Ara



yavan soğuğun,
çöp ve lastik kokulu bademcik titreten rüzgârınla,
yine karsız bir yılbaşını reva görüyorsun ankara....

Uçurtmalar...

en sevdiği renk mor olan kadın
en sevdiği kelime "asi"
en sevdiği oyun incitmek beni
hıncı, çocukluktan kalma bir yara izi gibi

ipleri dolaşmış uçurtmalar misali
ne beraber uçabildik, boşverip şu dünyayı
ne gidebildik kendi yolumuza
rüzgarda savruk, başına buyruk
senle ben

zamanı, yaralarla ölçen kadın
geçmişiyle kavgalı
gündüz isyankar
geceleri tanrı’ya sığınan kız çocuğu
kırdığı kalpleri dizmiş ipe
gene en büyük zararı kendine

en sevdiği ses, çocuk sesi
güneşli, billur, neşeli/ oysa, yıllar var ki kendi
anne olmayı istememiş
çekip gidebilmek için bir gün
geride ekmek kırıntıları bırakarak
kuşlar yesin diye ayak izlerini
kalmasın ne bir sızı ne kalp yarası

sevişirken taşkın bir nehir
öpüşürken kor bir alev
uykusunda melek gibi masum
bakmaya kıyamadığım
kaç gece göğsünde uyuduğum
ama beraber uyanamadığım kadın

ipleri dolaşmış uçurtmalar misali
ne beraber uçabildik, boşverip şu dünyayı
ne gidebildik kendi yolumuza
rüzgarda savruk, başına buyruk
senle ben

her hasretten sonra
başka başka sevdaların kollarında
yemin etmişken bir daha konuşmamaya
gene bulup birbirimizi
sabahı olmayan gecelerde
aldatma pahasına sevdiklerimizi
ağlayarak seviştiğim kadın
senle ben ipleri dolaşmış uçurtmalar misali

ipleri dolaşmış uçurtmalar misali
ne beraber uçabildik, boşverip şu dünyayı
ne gidebildik kendi yolumuza
rüzgarda savruk, başına buyruk
senle ben.

Elif Şafak-Teoman

Ne kadar ileriye gidebilirsin?




Ne kadar ileri gidebilirsiniz? Yani cinsel partnerinizle… David Lodge, “Ne Kadar İleri Gidebilirsin?”de bir grup Britanya'lı Katolik gencin yaşamını 1950'lerdeki öğrencilik yıllarından 1980'li yıllardaki yetişkinlik dönemine uzanan süreçte kendi benzersiz üslubuyla gözler önüne seriyor. Kahramanlarımız (ara ara devreye giren yazarın gözetiminde), Katolik inançlarının koyu gölgesinde cinsel arzular, evlilik, doğum kontrolü ve hayatın diğer gerçekleriyle başa çıkmaya çalışıyorlar. Elbette ki temel çatışma, dinlerin insanları zapturapt altına almada ilk olarak başvurdukları cinsel zevk ve doğum kontrolünde düğümleniyor. İlk gençliklerinden itibaren, Papa'nın duyurularıyla altı daha da çizilen doğum kontrol yöntemleri affolunmaz bir günah olarak kahramanlarımızın kafasına kazınıyor. Bedenin diğer günahlarının aksine, bir işe yaraması için bu günah önceden planlanarak ve tekrar tekrar işleniyor. Dolayısıyla sinirlenerek kontrolü kaybetmek, sarhoş olmak ve zina gibi iyi niyetle, günah çıkardıktan sonra tekrarlanabilen bir eylem değil. Seni sakramentlerden dışlar, bu nedenle ve aynı dönemin Katolik öğretisine göre, Paskalya Görevi'ni yapamazsan kendini kesin bir şekilde aforoz etmiş olursun. Böylece ya güvenilir bir doğum kontrol yöntemi olmadan idare etmeye çalışır ya da dinden çıkarsın; makul alternatifler işte bundan ibarettir. Ve yol istesen de istemesen de Cehenneme kadar uzanır… Papalar durmadan gidip geliyor ama bu cadı kazanı gibi kaynayan ortamda Katolik Kilisesi'nin doğum kontrolü konusundaki fetvası değişmiyor. Peki bu durumda, kahramanlarımız “ne kadar ileri gidebilirler?” Elbette hayatın elverdiği yere kadar! İleri, hep ileri… David Lodge, dünyanın hızlı değişim yıllarında, insanların değişimi kadar Kilise içi tartışmaları ve dinlerin revizyon tarihini de kara mizah tadında anlatıyor. Ortaya çıkan manzara gülünç mü acı mı? Galiba, kelimenin tam anlamıyla trajikomik. Sözün kısası, bir David Lodge kitabı işte!

Vedat Türkali ile Söyleşi:


"Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın Düşünce Tarihimizdeki Yeri ve Güncelliği”









(Seçil Kavuş-Okay Bensoy)




Kıvılcımlı Üzerine Acemice Bir Giriş

Kıvılcımlı’nın, geliştirdiği tarih tezi ile “Türk solu”na bir tarih bakışı kattığı söylenebilir. Bir medeniyetten ötekine geçiş aşamasını önemsediği tarih çalışmalarının anahtar kavramları tarihsel devrim ve sosyal devrimdir. Tarihsel devrim, eski egemen sınıfı yıkıp yerine yeni bir sosyal sınıfı geçirmeyi, bir üretim tarzı değişikliğini sağlayamadığından medeniyeti kurtaramaz; sonuç olarak ya medeniyetler yıkılıp yeniden kurulur ya da eski medeniyet rönesansa uğramış olur. Modern çağa gelindiğinde tarihsel devrimler süreci sona erer, sosyal devrimler tarihi başlar. Çünkü modernlikle birlikte insanlığın edindiği bilinç ve teknik kazanımlar eski gerici sosyal sınıfı devirip medeniyeti kurtaracak yeni bir sosyal sınıf imkanı sağlayabilmektedir. Kıvılcımlı, bir medeniyetten ötekine geçişi mümkün kılacak unsur olarak üretici güçlere (teknik, coğrafya, tarih, insan üretici güçler) vurgu yapar. Tarihin aydınlığa kavuşabilmesi için, teknik üretici güce yüklenen aşırı önemin kırılması, insan üretici gücün öne çıkması gerektiğini belirtir. Teknikle insan arasında yaptığı ayrım “barbarlık” kavramına verdiği önemde özellikle açığa çıkmaktadır. Kıvılcımlı için barbarlık, belli bir toplumsal aşamaya verilen addan öte ahlaki anlamlarla yüklüdür, birtakım ahlaki özelliklerin bütünüdür. Söz konusu aşama geçildikten sonra da bu özelliklerin devam ettiğini düşünür. Bu özellikler; dürüstlük, kendi toplumu içinde (yurttaşına karşı) hoşgörü sahibi olmak, eşitlikçiliktir. Kıvılcımlı, teknik ilerlemeden ziyade, belirtilen “ahlaki özelliklerle yüklü barbarlığın” tarihi belirlediğini, onun “maddesi”ni oluşturduğunu söyler. Yani Kıvılcımlı'nın barbarlığa ahlaki yaklaşımı insan-teknik arasında yaptığı ayrıma açıklık getirmektedir; tersinden söylersek, insanla teknik arasındaki ayrımdan özcü bir ahlaki anlam çıkartmaktan bahsetmemektedir.

Türkiye analizleri çerçevesinde “ordu”nun konumunu da bu bağlamda ele alır Kıvılcımlı. Genel olarak üstün ahlaki niteliklere ve ilkel sosyalizm geleneğine sahip “barbar savaşçıları” olarak gördüğü ordunun, bu tarihsel misyonunu modern Türkiye’de sürdürdüğünden bahseder. Dolayısıyla devrim konusunda Türkiye’ye özgü bir değerlendirme sunmaktadır. Kıvılcımlı’ya göre Türkiye’de ordu, her modernleşme hareketine “motor ve öncü kesilmiştir”. İktidarı alaşağı ederek ama toplumun sınıf yapısını değiştirmeyerek, ordunun yaptığı tarihsel devrimdir. Böylelikle Kıvılcımlı, Türkiye özelinde modern çağda da tarihsel devrimin olabilirliği sonucuna ulaşır. Kıvılcımlı’ya göre devrimin öz gücü her zaman işçi sınıfı olmakla birlikte, Türkiye söz konusu olduğunda insan üretici gücün bir unsuru olarak “vurucu güç” de hesaba katılmalıdır. Vurucu güç ile kastettiği ordu tarihsel devrimi gerçekleştirdikten sonra işçi sınıfı ön plana geçer; ve güçlü bir işçi sınıfı mevcutsa tarihsel devrim sosyalist devrime dönüşebilir. Kıvılcımlı’nın 27 Mayıs darbesinden sonra Cemal Gürsel’e çektiği kutlama telgrafını, 12 Mart müdahalesine “Ordu Kılıcını Attı” başlıklı yazıyla verdiği tepkiyi bu açıdan değerlendirmek gerekir.

Kıvılcımlı’nın din konusuna yaklaşımı da tarih çalışmalarından bağımsız değildir. Kıvılcımlı’ya göre din toplumsal bir olaydır. Toplum dini yaratır. Ancak toplum dini etkilediği gibi, din de toplumu etkiler. Böylelikle din, insanların düşünce ve davranışlarına, kişiler üstü güçlerin etkilerinin yorumlanarak uygulandığı teorik bir dünya görüşü ve pratik bir evren düzenine karşılık gelir. Belli bir dinin belli bir toplum tarafından alımlanması belli bir medeniyet düzeyine ulaşmayı gerektirmektedir. Bu açıdan Kıvılcımlı’ya göre Müslümanlık, Türk toplumunda, sınıfsız toplum davranış ve düşüncelerini, sosyal sınıflı toplum davranış ve düşüncelerine doğru değiştirmiştir. Müslümanlık'la birlikte, yazılmamış Türk Töre’si yerine, sosyal sınıf münasebetlerini haklı çıkarıp düzenleyen yazılı dogmalar geçmiştir. Nitekim Kıvılcımlı Eyüp Sultan Konuşması’nda, Hz. Muhammed’in “ben peygamberlerin sonuncusuyum” sözünün toplumsal düzeni kuran yasaların dünyevileşmesine işaret ettiğini belirtmiştir.



Yukarıdaki açıklamalardan yola çıkarak Kıvılcımlı’nın tezlerini üç eksende toplamak mümkün:

1) Tarih tezi ile sol düşünceye kattığı tarih bakışı, diyalektik materyalizmin temel önermelerinden uzağa düşmemek ve disiplinin içine saplanıp kalmamak kaydıyla ayrıntılı bir antropoloji metodolojisi,

2) Türkiye özelinde orduyu devrim stratejisinin bileşeni olarak konumlandırması (insan üretici- vurucu güç),

3) Sol-Müslümanlık bahsi çerçevesinde dine getirdiği sosyalist ve kapsayıcı-kapsamlı yorum.




Doğudan Dergisi olarak, Kıvılcımlı'nın dava arkadaşı Türkiye solunun bilge ismi Vedat Türkali ile özelde bu üç başlık üzerinden bir söyleşi gerçekleştirdik.

Sorularımız, bu üç meseleyi merkeze alarak Kıvılcımlı’nın Anadolu’da yerlici bir direniş kültürünün öznesi olarak görülüp görülemeyeceğini tartışmaya çalışıyor.




Doğudan:
Kıvılcımlı’nın örgütçü kişiliğinden ve özel anılarınızdan yola çıkarsak; 27 Mayıs ve 12 Mart'ta onun ordu-siyaset ilişkisine bakışı nasıldı? Kıvılcımlı'nın yukarıda özetlemeye çalıştığımız tezlerini yeniden düşündüğümüzde, bugün onun gözünde ordu yine temel bir önem taşır mıydı? Ordu-sivil ilişkilerine bugün nasıl bakardı? Sizce, alternatif bir çıkış arayacak sol, bugün ordu-siyaset ilişkisine nasıl yaklaşabilir?



Vedat Türkali:
27 Mayıs’ı, o günkü bütün sol gibi coşkuyla karşıladı Doktor Hikmet... Daha ilericisini de bekler oldu. ’58 Yılında, ben Sultanahmet Cezaevi’nden, o günkü infaz yasası gereği, Ankara Yarı Açık Matbaa Cezaevi'ne gönderileceğim sırada yaptığımız uzun konuşmada, ülke için beklentileri konusunda, “Bu heriflerin (Ankara’daki yöneticileri diyor) iki temel sorun var başlarında; biri ordu, öteki Kürt sorunu... Türkiye’de bir şey patlak verecekse, bu iki yerden verecektir.” demişti. Ordudan gelmiş biri olarak benim olası görmediğim 27 Mayıs, onun beklediği bir olaydı yani. Bu bekleyiş, onun tarih araştırmalarından, özellikle de Osmanlı toplum yapısına bakış açısından kaynaklanıyordu. Sonraki ilerici bekleyişi de, salt 27 Mayıs coşkusundan doğan umma, bekleme olgusu değildi.

