Ara

Tehdidin Tahdidi Nedir?


bu işin sonu...



nasıl dergisi




Yaz bitti, siyaset hareketlendi.

Meclis açıldı, açılımlar iyiden iyiye hararetlendi...


Siyaset, bir süreliğine daha açık kartlarla oynanmaya başlandı. Demokrasinin halleri, yine herkesin dilinde... Kendisini rejimin-sistemin "mağduru" olarak görenlerden hükümeti ve devleti göreve davet edenlere, fikirlerini belli bir kurum/kuruluşa yaranmadan açıklama derdi çekenlerden “mesaj kaygısı”yla belli göndermelerde bulunanlara kadar birçoğumuz ekim ayının telaşını farklı biçimlerde yaşıyoruz. Yaşıyoruz ama nereye ve nasıl yol alıyoruz? Bunca telaşın içinde birkaç dakikalığına soluklanıp altımızdaki zeminin bir yerlere kaydığını da fark edebiliyor muyuz?

Biz, işte o telaşla bir yerlere yetişmeye gayret ederken azıcık durup nefes almayı deneyen, gidişattan rahatsızlık duyduğunu fark eden, değişik sınıflardan, şehirlerden, kültürlerden, çevrelerden gelen, iyi kötü çerçeve çizmeye çalıştığı birbirinden farklı görüşlere sahip ama ortak noktalarının çok olduğuna inanan gençleriz...

Peki, bu tartışmalar, nasıl bir zeminde cereyan ediyor? İkisi de birbirini türevi gibi göstermeye çalışan akımlar, “önce demokrasi mi, yoksa cumhuriyet mi?” açmazını sürdürürken, birbirini adeta “hadım etme”ye kalkarken; hepimizin ihtiyacı ve hakkı olan ifade özgürlüğümüze ket vurmaya çalışan şiddetle bezeli tehditlerin son günlerde ulaştığı akılalmaz boyutların ne kadar farkındalar? Özgürlükçü bir kamusal alandaki tartışma ortamının daraltılmasına yönelik girişimler, aydınların tehdit edilmesiyle tırmandırılırken; hem “savunmacı-muhafazakâr” pozisyonda olmakla eleştirilen cumhuriyetçiler hem de demokrasiyi cumhuriyetin önünde ve onun belirleyicisi olarak görenler, ortak bir “dilsizleştirme-suskunlaştırma” kampanyasına karşı birleşemezler mi? Birey temelli düşündüğümüzde de; bugün saldırı tehditlerine maruz kalmayan her yurttaş, sesini yükseltmek için tehlikenin illâ ki kendisine yönelmesini mi bekliyor?

Biz, ortak ifade özgürlüğümüze yönelen tüm engelleme girişimlerinin karşısında duruyoruz. Hangi düşünceye sahip olursa olsun, hangi siyasi gruba sempati-empati duyarsa duysun, hangi dili-lehçeyi konuşursa konuşsun, hangi şehirden gelirse gelsin, hangi aileye mensup olursa olsun, şiddeti övmediği ve ona çağrı yapmadığı sürece her görüşün savunulabilmesinden yanayız. Hiçbir düşüncenin farklı yollarla duyurulmasına ya da kamusal alanımızda tartışılmasının yasaklanmasına göz yumamıyoruz...

Bugün resmi ya da sivil herhangi bir gücün, otoritenin hangi nedenden hareket ederse etsin, ifade özgürlüğünün önünde durmasını kabullenemiyoruz. Bir insana yönelen her türlü tehditte tüylerimiz ürperiyor... Hele ki devlet kurumlarının ve hükümet adına açıklama yapan yetkililerin, bu hakkı ihlâl eden girişimlere karşı durmamalarını, gereken önlemleri zamanında almamalarını içimize sindiremiyoruz. Tehdit içeren ifadelerle aydınlarımıza aba altından sopa gösteren, düşünceleri çıplak şiddetle kesebileceğini sanan bu demokrasi kasaplığına seyirci kalan, önlem almayan ya da görüp başını çeviren, duyup susan, dinleyip aktarmayan tüm yurttaşların da kamusal tartışma alanımızın daralmasında sorumluluk payları olduğunu hatırlatmak istiyoruz. “Baskın Oran ve arkadaşları” hedef gösterilerek yazılan lanet mektubun acı biçimde tecrübe edilmemesi için, bu sefer biz herkesi ve yetkili her kurumu uyarıyoruz...

