatlarının kapatılması kararının demokrasiye özgü katılım unsurunun bitirileceği anlamına geldiğini, bunun da ancak ve ancak DP benzeri biçimsel demokrasi yanlısı, halkı sandıkta görmek isteyen partilerce kabul görebileceğini belirtmiştir. Köylüye danışmamanın ve siyaseti merkezde kodlayarak ülke geneline yaymanın, siyaseti çirkin ve zararlı bir faaliyet olarak düşünen bazı aydınlara özgülenebileceğini düşünen Ecevit, MBK’nın bu kararı alırken işin içeriğini bilen, yerel coğrafyayı tanıyan aydınlara danışmamasını eksiklik sayar.62 Bu yakınmanın ardından MBK, yeni bir çizgiye yönelerek içeriğini ‘27 Mayıs İnkılâbı’nın belirlediği siyaseti Ankara köylerine tanıtmaya başlar.63

Eğitime ‘katma’nın bir sorun olarak algılanmasıyla birlikte siyasetten uzaklaştırılması gereken kitlelerin de yeni ve ‘müsaade edilen’ siyaset biçimine kanalize edilmeleri ayrı bir sorun olarak belirmiştir. Siyasetin kapsamını belirleyen ordunun ve dirsek temasında bulunduğu CHP’nin nasıl bir yol izleyebileceği erken seçim ve darbe öncesinde ayrıntılı biçimde tartışılmadığından, ihtilalin heyecanının sönmesinden, bunun bir inkılap kadar kapsamlı olamamasından endişe duyulmaktadır.

Ekonomi politikası da eklektik düzeyde tartışılmakta, uluslararası bağlantılar korunarak dış kredi ve uzman destekleri alınmaya çalışılmaktadır. Yeni dış ticaret rejimi açıklanarak fiyat istikrarının sağlanacağı duyurulur. ABD’den serbest bırakılan yardım öncelikle milli savunmaya ve KİT’lere aktarılacaktır.64 Gazete etrafında dönen tartışmalarda incelenen dönemin en nitelikli yazı dizisinin Doğan Avcıoğlu’na ait olduğu söylenebilir.65 DP dönemi iktisadi politikalarının ayrıntılı tahliline gidilen bu dizide 27 Mayıs sonrası iktisadi anlayışının nasıl olması gerektiği tartışmaya açılır. Avcıoğlu, DP’nin kredi tahditlerini genişletip kamuda gereksiz harcamalara gittiğini, zirai ihracatın mamul mal fiyatlarını arttırdığını, talepteki daralma sonucunda 27 Mayıs sonrası kredi limitlerini aşan bankaların kredi hududuna dönmek istediklerini, fakat alacaklarını tahsil etme sorunu yaşadıklarını anlatır. Alınacak bu dersle, uzun vadede, yeni ekonomi politikasının temelini oluşturacak sanayinin rasyonelleştirilmesi için, piyasa mekanizmasını değil, ufak iş yerlerinin birleştirilmesini ve yeni yatırımlarla işgücünün başka sahalara aktarılmasını önerir. Önerinin temelinde DP kalkınmacılığına alternatif olarak sunulan planlı kalkınmacılığın ilk örneklerini görmek mümkündür. Bu önerinin planlı kalkınmanın da ötesinde küçük işletmeciliğin kontrollü, dayanışmacı gelişimini savunan bir neo-korporatizme yöneldiğini söylemek de mümkündür. Üreticiyi kendi imkânlarıyla üretime ve devlet kontrollü bir emek örgütlenmesine teşvik eden sürecin işletilmesi halinde, kapitalist, dışa açık bir liberal kalkınmanın dışında ithal ikameci ve büyümeyi sınırlı tutan bir rejimin hayata geçirilebileceği düşünülmektedir. Bu büyüme perspektifinin uzun vadede bölüşüm ilişkilerine olumlu yönde yansıyacağı tahmin edilmekte, ordunun da savunduğu gönüllülük içeren yeni bir milli iradeciliğin (voluntarism) temeli atılabilmektedir.

Ulus, akademik dünyaya karşı duruşunda, 147’ler Olayı’ndan önce askeri rejimin bilime ve üniversiteye bakışını haber veren çizgisini paylaşarak bilimde bağımsızlık bahanesiyle ‘neme lazımcılığa sarılan’ bir üniversite anlayışının kabul edilemeyeceğini, bilim adamlarına musallat olan ayrıksı otların temizlenmesi gerektiğini bildirmiştir. Gazetenin ‘makbul bilim’ arayışı, ilerleyen aylarda üniversitelerde yaşanacak uzaklaştırma olaylarının habercisi olarak okunabilir.66

Gazete, çıplak şiddetten mağdur olan, zor durumda bırakılan, kötü işleyen idarenin partizan eğilimleri karşısında mazlumluğa itilen, ülkenin her yanını kapladığı düşünülen mazlumluktan eşit oranda ezilmişlik duygusu üreten bir ideolojik işlev üstlenmektedir. Gazetenin parti içi tüm ayrışmaları yatay kesmeye ve kendisini DP karşısında hukuku ve ahlakı beraber işleten ‘haklı mağduriyet’i ile tanımlama derdi bu ideolojik yönelime daha fazla ışık tutabilir. Ulus’un parti teşkilatları ve merkez organları arasındaki hiyerarşinin her alanına buladığı bu ‘türdeş mağdurluk’ söylemi, benzer bir yönelimle DP sempatizanları dışındakilere yeni bir ‘ulus’ formu verme uğraşısı içinde de kendisine yer bulur. Menderes’in ülkede bir “vatan cephesi- nifak cephesi” ayrımı yaparak siyasetini sürdürmesine getirilen eleştirilerin ardından, Ulus öncülüğünde “milletin haklarını gasp eden bir avuç azınlık-millet” ayrımına gidilmesi, özel olarak ‘gasp etme’ ve ‘çıplak şiddet’ eylemlerinin merkezi konuma yerleştirilmesi, olası CHP iktidarının kapsamlı program hazırlıklarına gitmek yerine bu ana ayrıma odaklanılması, 27 Mayıs rejiminin gerek ordu, gerekse sivil CHP kanadında darbeden inkılaba geçişin nasıl olabileceği yönündeki tartışmaların esasında geçmişe yönelik ne kadar cılız kökleri bulunduğunu göstermesi açısından ilgi çekicidir.
“İnkılâbın mantığı”nın67 bir türlü oturtulamamasından kaynaklanan sancıları aşmanın yolu kapsamlı olmayan düzenlemelerden geçirilir ve ordu, sekteye uğradığı düşünülen milli iradenin yeniden tesisi için düzenleyici rolü üstlenir. Partizanlığın kaynağı olarak görülen alanlar, ‘yansız’ bir ordu bürokrasisiyle donatılır, imtihanlar DP rejimine karşı işletilen ilk liyakat rejimi örneği olarak sunulur. Ulus da bu sürece moral destek sağlayarak bürokrasiye karşı gelişebilecek alternatif bir iktidarın önüne geçmenin, yeniden milli birliği sağlamış olmanın huzurunu “yayar”. Kalkınma hamlelerinin cılız gelişen neo- korporatist önermeleri arasında ‘milli birlik’ fikri, gönüllülüğü besleyeceği, Kemalizm’in erken dönem “asr-ı saadet”ine ulaşmayı sağlayacağı düşünülen bir değer olarak gazete tarafından yüceltilir. Darbe öncesi yaşanan gelişmeler, Ulus açısından bu kez görece rahat ve ‘sansürsüz’ bir dille aktarılır. Gelişmelerin odağına yerleşen ordunun düzenleyici hamleleri, DP döneminin olumsuzlanmasıyla pekiştirilir.

27 Mayıs’ı Somutlayan Temel Metinlerin Hukuki İçeriği

27 Mayıs darbesini inceleyen çalışmalarda kurucu iktidar sorununa görece fazla odaklanıldığını saptayan Osman Doğru, bu siyasal süreci hukuki bir içerikle kavramaya çalışmaktadır. Çabası, kamu hukuku literatüründeki anayasalı-anayasasız rejim tartışmasından destek alarak konuyu yorumlamaktır. Ben de bu yoldan ilerleyerek, 27 Mayıs’ın temel metinlerinin hukuki içeriğiyle bunların uygulamaları sırasında çıkan sorunları “anayasalı rejim” kavramı bağlamında tartışarak, Yüksek Adalet Divanı Kararları’na uzanan süreçte darbenin organik devlet yapılanmasını nasıl kurduğuna, suç ve cezalandırma pratiklerine nasıl işlerlik kazandırdığına değinmeye çalışacağım. “Anayasalı rejim” tartışması da bu bağlamda kurucu siyasal otoritenin bağlı bulunduğunu bildirdiği kurum ve kurulların ötesindeki hukukun evrensel ilkelerini yürürlüğe geçirebilmesiyle ilgilidir. Darbenin gerek 1924 Anayasası gerekse ilgili ceza kanunlarına bağlılığını bildirmesine rağmen yasama-yürütme-yargı dengesinde nasıl bir ayrıma gittiği ya da gitmediği, evrensel yükümlülükleri darbe süresince nasıl yorumladığı ve uyguladığı bir diğer başlığın konusunu oluşturacak.

Ulus gazetesinin net olmasa da mayıs ayında gergin ortamı sonuca bağlayacak ve milleti kurtaracak bir güç arayışında somutlaşan kurul –kendi ifadesine göre ‘geçici yasama organı’- Milli Birlik Komitesi oldu. Komitenin yönetimi devraldığını bildiren ilk metin, 13 numaralı tebliğ, ikincisi ise 12 Haziran 1960 tarihli 1 Sayılı Yasa’nın genel hükümleriydi. Müdahalenin varlık nedeni; siyasi partilerin içine düştükleri uzlaşmaz durum nedeniyle ortaya çıkan demokrasi buhranına ve kardeş kavgasına son verme olarak belirtilmiştir. Geçici yönetim adıyla kamuoyuna duyurulan MBK da hiçbir şahsa ve zümreye tecavüzkâr fiile teşebbüs ettirmeyeceğini, her vatandaşın kanunlar ve hukuk prensiplerine göre muamele göreceğini, insan hakları prensiplerine tamamen uygun hareket edeceğini beyan etmiştir. Öte yandan geçici yönetim -Ulus’ta bürokrasinin işleyişini sekteye uğratma anlamında kullanılan partizanlık iddialarına paralel olarak- işlevini partilerüstü, tarafsız bir idarenin nezareti altında en kısa zamanda seçimleri yaptırarak yönetimi seçimi kazanan tarafa devretmek olarak özetlemiştir.68 MBK’nın içinde yönetimin nasıl ve ne zaman devredileceğine yönelik tartışmalara değinmek bu yazının konusu değil69, ancak Ulus’un ülkeyi “Vatan-nifak cephesi” diye ikiye bölen DP eleştirisiyle MBK açıklamasındaki “kardeş kavgasına son veren kanunlar önündeki eşitlik” ifadesini organik toplum ideali açısından yorumlamak mümkün. 1 No’lu Yasa, anayasanın iktidar partisi tarafından çiğnenmesi iddiasını Türk Milleti’nin bütün fert ve insanlık hürriyetlerinin ortadan kaldırılmasına; muhalefetin işlemez hale getirilerek fiilen tek parti diktatoryasının kurulmasına dayandırmıştır. 15 No’lu tebliğde tutuklanmış subaylarla milli ideolojiye aykırı fiilleri olmayan bütün üniversite ve diğer okul öğrencilerinin serbest bırakılacağı; 22 No’lu tebliğde ise, Türk demokrasisinin gelişiminde kalemleriyle mücadeleden çekinmedikleri için anayasaya aykırı kanunlarla tutuklanmış basın mensuplarının tahliye edileceği açıklanmıştır. Gürsel’in mektubu düşünüldüğünde darbe öncesi Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes’e ulaştırılan uyarıların darbe sonrasında vakit geçirilmeden tebliğler yoluyla uygulanmaya başladığı görülmektedir. 157 Sayılı Yasa ise darbenin Temsilciler Meclisi’ni kurarken eski iktidar üyelerine kendisini kapattığını beyan etmiştir.

