Ara

Halk'a Cumhur'u Sevdirmek:

Kâh İdareci, Kâh Siyasetçi Hilmi Uran




Giriş


Bu yazıda 1908 Mülkiye mezunu, devlet kademelerinde sırasıyla; vilayet maiyet memurluğu, kaymakamlık, mülkiye müfettişliği, mutasarrıflık (sancağın en yetkili amiri), valilik, milletvekilliği, Nafıa (Bayındırlık), Adliye (Adalet) ve Dahiliye (İçişleri) Bakanlıkları görevlerinde bulunmuş; parti bünyesinde ise il başkanlığı, umumi müfettişlik, parti genel sekreterliği, genel başkan vekilliğini yürütmüş Bodrum doğumlu Hilmi Uran'ın (1886-1957) gözünden CHP tarihini irdelemeye çalışacağım. Yazı için temel kaynak, Uran'ın 1950'de siyasetten çekildikten sonra zamanının önemli bölümünü yazmaya ayırdığı “Hâtıralarım” adlı anıları ve devamındaki temel belgeler olacak. Satır aralarında kitabın 1959'daki ilk baskısıyla Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'nca 2008'de yapılan “Meşrutiyet, Tek Parti, Çok Parti Hatıralarım” adlı ikinci baskısının karşılaştırmasını da içerecek bu çalışma, parti-devlet bağlantılarına dönemler halinde ışık tutmayı deneyecek. Bu sayede, Uran'ın yukarıda belirtilen idari ve siyasi görevlerinin, söz konusu tek parti devrinde, aslında sanıldığı kadar birbirlerinden ayrı sınıflandırılamayacağı belirtilecek. Yazı, içeriden bir okuma yapma gayretiyle, Hilmi Uran'ın yayınladığı belgeler yoluyla, çok partili demokrasiye geçiş sancılarına da kulak dayayacak.


Hilmi Uran: Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Bir İdareci


Uran, anılarına Mülkiye'nin İstanbul'da yer aldığı dönemde okulun ve İstanbul'un genel durumu hakkındaki tespitleriyle başlıyor, 1904-1908 arasını bir tür okul içi deneyim süreci olarak görüyor. Bu masumane anlatı, hayat şartlarının zorluklarını ifade eden sayfalarıyla kimi zaman toplumsal bir içerik taşısa da, esasında okulun temel kuralları ve İstanbul'un eğlence hayatına dair bir özetten ötesini bize vermiyor.
Uran'ın anılarını, idari ve siyasi bir kişiliğin CHP üzerindeki tespitleri üzerinden okumak için, okul sonrasında başladığı görevlere bakabiliriz. Zira, Osmanlı'nın son döneminde yaşanan idari sorunların, genç bir idarecinin gözüyle anlatıldığı durumlar, cumhuriyetin yaşayacağı sorunlara da öncülük ediyor. Yeni memurlara staj niteliğindeki maiyet memurluğu için yazışma kaleminde (mektubi), geçici idare komisyonlarında görev alan Uran, burada üç sene boyunca resmi yazışma usullerini tatbik eder, çalışkanlığıyla göz doldurur. Bu çalışkanlığı, kendisine kıskanılarak iş verilmesine de neden olur. Bazı mesai arkadaşları, hızla ilerlemesine mani olmak istercesine, yazması için basit evrakları ayırır, ilerlemesine şüpheyle yaklaşırlar. Uran, bürokrasinin yaratıcılık istemeyen, rutin işler kısmıyla sınırlandırılmaya çalışılır. Bir yandan da görev yaptığı her birim, tarihi dönemeçleri okumasına yardımcı olur. İlk görev yeri olan İzmir, 2. Meşrutiyet'in ilanı sırasında eşkıyalık faaliyetlerinin sıkça görüldüğü, Ödemiş havalisine yönelik kanuni tedbirlerin alındığı yerdir. İç karışıklıklardan faydalanarak Bosna-Hersek'i ilhak eden Avusturya'ya karşı, bu ülkeden alınan feslerin topluca atılıp yerlerine kalpak, serpuş giyme mecburiyetinin getirildiği dönem de (Avusturya Boykotajı) İzmir'de görevli olduğu yıllara rastlar (Hâtıralarım, s. 25-31). Diğer maiyet memuru arkadaşlarıyla (Şükrü Saracoğlu gibi) Hizmet gazetesini devralarak iş çıkışları burada Meşrutiyet'e ve ülke yönetimine dair haberler hazırlamaya da başlarlar (s.40). Uran'ın tespitlerine göre halk, Meşrutiyet'in ilanıyla beraber, eski devrin hileci ve rüşvetçi memurlarının üzerine gidilmesini özellikle istemektedir. Bu doğrultuda, İttihat ve Terakki'nin ilk işlerinden birisi, Mebusan Meclisi'nin 30 Haziran 1909 tarihinde kabul ettiği Tensikat Kanunu'nu uygulamak oluyor. Kanun, merkezde ve vilayetlerde çalışan hâkimlerin, memurların sicilleriyle birlikte her tür hâl ve hareketlerinin tetkik edilmesini, buna göre kadro dışı bırakılıp bırakılmayacaklarına karar verilmesini ayrıntılarıyla düzenliyor. “Kötü hali” tespit edilerek işten ayrılmalarına hükmedilen memurlara tazminat da ödenmiyor. Sadece liyakatsiz bulunarak ayrılmaları istenen memurlara tazminat ödeniyor. Bu kanunun uygulamaları sırasında oluşturulan komisyonlardan çıkacak kararları bekleyen memur ve hâkimlerin tedirgin bir halde işlerine gittiklerini, “tensik” işi bitene dek memlekette ciddi huzursuzluk yaşandığını, komisyon kâtibi olarak görevlendirilen Uran, anılarında aktarıyor (s. 40-42). İzmir başta olmak üzere, Manisa, Aydın, Denizli, Muğla sancaklarında görevli vilayet memurlarının hal tercümeleri (dosyaları) Uran'ın görevli olduğu komisyona yağmaya başlıyor. İşin ağırlığı altında ezilmekten korkan ekip, iş bitince yoğunluktan değil, tasfiye edilen ve istihdam edilmemek üzere memuriyetten çıkarılanların kısa zaman sonra başka yerlerde yeniden memur olmaları üzerine emeklerinin heba olmasından dert yanıyor (s. 43). Bir türlü kurumsallığını oturtamayan ve kişilere, hükümetlere, anlık kararlara bağlanan Türkiye bürokrasisinin Osmanlı'daki uzantıları üzerine önemli bir anekdot...