Nice aydın, sanatçı ve unvansız yurttaş, faili belli ya da “meçhul” birçok saldırıda hayatlarını kaybetti. “Fazla konuşan”ın gideceği adresin kâğıdı eline tutuşturuldu... Kamu organları, tehditleri genelde ciddiye almadı, göstermelik önlemlerle yetindi; devletimiz güçlü(ydü) ama yurttaşlar bu güçten pek bir fayda göremiyor(du). Katliamlar o kadar sıradanlaştı ki, tehdit mektupları alan insanlarımızın birçoğu -ne yazık ki- yaşamaktan çok ölümü kendilerine daha yakın hissetmeye başladılar; “vadesi” dolan gidiyor(du)... Kamuoyuna yansıdığı kadarıyla tehditler, rotasını dönem dönem değiştirse de sonuç aynı: Demokratik tartışma kültürü herkesin aleyhine bir biçimde; en doğal haklar olan yaşam ve ifade özgürlüğünü ortadan kaldıracak ya da onu kullanılamaz hale getirecek kadar budandı. Cinayetleri “çözmek” adına takip başlatan medyada bu konular sıcaklığını ve insaniliğini yitirdi. Katledilenlerin hayatboyu savundukları düşünceleri, dertleri ve en önemlisi birer “insan” oldukları gerçeği unutuldu. Onlar, devletin-örgütlerin elinde adeta polisiye bir maceranın öğelerine dönüştürülüverdiler. Biz yurttaşlar ise, ses'imizi kamusal bir platforma taşımamanın, yani susma'mızın sorumluluğunu devlete ve örgütlere yükleyip kendimizi medyanın enformasyonuna teslim ettik. Çoğu “düşünce kırımı”; aydınların “düşünce ayrılıkları” nedeniyle ölüm-vahşet üzerinden değil, bir insan bedeninin “dil'iyle, söz'üyle birlikte ortadan kaldırılması” üzerinden de hemen hemen hiç konuşulmadı. Bu “kırım”lar, siyasi tartışmaların gölgesi altında eridi.

Cumhuriyetçi-demokrat ayrımları “sizden gitti-bizden şimdilik yaşıyor” ayrımları yoluyla iyiden iyiye “kökleşti-katılaştı-insansızlaştı; değersizleşti”. Bir insanı katletmek, bu korku toplumunda bizi dil'sizleştirdi, olayları tartışmadan hemen unutmayı, duymamış gibi davranmayı, görmemeyi ve hatırlamamayı tercih eder hale geldik: Her katliamda toplumca “Üç Maymun”u tekrar sahneye koyduk... Ölenin artık “insan” değil de belli bir süre sonra siyasetin malzemesine dönüştüğünü “zımnen” kabullendik. Önce tehditler, sonra suikastlar kamusal vicdanlarımızı köreltti. Öldürülenlerin neyi savundukları, düşünce dünyamıza neleri katmak istedikleri, demokratik kültür üzerine neler düşündükleri heba oldu gitti... Tehditlerle başlayan zincir, bizi iyice köşelerimize çekebildi; suikastlarla sus pus olduk...

Kökeni, arkasındaki esrarı ne olursa olsun, biz geleceğe bakmak niyetindeyiz ve endişemiz de tam burada uç veriyor. Geçmişi söz'le unut(tur)mak ne haddimize!.. Böyle bir derdimiz, ısrarımız da yok... Biz, bir hatırla(t)maya vesile olmak isterken, geçmiş katliamlara çıkan yoldaki tehditlerin bugün benzer bir hat izlediğini savunuyoruz. Bunu yapan güçlerin hazırladıkları metinlerin amatörlüğü, onların kim oldukları, dillerindeki o estetikten nasibini almamış ve küfürden de kaba üslubun ideal demokratik tartışma kültüründen ne kadar uzak olduğu zaten ortada... İşte bu son tehdit mektubunda aydınlara uzanan “dil”in içeriği, üslubundaki sığlığı tam da pratikte, bu mektubu yazdıranların işbaşına geldiklerinde demokrasimizi ne kadar sınırlayabileceklerinin göstergesi değil mi?.. Kulakları çekilen, onlara karşı teyakkuzda olunduğu ve içeride görev paylaşımının (cellat-komutan-başbuğ vb.) tamamlandığı, hesap vaktinin yaklaştığı bildirilen aydınlara söylenenler, aslında tüm topluma da söylenmiyor mu? Bugün bu aydınlarımıza yönelen tehdit okları yarın hangimize doğrulmaz ki? Yarın başka bir açıklamayı beğenmediği takdirde o metnin imzacılarına da salyalı “dil”ini uzatmayacağını hangimiz kestirebilir? Aramızda cellâdına kefil olacak var mı?..