MBK’nın 8 No’lu bildirisi, hükümet yetkililerinin yakalama emrini içermektedir. Ancak bu emirlerde yakalamanın nedenleri sıralanmamaktadır. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun yakalama gerekçelerini sorduğunda General Madanoğlu’ndan “Hukuki gerekçesi yok, bu bir ihtilaldir” karşılığını aldığını belirten Abdi İpekçi, darbenin temel haklara bağlılığıyla ilgili bir noktayı vurgulamaktadır: Yakalama emri, hukuksal açıdan bir dayanağa bağlanmalı ve olağanüstü dönemler dahil olmak üzere temel hak ve özgürlükler güvence altına alınmalıdır. Olağanüstü hal, her türlü eylem ve işlemin idarece belirlenebileceğini kapsayan geniş yorum yetkisini kapsamamaktadır. Kaldı ki MBK da ilk bildiriminde bu temel haklara saygı şartını ifade etmesine karşın darbe sürecinin hukuki dayanağı öteleyebileceği ya da kendi ‘hukuku’nu yaratabileceği yönünde bir eylem iradesinde bulunmuştur. Bu haliyle Velidedeoğlu’nun sorusu, sadece yakalamanın hukuka uygun olmadığını işaretlemekle kalmıyor, ötesinde yargılama sürecini sakatlayabilecek bir uyarı sorusunu barındırıyor: “Yarın öbür gün meclis toplanır ve sizlere bu müdahaleyi hangi yetkiye dayanarak yaptınız, yasama dokunulmazlıkları bulunanları nasıl gözaltına aldınız, diye sorarsa ne cevap verirsiniz?”70 İhtilalin meşruluk-yasallık denklemini yatay kesen bu soru, anayasallık tartışmasına zemin oluşturabilecek niteliktedir.

1 Sayılı Yasa, müdahalenin varlık nedenlerini; iktidar partisi tarafından anayasanın çiğnenmesi, fert hürriyetlerinin ortadan kaldırılması, muhalefetin işlemez hale getirilmesi ve tek parti diktatoryasının kurulması yoluyla meclisin fiilen bir parti grubuna dönüştürülerek meşruiyetini kaybetmesi olarak sıralamıştır.71 Meşruiyet kaybını cumhuriyeti koruma ve kollama yetkisinin kendisine geçmesi olarak yorumlayan MBK, vatandaşı birbirine düşürerek milli varlığı tehlikeye sokan anlayışa karşı millet adına harekete geçtiği düşüncesindedir. Metin Toker, 31 Ekim 1960 tarihli Akis’teki yazısında millet adına hareket etmeyi şöyle tarif etmektedir: “Hareket, askeri hükümet darbesi mahiyeti taşımamaktadır. Aksine, meşruiyetini kaybetmiş bir iktidar ekibine karşı sokaklarda ayaklanmış milletin iradesini bir Komite tecelli ettirmiştir. Bu, bir ‘Sen kalk, ben oturayım’ oyununu, ihtimal olarak dahi gözler önünden silmektedir.”72

Ulus’un haber akışı da darbe öncesi süreçte mecliste CHP milletvekillerinin konuşturulmamasının, ülkenin “Vatan-nifak Cephesi” ayrımına sokulmasının ve ülke genelinde tek parti diktatoryasına gidilecek yönde kamu mallarının iktidar lehine kullandırılmasının yarattığı zararlara dönüktü. Bu noktada sorunun ‘yeni bir milli mücadele’ üzerinden anlatılması da darbenin meşruiyet kaynakları açısından bakıldığında paralel bir söylemin paylaşıldığını göstermektedir. Gerek darbenin yasal bildirimleri gerekse eylemlerinin milli iradeyi ve meşruiyeti sağlamaya dönük olduğu sürekli vurgulanmakta, yansız bir hükümete geçişin ordu eliyle, millet adına yapılacağı hem bu metinlerde hem de Ulus’ta vurgulanmaktadır.

Ulus’un 27 Mayıs sonrası yayın akışında MBK’nın işlemleri övülüp gerçek yansız muamelenin şimdi başladığı belirtilirken, Forum dergisindeki bir makalesinde Muammer Aksoy, 27 Mayıs sonrası yargılama sürecine ilişkin ilginç bir hukuksal yaklaşım geliştirmiştir.73 Aksoy’a göre, 27 Mayıs kurtuluş zaferi, çoktan gayrımeşru zulüm çetesi ve menfaat şebekesine dönüşmüş eski iktidarın tasallutundan milleti kurtarmak için yapılmıştır. Darbe, meşruiyetini yitirmiş otoriteye karşı güç, milletlerin zulme mukavemet hakkının en mükemmel örneğidir. Darbenin gerekçesini tranicide ile millet adına irade beyan eden ordu biçiminde açıklayarak Ulus’un organik toplum idealini darbeyle karşıladığını söyleyebileceğimiz Aksoy, yargılama başlayana dek, “zulüm makinesi” konumundaki tüm DP’lilerin aleyhinde suçluluk karinesi bulunduğu için tutuklu kalmaları gerektiğini savunmuştur. Temel haklara uymayarak ülkeyi bir diktatoryaya götürdüğü savunulan DP yönetiminin yargılanma biçimi, ceza yargılamasının genel kabullerinden “masumluk karinesi” üzerinden değil, Aksoy tarafından “suçluluk karinesi” üzerinden kurgulanmıştır.

Sanıkların suçluluk karinesiyle ilişkilendirilmesinin bir diğer destek noktası da yargılama usulüdür. DP milletvekillerinin anayasal düzeni ortadan kaldırdığı ve bunun da kardeş kavgasına neden olarak yurttaşlar arasındaki eşitliği bozduğu düşüncesiyle millet adına müdahale kararı alan MBK, yargılama için öncelikle DP döneminde 1924 Anayasası’nın hangi şekilde işlevini yitirdiğini göstermek istemiştir. Hukuk literatüründe “siyasal pratik” olarak adlandırılan yaklaşım, 1924 Anayasası’nda olağanüstü şartlar nedeniyle kurumsal demokrasiye geçilemediğini, fakat cumhuriyetin bu düzene geçmek amacıyla kurulduğunu savunmuştur. Çok partili yaşam denemeleri, savaş sonrası İnönü’nün demokrasiye dair açılımları, bu savı desteklemek için kullanılmıştır. Buna göre, demokratik yaşam cumhuriyet tarihinin ana ekseni, müdahaleler ve antidemokratik yönelimler tali unsurları iken, 1950-60 dönemi iktidarının gayesi, demokratik yönelimli cumhuriyeti ve anayasasını fiilen tek parti diktatoryasına dönüştürmektir. Darbe de “özgürlükleri engellemeye çalışan” ve “anayasadaki demokratik açılımları gerileten” iktidara karşı yapılmıştır. Bu yorum, siyasal açıdan rejimin yöneldiği demokratik çizgiyi saptırmakla itham edilen DP’nin anayasayı ihlal davalarıyla doğrudan yargılanabilmesinin dayanağını, Yüksek Soruşturma Kurulu aracılığıyla duruşmadan önce sağlamıştır.74 Bu yönden DP’nin ülkenin kaderine etki edecek siyasi vaatleri yerine getirmemesi vatandaşın “kandırılması” üzerinden işlenerek siyasal içerikli bir tartışma, anayasayı ihlal suçunun konusu haline dönüştürülebilmiştir.

27 Mayıs’ı somutlayan MBK Bildirisi ve 1 No’lu Yasa’nın kuruluşuna bakıldığında, faillerin kimliği net değildir. Bu metinlerde eski iktidar olarak DP vurgulanırken failler somut olarak gösterilmemiştir. Faillerin darbe tarihine kadar DP milletvekilliğinde bulunanları mı, kabine üyelerini mi yoksa DP seçmenini mi kapsadığı 27 Mayıs sonrası hukuk tartışmalarında önemli bir başlığı oluşturmuştur. Muammer Aksoy’un “suçluluk karinesi” üzerinden alıntıladığımız ifadesini bu bağlamda da düşünmek gerekir. Bir diğer metin, burada karşılaştırmalı olarak inceleyeceğim Cemal Gürsel imzalı darbe öncesi ve sonrasına ait iki mektuptur. Gürsel, 27 Mayıs’tan sonra açıklanan mektubunda, ülke sorunlarına dikkat çekerek bütün fenalıkların cumhurbaşkanından geldiğine dair memlekette umumi bir kanaat oluştuğunu, kabinenin değiştirilmesi gerektiğini, Tahkikat Komisyonu’nun ve antidemokratik içerikli kanunların kaldırılmasını, gazetecilerin serbest bırakılmasını, vatandaşa eşit muamelede bulunulmasını, din istismarcılığından vazgeçilmesini, ordunun sorunlarının halledilmesini, şehir gezilerindeki ihtişamlı karşılama törenlerinin terk edilmesini istemektedir. Bu, darbe sonrası Ulus’un manşetlerinde törenlere yeni düzenleme getirilmesini olumlayan tavrının ilk belirtisi olarak söylenebilir.75 Alparslan Türkeş’in ifadelerine göre, kendisinde ilk halinin bir örneği bulunan bu mektup, darbe sonrasında yeniden kaleme alınmıştır. İlk mektubunda isim ve kurumları net kullandığı gözlenen Gürsel, üsttekilere taleplerine ek olarak, Bayar’ı gerginliğin baş sorumlusu olarak işaret etmekte, yeni cumhurbaşkanı olarak Adnan Menderes’i düşünmektedir. İlk mektupta ayrıca parti ocak ve bucak örgütlerinin kaldırılması, sadece vilayet merkezlerinde temsilcilikler bulundurulması istenmektedir.76 Ülkedeki bunalımın baş sorumlusu Bayar’ın görevden ayrılması, kabinede suihalleri ülke geneline yayılmış kişilerin yerlerine “adalet ve şefkat hissi taşıyan zevatın getirilmesi”77, gazetecilere yönelik af kanununun çıkarılması, Tahkikat Encümeni’ni düzenleyen yasanın yürürlükten kaldırılması, müdahaleyi ‘en son çare’ olarak düşünen MBK’nın uyarıları olarak yorumlanmış, darbenin faillerini de burada işaret ettiği savunulmuştur. Ancak dolaylı yoldan ulaşabileceğimiz faillerin listesini somut bir hukuki metin üzerinde değil de sonradan açıklanan ve değiştirildiği savunulan mektuplar ve darbe sonrası tartışmalardan çıkacak sonuçlarla düşünmek fiilin ve failin önceden belli olması kuralına uygunluk göstermez. Kaldı ki, failliğin tüm DP seçmenlerine dek genişletilmesini düşünen Namık Zeki Aral’ın yazısı, ne tür bir belirsiz süreçte bulunulduğunu gözler önüne serer: “…Durumdan somut olarak kimler sorumludur? İktidar milletvekilleri, camia ve daha doğrusu seçmen zümresindeki ekseriyet…”78 MBK’nın 32 No’lu tebliğine dikkat çeken Doğru, tartışmayı sonlandıran 27 Haziran tarihli konuşmada “…bu hareket Demokrat Parti’ye karşı da değildir. Hepimizi ve Demokrat Partilileri de aldatarak memlekete fenalık eden, onu sömüren mahdut bir zümreyi bertaraf etmek ve DP’li vatandaşların da yolunu aydınlatmak için yapıldı.” demiştir.79

Darbenin temel meşruiyet gerekçesi olarak “anayasayı çiğneme” fiili, henüz bir yargı aşamasından geçmeden, diğer devlet organlarınca da kabul görmüş, eylem ve işlemler DP iktidarının milli menfaate aykırı hareketi sonucunda MBK’nın millet adına duruma müdahalesi önkabulüyle yürütülmüştür. Yargıtay, 27 Mayıs sonrasında verdiği bir kararda eski iktidar mensuplarının övülmesini milli menfaate aykırı sayarken, 27 Mayıs öncesi aynı nitelikteki suçu hükümetin manevi şahsına aykırı olmakla değerlendirmiştir. Menderes’e Yassıada duruşma salonu dışında tezahürat yapan bir vatandaş, milli menfaate aykırı davranmakla suçlanmıştır.80 Yargıtay, başka bir kararında sanığın suçluluk halini kaldıran unsurlardan birinin, eski iktidar mensuplarının da cezalandırılması düşüncesine katılması olduğunu belirtmiştir. Bu açıdan Yargıtay’ın 27 Mayıs’ın meşruiyet söyleminin içeriğini dolduran temel metinlere ve MBK üyelerinin demeçlerine bir “ceza normu” olarak baktığı söylenebilir. Anayasa Mahkemesi ise 1963’te verdiği bir kararda 27 Mayıs ‘Devrimi’ni milli huzuru devamlı şekilde ihlal ederek anayasanın dayandığı temel ilkeleri yok etmeye varacak davranışlara yol açacağı düşüncesiyle, ilgili düzenlemeyi anayasaya aykırı bulmuştur. Yargıtay’ın ‘milli menfaat’ kavramı üzerinden olumladığı 27 Mayıs’ın meşruiyet gerekçelerini bildiren 1 No’lu Yasa’yı bu kez Anayasa Mahkemesi ‘milli huzur’ üzerinden kararına dayanak oluşturmuştur.