Maiyet memurluğunda karşılaştığı önemli hadiselerden birisi de eşkıyalık konusunda alınan tedbirler... Eşkıyalar, özellikle Ödemiş'te halkın desteğini kazanıyor ve haksız zenginleştiğine inanılan insanları dağa kaldırarak, halkın adalet makamı olarak, eprimiş devlet otoritesinin yerine geçiyorlar. Bu, İttihat ve Terakki'nin 1908 sonrasında dikmek istediği kılıfın dışında bir çizgi ve çıkarılan kanun da Ödemiş'te bir divan-ı harp kurularak yargılamalara başlanmasını içeriyor. Uran ise burada kâtiplik yapıyor ve halkın eşkıyaya yaklaşımını, devlete bakışını deneyimleme fırsatı buluyor. Oradan aktardığına göre halk, bu sempatisini sadece eşkıyaya yardımla sınırlı tutmuyor, evlatlarının ileride birer eşkıya olmasını da istiyor. Efelik, bir gurur simgesi olarak ahalide hüküm sürerken, Uran'ın genç yaşında hukuksal ve kurumsal düzenlemelerle bu eğilimin üstesinden gelinebileceğine, halk nazarında efeliğin bir ideal olmaktan çıkarılabileceğine dair umudu var. Bu umut, cumhuriyet devrimlerindeki düzenlemelerle hayata geçiyor (s. 45). Uran, cumhuriyet inkılaplarının ne derece önem taşıdığını anılarında Osmanlı ve İttihatçıları eleştirerek pekiştiriyor. Gerçi devrimlerin efelik ve eşkıyalık konusunda ne derece başarılı olduğu tartışmalı, ancak Uran'ın ilerleyen bölümlerde, idarecilik anılarını birbirine bağlarken sorunların çözümünde referans noktası olarak cumhuriyet devrimlerini işaret etmesi, cumhuriyetin kısa sürede tüm aksaklıkların üzerine gittiğini söylemesi de bu devri, 1950'ye kadar bir tür “altın çağ” olarak adlandırmasıyla eşdeğer gibi gözüküyor.
Uran'ın okulda edindiği bilgiyle bürokraside karşılaştıkları arasında yaşadığı ilk şok, vilayet yazışma kalemine gelen bir evrakla ilgili. Bergama Kaymakamı'nın bir ecnebinin evinin aranmasına yönelik izin isteyen yazısını okul bilgisi çerçevesinde değerlendirerek mevzuatı yorumlar Uran. Bir yandan da kendini gösterme gayretiyle amirine kısa bir yazı döşenir, mevzuatla beraber adli kapitülasyonları hatırlatarak bu ecnebinin evine rahatlıkla girilemeyeceğini “arz eder”. Heyecanla yazısına tebrikli bir geri dönüş beklerken, muavinin yukarıdan aşağıya çizilmiş halde elyazısını kendisine gönderdiğini görür. Altında mealen şunlar yazar: “Geçerlilikte bulunan kanunlar ve nizamlar dairesinde icabını icra ederek neticeden bilgi veriniz!...“ Uran'ın idari işleyişe yönelik ilk katkı denemesi hüsranla sonuçlanır, mevzuatı yorumladığına inandığı okul bilgisi, kısa ve matbu bir emirle çöker. Uran'a göre, muavinin düştüğü not, son dönem Osmanlı idaresine dair bir yaklaşımı imler: “Bu, suya sabuna dokunmaksızın sorumluluğu tamamıyla karşıdakine bırakmanın formüle edilmiş güzel bir yolu idi.” (s. 37)
Menemen Kaymakamlığı'na 1911'de atanan Uran, çevreyi tanıma turlarına çıkar. Evindeki aşçısına bir sohbet sırasında bakır tepsinin neden kırmızı olduğunu sorar. Birçoğumuz “ee, ne ilginçliği var bu sorunun, neden bu yazıda lüzumsuz bir anekdot olarak işleniyor?” gibi bir suali düşünebilir. Ancak Uran, okul ve hayat arasında kurduğu bağlantıyı ecnebinin evinin aranması hadisesine benzer bir şekilde burada da devreye sokuyor (s. 48-49): “...aşçı şaşırmıştı, gözlerimin içine bakarak, çekingen bir tavırla, 'Henüz kalaylanmamıştır, efendim' dedi. Fakat işin aslı, evimde bakır kapları hep beyaz görmeye alışık olduğum için, bakırın aslında kırmızı olup da kalaylandığında ağardığını düşünememiş olmamdan ibaretti. Halbuki Menemen'e, mektepte kimya okumuş ve bakırın her türlü vasıflarından imtihan vermiş bir adam olarak gitmiştim. Hayatta ilk mesuliyetli vazifeye başladığım anda bu, benim için hayatın da ayrı bir mektep olduğu ve hatta asıl mektebin bu olduğu hakkında acı bir tecrübe olmuştu.”
Menemen'de idari olduğu kadar hayati tecrübe de edinen Uran, anılarında ayrıntılara daldıkça, yönetici adaylarına uyarılarda bulunmayı da ihmal etmiyor, zamanın çekirge salgınına, orman yangınına karşı verdikleri mücadeleyi safhalarıyla anlatıyor (s.52-54). Çekirge saldırısı deyip geçmeyin, bunun bölgeye verdiği zararın yanında, bazı kimseler için geçim kapısı olduğunu da belirtelim. Şöyle ki; Menemen ve civarında başlayan çekirge salgınına sığırcık kuşlarıyla önlem almak isteyenler, Ankara'nın Çamlıdere ilçesinden sığırcık besleyenleri buraya davet ediyorlar. Çekirgenin baş düşmanı olan sığırcık, onlarla besleniyor ve bölgeyi çekirge istilasından kurtarıyor. Ancak sığırcıklar Menemen'e göç yoluyla değil, inanışa göre, Ankara Çamlıdere'deki şifalı suları hükümet izniyle şişelere doldurup buralara gelen kişilerin çekirge yuvalarına bırakmasından sonra “teşrif ediyorlar”. Hükümetin iznini alan bu kişiler, “sığırcık şifacılığı”nı zamanla bir geçim kapısına dönüştürüyorlar. Ancak Hilmi Uran bu işe göreve geldikten sonra müsaade etmiyor.