Burada bir anımı daha anlatacağım: Yeni Anayasa hazırlıklarının yapıldığı günlerde, birgün heyecanla Nişantaşı, Şair Nigâr Sokak’ta oturduğumuz eve geldi. Ona göre, askerleri gene kandırıyorlardı! Yaptırılmak istenen Anayasa, finans kapitale bağımlı, tefeci-bezirgân düzeni emperyalist Batı’ya entegre etme çabasındaki bir NATO oyunuydu. Ankara’daki Milli Birlik Komitesi’nin başındaki Cemal Gürsel’e gidip tutulan yolun yanlış olduğunu anlatacak, Vatan Partisi çizgisindeki “doğru yol”u gösterecektik onlara! Teorik açıdan nice doğru olursa olsun, böyle bir girişimin boşuna olacağını ne kadar söylediysem de dinletemedim. Ankara’ya bir başkasıyla gidip, orada benim en eski arkadaşım, Doktor’a da çok saygılı olan Sefer Aytekin’i alıp birlikte Cemal Gürsel’e çıkmışlar. Kapısında saatlerce bekletilmişler. İzzet Cebe, ‘51 TKP davasının baş yargıcı ve MİT sorumlusuydu, gelip girmiş Gürsel’in odasına... Bunlara da yol görünmüş; eli boş dönmüşler sonunda. Yazılarını okuduysanız, finans kapital-tefeci-bezirgân egemenliğine karşı zaman zaman ilerici adımların, bir yanıyla halk kökenli silahlı örgüt olarak “ordu”ca atıldığının vurgulandığını görürsünüz. Ancak onun da çok iyi bildiği gibi, o “ilericilik” Kemalizmce yıllar yılı çarpıtılarak sömürülmüştü. Böylece Kemalist ideolojinin, ülkenin temel sorununu, “laik-şeriatçı” kavgası biçimindeki uyutma kalıbına indirgeyen beyin yıkamalarından geçirilmiş bir ordu vardı karşımızda. Bu ordu, daha sonra bir de, Soğuk Savaş dönemindeki Amerikan (NATO) damgalı anti-komünist eğitimin ağır baskısı altında ne duruma gelmişti; bunu da özellikle göz önünde tutmak gerekiyordu.

Bütün bunlara karşın, çeşitli renkleriyle Türk Solu genel olarak yeni bir ilerici girişimi (Bu herhalde sosyalizm olacaktı!), 27 Mayıs’ın getirdiği coşkuyla ordudan bekliyordu. Bu olgu yadsınamaz. Doğan Avcıoğlu’sundan en keskin goşist atılımcıya kadar hemen herkesin ilk günlerde en azından bilinçaltı’nda bu vardı. Aslında, ordunun hiç değilse “tarafsız hayırhahlığını” sağlayamamış (yani, en azından orduyu nötralize edememiş) hiçbir devrimci devinimin başarı şansının olmadığı bilinir. Bugün Güney Amerika'da bile, seçimle iktidar olmuş Şavez’i (Chavez), sarayı basıp istifaya çağıran “karşı-devrim” yıkamamışsa, bunu ordunun desteği sağladı. Ancak, 27 Mayıs'ta -bir anlamda- gafil avlanmış bizdeki karanlık güçler, ordudaki çatlağı kapatma yollarını düşünmeye başlamışlardı. 12 Mart, öyle anlaşılıyor ki, ordudaki Kemalist “sol!” güçlerle birlikte “ilerici darbe” düşüne kapılanların başarısızlıklarının doğurduğu bir “karşı-darbe”dir. Böylece, emekçi sınıfların, katmanların yeterince bilinçli, örgütlü olmaması, sol ideoloji, teori alanındaki terslikler, yanlışlar, dağınıklıklar, (Dahi bolluğu!!!) “12 Mart”, onun peşinden gelen “12 Eylül” rövanşlarına da ortam hazırladı.

Devrimi vuruştukları dağlardan kentlere indirecekleri inancıyla yiğitlikle ortaya atılan gençlerimiz, tarihsel-sosyal yapımızın ordu-köylü kayasına çarptılar. Bir yanıyla kazanım sayılabilecek ’61 Anayasası kaldırıldı. Daha geri bir anayasa getirildi. Soygun, sömürü düzeni, orduda temellenmiş Kemalist gelenekle tam aldatıcı bir “dinli-dinsiz” çatışması biçimine sokularak bereketli biçimde sürdürüldü, sürdürülüyor...


Doğudan:
Kıvılcımlı bugün yaşasaydı, ordunun genel eğilimlerine baktığında, devrim stratejisinde “vurucu güç” rolü atfettiği bu kurumu nasıl değerlendirirdi?



Vedat Türkali:
“Dr. Hikmet yaşasaydı bugün nasıl düşünürdü?” sorusu formel mantıklı spekülasyonlara yol açar. O günlerden bu yana ülkede, dünyada, baş döndürücü bir hızla o kadar çok şey değişti, öyle altüstlükler, zıddına dönüşler oldu ki, bu konuda yargıya varmak kolay değil, doğru da değil. Ancak, Kıvılcımlı'nın temel tanı’larındaki saptamalar; din “İslam” olgusuna, Kürt Sorunu’na bilimsel yaklaşımlarındaki doğruluk bugün her günden daha açık seçik ortaya çıkmış durumda. Hele Kürt Sorunu'nda, bırakın benim sözünü ettiğim cezaevi konuşmasını, 70 yıl önce yazdığı, “Yedek Güç Milliyet (Doğu)” bugünleri nasıl da bildirir nitelikte!1 Ülkemizin yapısı konusunda benim düşüncelerim, “Yalancı Tanıklar Kahvesi”2 adlı son romanımda belirlenmiş gibidir. “Sol-sağ”, “ileri-geri” kavramları, dinsel inançlara göre değil, bu karmaşık sömürü düzeninde halkları soyanlarla, soyulan sınıflar, katmanlar arasındaki temel çelişkiye göre belirlenip kullanılmalıdır. Tarihin bugünkü “globalist” aşamasında (ki finans-kapital emperyalizminin vardığı son duraktır bu), Türkiye’nin bu sisteme “entegre” olmaya elverişli “tefeci-bezirgân-finans kapital saltanat’lı” yapısı ülkemizin emekçi sınıflarının acılarını olduğu kadar aldatılma grafiğini de yükseltiyor. Soyulan, sömürülen, acılar içinde kıvranan insanları dinsel ya da din karşıtı masallarla kandırmaya kalkışanlar, bu Müslüman halka önerecek “derde deva” bir şey bulamazlar, gerçek kurtuluş yolunu gösteremezler. Başını örtenle örtmeyen, namaz kılanla kılmayan, birbirlerine saygılı biçimde soyguna, sömürüye karşı yan yana savaşmanın bilicine vardığı gün, kurtuluş yolumuz açılmış olacaktır. Bizlere Türkiye’de bu tarihsel doğruyu, Marksizm’in Leninist bilimsel çizgisinde yürüyen Dr. Kıvılcımlı öğretti. Bugünkü basında vardı; “refah ülkesi!” Amerika’da tam 50 milyon insanın aç olduğunu resmen açıkladılar. Bu sayılar, emperyalizmin yağma, soygun alanındaki İslam dünyasında daha da korkunçtur. Türkiye’mizde kimileri “….doyuncaya, tıksırıncaya, çatlayıncaya …kadar” yerken, kaç milyon aç insanımız var, düşündünüz mü? Yazgı mı bu..? İnsan onuruna yakışmayan bu yazgıyı kim yazıyor? “Tanrı” diyorsanız, sizin kutsal Tanrı inancınıza da kuşkuyla bakarım, insanlığınıza da! Tanrı'ya nasıl yakıştırabilirsiniz bunu! “Dinli-dinsiz”, “gâvur-Müslüman” sorunu değil, “soyan-soyulan” sınıflar sorunudur bu. Dinsel inanç dedikleriniz bu soygunun sürüp gitmesine mi yardımcı oluyor, yoksa insan onuruna yakışır bir dünyayı mı savunuyor? Ölçü, odur.


Doğudan:
Kıvılcımlı, İslam düşüncesi ve İslam tarihi kaynaklarıyla yakından ilgileniyor. 15 Ekim 1957 tarihinde Eyüp Meydanı’nda yaptığı, İslami motifler taşıyan seçim konuşmasında dine sosyalist bir yorum getiriyor. Örneğin bu konuşmada Kıvılcımlı, "kıyamete kadar yaşayacakmış gibi çalış, yarın ölecekmiş gibi ibadet et"; “insan için, çalışmaktan, emekten başka her şey yalandır” gibi sözlerden hareketle Vatan Partisi’nin kendini hak ve çalışmak gibi iki prensip üzerine kurduğundan bahseder. Ayrıca Hz. Muhammed’in sonuncu peygamber oluşunun, artık kanunları insanların yapacağı anlamına geldiğini; camilerin siyasi meselelerin konuşulduğu toplantı ve hesaplaşma yerleri olduğunu hatırlatarak bunlardan dersler çıkarılması gerektiğini belirtir. Bir yandan yaşamının sonuna kadar kendisini bir Kuvay-ı Milliyeci olarak gören, diğer yandan sosyalist düşünceye yakın duran Kıvılcımlı’nın İslami düşünce ile ilişkilenme tarzını siz nasıl değerlendirirsiniz? Eyüp Konuşması’ndan yola çıkarak, sol-İslam bağlantısını bugünkü sol açısından nasıl değerlendirirsiniz? Kıvılcımlı bugün Eyüp'te konuşsa, neler diyebilirdi?


Vedat Türkali:
Eyüp Konuşması'na dayanarak sözünü ettiğiniz dinsel alıntılar üstünde durmak, âyetleri yorumlayarak çıkarsamalara kalkışmak uzun, ayrıntılı çalışma gerektirir. Dr. Hikmet’in Eyüp Konuşması'nda, âyetlerden, hadislerden alıntılarla vurguladığı noktalar, onun Marksist yöntemle İslam’a bakışının özeti gibidir. Sözünü ettiğim omanım Yalancı Tanıklar Kahvesi”nde benim İslam’a, bir İslam ülkesi olarak toplumumuza yaklaşımım da bu çizgidedir. Doktor yaşıyor olsaydı ne derdi? Ne diyecek; “dediklerimi hâlâ mı anlamadınız? Hırsızın, sömürücünün dinlisine- dinsizine değil, sınıflarına bakın; sizi Allah Peygamber değil, mala, mülke tapan Ebu Süfyan tayfası soyguncular ayırıyor”derdi herhalde! Biz de onu diyoruz bugün...


Doğudan:
Kıvılcımlı sağ ve sol cenahlarda bugüne kadar farklı şekillerde algılandı. Örneğin onu, Marksizme “büyük katkı sağlayan düşünür” olarak görenler; “burjuva teorileri” ürettiğini söyleyerek eleştirenler; milliyetçilik, etnik ve cinsel ayrımcılık, muhafazakârlık, korporatizm, darbecilik vb.’nin şekillendirdiği Türk solu geleneği ile bu gelenekten kopuşun tam arasına konumlandıranlar; tezini değil de “mücadele azmi”ni önemseyenler, aynı şekilde, “Türkiye’nin orijinalitesi” diye sunduğu şeyi değil de Türkiye’nin özgül koşullarını değerlendirmeye dönük çabasını övenler; dini siyasete alet ettiği gerekçesiyle suçlayanlar ya da düşüncelerini hiç dikkate almayanlar oldu.

Bu algılamaların sizce sorunlu yanları nelerdi, Kıvılcımlı'nın sol ile Müslümanlık arasında kurmaya çalıştığı bağlantılar, dönemi açısından nasıl değerlendirilebilir? Sağda ve solda Kıvılcımlı'nın anlaşılamamasının arkasındaki etkenler neler olabilir?



Vedat Türkali:
Sergilediğiniz, Dr. Hikmet’e yönelik eleştirel düşünce akımları toplumumuzdaki kara sataşmalar, saldırılardır. Yeri geldikçe açıklamalar yaptığımız için, bunların üzerinde tek tek durup yanıtlamaya kalkmak zaman kaybı olur. Özetle şu denebilir: SOL, -Marksist Sol da içinde- Sosyalist dünyanın sol böğründeki Türkiye’nin politik durumuna ister istemez koşullu kaldı. O dar çizgi içinde ürettiği özgün düşüncelerini, hiç ödünsüz savunan, Kemalist devlet soluna yiğitçe cephe alan Dr. Hikmet, dinsel sağın da kolay anlayıp sindirebileceği bir kişilik değildi. İslam dünyasının Emekçi dünya Sosyalizmine, yarım buçuk da olsa soğuk bakmayan aşaması ancak İkinci Emperyalist Savaş sonrası, nice acı denemelerin getirdiği bir ayma ile başlamıştır. Ülkemize gelişi ise, her iyi, doğru şey gibi çok sonraları olmuştur. Bugün de kendini tam bulmuş değildir. İçine düştüğü çöküntünün ürküsünde kıvranan finans-kapital dünyasına bağımlı, bin bir mafyacı, gizli servis’çi, cuntacı oyunun sürdürüldüğü bir ülkede, bu iş kolay da değildir.


Doğudan:
Kıvılcımlı’nın tezlerinin, solun günümüz dünyasında yürüttüğü tartışmalar ışığında yeniden ele alınması sizce anlamlı mıdır? Özellikle “sol-Müslümanlık” bahsinde Kıvılcımlı bugün, sol tarafından nasıl örnek alınabilir? Kıvılcımlı'nın dertlerinden yola çıkarak (yukarıda bahsettiğimiz “vurucu güç” olarak ordu, sol-Müslümanlık ilişkileri ve tarih tezinde ısrarla üzerinde durduğu sol düşünceye antropoloji metodolojisi katma gayreti), bugün Türkiye'de Müslüman-sol bir ittifakın varlık şansı nedir? Bu oluşum, ülkenin siyasal hayatına ne katabilir?

Örneğin, 10 Aralık Hareketi'nin vizyonuna ve benzer bir yapılanmanın geleceğine nasıl bakıyorsunuz? Bu hareketlerde sizce eksik olan yanlar nelerdi? Bu gibi hareketler, Kıvılcımlı örneğinden neler öğrenebilir? Kıvılcımlı üzerine Ekim ayında düzenlenen etkinliklerde bu konuya nasıl yaklaşıldı?