MBK’nın müdahalesini bildiren tebliğ, sonrasında yayımlanan tamimler, 1 ve 157 No’lu yasalara uyan devlet örgütlenmeleri topluca ele alındığında bu düzenlemelerin ve kurumların ortak noktası, anayasa ve genel hukuk normlarını çiğnemesi sonucunda direniş hakkını millet adına kullanan MBK’nın öncülüğünü kabul etmeleridir. Bu meşruiyet, failleri daha sonra tartışmalı biçimde açıklansa da, 27 Mayıs öncesi görev yapan DP milletvekilleridir. Meşruiyetin en temel ölçütü ise daha sonra anayasanın başlangıç kısmına girecek milli menfaate aykırılık sonucu direniş hakkının kullanılmasının üst mahkemelerce bir “ceza hükmü” sayılmasıdır:
“Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 Devrimini yapan Türk Milleti…”81

YAD da, aşağıda göreceğimiz üzere, kuruluş-yargılama-karar süreçlerinde bu temel bildirime bağlıdır. Sorun, ceza hükmünün kimi kapsadığına ilişkindir. Başlangıç hükmünden çıkarsamalarla, failler darbe günü henüz DP üyesi olanlar mıdır, DP’nin kendisi midir yoksa soyut manada düşünülen bir iktidar kavramı mıdır?

Anayasa Mahkemesi, YAD tarafından mahkûm edilmiş eski iktidar mensuplarına genel af getiren yasayı anayasaya uygun bulurken 1961 Anayasası’nın “Başlangıç” bölümünü “ceza hükmü” kabul etmiştir.82 Buradaki meşruluğunu kaybetmiş iktidardan anlaşılması gerekenin soyut anlamıyla iktidarın kendisi olduğu, kabine ve DP üyelerini içermediği, YAD kararları açıklanmadan önce yürürlüğe giren “Başlangıç” hükümlerinin de sonucu belli olmayan bir dava için önceden suçluluk öngöremeyeceğinden bu hükümlerin sanıklardan azade kurgulandığı görüşüne varmıştır. YAD Mahkeme Heyeti Başkanlığı yapmış ve daha sonra Anayasa Mahkemesi Üyesi seçilmiş Salim Başol ise karşıoy yazısında “Başlangıç” hükmünün belli, somut bir iktidarı işaret ettiğini, milli iradeye karşı gelerek diktatoryaya giden bir DP iktidarının eylemlerinin bu iktidar tanımından bağımsız düşünülemeyeceğini savunarak yasanın anayasaya aykırı olduğunu bildirmiştir. Başol’a göre iktidar, kendisini somut eylem ve icracılarıyla gösterir, bu isimler de DP milletvekilleri ve kabine üyeleri olduklarına göre ilgili af kanunu “Başlangıç” hükmünün hedeflerine aykırıdır.



Temel Metinlerin Uygulanması:

Kişisel Tasarruflar ya da Kurumsal Yetkiler Ekseninde
Anayasalı-Anayasasız Rejim Tartışması


27 Mayıs’ı somutlayan metinlerin hukuki içeriğine yukarıda değinmiştik. Darbenin gerekçesi, MBK’nın işlevi, izlenecek yol ve geçici yönetimin görev alanına yönelik saptamaların nasıl uygulandığı ise bu başlığın konusunu oluşturacak.

Girişte yaptığımız tanıma göre anayasalı rejim; mevcut anayasa ve ilgili kanunların normlar hiyerarşisi esasına göre temel hak ve özgürlükleri güvence altına aldığı, devletin organik örgütlenmesinde kurum ve yetkililerin genel işlevlerini saptadığı ve bu ilkeleri eyleme geçiren bir siyasal yapılanmadır. Bunun tam tersi olmasa bile belli hukuk normlarını başta anayasa olmak üzere kabul eden ve devlet yapılanmasını temel yasalara uygun oluşturduğunu bildiren bir otoritenin uygulamada bu örgütlenmesini kişisel tasarruflardan ayrıştıramadığı, temel hak ve özgürlükleri güvence altına alamadığı yapıya ise anayasasız rejim diyoruz. Bu haliyle anayasasız rejimler, kamu hukuku literatüründe de jure anayasaya sahip, ancak uygulamada anayasanın ve bağlı bulunulan uluslararası antlaşmaların içerdiği temel hak ve özgürlükleri de facto sağlayamayan bir pozisyondadır. Ayrımdan hareketle, 27 Mayıs sürecini anayasallık üzerinden tartışmak, suç ve ceza algımız üzerinde hukuk terimlerine boğulmuş gibi gözüken, fakat aslında siyasi içeriği daha ön plandaki bir açılıma denk düşebilir.

Türk Milleti adına harekete geçerek yasama organını fesheden ve geçici olarak yasama organını oluşturduğunu 1 No’lu Yasa’da belirten MBK, Yargıtay kararlarına göre yetkilerinin niteliği bakımından bir “yasama organı” sayılmıştır. Ne var ki, yüksek mahkeme, komitenin kuruluş usulüne göre karar vermemiştir. Yargıtay, komitenin darbe sonrası kendisine tanıdığı yetkileri baz alarak yasama organı olduğuna hükmetmiştir. Kuruluş usulü; devlet içindeki herhangi bir organın ilgili yasayla kadrosunun oluşturulması, yenilenebilir, göreve gelme ve ayrılma biçimlerinin düzenlenebilirliğini ifade eder. 1 No’lu Yasa, yasama organının kuruluş biçimini içermemekte, sadece kurulduğu andaki kişilerin imzalarıyla kendini bağlamaktadır. Öyleyse komitenin bu kişilerden bağımsız ve onlara bir yaptırım uygulayacak, kurumsal olarak onları yenileyebilecek bir niteliği var mıdır? Yenilenemez bir ‘organ’ olarak karşımıza çıkan komite, sadece kişilerin imzalarına bağlanmışsa, burada kurumsal bir yasama organı yapılanmasından çok, yasayla kapsamı çizilmemiş, kişilerin iradeleri yoluyla işlerliğini sağladığı bir ‘oluşum’dan söz edilebilir. Oysa anayasal rejimde yasama organının kuruluş ve işleyişi anayasanın ilgili maddelerinde düzenlenmiş, kişi iradesinin üstünde, onu belirleyecek biçimde olmalıdır.

MBK’nın memleket işlerini geçici süreliğine yürütmek üzere kurulduğunu açıklayan bildiri, ordunun kurumsal yapısından ve yetkilendirmesinden değil, Silahlı Kuvvetler’in yasal açıdan görevlendirmediği bir grup subayın bu yönetimi üstlendiğini göstermektedir. Nitekim Cemal Gürsel’in beyanları da bu kişiselliği destekleyen öznel bir üslupla doludur. Daha sonra yayınlanan bir tebliğde ise komitenin görev paylaşımına değinilmiş olması, komitenin belli bir organik kimliği bulunduğunu hâlâ kanıtlamamaktadır. Kurumsal kimlik yönündeki girişimler, müdahale sonrasındaki 1 ve 157 No’lu yasalarla somutlaştırılmaya çalışılacaktır. Bu düzenlemelerde komite üyeliğinden çıkarılma, üyelik nitelikleri, çalışma usulü belirtilmektedir. Çalışma usulü açısından ilginç olan, komitenin yenilenemezliğinden dolayı kendi arasında fikir ayrışmasına gittiğinde bir tarafın iktidar, diğerinin muhalefet olma şansının olmayışıdır. Zira devlet başkanının değişimini düzenleyecek bir hüküm yoktur. Ayrıca bu yenilenemezlik, ancak ve ancak komite içi tasfiyeyi zorunlu kılmaktadır ki, komite içi kırılma yaratan 14’ler Olayı’nın teknik sebebi burada aranmalıdır. Kısacası, komite içi işleyiş, olası bir muhalefetin tasfiyesini gerektirir. Bu durumda komitenin temsil iddiasında bulunduğu hangi milletin isteklerine göre hareket edeceği sorusu açıkta kalır. Zira parlamenter yapıdaki gibi bir muhalefet-iktidar dengesi kurulamıyorsa, klasik manada temsil ilkesini işletmek imkânsızlaşır. Bu çalışma biçimi, milli iradeyi kökünden sakatlayabilecek bir unsur taşır.

Diğer yandan, komite üyelerinin askeri görevleri sürmekte, bu durumda bağlılık bildirilen 1924 Anayasası’nın seçme ve seçilme ile ilgili “diğer görevlerden ayrılmış” olma şartı ihlal edilmektedir. Bu sorun, ordu içinde daha üst rütbeli olup da komiteye girememiş, fakat düşük rütbeli olup da komitede çalışan subaylar arasında ciddi bunalıma yol açmıştır.

Temsilciler Meclisi birçok kesimden katılımla oluşturulmaya çalışılırken, üyelerden belli şartlara uymaları beklenir. Bunlardan ikisi; eski iktidarın bünyesinde çalışmamış olmak, 27 Mayıs darbesinin meşruiyet söylemini desteklemektir.

Yasama konusunda yaşanan yetki sıkıntılarının benzeri yürütme alanında yaşanır. Cemal Gürsel’in devlet ve hükümet başkanlığı 1 No’lu Yasa’da açıkça düzenlenmemiş, bir tamimle duyurulmuştur. Yasanın genel kapsamını çizmesi gereken görevlendirme yerine, Gürsel’in kendi beyanatına dayanarak bu görevi “deruhte ettiği”ni biliyoruz. Bu, kurumsal devlet başkanlığından ziyade, Osman Doğru’nun deyişiyle, “devlet başkanı sıfatını almış Cemal Gürsel iradesi”ne uygun düşmektedir.83 Devlet başkanının ancak ölüm ya da kendi isteğiyle çekilme durumu düşünüldüğünde, Gürsel’in ancak başka bir asker kadrosunca görevden indirilebileceği, onun dışında komitenin siyasi anlaşmazlıklar nedeniyle yenilenemeyeceğini söyleyebiliriz. Bu açıdan bir yasama organından çok “başkanın adamları” ve bakanlar kurulundan çok “başkanın bakanları” hüviyetinde, bakanlar kurulu olarak ortak karar alma ve sorumlulukları azaltılmış bir yapılanma halinde beliren MBK’nın yasama ve yürütme görevlerinde bağlı olduğunu bildirdiği anayasaya ne derece uygunluk taşıdığı baştan tartışmalı hale gelmektedir.
Yargının bağımsızlığını kabul eden MBK’nın eski iktidar partisi üyeleri için özel bir yargılama öngörmesi hususu da tartışmalıdır. 1 No’lu Yasa’nın 6. maddesi bu hükmü düzenlemektedir. Ayrıca yargılama yapacak olanların baştan 27 Mayıs meşruiyet söylemine bağlı olduklarını bildirmeleri ve yasaları bu bildirime göre uygulamaları istenmiş, tasfiye ve görevlendirmeler bu bağlamda gerçekleştirilmiştir. Yargıtay başkan ve üyeleri, müdahaleyi tanıdıklarını belirten açıklama ve ziyaretlerde bulunmuşlar, 27 Mayıs sonrası yukarıda değindiğimiz örnek karardaki gibi, eski iktidar ve temsilcileri lehine slogan atmayı ‘milli menfaat’e aykırı bulmuşlardır. Doğal yargıç güvencesi, yargıçların istekleri dışında emekli edilememeleri, görev yerlerinin değiştirilmemesi kuralları ihlal edilmiştir. Eski iktidar milletvekillerine özel yargı yerleri kurulması tartışmaları sürerken YAD’ın oluşumunda mahkeme heyetinden başkan ve üyeleri, başsavcı ve yardımcıları MBK atamıştır.84

YAD, sağ olarak ele geçirilmiş eski iktidar üyelerinin yaşam hakları üzerinde tasarruf yetkisini kendilerinde bulan MBK yetkililerinin yargılama yetkisini de içeren bir düzenlemeye gitmeleriyle bağlantılı bir oluşumdur. Eski iktidar mensupları olarak bahsedilen DP üyelerinin yargılanması sayesinde mantıksal açıdan onların suçlu olduklarına karar verilecek, müdahalenin meşruiyeti de tescil edilebilecektir. Müdahalenin toplumsal destek bulması ve eski iktidar mensuplarının suçluluklarının kayıt altına alınması onların siyasal inanılırlıklarını kaybettirebilecektir. Hem yargılama aşamasında mahkeme heyetinin sanıklara tavrı hem de isnat edilen suçlar dikkate alındığında (Köpek-Bebek Davası vb.) sanıkların toplum önünde siyaseten rencide olmaları da amaçlanmıştır. Davaların hukuki içeriğinden ziyade siyasi alanda yaratacağı etki birçok davanın konusunu belirlemiştir. Meşruiyet, hem dış hem de ülke kamuoyuna bu yargılama tasarrufu üzerinden ulaştırılarak, itiraz yolları kapatılarak yeni bir hakikat rejimi’nin hukuk üzerinden tesisi sağlanmaya çalışılmıştır.