1914'te Menemen'den Çeşme Kaymakamlığı'na atandığında 1. Dünya Savaşı patlak veriyor. Osmanlı'da temelde devleti kurtarma üzerinden yürüyen tartışmalarda Uran daha çok “Osmanlıcılık” ideolojisini eleştiriyor... Mebusan Meclisi'nin kozmopolit yapısının başlarda Meşrutiyet'e dair olumlu görüşlerden beslendiğini, ancak bu meclis yapısının imparatorluğu zamanla çöküşe götürdüğünü savunuyor. Ülkeyi “kalkındırma ve kuvvetlendirme” vasıtası olarak başlatılan hareketin, Osmanlıcılığı oluşturan bütün unsurların zamanla büyük bir milliyet ve kendini beğenmişlik sevdası peşinde birbirlerinin gırtlağına sarılmasının da zeminini kurduğuna inanıyor (s. 57).
Osmanlı'dan devralınacak etnik ve ekonomik yapı ile nüfusun mesleki eğitimi için Uran'ın İzmir-Çeşme'deki kaymakamlığına da bakılabilir. Uran'ın İzmir macerası, İstanbul'da yetişmiş idareci adayı için önemli bir deneyim niteliğinde, zira burada tam da Rum göçünün yaşandığı günlerde görevine başlıyor. Nüfusun büyük bölümünü oluşturan Rumların, Osmanlı'nın kendilerine zarar vereceği haberlerinin -Uran'a göre dedikodu- yayılması üzerine, Balkan Savaşlarının hemen ertesinde Yunan adalarına yerleşme istekleri, beraberinde ciddi bir demografik dağılmayı, zanaat açısından tükenmeyi, işi bilen adamların kaybını getiriyor. Öyle ki, 45000 nüfuslu Çeşme'nin 40000'i (hepsi Rum) göç kararı aldığında, yerleşik düzen birden sarsılıyor (s. 72). Rumeli'nin yüksek ve sert iklimlerinden gelen yeni muhacirler ise deniz iklimine yabancı ve örneğin, anasonu hayatında ilk kez görüp tarlada hayvanlarına yedirmeye kalkanlar var (s. 65-68). Göç sırasındaki nakil işlemlerinin yönetim kabiliyetine ihtiyaç duyması bir yana, gidenlerin yaratacağı boşluğu doldurmak ve yeni gelenlerle göçenler arasında yağmadan kaynaklanabilecek sürtüşmelerin yaşanmasına olanak tanımamak da genç bir idarecinin ilginç deneyimler yaşaması anlamına geliyor.
Çeşme, Menemen'e nazaran ayrıntılandırılmış bir teşkilata sahip. İlçede iki bucak ve dört liman reisi var. Çoğunluk Rumlarda ve genelde Alaçatı, Ağrilya, Aşağı Çiftlik, Reisdere, Köste civarında yoğunlaşmışlar. Türklerle (yani Müslümanlar) pek irtibatları yok, pazarda daha çok Rumların işleri satışa çıkıyor, temel zanaatler ellerinde. Uran, göç öncesinde bir demografik keşif yaparken iktisadi-sosyal unsurlara değiniyor ve sürekli olarak Rumların Türkleri iktisadi baskı altında tuttuklarını, kendilerini imparatorluk içinde azınlık gibi göstermelerine karşın Çeşme civarında asıl gücün ellerinde bulunduğunu belirtiyor. Türkler Rumca da konuşurken, Rumların Türkçe öğrenmemekte ısrar etmelerini, Türklerle ticaret dışında komşuluk ilişkisi kurmamalarını not ediyor. Türklere ise övgüler yağdırıyor, mazlum olsalar da “milliyetlerini Rum kalabalığı içinde taassupla koruyan, her tehlikeye karşı uyanık, nefsine güvenen ve cesur insanlar” olduklarının altı çiziliyor (s. 61). İmparatorluğun çoğunluk-azınlık terazisi burada Müslümanlar aleyhine bozulmuş vaziyette... Ayrıca, Rumların önemli bölümü çiftlik sahiplerine müracaat ederek kiralama usulüyle bağ kuruyorlar, İzmir'e tarımsal ürün akıtıyorlar, ancak buralardan vakti geldiğinde ayrılmıyorlar. “İlçeyi istila eden, geçimsiz” Rum cemaatinin bu davranışları sürekli dava konusu oluyor ve süreç uzadıkça çiftlik sahipleri mallarının üstüne “soğuk su içmek” zorunda kalıyorlar (s. 63).