Vedat Türkali:
Burada önemli bir noktayı açıklığa kavuşturmakta yarar var: Dr. Hikmet’in görüşleri için kullandığınız “…Sol düşünceye Antropoloji metodolojisi katma gayreti…!” yargınız doğru bir yaklaşım sayılmaz; sakıncalıdır, yanılgılara götürebilir. Dr. Hikmet, Marksist’tir. İnsana, topluma, doğaya “Tarihsel Maddeci” kimliğiyle, Marksist metodoloji ile, yani “Diyalektik Materyalist” yöntemle bakar. Antropoloji; 17.-18. yüzyıllardaki, Marks’tan önceki dönemde, insanın dinle, feodal sistemle uyumsuzluğunu doğasının özünde bulunan öğeye bağlayan, kaba materyalist bir akımdır. İnsanı, toplumdaki sosyo-ekonomik konumunda değil, biyolojik bir olgu olarak alır. Dr. Hikmet’in çalışmalarını Antropolojizm’le karıştırmamaya özen göstermek gerekir. Tarih üstüne yaptığı çalışmalarda Antropoloji’nin buluşlarını da göz önünde tutmuştur. Daha eskilerde Engels, ünlü “Toplumun Kökenleri” yapıtını, Amerikalı Antropolog Lewis Morgan’ın Amerikan Kızılderili topluluklarındaki antropolojik araştırmalarına, bulgularına dayandırmıştı. Bu bilimsel bulgular ışığında “Yabanıllık, Barbarlık, Uygarlık” aşamalarını anlatırken Barbarlık'tan Uygarlık'a geçişte, toprağın daha bol üretim için derin kazılmasını sağlayan “demir”in kullanılması koşulunu o da önemle belirtir. Ancak, daha sonraki yıllarda, Gordon Childe’ın Mezopotamya’daki araştırmaları gösterdi ki, Dicle-Fırat’ın suladığı bu bitek topraklarda üretim bolluğu ile Barbarlık'tan Uygarlık aşamasına “demir” döneminden önce geçilmiştir. Üç “semavi” din bu topraklarda çıktı. Gelişen bezirgân-tefeci ilişkilerle birlikte sınıflar, devlet, para, aile, kadının köleleşmesi bu bölgede odaklandı. Dr Hikmet’in çalışması, Engels’in Morgan’a dayalı görüşlerini yeni bulgularla geliştirip varsıllaştırmaktır. Marks, Darvin’in buluşlarından da güç kazanmıştı, Ekonomist Adam Smith’in emeğe dayalı değer teorisinden de yararlandı. Marks ne Darvin’cidir, ne de Adam Smith’çi. Kaldı ki, Marksizm, temel felsefe yanıyla Hegel’in idealist diyalektiğine, Feuerbach’ın mekanik materyalizmine dayanır. Gerçek Marksistler bilimsel alandaki tüm gelişmeleri izlerler; yeni bilimsel yaratışları, buluşları bilim ölçülerine göre değerlendirip gerekirse yeni açılımlara giderler. Bilimsel dünya görüşü bunu gerektirir. Bilimin yeni verilerine, buluşlarına sırtını dönüp kafasına yerleşmiş hazır yargılarla her şeyi açıklayabileceğini sanmak, dogmatik tavırdır. Öyleleri kafalarına yerleştirdikleri “doğru”ları yinelerler; yaşamın canlı, sıcak gerçeklerine kapalı kalmaya yazgılı olurlar.




Sorunuzun diğer bölümleriyle ilgili olarak şunları söyleyebilirim:

Tüm çabamız, bugünün dünyasında Türkiye için, halk yığınlarına ters düşmeyen, doğru siyasal yolu saptamaya yöneliktir. 10 Aralık Atılımı, Kemalist kökenli solun (Laikçi “sol”un!) toparlanmasına, halka yaklaşan bir yolun bulunmasına yönelikti. Asıl gövde, iktidarı yakalama yolundaki CHP’de olduğu için çamura battı. Bugün de açıkça görünen gerçek, CHP'nin sol-sosyal demokrat değil, halk yığınlarına ters düşmüş “sosyal şoven” bir parti olduğudur. Toplum yapısını teorik olarak doğru saptamadan doğru “praxis” sağlanamaz. Uzatmadan altını özenle çizerek belirtelim ki, bugün bizim üzerinde birleşmeye çalıştığımız politika yolu, ülkede alışılmış “ilerici”- “gerici”, “sol”-“sağ” kavramlarının doğru değerlendirilip doğru yorumlanmasına dayanan, emekçi sınıflardan, katmanlardan oluşmuş halk yığınlarını sömürüden, soygundan kurtarmak için bilinç kazandırma yoludur. Evet, bin bir engelli güç bir yoldur, ama tek doğru yoldur bu...


Doğudan:
Türkiye'de Müslümanlık'la-sol arasındaki mesafeyi bugün nasıl görüyorsunuz? Devletin bu mesafenin oluşmasındaki sorumluluğu/kabahati nedir? Solcuların ve Müslümanların getirebilecekleri özeleştiriler neler olabilir?
Bunlarla bağlantılı olarak, son romanınız Yalancı Tanıklar Kahvesi'nde 70'lerin bazı solcularının "toplumsal güç olarak din" ile ilgilendiklerini görüyoruz. Romanınızdaki karakterlerden Kıvılcımlı'nın etkisinde kalan ve onun mücadelesini 70'lerin sonunda devam ettirmek isteyenler var mıdır? Romanda Kıvılcımlı nerede duruyor acaba? 2000'lerin solcularının dine ve özelde Müslümanlık'a bakışlarını Yalancı Tanıklar Kahvesi'nin idealist solcularıyla karşılaştırabilir miyiz?



Vedat Türkali:
Bu sorularınızın büyük bölümünün yanıtlarını yer yer konuştuğumuzu sanıyorum. Kıvılcımlı'yla ilgili yeterince açıklama var romanda. Romancının kendi romanını tanıtmaya kalkışması bana pek uygun gelmiyor. Roman kahramanları konuyu tartışırken din-devrim ilişkileri sorunsalımız da çok yönüyle tartışılıyor. Bu tartışmalar gündemdeki canlı yerini bugün de koruyor. Denebilir ki din-devrim ve sol ilişkileri, hem de bugün, her günden daha açık, daha ağırlıklı biçimde tartışılıyor. Yukarıda da üsteleyerek belirttiğimiz gibi, halklarımızı doğru bilinç yolunda birleştirmemizin baş yoludur bu ilişki. Bu sorunu çözemezsek daha uzun süre boşuna acılar çekeriz.


Doğudan:
Kıvılcımlı'nın yukarıda üç başlık etrafında toparlamaya çalıştığımız Kıvılcımlı'nın dertlerini birlikte düşündüğümüzde (1. Sol-Müslümanlık bahsi / 2. İnsan üretici güç ve 12 Mart'ta devrim stratejisinin bileşeni olarak “vurucu güç” ordu / 3. Tarih Tezi ile solculara bir antropoloji metodolojisi katma fikri), sonuç olarak, Kıvılcımlı Anadolu’da yerlici bir direniş kültürünün öznesi olarak görülebilir mi?



Vedat Türkali:
“Yerlici” sözcüğünü, “ülkemize özgü” anlamında kullanıyorsanız, bir yanıyla “Evet”. Ama bizim bakışımız, finans-kapital pençesinde kıvranan bu emperyalist dünyada enternasyonaldir. Unutmayalım ki, “Yalancı Tanıklar Kahvesi”nde anlatılan Endonezya’daki Tan Malaka, İran’daki Musaddık, tüm İslam dünyasında yaşanan benzer olaylar, içinde yaşadığımız dünyanın temel karakteristiğini oluşturuyor. Çağa bilimsel bakış ülkemizde de bizi böyle bilince çağırıyor.

Bir Tahirî Olarak Halit Refiğ


Halit Refiğ ve eşi Nilüfer Aydan, Kemal Tahir'le (ortada), 1963.*


Giriş

Ekim ayında yitirdiğimiz sinemacı-yazar Halit Refiğ'in çalışmalarının bir bölümü, özellikle Kemal Tahir'e yakınlığı ve hayranlığı üzerinden tartışılabilir. Bu yazıda, Halit Refiğ'in yaşamında Kemal Tahir'in bıraktığı izleri aktarmaya çalışacağım. Amacım, Halit Refiğ'in Kemal Tahir'i nasıl algıladığını 'yerli(ci)lik' tartışmaları üzerinden hatırlatmak ve “Doğu-Batı” ayrımında Halit Refiğ'in Kemal Tahir'e atfettiği rolü açmak...

Yazının harcında Halit Refiğ'in “Gerçeğin Değişkenliği: Kemal Tahir” (Ufuk Kitapları, 2000) adlı derleme eseri ve Şengün Kılıç Hristidis'in Halit Refiğ'le gerçekleştirdiği nehir-söyleşi “Sinemada Ulusal Tavır: Halit Refiğ Kitabı” (Türkiye İş Bankası Yay., 2007) bulunacak.

İlk ders: “Drama Düşmüş İnsan”ı aramak!


Halit Refiğ, 23 yaşındayken, 1957'de Kemal Tahir'le tanıştığından bahseder. Bu, Halit Refiğ için, ileride yaşamını derinden belirleyecek bir kişiyle merhabalaşmak için aslında “geç” bir yaştır (“Gerçeğin Değişkenliği: Kemal Tahir”, 2000: 9). Genç senarist Halit Refiğ, dönemin ünlü yazarlarıyla ilişki kurarak metinlerini onlara okutmaya pek meraklıdır. Farklı ilişkileri zorlayarak bu yazarlara ulaşmak konusunda da becerikli ve azimlidir. Halit Refiğ, Kemal Tahir'le tanışmadan önce, yazdıklarını özellikle Aziz Nesin ve çevresine açar. Aziz Nesin ile Kemal Tahir henüz ciddi fikir ayrılıklarına girmemiştir. Refiğ, Kemal Tahir okumaları sırasında ciddi buhranlar yaşar, rejimin resmi dili “dışında” tasvir edilen Anadolu insanının dramını, sorgulamalarını Kemal Tahir'de bulur. Bu üslup sivridir, konu edindiği coğrafyanın insanının tarihinden ve dilinden beslenir, köken arama kaygısı güderek eski Türklerden Osmanlı'ya savaşkanlığın, dayanışmacılığın, işbölümünün ve “bağışlayıcı, doyurucu kerim devlet” düşüncesinin sürekliliğini savunur. Doğu'ya bakan Marksizmi yerel-özgün-orijinal tarihle (Refiğ üçünü de kullanıyor) -özelde Asya Tipi Üretim Tarzı ile- eşleştirme amacı güder.

Ne var ki, Halit Refiğ Kemal Tahir'le henüz yüz yüze tanışmamıştır, onu sadece okur. Aziz Nesin'e ise sürekli uğrar, hikâyelerini evinde bir solukta okur, sıkı hayranıdır, öykülerindeki beğenisini en yüksek sesli kahkahalarıyla duyurur. Senaryo ve öykülerini de önce Nesin'in kontrolünden geçirir. Aziz Nesin, Halit Refiğ'in yurtdışına götüreceği “Hatalı Yol” adlı senaryoyu okuma teklifini geri çevirmez, ancak bu senaryoyu olumsuz yönde eleştirir.* Nesin, Refiğ'e Almanya'ya bu senaryoyu değil, kendi oyununu götürmesini teklif eder. Halit Refiğ, Nesince uyarılarla karşılaşan senaryosunu ciddi tereddütlerle geri çeker ve Almanya'ya götürmez. Nesin'in oyununu da bavuluna koymadan Almanya'ya yol alır. Onun daha sonra yorumlayacağı üzere, sırf hayranlığından ötürü Nesin'e senaryosunu sunması bir hatadır, bu konuda asıl Kemal Tahir'in kapısını çalınmalıdır. Tanışmak için kendiliğinden ortaya çıkan bulunmaz fırsat zamanında değerlendirilememiş, belki de Halit Refiğ, Kemal Tahir'in yazdıklarını okudukça onun eleştirel gölgesinden çekinmiştir.

Nice sonra “Hatalı Yol”u Kemal Tahir'e sunan Halit Refiğ, senaryo alanında ilk büyük dersini alır. Tahir, ona “sanat, hayatın olduğu gibi yansıtılması değildir. Olduğu gibi yansıtmak ya tarihçinin ya da gazetecinin işidir. Romancının işi, bir olayın içindeki insanın dramını, drama düşmüş insanı anlatmaktır” uyarısında bulunur.

“Drama düşmüş insan” teması, Refiğ'e göre, olayların sadece dış yüzündeki görünümü vermekle yetinmiyor, diyalektik bir tarzda, insan ruhunun derinliklerindeki karmaşayı, davranışları yönlendiren farklı etkenlerin çelişkisini yakalamak gerektiğini vurguluyor. Kemal Tahir'in diliyle söylersek; “romanın esas merkezi çevre değil, insanın kendisidir. İnsanın kendisi de değil, insanın dramı, gelip takıldığı yer(dir)... Dram demek, insanın takıldığı yer demektir. Bu, Türk Milletinin müşterek, yani birleşik-kolektif ruhunu, davranışını keşfetmeye çalışmak için de önemlidir.” (“Gerçeğin Değişkenliği: Kemal Tahir”, 2000: 30, 76-77).

Dram ve onun insana özgülüğü, Halit Refiğ sinemasında uzun süre yer edinecek bir tema... Senaryolarına sinen bu dramın ideolojik çerçeveden yoksun düşünülmemesi de gerek. Yine Aziz Nesin-Kemal Tahir ilişkisinden iz sürersek; Aziz Nesin, Kemal Tahir'le dargın düştüğü dönemde onun yanında yer alan ve çizgisini “ulusalcı Kemal Tahir” olarak tutturan Halit Refiğ'i Kemal Tahir'i yanlış yorumlamakla eleştirir. Nesin'e göre Kemal Tahir, “ulusalcı sayılamayacak bir yerelci”dir. Onun ulusalcılığı ne tarih kavrayışına, ne devlet'e bakışına ne de roman kurgularına sığabilecek türdendir. Aziz Nesin bu yargısını “Kemal Tahir'in komünistlik iddiasıyla tutuklu kaldığı 15 senenin bile ulusalcılıkla bağdaşmayacak ideolojik duruşunun kanıtı” olarak sunar (“Sinemada Ulusal Tavır...”, 2007: 92). Burada, Aziz Nesin'in bakışıyla Halit Refiğ, “Tahir'i kendince başka yerlere çekmiştir” (“Sinemada Ulusal Tavır...”, 2007: 91).