Darbe günü dokunulmazlıkları kaldırılan eski iktidar mensuplarının yargılanmasından önce çıkan haberlerde özellikle Akis dergisinin suç kavramını müdahaleyle özdeşleştirme eğilimi göze çarpmaktadır. Akis’e göre millet, 27 Mayıs günü eski iktidarı müdahaleyle birlikte zaten suçlu saydığını göstermiştir. Mahkeme, artık suçun içeriğini değil, kimlere hangi cezanın verileceğini görüşmek üzere kurulmalıdır. Millet, suçu tarif eden, MBK’nın tüm meşruiyet söyleminin merkezindeki öznedir; yargılama ise infaz göreviyle sınırlandırılmıştır. Ayrıca eski iktidar mensuplarının dokunulmazlıkları süresince yargılanamadığı davalar ve haklarında hiç açılmamış davalar da geriye yönelik görülebilme şansı bulacaktır. Yassıada, biraz da bu sürece işlerlik kazandırmıştır. 1 No’lu Yasa’nın 6. maddesinde Yassıada’nın kimler için oluşturulacağı belirtilmiş, eski iktidar mensupları ve 1924 Anayasası’na göre Divan-ı Âli’de yargılanacak kimselerin bu mahkemede yargılanmaları öngörülmüş, fakat Yüce Divan görevi daha sonra kaldırılarak, Yassıada sadece eski iktidar mensuplarının davalarına bakacak bir özel mahkeme kimliğinde örgütlenmiştir. Burada dikkat çeken, kuralları önceden belli olan ve kişilerin siyasi kimliğinden bağımsız biçimde yargılama yapacak bir mahkeme yapısının değil, sadece eski iktidar mensuplarının yargılamasını yürütecek bir mahkemenin varlığıdır. Örneğin, 1924 Anayasası Divan-ı Âli’yi suçun niteliğine göre kurup işletirken YAD, yasadaki ifadeyle, “eski iktidar mensupları”na isnat edilen suçların davasına bakacaktır. Cumhurbaşkanı Bayar’ın dokunulmazlığının kaldırılarak yargılanmasının önündeki yolu açan vatana ihanet suçlamasını karara bağlayacak yetkili yargı yergini, “yasama organı” MBK takdir edecektir. Darbenin meşruiyet söylemi üzerinden YAD’ın kuruluş gerekçesini açıklayan diğer bir görüş, eski iktidarın kadrolaşması ve partizanlığının yargıya sızışının bugün bağımsız mahkemelerin sağlıklı karar almasını zorlaştırdığını belirtir. Bunun yerine failleri yasada kastedilmiş ve yargı heyeti MBK tarafından atanmış bir yargılama yapılmalıdır. Doğal yargıç güvencesi ve bağımsız yargı ilkelerini tersyüz eden bu uygulamayla kurulan YAD, kurumsal açıdan 27 Mayıs rejiminin yargıdaki siyasal açılımını göstermektedir. Kaldı ki, darbe sonrası tartışmalarda milletin zaten bu kimseleri suçlu saydığı ve mahkemenin mevzuat itibariyle teknik bir yargılamaya dönük işlevinin bulunduğu basında dile getirilmiş, mahkemenin kuruluş biçimi (Yüksek Soruşturma Kurulu Üyelerinin Bakanlar Kurulu’nun teklifi üzerine MBK’ca seçilmesi ve başkanının doğrudan atanması), görev (hangi suç fillerinin yasa kapsamında soruşturulabileceğinin net olmaması; soyut hukuk normu üzerinden suçu ve failleri değil, mahkemenin kuruluşunda belirlenen eski iktidar mensuplarının fiillerini araştırması; Soruşturma Kurulu kararlarına yargı yolu kapalıyken, soruşturma sonucunda men’i muhakeme kararı verilmişse MBK’nın tekrar gözden geçirilmesini talep edebilme yetkisi) ve sorumluluğu MBK’nın direkt etkisi dahiline girmişken, Yassıada duruşmaları öncesinde bağımsız ve kurumsallaşmış bir organik devlet yapılanmasından söz etmemiz olanaksızdır. Bu durum, suç ve cezalandırma pratikleri açısından 27 Mayıs sürecinin anayasal devlet yapılanmasından ziyade belli kişisel iradelere daha fazla teslim edildiğini göstermektedir.

“Sanık” tanımı açısından mahkeme, isnat edilen suçları işleme zannını değil, “eski iktidar mensubu” olmayı merkezine oturtarak85 gerek anayasanın “Başlangıç” hükmünde darbenin kime karşı yapıldığı iddiasını, gerekse 1 No’lu Yasa’daki “eski iktidar mensupları” ifadesini yargılama sürecinde tekrarlamıştır. Bazı hallerde ise suça iştirakten yargılanan görevliler, suça maddi yönden katılmasalar da ilgili suçu engelleyebilecek durumdayken buna göz yummaları iddiasıyla suçun kapsamı altında değerlendirilmişlerdir.

Sanıklara isnat olunan suçların açıklanmadığı, yargılama başlayıncaya dek yargılama usulüne yönelik bilgi verilmediği bu dönemin anılarına bakıldığında anlaşılmaktadır. Basın ve radyo takip edilememiş, ailelerle haberleşmelere kısıtlama getirilmiş, 3 No’lu Yasanın 17. maddesiyle sınırsız olması gereken avukat tutma sayısı üçle sınırlanmış, avukatların savunmaları sırasında mahkeme düzeninin bozulduğu gerekçesiyle bazı avukatlar gözaltına alınmış, fakat duruşma tutanaklarında uyarının gerekçesi, ölçüsü hakkında somut bir ifadeye rastlanmamış, CMUK m. 21 ve 23’ün içeriği 3 No’lu Yasa’nın hükümleri doğrultusunda daraltılarak hâkimin reddi sebepleri zayıflatılmıştır. Böylece sanığın hâkimin taraflı olduğuna dair iddiayla hâkimi reddetme hakkı ortadan kaldırılmıştır. Aynı ya da benzer kapsamdaki suçtan mağdur olanların davaya katılmalarını mümkün gören CMUK, sonradan çıkarılan 3 No’lu Yasa’nın 22. maddesince engellenmiş ve ‘katılma’ kurumu kabul edilmemiştir. Divan başsavcısı duruşmada belge okutup tanık dinletebilirken, savunma makamı soruşturmanın genişletilmesine yönelik tanık dinlenmesini önerdiğinde bu kabul görmemiştir. Daha ötesinde başsavcı, 27 Mayıs öncesinde DP mensubu kişilerin günlük ve notlarını duruşmaya taşımış, antidemokratik yönetimin diktatoryal yönelimlerini yine aynı partinin mensuplarına bir anlamda “teyit ettirmeye” çalışmıştır. Sahiplerinden izinsiz sunulan bu günlükler, özel hayatın mahremiyeti konusunda da tartışma yaratmıştır.86 Sınırlandırılmış avukat sayısı, duruşmadan önce sınırlı görüşme imkânı tanınması, sanıklara isnat edilen suçların kendilerine açıklanmaması, yargılama aşamasına geçilmeden ve yargı makamının kararı olmadan sanıkların duruşma salonuna “tutuklu” olarak çıkarılması, hapis süresince fiziki şartların yeterince sağlanmaması, sanıklara karşı görevlilerin tutumları, darbe sürecini ortaya koyarak eski DP’lilerin toplumsal desteklerini kaybetmesini hedefleyen “Düşükler Yassıada’da” filminin bizzat sanıklara oynattırılması gerek Celal Bayar’ın87 gerekse İhsan Sabri Çağlayangil’in88 anılarında aktarılmıştır.





KAYNAKÇA


AĞAOĞLU, Samet (1993), Siyasî Günlük: Demokrat Parti’nin Kuruluşu, 2. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları.

AKYAZ, Doğan (2006), Askerî Müdahalelerin Orduya Etkisi: Hiyerarşi Dışı Örgütlenmeden Emir Komuta Zincirine, 2. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları.

AYDEMİR, Şevket Süreyya (1999), İhtilalin Mantığı ve 27 Mayıs, İstanbul: Remzi Kitabevi Yayınları.

BAYAR, Celal (1999), Kayseri Cezaevi Günlüğü, Yapı Kredi Yayınları.

BİBEROĞLU, M. Kemal (1996), Yassıada Kararları ve Tahkikat Komisyonu’nun Bilinmeyen Gerçekleri, Ankara: Demokratlar Kulübü Yayınları.

CILIZOĞLU, Tanju (haz.) (2007), “Kader Bizi Una Değil Üne İtti”: Çağlayangil’in Anıları, Ankara: Bilgi Yayınları.

DEMİRER, Mehmet Arif (1995), 6 Eylül 1955: Yassıada 6/7 Eylül Davası, İstanbul: Bağlam Yayınları.

DOĞRU, Osman (1998), 27 Mayıs Rejimi: Bir Darbenin Hukuki Anatomisi, Ankara: İmge Kitabevi Yayınları.

GÖZÜBÜYÜK, Şeref ve KİLİ, Suna (2000), Türk Anayasa Metinleri, 2. Baskı, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

ILICAK, Nazlı (2007), Yalnız Adam Menderes, İstanbul: Merkez Kitaplar.

İPEKÇİ, Abdi ve COŞAR, Ö. S. (1965), İhtilalin İçyüzü, İstanbul: Toker Matbaası.

KONYAR, Hürriyet (1998), Ulus Gazetesi, CHP ve Kemalist İlkeler, İstanbul: Bağlam Yayınları.

NEZİROĞLU, İrfan (2003), Türkiye’de Askeri Müdahaleler ve Basın: 1950–1980, Ankara: Türk Demokrasi Vakfı Yayınları.

TOKER, Özden ve ALTUĞ, Kurtul (2007), “Karar Verdik, İcra Ettik, Bitti!..” : Metin Toker’den “Akis”ler, Ankara: Bilgi Yayınları.

TURGUT, Hulûsi (2007), Yassıada’da Yaptırılmayan Savunmalar, 3. Baskı, İstanbul: Doğan Kitap.

Yüksek Adalet Divanı Kararları (2007), İstanbul: Kabalcı Yayınları.


Dergi

Forum (Haziran 1960)
Akis (Ekim 1960)

Gazete

Ulus (Ocak-Temmuz 1960)

Temel Yasa ve Kararlar

1924, 1961 Anayasaları
TCK
CMUK
Yüksek Adalet Divanı Kararları
1963-Anayasa Mahkemesi Kararı
1959–1961 Yargıtay Kararları
Milli Birlik Komitesi Tamim ve Tebliğleri

Siyasal’ın 'Nereye'liği-2

Siyasal olan, heryerdelik halinin siyaset’in farklı tarihsel formlarıyla çekişmesinin ürünüdür.

Siyaset, “Bir”dir.