Uran, Çeşme Kaymakamlığı'ndan mülkiye müfettişliğine yükseltiliyor. 1918-20 arasındaki görevi sırasında birçok memleket geziyor, tecrübesini masa başında edinmemenin bir avantaj olduğunu iddia ediyor. Ne var ki, müfettişliğin olumsuz taraflarının da kişiyi fazla kitabi konuşmaya sevk etmesi, icraattan çok eleştiriye ve hata aramaya yönlendirmesi, kurulu bir düzen yerine sürekli göçebe hayata zorlaması ve en sonunda idari mesuliyet almaktansa dosyadan dosyaya koşturması olduğunu ekliyor. Uran, idari bir önlem olarak, müfettişlerin idarede zamanla başka birimlerde istihdam edilmelerinde yarar görüyor, bir kişinin sürekli teftişle görevlendirilmesinin kendisini körelteceğini ve devletin de onun yaratıcılığından istifade edemeyeceğini savunuyor (s. 115). Batum ve Kars'ta görev alıyor. Rusların ve Ermenilerin terk ettiği bir Kars'la karşılaşıyor; şehir, hercümerç içinde (s. 85). Kars, Ardahan ve Batum'da gerçekleşecek plebisit için hazırlık yapıyor. İdari görevlerini yürütürken bölgenin sorunları hakkında da tespitler yapıyor. Ulaşım şartlarının zorluğundan, ilkel tarım yöntemlerinden dem vuruyor. Rusların işgali altında olduğu dönemde Kars ahalisi, âşar vergisinden muaf tutulur, sadece arazi vergisiyle yükümlendirilirken; plebisit sonrasında Türklerin yönetimine geçen bölge insanına bir de âşar vergisinin uygulanması, halkta ciddi tepkiye neden oluyor, zira vergi, ürünün yüzde 12.5'ine denk düşüyor. Bu haksız durumu İstanbul'a bildiren Uran, hükümetten olumlu cevap alsa da, Kars'taki ordu komutanına verginin kaldırılmasını kabul ettiremiyor, çünkü ordu komutanı, hükümetten kendilerine hiçbir maddi destek gelmemesi sonucu ordu ihtiyaçlarının sadece bu âşar vergisi yoluyla karşılandığını belirtiyor (s. 89). Merkezden çıkan iznin uygulamaya geçirilememesine ve Osmanlı mali sisteminin çökmesine dair ilginç bir örnek...
Uran, mülkiye müfettişliği boyunca sürdürdüğü tetkiklerde makineleşmeye verdiği önemi şöyle dile getiriyor: “Birçok iptidailiğimiz gibi, kağnı için de bir gün tarihe karışmış olmak mukadderdir ve bu kendiliğinden olacak, her köylü avlusunda bu defa da, oklarına dayanmış olarak dört tekerlekli arabalar yatacaktır. Elverir ki, biz köy yollarımızı bir an önce yapalım ve köylerimizi umumi şoselere ve yollarına bağlayalım.” (s. 85) 1950'lerde anılarını yazarken kullandığı bu ifadeler, erken dönem cumhuriyet idaresinin 1929 Krizi'nde dahi mümkün olduğunca aksatmamaya çalıştığı (örnekler için bkz. s. 206-20) projelerinin devamı niteliğindeki bir diğer ulaşım ve sanayileşme hamlesini çağrıştırıyor: Marshall Yardımları ile birlikte ülkenin tarım ülkesi olarak kodlanarak çiftçiye krediyle traktör verilmesi, ulaşım ağının ve kentleşmenin özendirilmesi, şehre ürün akışıyla uyumlu yol ağının döşenmesi ve bunların elbette sorgulanmayacak devlet otoritesiyle ve devlet eliyle köylüye lütfedilmesi.
Hilmi Uran Kars'tayken, Sultan Reşat'ın vefatı üzerine tahta Vahdettin geçer ve Mondros Mütarekesi imzalanır. Uran, mütarekeyi o şartlar altında kaçınılmaz görür ve Mustafa Kemal'in Milli Mücadele'yi sonradan başlatacak olmasını Türklerin tarihi akışını değiştirecek bir olay biçiminde yorumlar. Kars'tan sonraki duraklar; Erzurum, Trabzon ve Giresun'dur. Giresun'da kaymakam emriyle tutuklanır. Sonradan öğrendiğine göre, Çeşme'deki Rum Göçü (Muhacereti) sırasında görev almasından dolayı İstanbul tarafından tevkifine karar verilmiştir. Buna anlam veremeyerek İstanbul üzerinden Çeşme'ye ifade vermeye giden Uran, hiç ummadığı bir gerçekle karşılaşır. Uran'ın birlikte görev yaptığı amiri Vali Rahmi Bey'le İzmir'de geçinemeyen zamanın kadısı Cevat Bey, sonradan cübbe değiştirip İzmir Cumhuriyet Savcısı olunca, Rahmi Bey'e güttüğü kişisel husumetini, onun döneminde cereyan eden göç olayının soruşturulmasına bağlamak ister. Doğal olarak, göçte görevli olan dönemin kamu görevlilerinin dinlenmesine kadar işi uzatır. Olayın kişisel husumet olarak gözükmesinin yanı sıra, Balkan Savaşları ertesindeki Rum Göçü ile, bundan sonra başlayan 1. Dünya Savaşı'ndaki Osmanlı topraklarında imzalanan göç kararlarının topluca birleştirilmesi hukuksal ve idari bir skandal olarak yorumlanır Hilmi Uran cephesinde. Düşününüz, dünyanın gözü Ermeni Tehciri nedeniyle sizin üzerinde ve konuyu özellikle gündeme taşıyan müttefikler... Siz, bu göç kararlarını birlikte ele almak ve kamu görevlilerini tutuklamak suretiyle tam da Ermenilerin ve müttefiklerin ekmeğine yağ sürüyorsunuz! (s. 113) Kişisel sürtüşmeler, devletin dışa karşı iddialarını da dayanaksız kılmakta...
Gelişmeler sırasında İstanbul'da Mebusan Meclisi son toplantısını yapıyor, işgalle birlikte feshediliyor. İşgalin dolaylı etkisi, Kurtuluş Savaşı'nın başka bir merkezde ilerlemekten başka yolu olmadığını kanıtlaması ve işgal karşıtı yerel-ulusal güçleri birleştirecek ilk adımı farkında olmadan atması... TBMM'nin kuruluş sürecine dair temel metinleri anı kitabında bulmak da mümkün (s. 120-24).