Eklektik Bir “Diyalektik” ve “Gerçekçilik” Yorumu

Kemal Tahir'le ilk karşılaşma, Halit Refiğ için fotoğraflarından hayran olunan Kemal Tahir'in 'doğrulanması', 'tastamamlanması' gibidir. Turhan Tikel ve Metin Erksan'la bir pastane çıkışında görülen yazar, “hiç unutmuyorum, çok tipik bir Kemal Tahir görüntüsü içindeydi. Başındaki fötr şapkası hafif külhanî bir şekilde geriye kaykılmıştı, ayakta bazı dostlarıyla konuşuyordu.” (“Sinemada Ulusal Tavır...”, 2007: 93; “Gerçeğin Değişkenliği...”, 2000: 29) Tanışma, kısa süre sonra sıkı fikir alışverişi seanslarını beraberinde getirir. Artık Kemal Tahir'e ulaşmak sıradan bir günlük faaliyete dönüşmüştür. “Hatalı Yol”u zamanında doğru adama okutamamanın sıkıntısı, eleştirmesi için yeni işlerin Tahir'e sunulmasıyla hafifler. Kemal Tahir, buluşmalardaki konuların yönlendiricisi, usturuplu soru-cevapların başı ve sonudur. “Edeplerini muhafaza ettikleri müddetçe, Kemal Tahir'in masası ve kapısı herkese açıktır” (“Sinemada Ulusal Tavır...”, 2007: 33). Onun yönetimi altında ilerleyen “sohbetler”, “masa”dakilerde derin izler bırakır ve sol düşüncenin diyalektik ve gerçekçilik üzerinden düşünülmesinde etkin rol oynar. Öyle ki, Tahir'in bu “sohbetler” sırasında “insanların düşüncelerini sarsan, sürekli olarak onların doğruluklarını sorgulatan, düşünmeye zorlayan tavrı”, onu “vaiz”likle eleştirenlere Refiğ'in verdiği bir yanıt. Tahir'in hocalığı sırasında izlediği “düşünceyi doğurtmacı” yol, Refiğ için zıtların çağrıştırılması üzerine kurulu ve diyalektik düşüncenin bir ürünü, tamamlayıcısı... Sanki bir tür “Sokratik Marksizm”den söz etmekteyiz; “gerçeklik”in ve “doğru”nun insanın içinde gizli, doğuştan, idea'lar halinde olduğunu bilen ve onun ortaya çıkmasını sorularıyla, diyalektik kurgusuyla destekleyen bir “Hoca Tahir ve ona uyan Tahirîler” var karşımızda; idealizm ile Marksizm ne kadar akraba ise o kadar... Diyalektik, “sohbet”lerden türetiliyor ve zıtlık -doğası gereği- olguların içinde barınıyor. Diyalektik, daha çok “zıtların birliği” ve her şeyin “birgün” değişebileceğine dair bir özcülükle malûl. Henüz yaygınlaşmayan ve vulger Marksist metinlere dayanan çeviri çalışmalarını da düşünürsek, derinlemesine diyalektik tartışması için belki de 1960'lar Türkiyesi çok uygun bir dönem değil...

Tahir'in ketum-bilge kişiliği, çözümü göstermeyip düşünce yolunu sorularıyla işaret ederek tartışma masasındaki görevini yürütüyor. Tartışma hattını belirleyen bu soru teknikleri, uzun uzadıya konuşmadan da insanı kendiyle hesaplaşmaya sokan pasif liderliği, Tahir'e yüklenen karizmanın bir diğer özelliği... Halit Refiğ'in ona duyduğu en büyük hayranlık da, “belli gerçekler üzerindeki görüşlerinden çok, bu gerçeklere yaklaşma usulü” (“Gerçeğin Değişkenliği...”, 2000: 10). Zıtlıkları -yine her şeye kâdir Hazreti Diyalektik!- doğaya uyumlu biçimde birlikte düşünme, zamana uy(arlan)mak anlamındaki “değişim”den çok diyalektiğin gücüne her durumda duyulan özcü güven, “değişkenlik” vurgusunu önemsetiyor. Gerçeğin zamana ve mekâna göre “değişkenliği”, sürekli olarak başvurulabilecek “mutlak doğrular” olmadığını anlatıyor. Halit Refiğ, Kemal Tahir'in sosyoloji ve tarih konulu eser vermekten kaçınmasını da bu bağlamda yorumluyor: “Kendisine sosyoloji ve tarih konusunda ilmî eserler vermesi için gelen tüm taleplere rağmen mutlak doğrular üstüne kurulması gereken ilmî yaklaşımların kesinliğinden kaçmış, sanatçı sezgisiyle, gerçeğin değişkenliği içindeki insanın dramını ifade eden bir romancı olarak kalmayı tercih etmiştir.” (“Gerçeğin Değişkenliği...”, 2000: 15). Dil ve anlatım açısından “edebiyat”a evet, ancak “E”debiyatı yüceltme uğruna sosyal bilim disiplinlerindeki arayış yollarını baştan yok sayabilen, hele hele okumalar yaptığı Marksizmin ekonomi-politik eleştirisindeki insan temelliliği tartışmayan, diyalektiğin dış kabuğundan etkilenmekle kendisini sınırlayan bir eğilimle mi karşı karşıyayız..?

“Görecelik (izafiyet-rölativite)” kavramı -Refiğ üçünü de kullanıyor- burada Einsteincı izafiyet teorisinden ödünç alınıyor, modernliğin de elbet Batı'dan Doğu'ya kayabileceğine dair beklentiyle katmerleniyor ve Marksizmle Einsteincı izafiyet (“nazariye”-”rölativite”) teorisi ulanıyor. Halit Refiğ'in yorumuyla Kemal Tahir, “toplumların maddi gelişim sürecini Marx'tan öğreniyor, fakat 'fikrî izafiyet'e verdiği önem, onu Marx'ın mutlakıyetçiliğinden uzaklaştırıyor ve Einstein'ın 'izafiyet nazariyesi'ne yaklaştırıyor. Rahatlıkla denebilir ki, Kemal Tahir, Einstein'ın fizik dünyasına getirdiği 'izafiyet nazariyesi'ni düşünce dünyasında dahiyane bir şekilde uygulayan ilk yazardır. Fizikçi Einstein evreni ilgi alanı seçmişken, Kemal Tahir insanda karar kılmış, sadece Türk insanını anlatmakla kalmamış, insan dramına yaklaşım için getirdiği usuller aslında bütün dünya romancılarının insan anlayışlarını yenilemelerine imkân sağlayacak yollar açmıştır.” (vurgu bana ait. “Gerçeğin Değişkenliği...”, 2000: 16-17) Burada ne Einstein'ın ne de Marx'ın teorilerinden ayrıntılı bahis var. “Gerçeğin Değişkenliği: Kemal Tahir” adlı çalışmanın bir bölümü de Halit Refiğ'in diğer Tahirîlerin yazılarından yaptığı derlemelerden oluşuyor. Refiğ'in Kemal Tahir yorumundaki teorik boşluk, sanki Selâhattin Hilav'dan yardım alınarak kapatılıyor.* Marx'ı hiçbir dönem reddetmeyen bir Kemal Tahir izlenimi bu derlemedeki yazarlara hâkim. Ancak Selâhattin Hilav'a göre Kemal Tahir; “somut Anadolu” insanından yola çıkarak klasik Marksist öğretinin Türk toplumu ve insanı açısından yeterli olmadığını, Marksist metodun “orijinal” (özgünlük) bir şekilde uygulanarak gerçeklerimizin ortaya çıkarılması gerektiğini ilk kez açıkça ileri sürenlerden (...) biridir (“Gerçeğin Değişkenliği...”, 2000: 149). Burada da yerellik tartışmalarıyla bezeli, tarihsellikten beslenen, Marksizmi katık etmiş bir tür “somut durumun somut tahlili” kokusu var!

Halit Refiğ'e dönersek; Marksist kuram, onun Kemal Tahir yorumunda bir el çabukluğuyla kullanılıyor; Marx “mutlakıyetçi” bulunduğu anda Kemal Tahir'den bir nebze uzak tutulabiliyor, Einstein'ın “görecelik-izafiyet teorisi” ile yola devam edilebiliyor. Peki “gerçek”in zamana ve mekâna göre değiştiği, Einstein olmasa da düşünülemez miydi? İllâ ki bir teoriye mi ihtiyaç duyuyoruz? Teori ihtiyacımız varsa bu, Tahir'in roman kurgusunda diyalektik geniş yorumlanarak elde edilemez miydi? Yine Marksizm içi ATÜT tartışmaları ilerletilerek Türkiye'ye özgü çözüm modelleri aranırken, Einstein'ın “görecelik” kuramı neden bu kadar zorlanıyor, kavramlara dokunmadan kelimelere takla attırılıyor? Kavramların teorik tartışmalarda kazandığı anlamlar, Halit Refiğ'in Kemal Tahir yorumunda pek yer bulmuyor. Halit Refiğ, sanki dış kabuklarından, kulağa hoş gelen çağrışımlarından dolayı “diyalektik-izafiyet (görecelik)” üzerinden Kemal Tahir tahlili üretiyor, “özgünlük sondajı” yapıyor. Bağdaştırmak için epey zihin mesaisi isteyen başlıklar bunlar...

Tahirî Halit Refiğ'in Türkiye toplumu analizi bu “görecelik”te birleştiriliyor, özgünlük ve yerellik temaları, Batı'dan “farklı” bir Türkiye tarihi ile kendi içinde uyumlu işliyor. Refiğ, 1960'larda Türkiye'nin Doğu bölgelerinin tarım toplumundan sanayi toplumuna geçilmesiyle kalkınabileceğine dair Marksizmin mekanist bir yorumunu benimsiyor. Ülkenin sanayileşmesinin önüne engel çıkardığını düşündüğü Koçero isyanlarını yerinde görmek için 1965'te Kemal Tahir'le Doğu ve Güneydoğu'ya gidiyor, isyanın filmini yapmaya karar veriyor (“İnsan Avcıları”). İsyanların Türkiye'nin sanayileşme politikasını sekteye uğratabileceğini düşünüyor (“Sinemada Ulusal Tavır...”, 2007: 172-76). Filmin ideolojik arka planına bakalım: Kemal Tahir, “eşkıyalık” konulu romanında (“Rahmet Yolları Kesti”) Yaşar Kemal'le zıtlaşır (özellikle “İnce Memed” serisi) ve eşkıyayı ahlaken “kötü, hazıryiyici, düzen bozucu, kanundışı, otorite sarsıcı” olarak kodlar. Bu tarihsel eşkıya kurgusu esasında güncel bir göndermeyi barındırmaktadır (güncel gerçekliğin tarihi): Devlet otoritesine karşı duran hiçbir alternatif gücün sanat yoluyla topluma sevdirilmemesi gerekir. Yaşar Kemal bu hataya düşmüştür. “Yorgun Savaşçı” da Çerkes Ethem'e karşı “düzenli ordu”nun savunulduğu, “köylünün bürokrat-asker tarafından örgütlenmeden hiçbir halta yaramayacağı”nın ileri sürüldüğü bir çalışmadır (Engin Ardıç, “Yorgun Savaşçı Ne Anlatır?”, Sabah, 14.10.2009). Halit Refiğ'in Kemal Tahir'i “1950'lerin sonundan itibaren edebiyat alanında kanundışı eylemlere karşı çıkarken, Türk solunun Kemal Tahir'e cephe almış kesimi, 10 yıl sonra ortaya çıkan kanundışı ideolojik eylemlere alkış tutarak, birtakım genç insanların telef olma şartlarını kendisi hazırlamıştır.” (“Gerçeğin Değişkenliği...”, 2000: 29-30, 86).

Halit Refiğ, sinemada “gerçekçilik” üzerine kafa yoranların bu kavramı “günümüzle uyumlu işler yapılması”yla özdeşleştirmelerini eleştiriyor. Onun çalışmalarına Tahirci bir gerçekçilik hâkim: Güncel gerçekliğin tarihi kaynaklarına inmek! Bir başka ifadeyle devlet merkezli düşünce etrafında tarihselle güncelin kat yerini aramak! (Hasan Bülent Kahraman, “Sinema Kavgasıyla Ölmek”, Sabah, 14.10.2009) Refiğ sinemasında bu eğilim, bizzat belirttiği gibi, düşünsel kaynağını Kemal Tahir'den alıyor. Kemal Tahir'in 1960'lar Türkiyesi'ni ve resmi ideoloji eleştirisinin köklerini tarihten türeten, çatışma ve uzlaşıyı mikro olaylardan bina eden, otoriteyi önceleyen ve veri sayan tavrı, Halit Refiğ'in tarihi film senaryolarının esin kaynağı... Üstelik Tahir'in senaryodan uzağa düşmeyen diyaloglarla örülü, millî-yerel “roman” tartışmalarına kaynaklık eden folklorik-destansı yazı tekniğini de hesaba katarsak, “esinlenme”yi farklı düzlemlerde tartışmak da mümkün olabilir. Gerek Kemal Tahir romanını senaryolaştırmak, gerekse Halit Refiğ sinemasını romanlaştırmak, ikilinin tarzları ve ideolojik yakınsamaları birlikte düşünüldüğünde diğer roman-sinema uyarlamalarına göre daha mı uyumlu/geçişken/rahat olur? Halit Refiğ'in “Haremde Dört Kadın” filminin hazırlıklarını anlattığı şu satırları bu açıdan yorumlamayı öneriyorum:

“1964-65 yılında Türkiye'de birçok sinemacı toplumsal gerçekleri anlatan sinema(ya) (...) yönelmişti. Artık birbirini tekrar etmeyecek işler yapmama arayışı içindeyken Visconti ve Kemal Tahir unsurları (bende) yine belirleyici oldu. Yani güncel gerçekten, güncel gerçeğin tarihteki kaynaklarına geçiş meselesi. 1965'e kadarki tarih filmleri hamasi romantik filmlerdi.
'Haremde Dört Kadın'da Osmanlı'da yenileşme hareketlerinin filizlendiği bir dönemde, yenileşmenin tam karşıtı bir kurumu ele almaya karar verdim. Bunun örneği için, artık son dönemine gelmiş bir Osmanlı kurumuna, hareme odaklanan film yapmayı düşündük. Bu düşüncemi Kemal Tahir'e açtım, çok yardımcı oldu. Ortada hiçbir taslak yoktu, (sonra) ben filmin dramatik altyapısını hazırladım, o da kişiliklerin geliştirilmesinde bana yardımcı oldu. Birkaç sahne dışında diyalogların tamamı Kemal Tahir'e aittir. Kemal Tahir, ileride taslağımı romanlaştırmak istedi fakat ömrü vefa etmedi. (“Yıldız Alacası” adlı romanı) İttihat ve Terakki'nin kuruluş şartları ve Abdülhamit idaresine karşı ilk teşkilatlanmalar üzerine olacaktı (kısaltılmıştır; “Sinemada Ulusal Tavır...”, 2007: 158-61) (vurgular bana ait).