Siyasal antropoloji yönünden siyasal olan’da yaşanan anlam kaymasına siyaset-siyasal olan farklılığı üzerinden değineceğim. Siyaset’i görece yeni bir kategori içinde konumlandırarak siyasal olan’ı tarihsel bir genişlik içinde kavramaya çalışacağım. Bu açıdan siyasal olan’ın ilkel toplumlardan bu yana kat ettiği çizgi ve kırılmalar, sapmalar ana izleğimi oluşturmayacak, ancak siyaset’i mümkün kılan tarihselliğin siyasal olan’la yaşadığı gerilim içinden çıkacağını düşünüyorum. Siyaseti de bu bağlamda siyasal olan’ın geniş tanımı içinden çıkarmaya çalışacağım. Çapı yazıyla çizilmiş, beni belli bir siyaset tanımı yapmaya ve bunu tarihsellik içinde sınamaya zorlayan ‘soru’nun modernliği karşısında ancak siyasal olan’ın yandaşlığından medet umarak ‘siyaset’in çevresinde dolanabilirim. Amacım, ilkel topluluklarda siyasal olan’ın başat değerini örgütlenme ve davranış biçimleriyle verirken; siyaset’i kurumsallaşmış, sınırları çizilmiş ve dışsallaştırmayı temeline oturtmuş, kendisini hiyerarşiler ve aşkınlıklar üzerinden tanımlamaya çalışan bir yapı olarak göstermek. Bu yönden siyasal olan’ın siyaset’i kapsayarak ilerlediği fikrine daha yakın duracağım. Siyaset’in ise kendisini geriye uzanarak kurarken ilkel toplulukların da ‘belirli bir kurumsal ve hiyerarşik öz taşıdığı’ savunusunun anakronik açılımıyla ilişki kuracağım. Siyaset’in kendisini ezeli ve ebedi saydırma çabasının, aslında tam da siyasal bir söyleme denk düştüğünü ilkel toplulukların örgütlenme biçimlerinde arayacağım. İlkel topluluklarda sözcüğün dar anlamıyla siyaset’ten bahsedilemeyeceğini söylemiyorum, ancak görece yeni bir kavram olan ve sınıflı toplumların hiyerarşik örgütlenme biçimi olarak devlete özgüleyebileceğimiz siyasetin bu topluluklarda görülemeyeceğini düşünerek siyasal olan’ın geçmişten getirilebileceğini sanıyorum. Siyaset, geçmişe uzanarak ve dışsallaştırmalar, kodlamalar, netleştirmeler, sınıflamalar, örgütlemeler yoluyla var olabilirken, siyasal olan’ın tarihsel uzamın her bir aşamasında içinden çıktığı zamanın şartlarına uyum sağlayarak siyaset’i kapsayacağını düşünüyorum. Burada kritik olan, belki de siyasal olan ile siyaset arasındaki gerilimin gündelik siyaset yapma biçimlerine vurduğu damgadır. Siyasal olan’ı parti, siyasileşmiş sivil toplum, gündelik siyasal mücadele ve onun pratikleriyle sınırlamanın siyaset’in kendisini var etmek için kullandığı zorunlu argümanlar olmasına karşın, siyasal olan’ın böylesi bir pratikten özerk olarak yaşamın kendisini kurduğunu varsayıyorum. “Özerk”lik burada “siyasal’ın heryerdeliği” olarak andığım noktaya denk düşüyor. Yani, heryerdelik hali, sözcüğün ilk çağrışımıyla ‘her şey ve her yer siyasaldır’a denk düşmüyor. Bu, siyasal olan’ın içini boşaltabilecek, ‘siyasal olan her yerde ise hiçbir yerdedir’ dedirtebilecek bir tanımlama. Heryerdelik, yazıda tarihsel uzamı kaplayacak bir genişliğe atıfla kullanılacak. Heryerdelik, bu yazıda siyaset’in örgütlü toplumların kendilerini kodlarken ve sınıflarken yaptıklarının dışında, ilkel topluluklardan başlayarak gündelik yaşamın içinden çıkan ve ona belli bir şekil veren tavır değil, somut yaşamdan kaynaklanan bir unsur olacak. Siyasal olan, inanç biçimlerini, oyunu, pratik siyaseti, aileyi, cinselliği, bedeni, örgütlenmenin niteliğini içinde barındırıyor. Siyaset ise siyasal olan’ı kapsayarak ona belli bir şekil verme, adeta heryerdelik halini tarihsel olarak da yeniden kurarak kendi şimdilik halini düzenleme faaliyeti olarak göze çarpıyor. Politik olan ise -bu noktada siyasetten ayrışır biçimde- siyaset’teki olası çoğul noktaları, gözenekleri barındırıyor. Siyaset’in tekbloklu yapısını açabilecek, bu anlamda siyasal olan’ı geriye uzanırken bir nebze olsun farklılıklar içinde çeşitlendirebilecek bir niteliğe sahip olabilir poli(s)tika. Siyaset’in bugüne odaklanma uğraşısında geçmişi kendisine benzeterek kurma derdine karşın, siyasal olan, olanca somutluğuyla ve her toplumsal örgütlenmeye göre değişen, bu toplumsallığı kapsayan haliyle siyaset’in daraltıcı tanımlarına maddi yaşamın somutluğuyla yanıt verebilme potansiyelini taşıyor.

İlkel toplulukların iktidarı tatmasalar da iktidardan ve somut olarak sınıflı toplumlardan ve devlet’ten gelebilecek tehlikelere göğüs germe tekniklerinden hareketle siyasal olan’da güç kavrayışının toplumsallıkla siyasal olan’ı nasıl örtüştürdüğünü göstermek, siyaset’in siyasal olan’ı söylemsel olarak kapsama biçimlerinin tehlikesinden bizi alıkoyabilir. Siyaset’in netleştirme, somutlama ve belli bir iktidar aşılayan otorite dilindeki hem bugünü hem eski toplulukları hem de yarını kurma çabasına karşın; tarihin her aşamasında alternatif damarların oluştuğunu, direnişin tali değil asli bir unsur olduğunu işaretleyebilmek bakımından ilkellerde örgütlenme ve yaşayış biçimlerinde siyasal olan’ı belirtmek, Clastresci manada bir “devlete karşı toplumu”, “siyaset’e karşı siyasal olan”ı göstermektir. Bu yazı da bu ikilik üzerinden akarak siyaset’i siyasal olan’la çekişmesi üzerinden okumaya çalışacak.

Clastres, zorlayıcı olmayan siyasal iktidar-zorlayıcı siyasal iktidar kavramsallaştırmasını devletsiz-devletli toplumlar ayrımı yerine kullanır. Burada dikkat çektiği nokta, siyasal iktidarın niteliğinin toplumsal örgütlenme ve yaşayış biçimlerini belirlemesidir. Ona göre, zorlayıcı olmayan siyasal örgütlenmenin temel özelliği, toplumsal tabakalaşmanın ve siyasal otoritenin bulunmayışıdır. Bu, ilgili topluluğun karar alma ve uygulama süreçlerinde herhangi bir önderin bulunmadığı anlamına gelmez. Şeflik, topluluktaki ılımlı eğilimin temsilcisi ve kurucu niteliği olmayan bir ‘barış mimarı’ sıfatıyla toplulukça görevlendirilmiştir. O, topluluk kuralını hatırlatan fakat buyruk vermeyen görevlidir. Söylem, bir gösteren olarak, önderin hitabetini kat be kat aşan simgesel bir işleve sahiptir. “Tebaa”nın taleplerini geri çevirmemeye yönelen bu görev, topluluk sözü’nün hatırlatılmasında hitabet’in iyi kullanılmasına bağlıdır. Hatiplik, cömertlik ve barış mimarlığının aynı isimde birleşmesi bir iktidar ve artı zaman faaliyeti olarak toplumsal işbölümünün bir nevi otorite biçiminde belirmesi anlamına gelmez. Şef, tam tersine, topluluk içinde en çok görev yüklenmiş kişidir, gündelik işlerle birlikte şeflik görevini yürütür. Cömertlik, yükümlülükten ziyade bir külfettir. Cömertlik, bir mal bağışlamanın ahlaki ifadesi ve yüceltme sembolü değil, topluluk değer ve ürünlerinin tekrar topluluğa dönmesinin en iyi biçimde sağlanmasıdır: Şef, vermek için alır.

Toplumsal’ın inşasında cömertliğe değinen Mauss, farklı bir kuramdan hareketle benzer sonuçlara ulaşır. Mauss, ilkel topluluklarda zenginliğin verdiği onur, saygınlık ve ‘mana’ unsuru ile bu manayı, yetkiyi, tılsımı ve otoriteyi oluşturan zenginlik kaynağını kaybetme korkusuyla verilen hediyeleri “potlaç” olarak adlandırırken, ilkellerin toplumsal’ı inşasında beliren statü farklarının nasıl bir siyasal biçimle örüldüğünü anlatır. Burada Clastres’nin örnek verdiği aşamaya denk bir ‘zorlayıcı olmayan siyasal iktidar’dan bahsedilemeyebilirse de potlaç’ın önderler arası mücadelede üstlendiği işlevin topluluğa dönük karakteri siyasal olan’ın kuruluşuna göndermelerle açıklanabilir. Mal mübadelelerinin piyasadaki bireyler arasında değil, topluluklar ‘arasında’ ve ‘adına’ yapıldığını belirten Mauss, anlaşmada hazır bulunanların törel kişiler olduğunu bildirir. Hediye alma-verme zorunluluğu da topluluktan ayrışmış bir iktidara sahip önder/şef’e ait değildir. Kaldı ki malın değerinin ötesinde kabileler arasında nezaket, şölen, şaman ayini, evlilikler, fuar, oyun ve toplu adıyla ritüel olarak belirtebileceğimiz girişimlerde bulunulması, önderlerin de burada topluluklarına dönük biçimde ürünlerini yarışırcasına hediye etmeleri, kısacası toplam yükümlülükler sistemi , siyasal olan’ın toplumsal karakterine örnek verilebilir. Yine topluluğun kişiyi kendi üyesi olarak yetiştirirken bedenini işlemesi de kayda değerdir. Mauss’un terimleriyle, topluluk üyelerinin bunun için geleneği kullanması ve gelenekle biçimlendirilmiş habitus’un eğitim ve teknikle bedeni yönetmesinin sağlanması topluluk’un bireye yüklediği ‘topluma içkin siyasal anlam’la ilgili olsa gerek.

Clastres’den hareketle şef, barışa egemen değildir, toplumsal ortamın barışa egemen olmasına hizmet eden işlev üstlenir. Cezalandıran bir yargıç değil, uzlaştıran bir hakem olan şefin bu ‘hâkim’lik yetkisi son kararı verme anlamında yorumlanmaz; bir gücün değil, toplulukça duyulan saygınlık, adillik ve cömertliğin dışavurumudur. Şef, şefliğini topluluğun kendisine tanıdığı siyasal yetkeye borçludur. Dışa karşı belirlenen ittifak stratejisinde topluluğun özgüllüğünü sadece dillendirmekle ödevlidir. O (ya da Bu), topluluğun isteğini ve iradesini Başka’larına iletmekle sınırlı ücretsiz memurdur. Bu yönleriyle siyasal olan, topluluğa içrek kurulur. Aksi halde şef’in bir yetkiyi/toplumsal gücü toplumdan sıyrılarak kendisinden kaynaklanmışçasına savunduğu düşünülürse şefin varlık nedeni son bulur. Topluluk, prestij zevkinin iktidar arzusuna dönüşmemesine dikkat eder. Zorlayıcı iktidar sorunu da burada belirir ve topluluk, siyasal örgütlenmesinin ötesine geçebilecek bir örgütlenme tipini doğadan gelen tehlikelere karşı durarak, fakat adını ‘devlet’ koymayarak engellemekte, bir anlamda bu dışsallaştırma ilişkisi topluluğu kendi iç bağlarını pekiştirmeye itmektedir. İlkel, Güç’ün başkalaşarak topluluğun ilkesinin ötesine geçmesini istememektedir. Clastres açısından bu durum, topluluk üstü bir iktidarın toplum için ölümcül tehlike taşıdığını, toplumun dışında yer alan ve kendi meşruiyetini yaratan bir otoritenin bu kültürü yadsıması anlamına geleceğini toplumun önceden görmesiyle ilgilidir. Karşılaşılacak olan elbette deneyimlenmiş, adı konmuş bir siyasal örgütlenme olarak devlet değildir, ancak Clastres’nin toplumsal’dan türeyen siyasal örgütlenmeyi ve davranış biçimlerini (siyasal olan) temsil eden ‘kültür’le doğa arasına koyduğu ayrım, bu karşı koyuşu tanımlayabilir. Akal’ın Clastres yorumu, farklılaşmamış siyasal iktidarın neye karşı mücadele ettiği, ne’liği sorununu açıklığa kavuşturuyor:

“Clastres için her toplumun siyasi olduğu açıktır. Yaygın bir (zorlayıcı olmayan) siyasi iktidarla belirlenen arkaik toplumun siyaseti direnmektir; bölünmüş topluma ya da bölünmenin kendisine… Bölünmemiş toplum iki düzlemde direnir: Farklılaşmamak için içte bölünmeye, dışta Bir’leşmeye karşı kendini korur. İçte önderi ve savaşçıyı iktidarsız bırakır; dışta, daha büyük bir topluluk içinde, Öteki’yle birleşerek özerkliğini kaybetmekten kaçınır.”