Biz, tartışma dünyamızın kısırlaştırılmasına neden olacak, hepimizin birer söz'ü olabileceğini varsayarak beş vakit konuşabileceğimiz bir kamusal alanı ayaklarımızın altından kaydıracak, düşüncelerimiz arasındaki en güçlü köprüyü kurabilecek “eleştiri”yi dinamitleyecek böylesine faşizan eğilimler tarafından sarsılmaya seyirci kalamıyoruz. Tüm yurttaşlara da aydınlara yönelen bu tehditlerin önüne geçmelerini, bu konuda ses'siz kalmamalarını öneriyoruz. Devlet kurumlarını ve özellikle hükümeti, yıllarca çoraklaştırılan demokratik kamusal alanın daraltılması değil zenginleştirilmesi için uğraş vermeye, her türlü engelleme girişiminin derhal önüne geçmeye davet ediyoruz. Cumhuriyetçi bir rejimde devlet, demokratik kamusal alanın yurttaşlar lehine genişletilmesine ve savunulmasına çalışacak mı? İşte bizce demokrasi-cumhuriyet tartışmalarında acil çözüm bulunması gereken en “insani” sorun budur... Bu sorunun çözümüne yönelik tavır koymak, öyle sanıyoruz ki, cumhuriyetçi rejimin tüm yurttaşlarına ve kurumlarına yüklediği bir görev... Cumhuriyetimizin erdemi de -bir yönüyle- bu demokratik tartışma kültürünün her bakımdan genişletilmesinden ve savunulmasından geçmiyor mu?

Aksi halde, “Üç Maymun”un bundan önceki temsillerinden “hatırladığımız” kadarıyla bu işin sonu -ne yazık ki- belli gibi...


Neyi bekliyoruz Allah aşkına;
birileri çıkıp yine tehdidin tahdidini mi gösterecek bize!


Ayfer Tunç'un bir başka vesileyle hemşire parmağını salladığı gibi;
“Ne olursa dibe vurduk diyeceğiz?..”

Devlete Pedagojik 'Düşman' Aranıyor...



İlhan Tekeli ve Katılımcı Eğitim,
Alevi Çalıştayı'na Ne Katabilir?




İzleyebildiğim kadarıyla, din kültürü dersinin mecburi alınmasından ve devletçe verilmesinden yana olanlarla olmayanlar arasında laiklikliğe kadar varan tartışmalarda eğitim sisteminin içeriğini sorgulayanların sayısı çok az. Asıl itirazı, derslerin içeriğindeki tekbiçimlilik -İslam'ın Sünni Müslümanlık boyutu- olanların büyük bölümü de derslerde tektanrılı dinlere ve özelde İslam'a “doğru” yaklaşılması halinde sorunun çözülebileceği, nüfus cüzdanındaki “din hanesi” kaldırılınca devletin tarafsızlığa yaklaşacağı kanaatindeler...

Arada özgün öneriler getirip din kültürü dersinin zorunlu, mezhep bilgisi dersinin ise çocuğun ailesi hangi mezheptense ona uygun biçimde seçimlik verilmesini söyleyenler var... Yani "zorunlu seçmeli" gibi bir tekerlemeyle karşı karşıyayız. Tıpkı kredi doldurmak için seçtiğimiz seminer dersleri gibi... Hangi seminer dersine gireceğimiz bizim seçimimiz, ama mezuniyet için mutlaka bir seminer vermek zorundayız... Din kültürü dersinin tamamen kalkmasından yana olanlar dışında genel eğilim şu: Devlet, bu din kültürü dersini verecek, "ailenin çocuğu" ise alacak. Pozisyonlar net; alan-veren razı gibi... Üstüne de çocuk "ailesinin mezhebi" mucibince seçmeli ders alacak: “zorunlu seçmeli”... Özgürlükçü yorumları tercih edenler ise; anayasanın, din eğitiminin devlet tarafından verilmesini zorunlu tuttuğunu, ama vatandaşların bunu almak zorunda olmadıklarını belirtiyorlar. Kısacası, devlet her durumda verir, zira anayasa hükmü ama veli, yeni kanuni düzenlemeye gerek olmaksızın bir dilekçeyle çocuğunu bu dersten muaf saydırabilir. 