“Haremde Dört Kadın” filmi seyirciden genelde olumsuz tepki toplayan bir film... Senaryosu Halit Refiğ'e ait olsa da Kemal Tahir, filmin karakterlerine birçok yerde müdahale ediyor. Gelen eleştiriler iki uçta toplanıyor:
a. Filmdeki paşanın bir iş karşılığında yabancılardan rüşvet alması,
b. Haremdeki kadınların, kocalarının yakını erkeklerle ilişkiye girmeleri, ensest yasağına uymamaları.

Halit Refiğ, Kemal Tahir'in rüşvet olayını yanlış kurduğunu düşünerek seyirciden sonradan özür dilediğini aktarıyor. Paşa rüşvet almamalıymış, daha doğrusu alamazmış, halkın gözünde bu, filmin itibarını sarsmış! Halit Refiğ ise, bu özrü yersiz buluyor ve seyircinin asıl tepkisinin çarpık cinsel ilişkilerden kaynaklandığını ve “aile değerleri” nedeniyle bu görüntülere sıcak bakmadığını söylüyor (“Sinemada Ulusal Tavır...”, 2007: 165). Sanırım, burada ilginç olan, Kemal Tahir'in “kerim-güçlü devlet” fikrine halel getirmeme uğraşısında paşaya -her ne pahasına olursa olsun- yabancılardan rüşvet aldırmayı senaryo gereği hata sayması... Tahir, devlette sürekliliğe inanıyor ve özellikle dış müdahalelerle, sinsi dış planlarla yıkılmayı mazur göremiyor, basitlik alâmeti sayıyor. Onun gözünde rüşvet ve kişisel darbelerle yıkıma götürülen böyle bir Osmanlı tablosu, toplumun devlete güvenini sarsma tehlikesi içeriyor. Heybetli kurumsallığından arındırılmış ve kişilerin eline düşmüş bir otorite tasviri, tarihin böylesi bir yorumu bugün devlete bakışı olumsuz yönde etkileyebilir... Halit Refiğ'in sözlüğüyle konuşursak; “güncel gerçekliğin tarihi”ne gölge düşürebilir... Devlet, toplumda bazı kamu görevlilerinin yanlış hamleleriyle yıkılacak ya da yabancıların müdahalesine açık bırakılacak kadar güçsüz olmadı, olmayacak..! Sürekli “verme”ye, toplumu doyurmaya alışmış bir yöneticinin, üstelik “yabancı” birinden bir şeyler “alma”ya başlaması, toplumdaki rıza kaybının, felaketin ne büyük delilidir..! Dış müdahale söz konusu olunca ülke içi çatışmaları ve sınıfsal örüntüleri rahatlıkla öteleyebilen, “devlet için” acil birleşme çağrısı yapan Kemal Tahir'in bu savunmacı ve dayanışmacı refleksini hesaba kattığımızda, emperyal bir isteğin uygulayıcısı olan paşa karakteri, yenilgiyi baştan ve usulca kabullenmeyi simgeliyor. Otorite bir yerinden yara aldığı için, emperyal müdahalenin bu çatlaktan sızması an meselesi...

Tahir'in seyirciden dilediği özür, “güncel gerçekliğin tarihi”ni yaratırken “güçlü-kerim devlet” imajını ezel-ebed kılmak isteyen, devlet'i de ileride böyle sosyalistleştirme amacı güden bir yazar için bana çok manidar geldi... Kaldı ki, Halit Refiğ'in seyircinin yanlış bulduğunu düşündüğü cinsel ilişki sahnelerinde, Kemal Tahir'in özür dileyecek bir tavır takınmasını bekleyemeyiz. Zira Tahir, romanlarında felaketlerin kaynağını oğlancılıkta, kadın namusunun sarsılmasında görebiliyor. Tahir'de “kuraldışı”na kayan cinsellik ve savunmasız bırakılan kadın figürü, zaten olumsuzluk emaresi sayılarak romanlarında yer bulabiliyor. Kurgu açısından bu senaryo, Tahir'i daha önce okumayan seyirciye elbette şaşırtıcı gelebilir, filmin gişesi de düşebilir, ancak cinsel temaların Tahir'deki güçlü otorite figüründe net bir yeri var. Bu senaryo da benzer bir hattı izlemiş, olayları Osmanlı hareminde farklı bağlamda ve içine ensesti de katarak değerlendirmiş; ensesti ve “namussuz” kadınları ahlaken “kötü”ler kategorisinde sınıflandırmış... Bu nedenle, Tahir'in yazı hayatını hesaba kattığımızda, cinsellik temalarından ötürü seyirciden özür dilemesini beklemek yanlış olurdu.

Halit Refiğ'in Kemal Tahir'deki “gerçekçilik” algısı, Tahir'in olayları “olduğu gibi” yansıtması üzerine kurulu. Burada önemsediği dönem, Kemal Tahir'in cezaevi yılları. Refiğ, “Devlet Ana” yayımlanana kadar solun Tahir'e “saygılı ve mesafeli” yaklaştığından bahsediyor. Bu tarihe kadar Tahir, militan bir yapılanmaya girmemeye gayret ediyor, Oğuz Atay ve Halit Refiğ'i de uyarmakla yetiniyor. Cezaevindeki insanları tasviri (“Karılar Koğuşu”), solun ondan beklediği militan-politik dilden yine uzak. Mahpusları “oldukları gibi anlattı” diyor Refiğ. Solun Tahir'e “bir yandan saygılı ve mesafeli, diğer yandan buruk ve mütereddit” duruşunun altını dolduran bir tanımlama... Çünkü solun Tahir'den beklediği mücadeleci/propagandatif dil ve sınıfsal çözümleme, romanlarında bir türlü belirmiyor. Tutukluların ideolojik kaygılarla safa dizilmemesi, aksine gündelik yaşamlarındaki davranışlarıyla roman müsveddelerine taşınması, Halit Refiğ'in Kemal Tahir'de gördüğü “gerçekçilik”e örnek (“Sinemada Ulusal Tavır...”, 2007: 167, 296)... Ancak “Devlet Ana” (1968), solda Kemal Tahir ile ilişkileri gözden geçirmeye neden olacak bir metin olarak yorumlanıyor. Zira bu çalışmada Tahir, zümrelerarası dengeyi gözeten devlet'i önceliyor, onu tarihselleştiriyor ve mücadelede sınıf-üstü bir sosyal zümre dengesini savunuyor. Çatışmanın merkezine sınıfı değil, Doğu-Batı'yı koyuyor:

“Osmanlılar kişilerin kişilerle ve kişilerin devletle olan ekonomik, sosyal ilişkilerinde insanın insanı hayasızca sömürmesi olayını en gevşek şartlarda tutarak ve devleti, halk kitlelerinin kıyıcı düşmanı, sömürücülerin ÂLETİ değil, sırasında savunucusu gibi anlayarak, devlet-kişi ilişkilerini bugünkü SINIFLI BATI DÜNYASI'nın henüz varamadığı, çok ileri, çok insancıl bir aşamaya bundan beş asır önce ulaştırmışlardır. (...) Özellikle (tarihçi) Toynbee'nin dediği gibi, 'geleceğin dünya devleti Osmanlılık'tan önemli katkılar taşıyacaktır.' Anadolu halklarının devlet kurucu ve yaşatıcı özelliği bugün de sapasağlam (ayakta) duruyor. Bir Batı genellemesi olan ve bütün genellemeler gibi, son hesaplaşmada bir aldatmaca olduğu meydana çıkan “geri kalmışlık” ve “azgelişmişlik” çuvalına, sözgelimi Gana ve Endonezya gibi atılıvermemizi önleyen, işte bu yaman bağımsız devlet kurma özelliğimizdir.” (“Gerçeğin Değişkenliği...”, 2000: 134-35)...*

Kemal Tahir'de devletin adalet dağıtıcılıkta temele yerleştirilmesi, sosyalizmin “devlet'in dönüştürülmesi”yle savunulması Halit Refiğ'in de benimsediği noktalar... Refiğ, bu teorik tartışmayı ayrıntılandırmamakta kararlı, üstüne kişisel anılarından yola çıkarak devlet-Kemal Tahir ilişkisini getiriyor. Devlet'i bu denli savunan ve onun kerim karakterini tarihe yaslanarak yükselten Tahir'in “devletten bir kuruş para almaması”nı, bunun karşılığında ise devletin gazabına uğrayıp komünistlik suçlamasıyla senelerce hapis yatmasını daha çok önemsiyor. Tahir'in romanlarındaki adaleti devlet'le özdeşleştiren tutum, Halit Refiğ'in Kemal Tahir-devlet ilişkisini tasvirde Tahir'e özgü bir mağdurluk ve adaletsizlik ironisiyle süsleniyor. Sanırım verilmek istenen mesaj, devlet'i bu kadar baş tacı eden bir adamın devlet'ten hiçbir şey görememesine rağmen, davasında ısrarcı olmasının onun dürüstlüğünün kanıtı sayılması, devlet'i karşılıksız ve her durumda yüceltmeye manevi değer biçilmesi...


Halit Refiğ'in Kemal Tahir'deki “devlet'e rağmen devletperverliği” (İş Bankası Yayınları bunu “devletçilik” olarak tanımlıyor) yaşamında aynen uyguladığını görüyoruz. Refiğ, Selanik göçmeni ailesi Varlık Vergisi sonucunda Burgaz adasındaki evini satmak zorunda kalınca, Varlık Vergisi'nin konuş ve uygulanış biçimlerini “savaş şartları içinde kaçınılmaz bir tatbikat” olarak “şartlar söylemi” çerçevesinde yorumluyor. “Yorgun Savaşçı” dizisinin bir kopyası devlet görevlilerince yakıldığında devlete küsmüyor, Millî Güvenlik Kurulu üyelerine “bu film zararlıdır ve yakılmalıdır” diye 8 saatlik filmin ilgisiz yerlerinden yapılan yarım saatlik bir montajı sunanlara yükleniyor (“Sinemada Ulusal Tavır...”, 2007: 259-62). Yanlış eylemde ve işlemde bulunan kişilerin devleti (Türklükle kaynaşmış tarihsel otorite) kirletemeyeceğine dair yargısı, Kemal Tahir'in senaryo özründeki rüşvet yiyen paşanın devlet'in itibarını sarsılabileceğine dair tereddütle ne kadar da uyumlu! Refiğ, yabancı basının bu filmin yakılma olayını haber yapmamasına daha çok içerliyor. İçeriye karşı daha ziyade “kol kırılır, yen içinde kalır, devlet bize her zaman lazım” mantığıyla bakarken, yakılmayı haber yapmayan Batı “sistemi”ni “neyin duyurulmasını istiyorlarsa onu duyuruyorlar” yargısıyla suçluyor. Batı'dan kastı ise, entelektüelleriyle bağlantılı olduğu Almanya, İngiltere, Amerika ve Fransa (“Sinemada Ulusal Tavır...”, 2007: 285).

habis hat...






"dinlemekten kaçın,
dinlenmekten nefret et,
dinletmeye bayıl,
dinlenmeyi alayla..."

çok bilinenli denklemler enstitüsü

Geçmişin İcadı:

Genesis-Köken Romanlarına Açılan Eleştirel Pencere














Murat Belge, Genesis: “Büyük Ulusal Anlatı” ve Türklerin Kökeni,
İletişim Yayınları, 2008, 397 s.*










Kıvanç ÖZCAN


Murat Belge’nin ulusal anlatıları konu aldığı ve Türklerin kökenine dair yazılan temel kitapları incelediği çalışması Genesis: “Büyük Ulusal Anlatı” ve Türklerin Kökeni, sadece 20. yüzyılın başındaki ulusçu akımların yükselişleri anlamak açısından değil, günümüzdeki milliyetçi-ırkçı eğilimleri yorumlamak açısından da yararlı bir kaynak.

Yaşanan travmalar ve yeni bir kimlik ihtiyacı, büyük ulusal anlatıların ortaya çıkışını tetikler. Osmanlı'nın çöküşü de Türklerin kökenlerine yönelik düşüncelerin ortaya çıkmasına ortam hazırladı.

Türklere bir “köken” bulmak amacıyla yola koyulan yazarlar ve düşünürler, genel olarak Orta Asya’yı Türklerin ilk yurdu ve ortaya çıkış coğrafyası olarak tasvir ederler. Köken anlatılarındaki bu teritoryal boyutu, mitolojik anlatılar süsler. Belge’nin çalışması, Türk ırkçılarının mitolojik hayvan olarak kurdun üzerinde uzlaşmadan önce kartalı ve aslanı tercih ettiklerini anlatıyor (Belge, 2008: 9).

Milliyetçiliğin belirleyici yaklaşımlarından birisi olan ‘özcülük’ kavramının analizi de çalışmanın ana hatlarından birisini teşkil ediyor. Özcülük fikri, milliyetçilerin dünyasında geçmişte bir yerlerde duran ve zaferlerle dolu olduğuna inanılan bir ‘süper-zaman’ ile değişmez ve sadece mensup olunan millete has özelliklerin toplamı olarak yer alır. Özcüler, değişimleri ya kategorik biçimde kötü olarak algılar ya da değişimleri ‘öz’ün parametreleriyle yorumlama eğilimindedirler. Milletin başına gelen felaketler, belalar bu 'öz'den uzaklaşmanın sonucudur. Özcülük fikri, sadece Türklere özgü değil. Özlerini aramak için tarihin derinliklerine dalan İngiliz ve Alman düşünürleri de mevcut (Belge, 2008: 13-14).