Akal’daki bu direniş odaklı siyaset kavramsallaştırmasını siyasal olan’ın kurucu unsuru olarak “direniş” biçiminde algılıyorum. Bu açıdan yöneten-yönetilen ayrımının netleştiği, kurumsallaşmış, olguyu somutlaştırmaya ve ‘Bir’ olmaya yönelmiş türdeşlik idealindeki topluluğun siyasal kavrayışı olarak siyaset’i daha sonraki bir döneme özgüleme niyetindeyim. İlkellerin siyasal mücadelesini somut bir odak olarak kime ya da neye karşı yürüttüklerinin önemi olmasa gerek, zira gelecek tehlikenin kurumsal niteliğini ölçmek bu toplulukların şematikleşmemiş algılarında yok. Topluluk, kendine içkin algısının ve siyasal karar süreçlerinin farkında olarak ne gibi ‘Bir’ kötü’nün bu işleyişi bozacağını bilmektedir. Fakat kurumsal adres verme ve olguyu, veriyi somutlaştırma işi kurumsal siyaset’in ilgi alanına girdiği için deneyimini Clastresci bir ikilikle, doğa-kültür zıtlaşması üzerinden anlamlandırmaktadır. Yine Clastres’nin Marksistlerin ilkellerde “akrabalık ilişkileri”ni –tarihsel yasa kavrayışlarıyla kendilerini buna bağlamışlardır- ekonomizme sıkıştırmalarını eleştirirken dikkat çektiği yöne bakalım. Burada “akrabalık”ın bizatihi siyasal olan’ın toplumu kuran niteliğinin üretim ilişkilerinin ötesinde, ‘Bir’ olmanın karşısına topluluk bağlarını çıkararak düşünülmesi gerektiğini görüyoruz. Bu, ilkel topluluğun siyasal karar ve eylem süreçlerinin ‘basit’liğinden ileri gelmez, belli ‘Bir’ hedefe ve iç türdeşliğe yönelmiş siyaset kurumunun dışındaki kavram sepetinden hareketle düşünmekten kaynaklanabilir.

Clastres, eşitsizliğin, toplumsal bölünmenin, sınıfların, egemenliğin kökeni üzerine düşünmenin üretim süreçlerinin içinden değil, politik olan’ın dönüşümünden kaynaklandığını belirtirken –kristalize edersek- üretim ilişkilerini iktidar ilişkilerinden türetir. Devlet de bu bağlamda sınıfları doğuran siyasal yapılanmanın kendisidir.

Ümit Hassan açısından bu yöntemsel tercih Clastres’yi pek dışlamayan fakat başka bir koldan ilerlemekte. Akrabalık ilişkilerini asabiyyet’in tüm özelliklerini barındırabilen bir örgütlenme, inanç ve davranış biçimi –tarihin belli bir aşamasına evrensel olarak denk düştüğüne inanılan Şamanlık deneyimi- olarak kodladığımızda, asıl bu uzun süreçteki sıçrama ve dönüşümlere yol açan etmenlerin izlenmesi anlamlıdır. Zira Clastres’nin La Boétie’nin izini sürerek yapmaya çalıştığı, ilkellerden devlete yönelen tarihsel veriyi “Ne oldu da bu şanssızlığa itildik ve kurtulamıyoruz?” türünden bir “mantık” kalıbı içine oturtmaktır. Bu soru, tarihsel bilgi ve örnekler içinde dönen, sıçrama ve dönüşüm çizgileri arasındaki uzun mesafeyi tarihsel bilgi’yle kat etmeye çalışan Ümit Hassan’ın uğraşısını yatay kesen bir tercihtir. Hassan’da siyasal olan’ın kabaca örgüt, inanç ve davranış pratiklerindeki topluma içkinliği, şaman’ın topluluk içi işlevinin sınırları, bunun dışsallaştırma ilişkisi içinde karşı topluluklara yönelen “nasıllığı” mevzusu, La Boétie ve Clastres geleneğinde siyasal olan’ın mantıksal dönüşümünün “nedenselliği”yle kavranmaya çalışılır. Bu iki yönelimin -kendi içlerinde farklı uçlara yönelseler de- ‘Bir’ olmaya direnme ve siyasal olan’ın topluluğa içkinliği boyutunda birbirleriyle paslaştıklarını sanıyorum.

Hassan, tepe noktalarının izini sürmek yerine bunlara yol açan tarihselliğe daha fazla odaklanır, bunun karşısında Clastres belli nedenselliklerle mantık’ı birincil konuma oturtur, ama bu iki yönelim siyasal olan’ın topluma içkinliğini bildiren ilkel toplulukların yapısıyla devletli toplum’a özgüleyebileceğimiz küçük harfle siyaset’i net biçimde ayrıştırır. ‘Bir’ ve merkezi olmayı kurumsallığının varlık nedeni ve hedefi sayan, hitabet yerine artık retoriği kullanarak kendi sözünü topluluğun Sözü gibi gösteren, hatta söz’ün içselliğinden düzen ve anımsamayı kalıcılaştıracak biçimde yazı’nın dışsal hatırlatıcılığına yönelen , hiyerarşik, inanç ve örgütlenme pratiklerini toplumsal’ın siyasallığıyla değil, ideolojik kurgunun siyaset’iyle açıklayan ve ritüeli iktidar merkezinden kaynaklandırarak tarihsel bilgi’yi devlete doğal olarak yönelimli varsayan, rasyonelleştiren, kendinden olanı kendi içinde, olmayanı ise dışsallaştırarak kendi sözlüğünden sınıflandıran ve bu anlamda dışarıda bırakarak aslında söylemsel olarak içerimleyen; aynı dili, yöntemi, eylemselliği paylaşmayanı, farklı ötekilik kombinasyonlarıyla (hiç görmeme ya da yamyam, barbar, ilkel, erken, yarı-insan, kabile, göçebe, çokeşli, çingene, terörist, Doğulu) kodlamayı beraberinde getirebilir.

Terör, alternatif proje koymayan muhaliflik, siyasal alan’da aylakça gezinme figürü muğlaklığıyla övünür; modern siyasal’ın muğlak’ı ‘görünür ve mutlak’ kılma uğraşısını sakatladığı, işlevsizleştirdiği ölçüde kendini başarılı sayar ve hem şiddetini hem de karikatüristliğini en değerli aracı bilirken; modern siyaset, siyasal alan’ı kurumsallık, oturmuşluk, netlik, düzenlilik, yazılılık, üretkenlikle bezer; buradan sızabilecek ayrıksı (alternatif değil) model(ler)i muğlaklık gerekçesiyle dışsallaştırır. Bu dışsallaştırma girişimi, modern siyaset’in kurumsallıkla donanmış reflekslerini ve tabii ki siyasal olan’ın içeriğini nasıl da dışsallaştırma seanslarına borçlu olduğunu hatırlatır. (hatırlatma’yı bir emir’e dönüştürdüğü oranda bu ilişkideki doğallık çöker ve modern devlet, terör örgütünü ‘kazır’. Ayakların baş olduğunu tersten tarih okumasıyla düşünelim: ‘Devlet’ kandaşken; şaman, varlığı devlete bağlı olan ‘terör’ örgütü olma halini unutup da ‘ben teröristim’ diye bağırmaya başlarsa, örgüt kendi sonunu hazırlar. Artık o bir “terör örgütü” değil, kökü kazınmış ‘çete’dir. Bu açıdan, siyasal olan’ın tarihselliğini ontolojik açıdan tanımlayabildiği, ete kemiğe büründürdüğü ölçüde ‘ete kemiğe bürünen’, saklı bir tanım bırakmayan siyaset anlayışı ile siyasal olan uzlaşamaz ve çekişmelidir.

Sınıflandırma ve mutlaklaştırma açısından disipliner bir eleştiri getiren Ulus Baker ise, Durkheim’da sosyolojinin bireysel davranış kalıplarından mümkün olduğunca soyutlanmasını psikolojideki toplumsallık ifadelerinin silikleştirilmesi olarak okur:

“(…) Durkheim’ın belki de zorunlu olarak göz ardı ettiği olgu budur: Siyasetin siyasi bir ‘olay’ temasına bağımlı olduğu; sonsuz küçüklere kadar erişen bir ‘olaysallığın’ temellendirdiği bir alan üzerinde cereyan ettiği.”

Bu açıdan sosyoloji, tam da siyaset’in kurduğu ölçüde modern bir kurumsallık mutabakatı üzerinden işleyerek toplumsal süreçleri birbirini takip eden tarihsel aşamalar üzerinden değerlendirebilecektir. Siyasal’ın olaysallığını birbirleriyle etkileşime giremeyecek farklı tarihsel “olgu” kalıplarında soğumaya bırakmak, tarihsel aşamaları olgulardan önce saptamak, toplumsal argümanları bireysel deneyimlerden soyutlayarak açıklamak ve sosyolojinin disiplinelliğini psikolojinin birey sahasından özellikle esirgemek, modern devlet kurumlarını ve mekanizmalarını siyasal alan’ın temel çerçevesi olarak çizebilir. Belki de bu, modern kurumsal ilkelere uyamayacağı düşünülen altkültürlerin (terimin kendisi bile bu kültürlere ait olmadığını imler) sosyolojisini kendine özgülüklerinde incelemek, aşılamaz ve bu yüzden yararlı (tersi de mümkün) sınıflandırmalara tabi tutmak, fakat bu kültürleri siyaset’e konu olabilecek sosyoloji’ler’in dalı olarak görmemenin getirdiği teorik ve aynı anda tam da pratik bir modern siyasal derttir. Artık siyasal alanda çokluk değil, siyaset’in politikasızlığı üzerinden işleyen, tekbloklu yapı ağırlık kazanır.

Siyaset’in siyasal olan’ı geriye uzanarak kapsama uğraşında anakronik tarih kurgusu da önemli bir yer edinebilir. İşleyiş pratiklerinde sadece burada ve şimdi’nin hakimiyetini arzulamayan, geçmişi de bugün adına bir zihin bulanıklığı yaratmamak için ‘somutlayan’ ve çizgiselleştiren tarih anlatısı siyaset’in temel uzantılarını görmek açısından –modern bir tabirle- ‘fayda’lı olabilir. Tartışmayı ‘kurallı’ bir hatta ilerletmediği sürece rakibini illegalleştiren, ilkellere özgüleyerek dışsallaştıran siyaset’in eski toplumların karar alma süreçlerini yine devletli ve sınıflı toplumların bir öncülü sayması, “kandaşlığı uygarlaştırması”, uygarlığın terimleriyle kandaşlığı yeniden formüle etmesi ve bu sayede “erken devlet”e ulaşması aslında siyaset’in çizgisel tarih anlatısından da öte bir somutlaştırma ve sınıflandırma uğraşısını imleyebilir. Bu bağlamda Ümit Hassan’ın, erken devlet kavramsallaştırmasını dikey ve yatay kesen “ilk devlet neye yarar?” sorusu metodolojik zenginliğini koruyor. Hassan, yukarıda belirtildiği gibi, kandaş topluluğa özgü biçimlerin uygar şematizm altında yorumunu, bizatihi devlet terimine takılar eklenmesi derdini tarihsel açıdan yanlışlayarak tartışmayı yatay keserken, soru kalıbı açısından da modern siyaset tartışmasının nesnesindeki “ne”lik sorunsalına bir ara yanıt getiriyor. Hassan, “ilk ya da erken devlet nedir?” gibi bir sorudan kanımca özellikle kaçınıyor, çünkü bu kalıp öncelikle ilkellerde devletin bir öncülünün görülebildiğine dair varsayımı baştan kabullenerek tartışmaya girmeyi gerektiriyor. Beraberinde “ne?” soru kalıbı, siyaset’e özgü saydığım bir mutlaklaştırma ve sınıflama direğine tutunarak tartışmada belli bir safa yönelmeyi mecbur kılıyor: Dışarıda bırakmama, merkezinde toplama hali. Bu kısırlık, erken devlet’e tarihsel bir rol biçmekle kalmıyor, onu geleceğe doğru uzatarak, ister istemez somut bir ideolojik örüntünün gösterenine dönüştürüyor.
Siyasal’ın öznesi, “ideal düzen nedir, nasıl olmalıdır?”ın yanıtından önce sorusunun bırakıldığı bir ortamda, somuta, “sadede” gelmeye zorlanan, netleştirilen modern zihnini siyasal alan’ın gündeşliğine aktarır. Bu aktarım, bir katılımdan ziyade o anı saptamak ve kararı onaylatmak adına iktidarca konuşturulan, el kaldırılan, oy attırılan ve kendisi de zamanla bu bilirkişilikten hoşlanan, terör karşısında masumlaştırılan; yeni iktidar adayının deyimiyle ‘kötü iktidarlarca kandırılan’; dışarıya ya da içimizdeki ötekilere karşı milli vicdanlaştırılan; mesleğin inceliklerini yitirmiş kimi siyasetçiler içinse oy verirken yanılmışların eylemliliğidir… Özne, modern siyaset’e göre biçimlendirilirken, siyasal olan tektipleştirilmeye, gündelik hayatın her alanına yayılan siyasal, siyaset’in türevine dönüştürülmeye çalışılır. Bu açıdan kamuoyu yoklamaları ve anketler, en iyi halk cevabı sayılır. Bu bağlamda siyaset apolitikleşir, katılım’ın kalıtımsallığı, yani kuşaktan kuşağa geçen birikimin önü kesilir, her bir sandık veya anket yeni bir siyaset’i o günlüğüne açar ve kapar. Kamusal alan, siyasal olmaya devam eder, ancak siyaset bu kamusallığı kendi örüntüsü kılmaya uğraşır. Siyaset’in işletilme biçimlerinin gündelik hayatın hız’ını aşar hale gelmesi, politika için gereken ‘düşünme-tartışma(ma)-katılma(ma)’ zaman zincirini yatay keser, kendi parantezine alır. Siyaset’in siyasallığı artık politik olmamasına bağlıdır. Siyasal olan’ın heryerdeliği, modern siyaset’in belki kendisiyle değil, fakat onu da aşan işletilme pratikleriyle yutulmaya başlanır.