Uran, bir süre görev almadan yaşadığı Milas'ta, kendi deyimiyle, “halkla ilk defa resmiyet dışında bu kadar yakından temas” kurmuş ve “cemiyetimizin husus bünyesini ve o bünyede hadiselerin işleyiş tarzını layıkıyla öğrenmiş”tir (s. 127). Bir idarecinin toplum analizleri, toplumu devlete yaklaştırma ve halk'a otoriteyi sevdirme çabaları açısından bu giriş cümleleri kayda değer. Zira, Uran'ın gözlemlediği kadarıyla, Osmanlı ve cumhuriyet dönemi yöneticisi, icabında halktan mevkiine dayanarak şahsı için hürmet bekliyor, fakat saygısızlık sandığı ufak bir hareket karşısında duyduğu gücenmeyi vazifesinin ifa tarzına kadar yansıtabiliyor. Uran, özellikle küçük yerlerde yöneticilerin bu tavrının halkın devlet algısında ciddi hasarlar oluşturduğuna inanıyor. Halkın bu idarecileri memnun etmek, işlerinin ters gitmemesi için ellerinden geleni yapmak gibi bir “mecburiyeti” doğuyor. İdarecinin mi, yoksa vatandaşın mı hizmet sunan olduğu ayrımı silikleşiyor, belki de tersine işliyor. Üstelik, idari kayıtlar altında yürütülen, kontrollü bir ticaretin yerel görevliler tarafından suiistimale uğratılabileceğinin de altı çiziliyor. Devletin her türlü girişimi takibe alması, denetlemesi, vergiye bağlaması vatandaşta devleti sevmekten ziyade ondan çekinme duygusunu hâkim kılıyor. Uran'ın tüm derdi de bu “çekinme” duygusunu bir devlet ve otorite sevgisine dönüştürmek, cumhurperver bir halk yaratmak. Bu doğrultuda, hem Kurtuluş Savaşı yıllarında hem de Şeyh Sait İsyanı'nda (Uran buna “Şark İsyanı” da diyor) görev yapan, olağanüstü bir mahkeme niteliği taşıyan ve kararlarına itiraz yolu kapalı İstiklâl Mahkemelerinin kuruluş-yargılama usullerine, bunlardaki adalet mekanizmalarının (karar-onay-infaz) işleyişine değinmekten uzak duruyor, daha çok teşkilatlanışlarını aktarıyor. Ayrıca Uran, bu tip mahkemelerin olağan dönem adli mahkemelerinden ayrı esaslarla konumlandırılmalarını olumluyor. Devletin geçici ihtilal mahkemelerini kurmasının, halkın adalete güvenini tesis etmek suretiyle, fayda sağladığını düşünüyor. İstiklâl Mahkemelerinin karar alma usullerinin halk nazarındaki değerinden çok, bu mahkemelerin adli mahkemelerin işleyişinden ayrı yapılandırılması, sonra olağan döneme geçildiğinde halkın adalet mekanizmasının işleyişine güveni artırmış Uran'a göre. Çünkü idare, olağan dönemle olağanüstü dönem yargılama usullerini kesin biçimde ayrıştırarak, halkın adalet mekanizmasına güvenini tazelemiş (s. 182). Uran, halk-devlet ilişkilerini genç idarecilik dönemlerinden siyasetin değişik kademelerine kadar “otoriteye karşı gelmeyen, onu benimsemiş halk” - “vatandaşını sıkboğaz etmeyen, halkın kazancını yüksek vergilerle pula çevirmeyen, girişimciliğinin önünü açan âdil devlet” denkleminden okumaya gayret ediyor. “Otorite”yi gerek Osmanlı gerekse cumhuriyet devirlerinde bu kadar sorgulamadan, sadece onun aksak yönlerinde rötuşlar yapılarak ve dürüst idareciler eliyle düzeltilebilecek bir değer olarak tanımlaması, onun bürokratlık deneyiminin ilerideki siyasetçi kimliğine egemen olmasıyla ilişkilendirilebilir. Bürokrat Hilmi Uran, siyasete de devletmerkezlilik üzerinden eğiliyor, devleti ve partiyi veri alıyor, kurumu önceliyor, halk'a ilk elde devleti (cumhur'u) sevdirip, aksak yönleri yine devlet eliyle çözdürmeye çalışıyor. Otorite dışı bir açılıma geçit vermemeye gayret gösteriyor, devletin özellikle 1930'larda aşırılaştığı anları “makul” bir eleştiriye tabi tutuyor, bu bahse “İdare-Siyaset İç İçe: 'Aranan Adam' Hilmi Uran” başlığında değineceğiz. Osmanlı deneyimindeki yüksek vergiler, ayak basılmayan coğrafyalardan biat beklenmesi, cumhuriyet açısından ders alınacak noktalar olarak bu anılarda karşımıza çıkıyor.
Antalya Mutasarrıflığı'na atandığında Afyon ve Sakarya Muharebeleri için yapılan hazırlıklara katılıyor. 26-31 Ağustos 1922 Afyon Zaferi'nden sonra yaşanan Rum göçüne tanıklık ediyor. Burada Rumların eşyalarını almalarına müsaade edilirken altın götürmemeleri için özel önlemler alındığını, fakat Rumların hileyle yine de altın kaçırdıklarını ekliyor. Bu muhacirleri “Rum Kilisesi ve Yunan Megalo İdea'sının kurbanları” olarak görüyor (s. 145). Görevini sürdürürken yapılan TBMM seçimlerine halk tarafından habersizce aday gösteriliyor, Mustafa Kemal'e durumdan haberdar olmadığını bildiren bir mektup yazıyor, bu bilgilendirici tavrı olumlu karşılanıyor, ancak nihai aday listesinde adı geçmiyor. Mebus seçilemese de, Uran'ın tespiti o yönde ki, Mustafa Kemal'e diğer adaylar dururken kendisinin seçilmesini uygun görmediği yönündeki telkini takdirle karşılanıyor, ummadığı halde Adana'ya vali atanmasını sağlıyor (s. 148).
Ağustos 1923'te, 37 yaşında Adana Valisi olur Hilmi Uran. Bakanlığın yeni düzenlemesine göre, bütün livaların vilayet sayıldığı bir yapılanmaya gidilmektedir ancak Adana ve Edirne bu yeni yapıya dahil edilmemiştir. Şehirde su ve elektrik tesisatı yok, birkaç zengin ailenin kullandığı lokomobil adlı buharla çalışan tarım aleti dışında ziraatte makineleşme yaygınlaşmamış. Özellikle pamuk toplama aylarında şehrin nüfusu ve etnik çeşidi artıyor. Bunlardan özellikle Nusayriler üzerinde duruyor Uran ve meclisteki temsillerine kadar konuyu ayrıntılandırıyor. Bu grubun geleneklerini sürdürüp içine kapalı yaşamasını, dilini sürdürmesini Osmanlı'nın zaafı olarak görüyor, kendilerine gerçek ilginin ilk defa cumhuriyet döneminde gösterildiğini savunuyor. Uran'a göre, Nusayrileri toplumla kaynaştıran, onlara Türk oldukları hakikatini ve gururunu yaşatan, aslında Eti Türklerine mensup olduklarını tarihi bir hakikat olarak açıklayan ve milliyet ayrılığına son veren, Atatürk olmuştur (s. 162, vurgu bana ait).