Bu noktada şu soru anlamlı olabilir: Özcülük fikrinin ortaya çıkışından milliyetçilik akımlarının dünyaya yayılmasına kadar olan dönemde bu fikir nasıl değişti ve dönüştü?

İmparatorluklar yıkılıp ulus-devletler birbiri ardına tarih sahnesine çıkarken, sanat ve edebiyat, geçmişin altın çağlarına uygun gelecekler inşa etme çabalarında uluslara liderlik ettiler. Arı dil arayışları da keşfedilen ve icat edilen geçmişin 'şimdi'ye taşınmasında aracı oldu. Örneğin ‘Japonlar kendi tarihlerini araştırmaya başlayınca, bir de gördüler ki imparator, Güneş Tanrıçası’nın torunuymuş!’ (Belge, 2008: 17).

Özcü anlayışlar milleti inşa ederken ‘ötekini’ de karşıt olarak yaratmayı ihmal etmezler. ‘Öteki’, nefret edilesi imajlarla dolu bir düşman olarak, korku ve kaygı üretme kaynağıdır (Altun, 2005: 33).

Genesis-Köken romanları aynı zamanda bir talebin sonucudur. Güneş’e göre (2005: 17), ulusal inşa dönemlerinde 'milli olan', şahsi ve muhterem olanın önüne geçer ve bu dönem 'milli olan'ı talep eder. Belge’nin kitabında incelediği genesis romanlarının da böyle bir talebe cevap verme kaygısı olduğu ileri sürülebilir.

Atları geriye sürmek
Öz her ne kadar geçmişte bir 'altın çağ' aramaya eğilimliyse de, günün siyasi ve toplumsal koşullarından bağımsız değildi. Başka bir deyişle, geçmiş ve şimdiki zamanın bileşimiydi.

Özcülük düşüncesinden hareketle ‘biz’e dair ilk tespit edilen öz, İslami bir kimliğin de dahil olduğu Osmanlılık'tı. Osmanlılık, imparatorluğun yenilgileri sonucunda yerini Türkçülüğe bırakmaya başladı. Bu geçişte Yusuf Akçura’nın Üç Tarz-ı Siyaset’i, Selanikte çıkan Genç Kalemler ve İstanbul’da çıkan Türk Yurdu dergileri önemli pay sahibidir. (Belge, 2008: 17-18).

Türkiye Türklerinin Osmanlıcılık, Türkçülük ve daha sonra 1970’lerde siyasal İslam'ın serpilmesiyle kendisini hissettiren İslamcılık arasında salınan bir genesis anlayışı hâkim. Türk tarihinin başlangıcına yönelik düşüncelerde Orta Asya edebiyatı en geniş yeri tutsa da, Anadolu medeniyetlerini bu ‘başlangıç’a dahil etme çabaları da vardır.

Türkçü anlayışı yansıtan romanlar, 1930'ların sonuna kadar Attilâ ile akrabalık kurma, bu akrabalığı pekiştirme, mitolojik bir totem ya da hayvan icat etme çabalarını taşıyordu. Daha sonra 40’ların başında, Nazilerin zaferlerinin de etkisiyle, Nihal Atsız’ın Bozkurtlar'ın Ölümü, Deli Kurt romanları ırkçı düşüncelerin en uç örneklerini yansıtırlar (Belge, 2008: 21).

1960’lar…
Atları Osmanlı'ya doğru sürmek

Kemal Tahir, Tarık Buğra ve Erol Toy -farklı düşünceler ve üsluplar taşısalar da- 1960’lardaki genesis yazımının öncülerindendir. Osmanlı'nın kuruluşunu ‘başlangıç’ olarak alma eğilimindedirler. Bu yıllardaki genesis'çilerden sayılan Necati Sepetçioğlu ise başlangıcı Türklerin Anadolu'ya girmesine (Selçuklular) dek uzatır. Başlangıç-ortaya çıkış konusunda yazarların farklı tarihlendirmeleri, ideolojik tutumların çeşitliliğini yansıtır. Bu da bize genesis romanlarının yazıldığı dönemi biçimlendiren siyasi akımlara ilişkin fikir verebilir. Belge’nin çalışmasında detaylı olarak ele aldığı Kemal Tahir, Tarık Buğra ve Erol Toy’da da özcülük anlayışı egemendir. Belge’ye bu romanların incelenmesiyle ilgili bir eleştiri yöneltilecek olursa şunu söyleyebiliriz; özcülerin betimlemeye çalıştıkları ahlak anlayışlarının dışına çıkan olaylar, örneğin I. Murad’ın hanedanına yönelik cinayetleri, özcüler tarafından nasıl açıklanıyor? Yazar bu konuda bilgi vermemiş.

“Güçlü” ve “ahlaklı” bir toplum-devlet olmak, özcülerin öne çıkardığı başlıca niteliklerdir. Devletlerin yayılmacı politikaları ise ‘âdil düzen’in otorite liderliğinde genişletilmesi olarak anlatılır ve meşrulaştırılır. 'Âdil düzen'i yaydığımıza dair söylem, üzerinde egemenlik kurmayı tasarladığımız halkların bizim tarafımızdan kurtarılmayı bekledikleri fikrine götürebiliyor. Bu düşüncenin düşman yelpazesinde ise genel olarak Bizans tekfurları, romanların yazıldığı Soğuk Savaş döneminde ise CIA ve KGB durur.

Genesis-ulusal anlatı romanları 'silkmek', 'titretmek' ve 'milleti kendine getirmek' için kendilerine bir elektro-şok görevi biçerler. Güçlülüğe, savaşkanlığa vurgu yapan ‘özcülük' varyantının temel özelliği; mütevazı güçlerle kocaman, yenilemez, kalabalık orduları alt etmektir. Bu, romanların yazıldığı yılların modern dünyasına bir çağrı/kendince efelenme ve kabarma da içerir: Artık büyük bir ülke değiliz ama gücümüz tarihimizden ileri gelir. Askeri-sınai kompleksi yönetmesek, diplomaside başa güreşemesek de iman gücümüz, zafere inancımız uykudaki bir devdir. Tarihi uyandırmayın, geçmişimiz zararınıza işler! Belge, bu durumu zafer ve yenilgilere karşı takınılacak tutumlarla da ilişkilendirir (Belge, 2008: 37).

Genel olarak, ulusal anlatılarda yaratılan karakterler, hangi yüzyıllarda yaşadıklarından bağımsız olarak akıl, bilgelik, kuvvet, cesaret gibi özelliklerin tümüne birden sahiptir. Fakat, karakterler ulusal anlatı romanlarında yazarların ideolojik tutumlarının bir sonucu olarak farklı roller üstlenebilirler. Genesis romanlarında ‘hainler’ de karakterler rafında yer edinir, birbirini pekiştiren zıtlıklar karakterler üzerinden anlam kazanır. Burada dikkate değer nokta ‘hain’ Türk ise diğer hainlerden olumlu anlamda bir üstünlük taşıdığıdır. Türk'ün hainliği mutlaka bir zaafa bağlanır. “ ‘Ajan’ ve ‘hain’, bütün özcü ideolojilerin cephaneliklerinde öteden beri yer alan kavramlardır.” (Belge, 2008: 26)

Karakterler rafındaki bir diğer sergi nesnesi de kadınlar... Ana, sevgili ve bacı olarak karşımıza çıkıyorlar. Cinsel bir özellik taşımasına müsaade edilmeyen, toplumdaki işlevi saptanmış ‘ana’ karakteri romanlarda belirgin. Cinsellikten zevk alma ve bunu isteme söz konusu olunca kadın sevgilileşiyor ve ‘biz’den biri olmasına izin verilmiyor, yabancı oluyor. “Müsluman-Türk bilinçaltında bir kadının saygıdeğer olabilmesi için menopozunu tamamlamış olması şart zaten.” (Belge, 2008, 46).

Devlet Ana, Osmancık ve Azap Ortakları
Kemal Tahir’in Devlet Ana'sı, Tarık Buğra’nın Osmancık’ı ve Erol Toy’un Azap Ortakları büyük ulusal anlatıyı Osmanlı'nın kuruluşundan başlatırlar. Kuruluş anının fonksiyonu “biz kimiz?, nereden geliyoruz?, bizi biz yapan öz nedir?” sorularına cevap aramaktır (Belge, 2008: 53).

Kemal Tahir, Devlet Ana’da Asya Tipi Üretim Tarzı'nı (ATÜT) öne çıkarır. Tarık Buğra’nın Osmancık’ı ise daha maneviyatçıdır. Azap Ortakları’nda ise Erol Toy Şeyh Bedreddin’i Anadolu’da eşitlik mücadelesini başlatan bir kahraman olarak vurgular.

Devlet Ana’da Batı’ya yönelik düşmanca ifadeler ve devletin sürekli olarak yüceltilmesi göze çarpar. Tahir, abartılar ve hayali olay, kahramanlarla süslü bir anlatım tarzını benimser.

Osmancık’ta Buğra, Osman Bey’i çok zeki, olağanüstü bir insan olarak betimler. Buğra’ya göre Osman Bey, kurulacak imparatorluğun düzenini geniş topraklara ve başka insanlara ulaştıracak bir “misyoner”di. Hem Osmancık’ta hem de Devlet Ana’da donanımlı askeri güce sahip ve düzen oturtan, bağışlayan, bahşeden, doyuran ve giydiren kerim devlet var... Bu kerim devlet, bünyesinde aza kanaat eden, dayanışmacı bir toplum “barındırıyor”. O toplum ki şükrediyor, otoritesine isyan etmiyor, olanı ahlak'la ve teyakkuz halindeki güçle korumaya gayret gösteriyor, devlet otoritesinde eriyerek hayat buluyor...

Kemal Tahir’de kötü karakterler eşcinsel olarak da resmedilebiliyor. Tahir’in tarih'i kurgularken, olumsuzladığı öğeleri homofobi'ye varacak derecede mahkûm etmesi dikkate değer. Özellikle kadın'ın dişilikten arındırıldığı bu genesis-köken anlatılarında, olumsuzlanan karakterlerin cinsellik üzerinden anlatılması birbirini tamamlayan yanlar olsa gerek... Araçsal bir cinsiyet yorumuyla karşılaştığımız bu romanlarda, güçlü-çevik insanların toplumsal işbölümündeki görevlerini tanımlama derdi, “yumaşama”yı büyük ülkü'yü sekteye uğratacak bir sapma olarak nitelendirebiliyor, kendi sapkınlık kodlarını ve ötekilerini üretebiliyor. Örneğin; Kemal Tahir’de Rum kadınlarının esas işi fahişeliktir. Türklerin ise güzellikleri dillere destandır ama cinselliklerine pek vurgu yapılmaz. Tahir’in romanlarındaki kötü karakterleri incelediğimizde yazarın yüzyıllar öncesindeki olayları yorumlarken, hoşlanmadıklarını yazdığı dönemin ahlak kurallarına göre mahkum etmesi dikkate değer.

Necati Sepetçioğlu...
Atları Selçuklu'ya doğru sürmek

Sepetçioğlu yukarıda değinilen genesis yazarlarından farklı olarak Türklerin Anadolu’ya girişini yani Malazgirt Savaşı’nı başlangıç sayar. Türkçü bir anlatım romanlarına hâkimdir. Sepetçioğlu’nda kahramanların dış ilişkilere ve istihbarata meraklı olmaları da dikkat çeker. Militarist bir zihniyet de kendisini göstermekten geri kalmaz. Sepetçioğlu ‘kan’a dayalı ırkçılık yapar ve yabancılara yönelik nefretini sergilemekten kaçınmaz. Militarizm, yabancı düşmanlığı, istihbarat kaygısı gibi özelliklerin günümüz ırkçılarında da yaygın olduğunu söyleyebiliriz. Sepetçioğlu’nun bu duruma tarihsel katkısı olmadığını kim iddia edebilir ki?

Nihal Atsız...
Atları Orta Asya’ya doğru sürmek

Aslında Nihal Atsız romanlarını incelemeye başlamadan önce meselenin psiko-politik boyutuna da değinmek gerekli. Atsız, çökmekte olan imparatorluğun son çırpınışlarını izleyerek büyüyen asker bir babanın oğludur. Bu nahoş tanıklık Atsız’ın eserlerinde bu kadar saldırgan bir üslup benimsemesinde önemli bir etkendir (Altun, 2005: 34).

Genesis, Nihal Atsız’a göre, Osmanlı'dan çok önce Orta Asya’da başlar. O zamandan bu zamana kadar sabit kalan bir devlet imgesi dikkati çeker. Atsız’da devlet soyuttur. Hep oradadır, sadece yöneticiler, hanedanlar değişir ama devlet hep değişmez, veridir.

Nihal Atsız’ın Çinlilere yönelik çıplak nefretini, bazı genesis yazarlarının geçmiş tahayyüllerine paralel biçimde, Bozkurtların Ölümü'nde kurgusal düşmanlarla romanlaştırdığını görüyoruz. Atsız, romanlarını anlatım olarak çok basit kurgularla ve çapraşık nedensellikler içermeyecek şekilde yazmış. Bu da Bozkurtların Ölümü’nü istenmeden de olsa bir çocuk kitabı haline getirmiş (Belge, 2008: 236).