Sadece bu kadar mı? Kanımca tartışma, bizi iki uçtan birine çekmekte ısrarcı davranıyor, ama o kadar çok ara yol var ki, tartışmanın harareti bu ara yolları buğuluyor. Görmeye çalıştığım büyük resim şu: Çocuğa hâlâ inat ve ısrarla ailenin dini tercihlerine veya etnik-mezhepsel kimliğine bağlı olarak ders “biçiyoruz”. Çocuğun özgür iradesini bulabilmesi adına sokağa salınması ya da elimizi bırakıp yola fırlaması, güvenlik merkezli bilinçaltımızı sarsıyor. Çocuğun bir şeyleri sürekli pasif öğrenmesini istiyoruz; makbul çocukların peşindeyiz... Ne verirsek onu almalılar çünkü... Otoriter modernleşme algılarımız, farklı ideolojilerden gelsek de, ortak paydamızı kuruyor ve belki de uzlaşamayacağımızı baştan beri bilsek de “âmâ diyaloglarımız” varlık nedenlerimizi katmerliyor... Bu otoriter kandaşlığımız, dinlemekten çok konuşmayı bize meziyet saydırıyor. Ses çok, söz yok...

Din dersi bahane, eleştirel pedagoji şahane...
Devlet denen mekanizmanın bizdeki ceberutluğunu eleştirirken, eğitimin içeriğine müdahale etmekten imtina ediyoruz. Çoğunlukla laik hassasiyetlerimizi devreye sokuyoruz ama “eleştirel bir pedagoji” gündemimizi işgal etmiyor. Eğitime araçsal bakıyoruz; Cumhuriyet'in kalesi sayılan eğitim kurumlarını laisizimle boğuyoruz... Kale muhafızı öğretmenlere verilen şu müfredatın, öğrencilere dayatılan o kitapların esasında hurdalığa ayrılması gereken birer mühimmat olduklarını pek hesaplamıyoruz. Derdimiz, kaleyi teslim etmemek, savunma metotlarıyla beynimizi meşgul etmiyoruz...

Böyle olunca da en az devlet kadar bu işin “bürokratik”, “savunma” merkezli boyutuna takılıp yerimizde sayıyoruz. Her konuşmaya icraatın öneminden dem vurarak başlıyoruz: Eylem ve hamle fetişi içimizi gıdıklıyor ama yöntemlerimizin çürüdüğünün farkında mıyız?.. Elbette mezhep dayatması, tektip “din-mezhep-yurttaş” formu cumhuriyetin modernleşme sorunlarının bugünkü uzantısı olarak eleştirilmeli, ama esas sorun, çocuğu kendi tarafına çekiştirmeye çalışan aile-cemaat kültürü ile devletin eğitim zihniyetinin çarpışması...  Neden bu dersler seçimlik hale getirilerek, bir "din dersi" formatından çıkartılıp "inanç tarihi" dersine dönüştürülmüyor? Neden tektanrılı dinlerin ve onların mezheplerinin içine sıkışıp kalıyoruz? Neden inatla çocukların sınıfta belli şeyleri kendi aralarında tartışarak kendi inançlarını çizeceği örnekleri onlara mizansenle aktarıp diğer inanç biçimlerinin köklerini-gelişim süreçlerini ve tektanrılı dinlerin ortaya çıkışını vermiyoruz da hazır-paket din programlarıyla çocuklara günümüz dinlerinin 4-5 tanesini şematik olarak verip işi geçiştiriyoruz ve hocayı da ders çalışmamaya alıştıyoruz? Bunlar, esasında kavgalı kardeşler... Aile, hem mevcut uygulamaya taraftar olanları hem de buna karşı çıkanları barındırıyor...