Cumhuriyet tarihinin kırılma noktalarından biri sayılabilecek Şeyh Sait İsyanı'nda Adana'da bulunan Uran'ın kabine ve meclisten işittikleri, Mustafa Kemal'in Ankara'daki gücünü kanıtlıyor. Dönemin Başvekili Fethi Okyar'ın isyanı hafife aldığını düşünen Mustafa Kemal, vekiller heyetiyle buluşarak isyanla ilgili acil tedbirler alınması gerektiğini belirtip görüş topluyor. Ancak vekillerin çoğu Fethi Okyar'la hemfikir. Bunun üzerine Mustafa Kemal, işi gruba götürüyor. Fethi Okyar, grupta kendisiyle karşı karşıya gelmek istemediğini, gerekirse kabineyi dağıtabileceğini söylüyor ama Mustafa Kemal, grubun desteğini alarak Fethi Okyar'ı azınlıkta bırakıp başvekillikten bu yolla çekilmesinden taraf. Konu meclis grubuna gittiğinde, Mustafa Kemal tavrını biraz da hiddet ve asabiyetle ortaya seriyor. Bunun üzerine vekiller, karşı çıkacakları varsa da, Mustafa Kemal'den yana oluyor, isyanı bastıran ve devamındaki siyasal çehreyi çizen, Mustafa Kemal'in politikası oluyor (s. 170).

İdare-Siyaset İç İçe: “Aranan Adam” Hilmi Uran

Kısa süreliğine Ankara'da özel sektöre kayan Uran, daha sonra Saffet Arıkan'ın partinin Adana Müfettişliği teklifine sıcak bakarak resmen siyasete giriyor. Dönemin Türkiyesi, CHF teftiş teşkilatı tarafından dokuz mıntıkaya ayrılarak yönetiliyordu (s. 188).* Adana'daki görevi sırasında müfettişlikle mebusluğu -Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF)- birlikte yürütüyor, teftiş bölgesindeki gözlemlerini paylaşıyor. SCF'nin Mustafa Kemal'in yakınlarına kurdurulmasının, partinin Mustafa Kemal için bir emniyet, hatta icabında kaldırılabilme tedbiri içerdiğini düşünüyor (s. 193). Uran'ın SCF'nin örgütlenme politikalarını eleştirirken onları acelecilikle eleştirmesi de bir tür parti-devlet kontrol mekanizması örneği olarak görülebilir. Şöyle ki; Uran, SCF'nin taşrada yeterince örgütlenmeden belediye seçimlerine katılma telaşını yersiz bulur ve hareketin içeriği belli olmadan kâğıt üstünde “muhalif” diye belirmesinin sakıncalarına değinir. Aceleci adımlar, partiyi halk içinde bulunan “büyük bir hoşnutsuzlar zümresinin temsilcisi mevkii”ne sokmuş ve halk tabakalarının ruhuna sinmemiş körpe inkılap hamlelerini de tehlikeye atmıştır (s. 194). Uran, adını koymasa da, SCF'nin devlet-CHF güdümünde ve çizilen şemalar dahilinde bir muvazene siyaseti gütmesinden yana. Öyle ki, bu aceleciliğin hem örgüt yapısının oturmaması hem de kolaylıkla inkılap karşıtı hareketlerin odağına çekilmesi nedeniyle SCF'nin ömrünü kısalttığını da düşünmekte. Yani, Mustafa Kemal'in ikazına kulak asmayan, “pek de uysal kalmayacağı anlaşılan, idare edilir durumdan hemen çıkacağı müşahedesini veren ve hoşlanmadığı inkılaplardan kurtulma ümidini halkta sezdiren” (s. 199), üstüne üstlük beklenmedik oy alan muhalefet, bir nevi 'erken öten horoz'un akıbetine uğrayacaktı, diyor Uran...
Adana mebusluğu sırasında teklif edilen Nafıa Vekilliği (Bayındırlık Bakanlığı), ülkenin 29 Krizi'ne rağmen demiryolu ve karayolu yapımına önem verdiği dönemde, sanayileşme hamlesine atıldığı bir aralığa da denk düşüyor. Bu açıdan Uran'ın bakanlığında Türkiye, Sovyet uzmanlarla demiryolu ve atölye, fabrika, baraj yapımında ciddi işbirliğine gidiyor. Bürokratik sorunlar, bu dönemin yine başlıca konularından... Birçok proje, ödenek yetersizliği yüzünden rafa kaldırılıyor ya da bakanlıkların kendi ödeneklerini artırmak amacıyla birbirleriyle çekişmeleri, devlet içi uyumu bozuyor. Öyle ki, her yetkili, biraz fazla ödenek koparabilmenin ince hesaplarını güdüyor. Uran da Maliye Bakanı Abdülhalik Renda'nın ameliyat olmak için yurtdışına çıktığı bir dönemde -asli görevi (Bayındırlık Bakanlığı) uhdesinde olmak kaydıyla- makama vekalet ediyor ve o arada bir imzayla Bayındırlık'a ödeneği salıyor. Bu sayede hem izin veren olarak Maliye Bakanlığı'nın hem de izni alan olarak Bayındırlık Bakanlığı'nın nimetlerinden faydalanabiliyor (s. 226). Bayındırlık anılarını okudukça, 1920'lerin Ankara imar planlarını, şehrin öngörülen nüfusunu ve buna uygun yerleşimleri, su(lama) ve kanalizasyon altyapısının tarihçesini de öğrenmiş oluyoruz (ayrıntılı bilgi için bkz. Toplumsal Tarih, Temmuz 2009, S. 187; Bilâl N. Şimşir, Ankara... Ankara..., Bilgi Y., 2006; (der.) Tansı Şenyapılı, 'Cumhuriyet'in 'Ankarası', ODTÜ Y., 2005; Orçun İmga, Tek Partili Dönemde Ankara: Siyaset ve Yerel Demokrasi, Dipnot Y., 2006).