Dinlerle, özellikle de İslamiyet ile Türklük arasına hatırı sayılır bir mesafe koymak ve ırkı, yani Türklüğü öncelemek de Atsız romanlarının temel vurgularından birisidir. Fakat İslamiyet dışındaki dinsel kimlikler Atsız’da bir hakaret öğesi olarak karşımıza çıkar. Atsız’a göre “komünist vicdanını Yahudi Marks’a satmış olan, vatansız serseri demektir.” (Atsız'dan akt. Bozkurt, 2007: 8)

Atsız'ın romanlarında Çinliler baş düşman ve her türlü hakaret ve aşağılamadan nasiplerini alıyor. Başka milletler de bu hakaret silsilesinden kaçamıyorlar:
“Paramparça ederiz Cermenliğin haçını.
Yarın rezil ederler Romalı’nın piçini.
Söndürürüz kâfirin Meryem Ana mumunu.
Haritadan sileriz Tuna’ya at salınca
Ulah’ını, Sırb’ını, Bulgar’ını, Rum’unu.
Bir geçerse Moskof’un elimize yakası…
Süngümüzle bozulur İngiliz’in cakası.”
(Atsız’dan akt. Belge, 2008: 221)

Atsız romanlarındaki kadınlar Türk değillerse kategorik olarak ‘orospu’dur. Askerliğin, erkekliğin ve kaba kuvvetin yüceltildiği bu romanlarda saatler pek tabii ki savaşa, saldırganlığa ve düşmanlığa ayarlıdır. Atsız romanlarında yıkıcı olmakla medeni olmak arasında bir karşıtlık var. Atsız bekleneceği üzere tercihini askerlikten yana kullanıyor. Milliyetçilere hâkim “tehdit altında olma” hissi, Atsız için pek önemli değildir. Ona göre esas olan, sürekli ve her durumda taarruzdur. Teyakkuzu taarruz emri için mesai harcar, savunmanın marjı düşüktür...

Süper kahraman Attilâ...
Atları Avrupa’ya doğru sürmek

Belge'ye göre (2008: 239), Attilâ’yı yazılarında en fazla kullananların başında Peyami Safa geliyor. Safa, Attilâ’yı ‘Allah’ın Kamçısı’ olarak tanımlar ve bütün yüce değerlerin üstünü onunla taçlar. Aşağılanma sırası Rumlar ve Çinlilerden sonra “Hun olmayanlar”a gelmiştir. Bu noktada şunu ileri sürebiliriz: Genesis romanlarındaki ana hatlardan birisi köken icadı sürecine eşlik eden düşmanları yaratmaksa, diğeri de Türklerin tehdit algılarını desteklemektir.

Attilâ romanlarında Attilâ’nın çıktığı seferler anakronik bir şekilde ve abartılarak anlatılır. Belge, bu romanlarda yer alan mantık hatalarını, biraz da alaycı bir üslupla, anlatıyor.

Yıkıcılık ve medeniyet arasındaki tercihten yukarıda Nihal Atsız bağlamında bahsetmiştik. Attilâ romanlarında yazarlar bu tercihi medeniyetten yana da kullanırlar.
“Medeniyet!” deme duymaz o sağır;
Taş üstünde taş kalmasın durma kır;
Kafalarla düz yol olsun her bayır,
Attilâ’nın oğlusun sen, unutma!”
(Z. Gökalp’ten aktaran Belge, 2008: 260)


Bu noktada Belge’ye şu soru yöneltilebilir: Yıkıcılık ve medeniyet arasındaki gerilim nasıl ve neden değişiyor?

Attilâ, erken cumhuriyet döneminin de en çok kullanılan karakterlerinden birisiydi. Irkçı-milliyetçi romanlarda Türklük zaman zaman ‘ötekileri’ yola getirecek bir sopa olarak belirir:
“Kurulan cumhuriyet bir tek ışık, bir ocak
Olup salınca Türk'ün namını sağa sola
Eğilmeyen başlar elbet gelecek yola.”
(Behzat’tan aktaran Belge, 2008: 274)

Genesis romanları, söz konusu Cengiz Han olunca, Moğol izlerini silmeye çalışır. Ne de olsa Moğollar sarı ırktandır. Oysa biz fıtraten beyaz ırktanız...

İslami Genesis...
Atları Tekvin’e doğru sürmek

İslami genesis romanları Türkiye siyasetindeki İslamcılığın yükselişine paralel olarak edebiyat dünyasındaki yerlerini aldılar. Bu romanlar milat olarak peygamberin hayatta olduğu, İslamiyet'in hızla yayıldığı zamanları asr-ı saadet olarak ele alırlar ve oradan başlayarak bir okuma yaparlar. Belge, çalışmasında Minyeli Abdullah ve Turgut Alp’i İslami genesis romanları olarak inceler. Bu romanlar ve genel olarak İslami genesis romanları, ümmetçiliğe de göz kırpar. Ibadetler ve dini ritüeller İslami genesis romanlarında bolca yer alır. Kötüler ‘haram’ sayılan şeyleri bol bol tüketirler, icra ederler.

Belge’nin de dikkatimize sunduğu bu romanlardaki cehalet gerçekten üst düzeyde. Katolik kilisesinin uygulamasının Ortodokslara yaptırılması, yabancı isim kullanımlarındaki ‘yaratıcılık’ vb. Örneğin, “bir ‘Moris’ var, kızının adı da ‘Side’! Bir başka Rum’un adı ‘Batista’. Sonradan Nilüfer Hatun olacak Holofira’nın ablasının adı da ‘Hanofer’ (Belge, 2008: 306).

Mavi Anadolu Akımı ve ‘Biz’-‘Öteki’ denizinde gemilerle gezinmek
Halikarnas Balıkçısı ve Melih Cevdet Anday, Mavi Anadolu akımının önde gelen temsilcileridir. Bu romanlarda İyonyalılar ile bağımız olduğu, kökenimizin onlara dayandığı yaklaşımı yerleşiktir. Bu, kan ve ırk temelli biyolojik bir bağ değil, kültürel bir akrabalıktır.

Halikarnas Balıkçısı'nın genesis başlığına dahil edeceğimiz romanlarında cinselliğin ele alınış biçimi dikkate değer... Örneğin Turgut Reis romanında cinsellik sadece gebe bırakmayla sonuçlanan bir fetih hareketi ve Türk ‘delikanlıları’nın kendilerini kanıtladıkları bir iktidar şovuna dönüşmüştür.

Mavi Anadolu akımının içinde sayılabilecek Melih Cevdet belki de Belge’nin kitabında değindiği yazarlar arasında eleştiri oklarından en az nasibini alan yazardır. Belge, çalışmasında Melih Cevdet’in dünya bilgisini ve şiire yaptığı katkıları övüyor.

Murat Belge’nin eseri her gün soluduğumuz milliyetçi havayı oluşturan fikir dünyasına eleştirel bir pencereden bakıyor. Öz ve köken diye debelenmenin anlamsızlığına vurgu yaparken 70 milyonluk bir ülkenin nesnel gerçeklikten uzak anlatılarla tımarhaneye dönmesine karşı hepimizi uyarıyor.

Kaynakça

Altun, Murat, “Extracting Nation Out From History: The Racism of Nihal Atsız”, Journal of Historical Studies, 3(2005), 33-44.
Belge, Murat, 2008, Genesis: “Büyük Ulusal Anlatı” ve Türklerin Kökeni, İstanbul: İletişim Yayınları.
Bozkurt, Mustafa, 2007, Nihal Atsız, Yayınlanmamış Makale.
Güneş, Aslı, 2005. Kemalist Modernleşmenin Adab-ı Muaşeret Romanları: Popüler Aşk Anlatıları, Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölümü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.

Tehdidin Tahdidi Nedir?


bu işin sonu...



nasıl dergisi




Yaz bitti, siyaset hareketlendi.

Meclis açıldı, açılımlar iyiden iyiye hararetlendi...


Siyaset, bir süreliğine daha açık kartlarla oynanmaya başlandı. Demokrasinin halleri, yine herkesin dilinde... Kendisini rejimin-sistemin "mağduru" olarak görenlerden hükümeti ve devleti göreve davet edenlere, fikirlerini belli bir kurum/kuruluşa yaranmadan açıklama derdi çekenlerden “mesaj kaygısı”yla belli göndermelerde bulunanlara kadar birçoğumuz ekim ayının telaşını farklı biçimlerde yaşıyoruz. Yaşıyoruz ama nereye ve nasıl yol alıyoruz? Bunca telaşın içinde birkaç dakikalığına soluklanıp altımızdaki zeminin bir yerlere kaydığını da fark edebiliyor muyuz?

Biz, işte o telaşla bir yerlere yetişmeye gayret ederken azıcık durup nefes almayı deneyen, gidişattan rahatsızlık duyduğunu fark eden, değişik sınıflardan, şehirlerden, kültürlerden, çevrelerden gelen, iyi kötü çerçeve çizmeye çalıştığı birbirinden farklı görüşlere sahip ama ortak noktalarının çok olduğuna inanan gençleriz...

Peki, bu tartışmalar, nasıl bir zeminde cereyan ediyor? İkisi de birbirini türevi gibi göstermeye çalışan akımlar, “önce demokrasi mi, yoksa cumhuriyet mi?” açmazını sürdürürken, birbirini adeta “hadım etme”ye kalkarken; hepimizin ihtiyacı ve hakkı olan ifade özgürlüğümüze ket vurmaya çalışan şiddetle bezeli tehditlerin son günlerde ulaştığı akılalmaz boyutların ne kadar farkındalar? Özgürlükçü bir kamusal alandaki tartışma ortamının daraltılmasına yönelik girişimler, aydınların tehdit edilmesiyle tırmandırılırken; hem “savunmacı-muhafazakâr” pozisyonda olmakla eleştirilen cumhuriyetçiler hem de demokrasiyi cumhuriyetin önünde ve onun belirleyicisi olarak görenler, ortak bir “dilsizleştirme-suskunlaştırma” kampanyasına karşı birleşemezler mi? Birey temelli düşündüğümüzde de; bugün saldırı tehditlerine maruz kalmayan her yurttaş, sesini yükseltmek için tehlikenin illâ ki kendisine yönelmesini mi bekliyor?

Biz, ortak ifade özgürlüğümüze yönelen tüm engelleme girişimlerinin karşısında duruyoruz. Hangi düşünceye sahip olursa olsun, hangi siyasi gruba sempati-empati duyarsa duysun, hangi dili-lehçeyi konuşursa konuşsun, hangi şehirden gelirse gelsin, hangi aileye mensup olursa olsun, şiddeti övmediği ve ona çağrı yapmadığı sürece her görüşün savunulabilmesinden yanayız. Hiçbir düşüncenin farklı yollarla duyurulmasına ya da kamusal alanımızda tartışılmasının yasaklanmasına göz yumamıyoruz...

Bugün resmi ya da sivil herhangi bir gücün, otoritenin hangi nedenden hareket ederse etsin, ifade özgürlüğünün önünde durmasını kabullenemiyoruz. Bir insana yönelen her türlü tehditte tüylerimiz ürperiyor... Hele ki devlet kurumlarının ve hükümet adına açıklama yapan yetkililerin, bu hakkı ihlâl eden girişimlere karşı durmamalarını, gereken önlemleri zamanında almamalarını içimize sindiremiyoruz. Tehdit içeren ifadelerle aydınlarımıza aba altından sopa gösteren, düşünceleri çıplak şiddetle kesebileceğini sanan bu demokrasi kasaplığına seyirci kalan, önlem almayan ya da görüp başını çeviren, duyup susan, dinleyip aktarmayan tüm yurttaşların da kamusal tartışma alanımızın daralmasında sorumluluk payları olduğunu hatırlatmak istiyoruz. “Baskın Oran ve arkadaşları” hedef gösterilerek yazılan lanet mektubun acı biçimde tecrübe edilmemesi için, bu sefer biz herkesi ve yetkili her kurumu uyarıyoruz...

Nice aydın, sanatçı ve unvansız yurttaş, faili belli ya da “meçhul” birçok saldırıda hayatlarını kaybetti. “Fazla konuşan”ın gideceği adresin kâğıdı eline tutuşturuldu... Kamu organları, tehditleri genelde ciddiye almadı, göstermelik önlemlerle yetindi; devletimiz güçlü(ydü) ama yurttaşlar bu güçten pek bir fayda göremiyor(du). Katliamlar o kadar sıradanlaştı ki, tehdit mektupları alan insanlarımızın birçoğu -ne yazık ki- yaşamaktan çok ölümü kendilerine daha yakın hissetmeye başladılar; “vadesi” dolan gidiyor(du)... Kamuoyuna yansıdığı kadarıyla tehditler, rotasını dönem dönem değiştirse de sonuç aynı: Demokratik tartışma kültürü herkesin aleyhine bir biçimde; en doğal haklar olan yaşam ve ifade özgürlüğünü ortadan kaldıracak ya da onu kullanılamaz hale getirecek kadar budandı. Cinayetleri “çözmek” adına takip başlatan medyada bu konular sıcaklığını ve insaniliğini yitirdi. Katledilenlerin hayatboyu savundukları düşünceleri, dertleri ve en önemlisi birer “insan” oldukları gerçeği unutuldu. Onlar, devletin-örgütlerin elinde adeta polisiye bir maceranın öğelerine dönüştürülüverdiler. Biz yurttaşlar ise, ses'imizi kamusal bir platforma taşımamanın, yani susma'mızın sorumluluğunu devlete ve örgütlere yükleyip kendimizi medyanın enformasyonuna teslim ettik. Çoğu “düşünce kırımı”; aydınların “düşünce ayrılıkları” nedeniyle ölüm-vahşet üzerinden değil, bir insan bedeninin “dil'iyle, söz'üyle birlikte ortadan kaldırılması” üzerinden de hemen hemen hiç konuşulmadı. Bu “kırım”lar, siyasi tartışmaların gölgesi altında eridi.