Daha gündelik ve pıhtılaşma sorunu çeken, bürokrasinin her daim kıskacında olan somut bir soruna dikkat çekme derdindeyim. Aleviliğin mevcut hal(ler)i, bu sorunun en sancılı tanıklarından ama mağdurluk belli etnilere, sınıflara, tabakalara, kesimlere, halklara özgü değil... Genel bir mağduriyeti, sızlanmadan fakat direnerek ve öncelikle alttan örmek gerekiyor. Bunun da ilk yolu, eğitimde katılımcılık olabilir... Katılımcı bir eğitimle yine aşağıdan diyalog kurarak aşmamız gereken onca sorun varken, devlete sopa atmaktansa enerjiyi kendimize yoğunlaştırmaktan ve devleti kendi demokratik diyaloğumuz için kullanmaktan yanayım... Üstelik çözüm memurlarını kırlaşmış saçlarıyla masayı dolduran âkil adamlar ve kadınlardansa, toplumun kendisi olarak görmekteyim. Birilerinin bizim için değil, kendimiz için anlayış ve eleştiri geliştirmemiz kanaatindeyim. Herhalde hepimiz mevcut eğitim sisteminden geçtik; nice yargıyı ezberledik, ezeli düşmanlar edindik, sıra arkadaşımızın “suskun”luğuna anlam veremeden “günahkâr” dinleri ve mezhepleri kışkışladık, anlaşmayı zorlaştıran ama her nasılsa yüzyıllarca konuşulmuş, yazılmış Osmanlıca-Arapçaya vedahi yerel dil-lehçelere sırt çevrilerek büyütüldük. “Etni” nâmına bir şeye rastladığımızda cüzamlı görmüş gibi kaçtık, evde işbölümünü önce tv kumandasının maliki babamızdan ve elinde paçavrayla camlarda akrobatlık eden annemizden öğrendik, sonra ders kitaplarımızda bakkala giden erkek çocuğuyla ve toz alan kız çocuğuyla kamusal rolleri pekiştirdik... Birkaç soru işaretiyle hâlâ çarpışamadıysak, lisenin kavram sepetini belleğimizde taze tutuyorsak, o ezberci olmaktan da öte ayrımlarla işleyen ve ayırdıkça-karşıtlıklar kurdukça-böldükçe daha iyi öğrendiğimizi düşünen eğitim yapımız çoğumuzu yaşatmaya devam ediyor.

İlhan Tekeli ve çözümü birlikte örmek: Yeni bir toplum ideali...
ODTÜ'den Prof.Dr. İlhan Tekeli'yle bu vb. konuları kapsayan bir röportajımız bu ayki “Nasıl” dergisinde yayımlanıyor. Odak noktası “din kültürü ve ahlak bilgisi” dersleri olmamakla beraber, yeni bir eğitim sisteminin nasıl olması gerektiğini bizimle tartışmıştı Tekeli. Eski tip "yapılanmacı", öğrenciye hap bilgiyi veren, soru sormaktan çok cevap ezberleten bir mantığı köhnemiş buluyor. Örneğin tarih derslerinde tarih'i hocanın o anda sınıfta yaratmasını, belli bir tarihi olayı didaktik bilgi vermektense o anda öğrencilere soru-cevap şeklinde yaşatmasını düşünüyor. Bu, öğrencinin sınıf katılımıyla bilgilere ulaşmasını sağlayacak bir süreç... Elbette temel bilgiler hoca tarafından aktarılıyor, ancak olayların tek doğrusunun olmadığı ve herkesin yorum yapabileceği, bilginin tekelleşmediği "katılımcı eğitim sistemi", laik ve akılcı-özgürlükçü eğitim sisteminin öncelikli görevi değil mi? Asıl modernleşme krizi bu değil mi? asıl büyük resmi görmek gerekmez mi? Belki de Alevilik bahsine sıkıştırılan devletin "verdiği" ve vatandaşın "aldığı" din kültürü derslerinde en çok bu tarz bir eğitime, yani yapılanmacılıktan çok katılımcılığa ihtiyacımız yok mu?

Vermek ve almak “Allah'a mahsus” olduğu kadar, pedagojiye de bir şans tanınamaz mı?