Rahatsızlığı nedeniyle yurtdışında tedavi görmek üzere bakanlıktan ayrılan Uran'ın mebusluğu sürer, yurda döndükten sonra, Mayıs 1935'te kendisine partinin İstanbul İl Başkanlığı görevi teklif edilir. Recep Peker'in parti genel sekreterliği döneminde bir yıl kadar görevini sürdürür. Haziran 1936'da yapılan değişiklikle valiler, aynı zamanda il başkanlıklarını yürütmeye yetkili kılınınca, bu görevden ayrılır. Düzenleme, basit bir yetki birleştirmesi değildir, cumhuriyet tarihinde daha sonra parti-devlet yakınlaşması ve hatta otoriter yönetimin içeriği üzerine derin tartışmaların da can damarını oluşturacaktır (konu hakkındaki temel görüşler için bkz. Cemil Koçak, “CHP-Devlet Kaynaşması Üzerine Belgeler (1936)”, Geçmişiniz İtinayla Temizlenir, içinde, İletişim Y., 2009, s. 109-29). Düzenlemenin içeriğini Atatürk, bir İstanbul gezisinde, Uran'a şöyle izah eder: “Partiyle hükümetin bundan böyle bir elden idare edilmesine karar verildi. Genel sekreterlik vazifesi, Dahiliye vekiline ve vilayetlerdeki parti reislikleri vazifesi de mahalli valilere devredilecek.” Bu durumda Uran, yayımlanacak beyannamenin ardından vazifesini İstanbul Valisi'ne bırakacaktır (beyanname için bkz. s. 247-48). Uran, bu tavrı bir aşırılık sayıyor ve otoriteyi 'makul' bir eleştiriye tabi tutarak, alınan kararın partinin bağımsızlığını tamamen ortadan kaldırdığını düşünüyor. Devamında, “hükümetin, kendi partisinin varlığına bile tahammül edemeyerek daha dar bir rejime yöneldiğini” savunuyor. SCF'nin kapatılma örneğiyle karşılaştırdığında, partinin daha otoriter bir yöne savrulduğunu şu sözlerle sabitliyor:
“-Beyannamenin önemi-...1930 senesinde, memleket idaresinde çeşitli partiler rejimiyle bir denetleme sistemi tesisi tecrübe edilmişken, (hükümetin) kendi partisinin denetlemesine bile tahammülsüzlük göstermekte oluşu ve bu tahammülsüzlüğü de 'memleketin siyasi ve içtimai hayatında güdülen yüksek maksatların tahakkuku' ve 'Partinin inkişafının hızlandırılması' gibi aslı olmadığı belli olan hedeflerle saklamaya çalışmasıydı“ (s. 249). Recep Peker'in genel sekreterliğe veda konuşmasında “her işde en doğru ve en iyiyi yapan büyük şefimiz Atatürk'ün ve Kemalizmin eserinin en sadık hizmetkârı olarak kalacağını” beyan etmesini de samimi bir konuşma saymadığını ekler (s. 248).
9 ay kadar mebusluk dışında görev üstlenmeyen Uran, meclis reis vekillerinden Abdülhalik Renda'nın vefatı üzerine 233 oyla Mart 1937'de bu makama oturur ve parti yöneticiliğinden meclis yöneticiliğine 'atlar'. Sene sonuna doğru İnönü, uzun bi soğukluğun ardından, Atatürk tarafından başvekillikten azledilir ve Celal Bayar Kabinesi göreve başlar. Bu kararda İnönü-Atatürk çekişmesinin, İnönü'nün son dönemlerde beliren kibirle karışık özgüveninin ve özellikle Nyon Konferansı'nda ve Hatay Meselesi'nde Türkiye'nin alacağı tavır ile İstanbul'daki Bomonti Bira Fabrikası'na dair anlaşmazlıklarının payı olduğu iddia edilse de (Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Pozitif Y., 2004, s. 539-42; Abdi İpekçi, İnönü Atatürk'ü Anlatıyor, Dünya Kitap, 2004, s. 43-44; Süleyman Yeşilyurt, Atatürk-İnönü Kavgası, Hiv Y., 2000, s. 49-54), karar sayesinde ekonomik ve sosyo-kültürel açılımlar konusunda Celal Bayar'ın görüşlerinin uygulamaya geçirilmesine de olanak tanındığı bilinir. *
Atatürk'ün ölümünün ardından kurulan Celal Bayar Kabinesi'ne adliye vekili olarak atanır. İsmet İnönü cumhurbaşkanı seçilmiştir, lâkin bu mevki, parti genel başkanlığını kendiliğinden getirmemektedir. Kurultay İnönü'yü seçene kadar, aynı zamanda başvekil olan Celal Bayar genel başkanlığa vekâlet eder. Refik Saydam'ın kurultayın başındaki nizamname teklifi, “ebedi başkan” olarak Atatürk'ü, “değişmez genel başkan” olarak İnönü'yü işaret etmekte ve bu “değişmezliğin” istisnalarını; vefat, vazife yapamayacak bir hastalığın sabit olması, istifa olarak maddelemektedir (Nizamname teklifi için, bkz. s. 285). “Şef” sisteminin miladı olan bu dönüşüm, en az 1936'daki “vali-il başkanı” düzenlemesindeki parti-devlet özdeşliği kadar partiyi demokrasi dersinden sınıfta bırakacaktır.
Parti meclis grubu çalışmalarına da değinen Uran, kapalı oturumlarda konuşulan konuların ardından, tavırları konusunda eleştirilen bir mebusun sadece uyarılmakla yetinilmesini kâfi görmüyor, her oturumdan sonra ilgili mebus için güvenoyuna gidilmemesinin bir yaptırım eksikliği olduğunu savunuyor. Grup başkan vekilliği süresince (1939-1943) grup müzakerelerinin kapalı yapılmasını da doğru buluyor ve bu konuda partiye yöneltilen eleştirileri haksız görüyor, çünkü ona göre parti, bu toplantıları açık yapsaydı, bazı mebuslar dışarıya karşı şirin gözükmek adına samimiyetlerini ve şiddetli eleştirilerini saklayabilirlerdi.