KAYNAKÇA

AKAL, Cemal Bali (1998), İktidarın Üç Yüzü, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları.
BAKER, Ulus (2005), Siyasal Alanın Oluşumu Üzerine Bir Deneme, Ankara: Paragraf Yayınları.
CLASTRES, Pierre (çev. SERT, Mehmet, TÜRKER, Alev) (1992), Vahşi Savaşçının Mutsuzluğu: Siyasal Antropoloji Araştırmaları, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
CLASTRES, Pierre (çev. SERT, Mehmet, DEMİRTAŞ, Metin) (2006), Devlete Karşı Toplum, 2. Baskı, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
HASSAN, Ümit, “ ‘İlk Devlet’ Neye Yarar?”, Yapıt, S. 49/4, Nisan ’84, ss. 84-98.
JENKS, Chris (çev. DEMİRKOL, Nihal) (2007), Altkültür: Toplumsalın Parçalanışı, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
MAUSS, Marcel (DOĞAN, Özcan) (2006), Sosyoloji ve Antropoloji, 2. Baskı, Ankara: Doğu Batı Yayınları.
YALÇINKAYA, Ayhan (2005), Siyasal ve Bellek: Platon’da Anımsama Platon’u Anımsama, Ankara: Phoenix Yayınları.

Norman P. Barry’de Yeni-Sağ Savunusu

“Devletin refah konusundaki rolüne şüpheyle yaklaşıyorum. Devletçi refah, maliyetlerin sürekli artmasına yol açmış, bunun büyümeye uzun vadede olumsuz etkisi olmuştur. Refah teorisyenleri ahlaki tehlike problemini asla çözememiş, fakirlerin durumunu iyileştirmeye yönelik çabaları fakir sayısını artırmıştır. Çok miktardaki refah avantajı, çalışmadan cayma eğilimini artırmıştır.”

Barry, Modern Siyaset Teorisi, “Türkçe Baskıya Önsöz”.




Giriş

Yeni-Sağ ve liberalizm konularında uzman Norman P. Barry’nin İngiltere, Avustralya ve ABD’de 1987’de; Türkiye’de ise 1989’da yayımlanan bu çalışması, 1945–1975 dönemi ‘uzlaşı’ya dayalı sosyal refah devletinin çözülme sürecini, Yeni-Sağ ideolojinin temel dayanak noktalarını, bu ideolojinin hegemon hale gelmesini sağlayan temel yapısal dönüşümleri ve ‘uzlaşı’ döneminin çöküşüne klasik liberalizmin yanıtlarını ayrıntılarıyla inceliyor. Yazar, Yeni-Sağ harekete sosyal refah devleti deneyimine (uzlaşı) bir karşıtlık içererek kendisini kurduğu için “uzlaşı karşıtı siyasal düşünce” adını vermekte ve bu hareketin yeni, özgün bir açılım olmaktan ziyade uzlaşı deneyiminin eleştirisi olduğunu ve sosyalizm karşıtlığı üzerinden yükseldiğini belirtmektedir. Metinde sosyal demokrasi-liberalizm zıtlığı, muhafazakârlık-liberalizm ayrımı genel hatlarıyla ortaya konduktan sonra İngiltere, Amerika ve Almanya deneyimleri aktarılarak 1975 sonrası süreçte Yeni-Sağ literatürün kendisinden önceki uzlaşı dönemine yönelik eleştirileri analiz edilmiştir.

Çevirinin Siyasal Yönü

Eserin içeriğine geçmeden önce çevirisine değinmek isterim. Çeviri geleneğinin görece eşzamanlı olmadığı, Yeni-Sağ konulu akademik çalışmaların sınırlı sayılabileceği 80’ler Türkiyesi’nde Yeni Sağ kitabının bu kadar kısa bir süre içinde çevrilip yayımlanması ne ifade edebilir? Yeni-Sağ yaklaşımların dünyadaki benzerlerinin gösterilmesi ve “alternatifi olmayan” süreç olarak kendisini kodlayan bu eğilimin daha iyi anlaşılabilmesi için sanırım kitabın çeviri tarihini anımsatmakta yarar var. Eser, özgün dilinden iki sene sonra Türkçeye çevrilmiş. Bir sene de çeviri üzerine çalışılmış, uzmanlara ilgili bölümler okutularak görüş alınmış. Özal Türkiyesi’nde liberalizmin farklı bir yüzünü oluşturan, ülkenin pek de alışık olmadığı bir sağ anlayışla dünyaya açılmayı öngören, piyasa serbestliğini yerel kültür ve yerel yönetimlerle ulamaya çalışan Yeni-Sağ’ın o dönem için ciddi bir teorik arka plan sıkıntısı yaşadığı söylenebilirdi. Yeni ekonomi politikasının özellikle 70’lerin ortalarından itibaren diğer ülkeleri sarması, Özal’ın da bu kuşağın önemli temsilcilerinden biri olması kayda değer. Özal ve ekibinin yeni kamu politikaları açısından üzerinde durduğu reformların artık ‘evrensel bir kural’ olduğu düşüncesini tekrarlaması ve Yeni-Sağ’ın küresel piyasa idealini işaretlemesi bakımından bu çalışmanın vakit kaybedilmeden çevrilmesini ‘anlamlı’ buluyorum. Çeviri faaliyetinin kendi dönemine göre bu kadar kısa sürede tamamlanmasında ideolojik bir işlev seziyorum.

Cevdet Aykan’ın çeviriye önsözünde bu dert, liberalizme özgü temel kavramların gelişigüzel kullanılmasını engellemek ve yeni şartların ne olduğunu gösterebilmek biçiminde özetleniyor. Ona göre, Türkiye’de siyasetin çehresini çizen “hizmet götürme” zihniyeti, demokratik tartışma ortamını ötelemiş ve karar alma-uygulama odaklı anlayış bürokrasiyi büyütürken, demokratik siyasal tartışmayı gölgelemiştir. Bu tartışmayı güncel kavramlar eşliğinde tartışmayı öneren çevirmenin metinde anmadığı Özalcı Yeni-Sağ pragmatizme yaklaşımını merak ediyorum. Hizmet üretirken siyasal tartışmaya kapalı kanallar oluşturan devletçi anlayışın eleştirilmesi elbette önemli. Ne var ki, Yeni-Sağ politika paketlerinin tartışılamadan bir çırpıda uygulamaya geçirildiği ve bunların birçoğunun ülke farkı gözetilmeksizin birbirlerini tekrarladığı düşünülürse, acaba bu siyasal tartışma’ma’ kültürü sadece devletçi anlayışa özgülenebilir mi? Yeni-Sağ rejimlerin özellikle Sovyet sonrası yönetimlerdeki uygulamaları göz önüne alındığında, bu politikaların hızla yaşama geçirilmesi ve alternatifsiz istikrar paketleri olarak algılatılması, aslında kamuoyunda tartışmaya açılmamasına mı bağlıydı? Bu siyasal tartışma’ma’ kültürü, devletçi anlayışı başka bir biçimde yeniden üretmedi mi? “Dünya düzeni”nin “dünya gerçekleri” diye bize “karşı çıkılamaz kural” olarak sundukları, bizatihi otoriter bir eğilimi tekrarlamadı mı? Öyle görünüyor ki Yeni-Sağ, gücünü söylemsel olarak refah devleti dönemine ait tartışma kültürünün eksikliğine bağladı; ancak “zorunluluk, alternatifsizlik, tüm dünyanın kabulü” gibi düşüncelerle mutlaklaştırdığı, sorgulanamaz addettiği yapısal süreçleri tartışma alanına sokmadığı oranda da kendi pratiklerini rahatça inşa etti. Hâlbuki asıl tartışılması gerekenin bu politika paketleri olduğu anlaşıldı, aksi yeni bir biçimsel demokrasiye işaret ediyordu. Bugün Yeni-Sağ’ın altını oyan sosyal ve ekonomik politikaları, tam da o dönemin sorgulanamazlığında, yapısal olan’ın dokunulmazlığında saklı değil mi?


Uzlaşı’nın Çöküşü

1945–1975 aralığını Avrupa’da -Batı Almanya dışında- entelektüel bir istikrar dönemi olarak saptayan Barry, sosyal demokrat ve muhafazakâr bir uzlaşının devlet politikalarına yön vermesinden bahseder. Her iki ideolojinin hedeflerine hangi yöntemlerle ulaşacakları saklı kalmak kaydıyla, siyasal sistemin meşru kanallarını kullanma anlamında bir ortaklıktan söz eder. Klasik liberal ve Marksist cephelerin zıtlaşması ise devlet politikaları ile kamuoyu gündeminde fazla yer tutmadığı için ikincil sayılır. Piyasa ekonomisinin düzenlenmesine yönelik görüş temele oturur; kitlesel işsizliğe ve eksik talebe, enerji, haberleşme ve ulaşımdaki piyasa keyfiliğine karşı devletin aktifliği kabul edilir, bireylerin piyasa ekonomisinin tökezlemelerinden korunması amaçlanır. Bu açıdan uzlaşı, arzu edilen sosyal sonuçlar için gelirin sadece piyasa güçlerince belirlenmemesi kuralını içeren sosyal adalet kavramına odaklanır. Uzlaşı döneminin sosyal felsefesi, sosyal refahı bir adalet talebi olarak göstermekti. Bu açıdan liberallerin devletin birey üzerindeki tasarrufunu eleştirdiği bir alt dal olarak adalet kavramı, uzlaşı döneminde bireye ait değer olmanın ötesine taşındı, toplumla birlikte düşünüldü. Kamu harcamaları da adaletin görece gerçekleştirilmesine dönük yapılandırıldı.

Ne var ki bu adalet’in üretim ilişkileri açısından irdelemesinde suskunluk hâkimdi. Barry, sistemin genel geçer kabullerini sorgulamayan fakat rayından çıkmış bir yapılanmayı sosyal devlet ve kalkınma ikilisi aracılığıyla yerine oturtmaya çalışan bu entelektüel girişimi “paradigmatik” bir durum sayar: Üzerinde yükseldiği yapının temelini dinamitlemeyecek ölçüde ara çözümler getiren ve ortaya koyduğu sorunsalın sınırları içinde kalan bir ‘sözde bilimsel’ sorgulama faaliyeti… Bu bağlamda devletin sosyal politika araçlarının neler olacağına yönelik akademik yazın genişledi, ancak çalışmalar belli bir hizmetin devlet mi, özel sektör tarafından mı yapılacağı tartışmasına girilmeden, karma ekonomiye dayalı çözüm hedeflenerek hazırlandı. Barry’ye göre, uzlaşı kurallarının baştan veri sayıldığı ve alanın temel eleştirisinin gölgelendiği bir ortamda meşruiyet tartışmalarının tüm bu yazını yatay kesebilecek müdahalesi görmezden gelindi, yerine “kural-karar-çözüm” merkezli bir tür yeni pozitivizm belirdi: “Kural ve şartlar belli, karar alınmıştır, çözüm buna göre olmalı, konu kapanmıştır.” Marksist ve klasik liberal kuramın devletin temeline inen eleştirisi, bu kuralların dışında konuştukları gerekçesiyle itibardan düşürülebilmiştir. Devletin kökenine yönelik kavrayışlardansa, hizmet güdümlü bir sosyal proje olarak kamunun işlevsel yönü önemsenmiştir. Uzlaşı dönemi, bu açıdan bakıldığında bütünlüklü bir teorik açılımdan ziyade klasik liberal ekonomiye karşı getirilen eleştirinin Keynes’te, Galbraith’te ve sonra Rawls’ta somutlaşan halidir: “Teorik amaç, tekelleri yasaklayan kanunda ve bürokrasi tarafından endüstrinin yaygın biçimde düzenlenmesi şeklinde politikada ifadesini buldu. Eğer hayat insanların piyasanın gerçek tecrübelerini yaşamalarını engelliyorsa, bu insanlar politik otoritenin müşfik elleriyle aşırılıkları giderilmiş ve düzenlenmiş bir karma ekonomi içinde, kendi adlarına yapılan rekabeti yaşayabilirlerdi.”