Cumhuriyetçi-demokrat ayrımları “sizden gitti-bizden şimdilik yaşıyor” ayrımları yoluyla iyiden iyiye “kökleşti-katılaştı-insansızlaştı; değersizleşti”. Bir insanı katletmek, bu korku toplumunda bizi dil'sizleştirdi, olayları tartışmadan hemen unutmayı, duymamış gibi davranmayı, görmemeyi ve hatırlamamayı tercih eder hale geldik: Her katliamda toplumca “Üç Maymun”u tekrar sahneye koyduk... Ölenin artık “insan” değil de belli bir süre sonra siyasetin malzemesine dönüştüğünü “zımnen” kabullendik. Önce tehditler, sonra suikastlar kamusal vicdanlarımızı köreltti. Öldürülenlerin neyi savundukları, düşünce dünyamıza neleri katmak istedikleri, demokratik kültür üzerine neler düşündükleri heba oldu gitti... Tehditlerle başlayan zincir, bizi iyice köşelerimize çekebildi; suikastlarla sus pus olduk...

Kökeni, arkasındaki esrarı ne olursa olsun, biz geleceğe bakmak niyetindeyiz ve endişemiz de tam burada uç veriyor. Geçmişi söz'le unut(tur)mak ne haddimize!.. Böyle bir derdimiz, ısrarımız da yok... Biz, bir hatırla(t)maya vesile olmak isterken, geçmiş katliamlara çıkan yoldaki tehditlerin bugün benzer bir hat izlediğini savunuyoruz. Bunu yapan güçlerin hazırladıkları metinlerin amatörlüğü, onların kim oldukları, dillerindeki o estetikten nasibini almamış ve küfürden de kaba üslubun ideal demokratik tartışma kültüründen ne kadar uzak olduğu zaten ortada... İşte bu son tehdit mektubunda aydınlara uzanan “dil”in içeriği, üslubundaki sığlığı tam da pratikte, bu mektubu yazdıranların işbaşına geldiklerinde demokrasimizi ne kadar sınırlayabileceklerinin göstergesi değil mi?.. Kulakları çekilen, onlara karşı teyakkuzda olunduğu ve içeride görev paylaşımının (cellat-komutan-başbuğ vb.) tamamlandığı, hesap vaktinin yaklaştığı bildirilen aydınlara söylenenler, aslında tüm topluma da söylenmiyor mu? Bugün bu aydınlarımıza yönelen tehdit okları yarın hangimize doğrulmaz ki? Yarın başka bir açıklamayı beğenmediği takdirde o metnin imzacılarına da salyalı “dil”ini uzatmayacağını hangimiz kestirebilir? Aramızda cellâdına kefil olacak var mı?..

Biz, tartışma dünyamızın kısırlaştırılmasına neden olacak, hepimizin birer söz'ü olabileceğini varsayarak beş vakit konuşabileceğimiz bir kamusal alanı ayaklarımızın altından kaydıracak, düşüncelerimiz arasındaki en güçlü köprüyü kurabilecek “eleştiri”yi dinamitleyecek böylesine faşizan eğilimler tarafından sarsılmaya seyirci kalamıyoruz. Tüm yurttaşlara da aydınlara yönelen bu tehditlerin önüne geçmelerini, bu konuda ses'siz kalmamalarını öneriyoruz. Devlet kurumlarını ve özellikle hükümeti, yıllarca çoraklaştırılan demokratik kamusal alanın daraltılması değil zenginleştirilmesi için uğraş vermeye, her türlü engelleme girişiminin derhal önüne geçmeye davet ediyoruz. Cumhuriyetçi bir rejimde devlet, demokratik kamusal alanın yurttaşlar lehine genişletilmesine ve savunulmasına çalışacak mı? İşte bizce demokrasi-cumhuriyet tartışmalarında acil çözüm bulunması gereken en “insani” sorun budur... Bu sorunun çözümüne yönelik tavır koymak, öyle sanıyoruz ki, cumhuriyetçi rejimin tüm yurttaşlarına ve kurumlarına yüklediği bir görev... Cumhuriyetimizin erdemi de -bir yönüyle- bu demokratik tartışma kültürünün her bakımdan genişletilmesinden ve savunulmasından geçmiyor mu?

Aksi halde, “Üç Maymun”un bundan önceki temsillerinden “hatırladığımız” kadarıyla bu işin sonu -ne yazık ki- belli gibi...


Neyi bekliyoruz Allah aşkına;
birileri çıkıp yine tehdidin tahdidini mi gösterecek bize!


Ayfer Tunç'un bir başka vesileyle hemşire parmağını salladığı gibi;
“Ne olursa dibe vurduk diyeceğiz?..”

Devlete Pedagojik 'Düşman' Aranıyor...



İlhan Tekeli ve Katılımcı Eğitim,
Alevi Çalıştayı'na Ne Katabilir?




İzleyebildiğim kadarıyla, din kültürü dersinin mecburi alınmasından ve devletçe verilmesinden yana olanlarla olmayanlar arasında laiklikliğe kadar varan tartışmalarda eğitim sisteminin içeriğini sorgulayanların sayısı çok az. Asıl itirazı, derslerin içeriğindeki tekbiçimlilik -İslam'ın Sünni Müslümanlık boyutu- olanların büyük bölümü de derslerde tektanrılı dinlere ve özelde İslam'a “doğru” yaklaşılması halinde sorunun çözülebileceği, nüfus cüzdanındaki “din hanesi” kaldırılınca devletin tarafsızlığa yaklaşacağı kanaatindeler...

Arada özgün öneriler getirip din kültürü dersinin zorunlu, mezhep bilgisi dersinin ise çocuğun ailesi hangi mezheptense ona uygun biçimde seçimlik verilmesini söyleyenler var... Yani "zorunlu seçmeli" gibi bir tekerlemeyle karşı karşıyayız. Tıpkı kredi doldurmak için seçtiğimiz seminer dersleri gibi... Hangi seminer dersine gireceğimiz bizim seçimimiz, ama mezuniyet için mutlaka bir seminer vermek zorundayız... Din kültürü dersinin tamamen kalkmasından yana olanlar dışında genel eğilim şu: Devlet, bu din kültürü dersini verecek, "ailenin çocuğu" ise alacak. Pozisyonlar net; alan-veren razı gibi... Üstüne de çocuk "ailesinin mezhebi" mucibince seçmeli ders alacak: “zorunlu seçmeli”... Özgürlükçü yorumları tercih edenler ise; anayasanın, din eğitiminin devlet tarafından verilmesini zorunlu tuttuğunu, ama vatandaşların bunu almak zorunda olmadıklarını belirtiyorlar. Kısacası, devlet her durumda verir, zira anayasa hükmü ama veli, yeni kanuni düzenlemeye gerek olmaksızın bir dilekçeyle çocuğunu bu dersten muaf saydırabilir. 

Sadece bu kadar mı? Kanımca tartışma, bizi iki uçtan birine çekmekte ısrarcı davranıyor, ama o kadar çok ara yol var ki, tartışmanın harareti bu ara yolları buğuluyor. Görmeye çalıştığım büyük resim şu: Çocuğa hâlâ inat ve ısrarla ailenin dini tercihlerine veya etnik-mezhepsel kimliğine bağlı olarak ders “biçiyoruz”. Çocuğun özgür iradesini bulabilmesi adına sokağa salınması ya da elimizi bırakıp yola fırlaması, güvenlik merkezli bilinçaltımızı sarsıyor. Çocuğun bir şeyleri sürekli pasif öğrenmesini istiyoruz; makbul çocukların peşindeyiz... Ne verirsek onu almalılar çünkü... Otoriter modernleşme algılarımız, farklı ideolojilerden gelsek de, ortak paydamızı kuruyor ve belki de uzlaşamayacağımızı baştan beri bilsek de “âmâ diyaloglarımız” varlık nedenlerimizi katmerliyor... Bu otoriter kandaşlığımız, dinlemekten çok konuşmayı bize meziyet saydırıyor. Ses çok, söz yok...

Din dersi bahane, eleştirel pedagoji şahane...
Devlet denen mekanizmanın bizdeki ceberutluğunu eleştirirken, eğitimin içeriğine müdahale etmekten imtina ediyoruz. Çoğunlukla laik hassasiyetlerimizi devreye sokuyoruz ama “eleştirel bir pedagoji” gündemimizi işgal etmiyor. Eğitime araçsal bakıyoruz; Cumhuriyet'in kalesi sayılan eğitim kurumlarını laisizimle boğuyoruz... Kale muhafızı öğretmenlere verilen şu müfredatın, öğrencilere dayatılan o kitapların esasında hurdalığa ayrılması gereken birer mühimmat olduklarını pek hesaplamıyoruz. Derdimiz, kaleyi teslim etmemek, savunma metotlarıyla beynimizi meşgul etmiyoruz...

Böyle olunca da en az devlet kadar bu işin “bürokratik”, “savunma” merkezli boyutuna takılıp yerimizde sayıyoruz. Her konuşmaya icraatın öneminden dem vurarak başlıyoruz: Eylem ve hamle fetişi içimizi gıdıklıyor ama yöntemlerimizin çürüdüğünün farkında mıyız?.. Elbette mezhep dayatması, tektip “din-mezhep-yurttaş” formu cumhuriyetin modernleşme sorunlarının bugünkü uzantısı olarak eleştirilmeli, ama esas sorun, çocuğu kendi tarafına çekiştirmeye çalışan aile-cemaat kültürü ile devletin eğitim zihniyetinin çarpışması...  Neden bu dersler seçimlik hale getirilerek, bir "din dersi" formatından çıkartılıp "inanç tarihi" dersine dönüştürülmüyor? Neden tektanrılı dinlerin ve onların mezheplerinin içine sıkışıp kalıyoruz? Neden inatla çocukların sınıfta belli şeyleri kendi aralarında tartışarak kendi inançlarını çizeceği örnekleri onlara mizansenle aktarıp diğer inanç biçimlerinin köklerini-gelişim süreçlerini ve tektanrılı dinlerin ortaya çıkışını vermiyoruz da hazır-paket din programlarıyla çocuklara günümüz dinlerinin 4-5 tanesini şematik olarak verip işi geçiştiriyoruz ve hocayı da ders çalışmamaya alıştıyoruz? Bunlar, esasında kavgalı kardeşler... Aile, hem mevcut uygulamaya taraftar olanları hem de buna karşı çıkanları barındırıyor...

Daha gündelik ve pıhtılaşma sorunu çeken, bürokrasinin her daim kıskacında olan somut bir soruna dikkat çekme derdindeyim. Aleviliğin mevcut hal(ler)i, bu sorunun en sancılı tanıklarından ama mağdurluk belli etnilere, sınıflara, tabakalara, kesimlere, halklara özgü değil... Genel bir mağduriyeti, sızlanmadan fakat direnerek ve öncelikle alttan örmek gerekiyor. Bunun da ilk yolu, eğitimde katılımcılık olabilir... Katılımcı bir eğitimle yine aşağıdan diyalog kurarak aşmamız gereken onca sorun varken, devlete sopa atmaktansa enerjiyi kendimize yoğunlaştırmaktan ve devleti kendi demokratik diyaloğumuz için kullanmaktan yanayım... Üstelik çözüm memurlarını kırlaşmış saçlarıyla masayı dolduran âkil adamlar ve kadınlardansa, toplumun kendisi olarak görmekteyim. Birilerinin bizim için değil, kendimiz için anlayış ve eleştiri geliştirmemiz kanaatindeyim. Herhalde hepimiz mevcut eğitim sisteminden geçtik; nice yargıyı ezberledik, ezeli düşmanlar edindik, sıra arkadaşımızın “suskun”luğuna anlam veremeden “günahkâr” dinleri ve mezhepleri kışkışladık, anlaşmayı zorlaştıran ama her nasılsa yüzyıllarca konuşulmuş, yazılmış Osmanlıca-Arapçaya vedahi yerel dil-lehçelere sırt çevrilerek büyütüldük. “Etni” nâmına bir şeye rastladığımızda cüzamlı görmüş gibi kaçtık, evde işbölümünü önce tv kumandasının maliki babamızdan ve elinde paçavrayla camlarda akrobatlık eden annemizden öğrendik, sonra ders kitaplarımızda bakkala giden erkek çocuğuyla ve toz alan kız çocuğuyla kamusal rolleri pekiştirdik... Birkaç soru işaretiyle hâlâ çarpışamadıysak, lisenin kavram sepetini belleğimizde taze tutuyorsak, o ezberci olmaktan da öte ayrımlarla işleyen ve ayırdıkça-karşıtlıklar kurdukça-böldükçe daha iyi öğrendiğimizi düşünen eğitim yapımız çoğumuzu yaşatmaya devam ediyor.

İlhan Tekeli ve çözümü birlikte örmek: Yeni bir toplum ideali...
ODTÜ'den Prof.Dr. İlhan Tekeli'yle bu vb. konuları kapsayan bir röportajımız bu ayki “Nasıl” dergisinde yayımlanıyor. Odak noktası “din kültürü ve ahlak bilgisi” dersleri olmamakla beraber, yeni bir eğitim sisteminin nasıl olması gerektiğini bizimle tartışmıştı Tekeli. Eski tip "yapılanmacı", öğrenciye hap bilgiyi veren, soru sormaktan çok cevap ezberleten bir mantığı köhnemiş buluyor. Örneğin tarih derslerinde tarih'i hocanın o anda sınıfta yaratmasını, belli bir tarihi olayı didaktik bilgi vermektense o anda öğrencilere soru-cevap şeklinde yaşatmasını düşünüyor. Bu, öğrencinin sınıf katılımıyla bilgilere ulaşmasını sağlayacak bir süreç... Elbette temel bilgiler hoca tarafından aktarılıyor, ancak olayların tek doğrusunun olmadığı ve herkesin yorum yapabileceği, bilginin tekelleşmediği "katılımcı eğitim sistemi", laik ve akılcı-özgürlükçü eğitim sisteminin öncelikli görevi değil mi? Asıl modernleşme krizi bu değil mi? asıl büyük resmi görmek gerekmez mi? Belki de Alevilik bahsine sıkıştırılan devletin "verdiği" ve vatandaşın "aldığı" din kültürü derslerinde en çok bu tarz bir eğitime, yani yapılanmacılıktan çok katılımcılığa ihtiyacımız yok mu?

Vermek ve almak “Allah'a mahsus” olduğu kadar, pedagojiye de bir şans tanınamaz mı?