Devletin büyümesi ile karar alma mekanizmalarında siyasetin mi idarenin mi daha başat konuma geleceği tezi sosyal demokrat-muhafazakâr uzlaşının iç gerilimlerinden birini oluşturdu. 1945–1975 döneminde muhafazakârlar piyasa ekonomisinin bireyci yanının toplumun uyumunu bozan niteliğine eleştiri getirmeye devam etti, ancak devletin sosyal düzeni sağlamanın ötesine geçerek sosyal adaleti de kurmasını tehlikeli saydılar. Zira devletin politika alanında bir düzenleyici güç olarak belirmesi, ona sızmayı amaç edinen politik baskı gruplarının (piyasadaki ücret dengesini bozarak istenmeyen işsizlik yaratan sendika ve rekabetten korunarak tekel kuran işletmeler) devletin tarafsızlığını kemirmesine imkân sağlayabilecekti. Politikada bir öğe olma hali, devletin sosyal düzen sağlayan tarafsız vasfını sakatlayabilirdi. Bu da seçilmiş siyasetçiyle atanmış devlet görevlisi arasında yaşanacak yetki bunalımının düzeni kuran anayasal normların işlerliğini bozabileceği biçiminde yorumlandı. Sosyal devletin düzenlenmiş eşitlik ve adalet idealinin dışında birey tercihlerini de planlama dahiline alması, birey tercihlerine kutsallık atfeden yeni-liberallerce eleştiri konusu yapıldı. Bireyin tüketim alışkanlıklarını ve yatırım tercihlerini uzun vadede belirleyemeyeceklerini öngören uzlaşı dönemi, tüketim ve yatırım süreçlerini piyasadaki arz etkenlerinden mümkün olduğunca uzak tutmayı hedefledi. Yine muhafazakârlar, devletin sosyal yardımlarının kimilerini iyice tembelliğe sürüklediği iddiasıyla, toplumsal çalışma uyumunun bozulduğunu savundular. Uzlaşı döneminin adaleti önemseyen anlayışına muhafazakârlar belki tümüyle karşı çıkmadı, ancak sosyal adaletin sosyal politikanın aracı olmasını tasvip etmediler. Piyasa şartlarında beliren bir ücret ve sosyal yardımlaşma ilkesini liberaller gibi savunmadılar, ancak eşit yetenekte olmayanların devlet tarafından görece eşit hale getirilmesini doğada varolan ‘temel eşitsizliği’ bozduğu, bunun da toplumun organik uyumu için gereken hiyerarşiye zarar verdiği gerekçesiyle reddettiler. Klasik liberaller ise alt sınıfların kişilerin iradeleri dışında gerçekleşen bir durumdan akıllanarak işsizlik sigortası ödemesi aldıklarını, bu uygulamanın da iş aramayı gereksiz kıldığını söyleyerek uzlaşı rejimine karşı çıktılar. Uzlaşı rejimi, ekonomideki talep kontrolünün enflasyona yol açmasıyla sarsıldı, enflasyonla fazla istihdam arasında tercih yapabileceğini düşünen hükümet sistemi çöktü , bütçede hesapladığından daha fazla açık vermeye başladı ve sosyal düzenlemeleri ‘ciddi’ sosyal güvenlik açıklarına yol açtı. Barry’ye göre uzlaşı döneminin temel taşları artık yerinden oynamış ve yapısal anlamda bir alternatif politikanın yolu açılmıştı.




Bir Alternatif Olarak Liberal Ekonomi

Barry, yeni liberal ekonomi modelinin ana hatlarına liberal sözcüğündeki değişimi anlatarak giriş yapıyor. Klasik liberallerin devlete bakışıyla çağdaş-yeni liberaller arasında bir farklılık seziyor. Klasikler kaynak ve gelir dağılımda devlete mümkün olduğunca görev yüklemezken, yeni liberaller piyasayı dengeleyici özellikleri nedeniyle devlete başvurmaktadır. Devletin makro iktisadi düzenlemelerinin piyasayı ayakta tutacağına inanarak klasik liberal çizgiden ayrılırlar. Klasiklerle kurdukları ortak nokta, devletin ekonomideki rolünün bireysel özgürlüklere getireceği olası engeller ve tercihlerde piyasadan kaynaklanmayan etkenlerdir. Bu, uzlaşı döneminde gerek muhafazakârların bir bölümü gerekse klasik liberaller tarafından arka sıralardan duyurulan bir tepkinin yeniden dillendirilmesidir. Barry’nin liberalizmi herhangi bir partiye bağlı olmayan ve Kıta Avrupası’nda liberal, ABD’de sosyal demokrat olarak tanımlanabilecek bir ideolojiye sahip bireyleri kapsamaktadır. Barry’nin yeni-liberalleri sağda konumlamama nedenleri; sağın geleneksel olarak rasyonalizm karşıtı bir muhafazakâr arka plana yaslanmasına, piyasa ve kişi özgürlüğü konularını bireyden çok cemaat merkezinden hareketle açıklamasına, devlete kutsiyete dayalı bir mistik aidiyet yüklemesi ve radikal değişimlere tavır almasına karşın liberallerin bu tanıma göre kendilerini sola yakın hissetmesidir. Yeni-liberallerin bu tip bir muhafazakârlığın dışında uzlaşı rejimine getirdikleri eleştirilerin ahlak temelli değil, devletin ekonomi politikasına yönelik olduğunu düşünen Barry, Friedman, Becker ve Stigler özelinde yeni liberal ekonominin pozitivist yanını Chicago Okulu ve insan davranışının evrensel-doğal özelliklerinden hareketle kuramını oluşturan Avusturya Okulu yoluyla belirler. Bu yönden uzlaşı döneminin kamu sektörü algısını mercek altına alır. Kamu görevlilerinin seçimi ve atanmasında gözetilen kuralların, görevliyi baştan iyi niyetli saydığına yönelik eleştirisini, kamu sektöründeki hantallaşma ve verimsizliğe dek götürür. Devletin bu yönden küçültülmesi ve tarafsızlığının sağlanması bir klasik çözüm olarak kenarda beklerken, yeni-liberallerin çözümün bir diğer yönünü klasiklerin aksine devletin içinde anayasallık üzerinden aramaları ve yetki aşımlarını yasal düzenlemelerle önlemeleri kayda değer özellik olarak sunulur. Hukuk ile yönetimlerin sınırlanması arasında direkt bir ilişkiden bahseden yazar, liberal iktisadın piyasa ilkelerinin tercihler üzerinden zamanla oluşan ön kabulüne paralel biçimde yönetimlerin sıralanmasının da yukarıdan ani bir yönlendirmeyle değil, hukuk kurallarının olaylar içinden tedricen, içtihatlarla gelişmesiyle oluşabileceğini savundular. Kişiler arası olaylardan kaynağını alan bu içtihatlar, tıpkı piyasadaki gibi burjuva birey merkezli bir hukuku kurabilirdi. Parlamentoların bu içtihadın üzerinden yasa geliştirmesi savunuldu. Aksi halde politik bir üst örgütlenme olan meclisler, piyasanın işleyişine müdahale ederek istihdam ve enflasyonu etkileyen hükümetler gibi, doğallığın devamı gibi görülen bireyler arası işleyişi bozabilirdi. Barry, kamu malı olarak kabul edilen ve piyasanın kendiliğinden üretemeyeceğine inanılan malların devletçe üretilmesi sürecinde 1945 sonrası bir patlama olduğunu hatırlatır. Ancak bu bilgi, savaş koşullarında devletin iktisadi ve askeri anlamda büyümesi, genel refah düzeyinin düşmesi sonucu devletin rolünün artması üzerinden okunmaz. Tersine, yetersiz anayasal mekanizmalar yoluyla, yerleşik liberal kamu malı teorisinin onaylamayacağı biçimde bu görevleri devletin yüklenmesinden kaynaklanmıştır. Refah devleti, eğitim hizmetinden yararlanan bireyleri ve aileleri değil, toplumsal faydayı görme eğilimindedir. Yeni liberaller, 1945–1975 dönemindeki devletin bu ucu açık büyümesini sınırlama gayretiyle “dışlama etkisi, bedavacılık, piyasanın üretebileceği mal ve hizmetler” konularına eğilmeye başlamışlardır. Bu yolla eskiden devletsiz işlemeyeceği düşünülen temel alanları önce piyasadan hizmet satın alma, piyasaya kamu hizmetini gördürme, özerk kurullar oluşturma sonra da piyasaya tamamen terk etme (özelleştirme, yap-işlet-devret vb.) üzerinden kendine çekmeye, müşterek kamu malının atıl olarak kabul edilen yanlarını işletmeci bir bakışla kâr odaklılığa dönüştürmeye çalışmaktadırlar.

Uzlaşı Karşıtı (Yeni-Sağ) Düşüncenin Savunusu


Uzlaşı karşıtı düşüncenin toplum algısı sosyal refah devleti (uzlaşı dönemi) eleştirisinde kendisini gösterir. Toplumun yalnız bırakıldığında rasyonel ve düzenlenmiş uzun süreçli kararlar alamayacağını düşünen planlı kalkınma dönemi, bu düşünce tarafından her olgunun sosyal kabul edildiği yönünde eleştirilir. Suçun değeri bir liberal tarafından bireysel görülürken, bir muhafazakâr tarafından geleneksel içtihat ve topluluk içi değerler daha ön plana çıkarılır. Devletin kurumları ve yasal düzenlemeleri yoluyla suçun ıslahına gitmesi iki görüş açısından da yanlışlanır.

Ayrıca politika’nın uzlaşı dönemindeki değeri hem muhafazakâr hem de liberallerin hedef noktasındadır. Politikanın her türlü piyasa sürecinde başat role oturtulması ve sosyal olguların politikanın bir türevi haline gelmesi, liberaller açısından kendi kendine işleyen bir piyasa ekonomisini durağanlaştıracaktır. Karar verme süreçlerinde baskı gruplarına tanınan öncelikler, politik içeriğin ekonomik ve toplumsal düzene engel olması sonucunu doğurmuştur.

Anayasallık tartışması da uzlaşma karşıtı düşüncenin temel dayanak noktalarındandır. Özellikle Yeni-Sağ akımın devletin sınırlandırılması konusunda başvurduğu anayasa normları, demokrasi tartışmalarına paralel gider. Uzlaşı karşıtı düşünürler, demokrasinin basit çoğunluk kuralını eleştirirler ve yurttaş iradesini öne çıkararak yeni uzlaşının belli baskı grupları ve politik önderlerden çok yurttaş inisiyatifine dayandırılmasını savunurlar.

Yeni-Sağ akımın içinde barındırdığı muhafazakârlık ve liberalizm birbiriyle uzlaşamaz siyasal düşünceler barındırsa da klasik liberalizmin evrimiyle şekillenen yeni liberal ilkelerle yeni muhafazakârlık, özellikle refah devleti eleştirisinde belli noktalarda uzlaşabilmektedir. Burada küresel sermayenin yönlendiriciliği ve söylem düzeyinde devletin sosyal olguyu düzenleme uğraşısına son verilme istenci, atanmışlara karşı seçilmişlerin önemsenmesi ve kurumsal uzlaşının yurttaş katılımından daha sonra gelmesi Yeni-Sağ akımın temel bileşenlerini oluşturacaktır. Barry’nin izini sürersek, liberal ve muhafazakâr kanatların klasik ayrımlarını unutmadan onların sanıldığından daha fazla birbirleriyle ilişki içinde olabilecekleri söylenebilir.



Doğudan, Haziran 2008