Meclis grubundaki eleştirilerin dışında, gerçek bir muhalefet kuruluncaya kadar meclisin kendi içinden çıkardığı bir de Müstakil Grup'a rastlıyoruz. Ali Rânâ Gürtan başkanlığında çalışan ekip, parti grubu müzakerelerinde söz alamaz, dinlemekle yetinebilirdi. Müstakil Grup'a üye olan mebus, kabineye giremezdi. Kendisinden ciddi muhalefet beklenen ve bir anlamda gerçek muhalefet partisinin prototipi olması tasarlanan bu “suni” grup, mecliste bekleneni veremiyor, yeterince muhalif olamıyor (s. 291).
1939'da başlayan 2. Dünya Savaşı'na İnönü'nün kararlı dış politika hamleleriyle girmemekte direnen Türkiye'ye Uran'ın penceresinden bakıldığında, parti içi tartışmalar daha netleşiyor. Uran, bu dönemde hükümetin meclise karşı kendini her zamankinden sorumlu hissettiğini, açıklamalar için sürekli bir araya gelindiğini ve parti içi muhalif isimlerin de hükümeti yıpratmayan sorular yönelttiğini hatırlatıyor (bkz. Kâzım Karabekir, Ankara'da Savaş Rüzgârları: 2. Cihan Harbi CHP Grup Tartışmaları, Emre Y., 1995). Devamında savaşın getirdiği ekonomik sıkıntılara değiniyor ve sözü Varlık Vergisi'ne bağlıyor. Servet ve kazançlar için kesin bir ölçü kabul etmeyen kanun, mükelleften alınacak vergiyi takdir yetkisine bağlamıştı. Vergi yerelde toplanmaya başlandıkça bu takdir yetkisi sorumluların elinde suiistimale uğratılabiliyor ve takdir, vergi tarhıyla orantısızlık içeriyordu. Vergiyi ödeyemeyenlerin Aşkale'ye çalışma kampına gönderilmeleri, Uran'a göre kanunun uygulanması sırasındaki merhametsizlik ve adaletsizlikleri gösteriyordu. Üstelik kanunun öngördüğü 400 milyonluk gelirin 100 milyonu henüz toplanamamıştı. Uran, burada siyasal tartışmayı daha çok meclis içine yönlendirmek ve sorumluluğu tümüyle partiye yüklemek niyetinde. Kanunu gerekçe göstererek ne Başvekil Saracoğlu'na ne de Maliye Vekili Fuat Ağralı'ya yükleniyor. Bunun yerine, o dönem mecliste görev yapan ve kanunun geçmesine müsaade eden tüm mebuslara, yani partiye topu atıyor (s. 316). Bir “yüzleşme” olarak Varlık Vergisi'nin içeriği ve uygulamalarına değinmek, gerçekten önemli bir siyasi sorumluluk örneği gibi gözükse de, Uran'ın anılarında daha önce gördüğümüz üzere, bunun siyasal sonuçlarını yine kurumsal mekanizmalara yüklemesi, sorun varsa bunu kurumları düzelterek aşmaya çabalaması, halka dönük bir açıklama yerine devletin içini değiştirerek halk'a cumhur'u (devlet'i) sevdirmeyi denemesi ve toplumsal içerik taşıyan ideolojik bir tartışmadan özenle kaçınması üzerinde durmalıyız. Sorumlu meclis, hükümet ya da tek tek kişiler olabilir de olmayabilir de... Uran da bir günah keçisi bulmak derdinde değil, ancak partinin bu kanunla su yüzüne çıkan ve gayrimüslümlere yöneldiği belli olan “sermayeyi Türkleştirme” gayretlerini neden halının altına itiyoruz? Türk-Yunan Mübadelesi'ni, '29 Krizi sonrası devletleştirme hamlelerinin bir bölümünü, Varlık Vergisi'ni, 6-7 Eylül Olaylarını Türkleştirme siyasetinin parçaları üzerinden okumak daha dürüstçe bir hesaplaşma olmaz mı? Bunca toplumsal ayrışmaya neden olan bir siyasi kararın tahlilini, siyasetin iç kurumlarında (parti-örgüt-meclis-hükümet vs.) yapmaya devam ettikçe, sorunun toplumu ilgilendiren yanına kulağımızı tıkamış olmuyor muyuz? Bu, Osmanlı'nın son dönemindeki devlet'i kurtarma düşüncesinin farklı bir tarihsellikte yeniden belirmesi değil mi? Devleti değiştirmeye-dönüştürmeye yeltenen mekanizma, halk'ın bu değişime paralel olarak devlet'ine yeniden saygı duyacağı, otoriteyi kabul edeceği otomatizmine nereden sahip oluyor? İşte belki de Uran'ın serzenişini yansıtan bir noktaya geliyoruz. Uran, yasal düzenlemeler Türk vatandaşlığının çerçevesini çizmiş olsa da 1950'ler Türkiyesi'nde “henüz Türk dilinin, kültürünün, âdet ve ananelerinin yurt sathında umumi bir hal alamadığı”ndan dem vurur. “Birçok köyün hiç Türkçe bilmediğini, bilenlerin de konuşamadığını, birtakım köylerde ise Türk olmadıklarını açık açık ve pervasızca söyleyenlerin olduğunu” vurgular (s. 346): “Sorun, dışarıya karşı güçlü olabilmekse, milli davalar içinde ele alınacak ilk dava, iç bünyede şuurlu bir milliyet birliğinin yaratılmasıdır ve (...) bu bir eğitim ve telkin davasıdır” (s. 347).
Savaş sonrasına dönersek; parti içi değişimlerde önemli bir halkayı Recep Peker'İn dahiliye vekilliğinden alınmasının oluşturduğu söylenebilir. Peker'in valileri bile kimi zaman huzuruna kabul etmeyen, yerel gelişmeleri dinlemeyen ve yalnızlaşan tavrı İnönü'nün tepkisini çekiyor. Mayıs 1943'te Suat Hayri Ürgüplü ile Hilmi Uran arasındaki yeni dahiliye vekili tercihini partinin ve bürokrasinin değişik kademelerinde bulunmuş, siyaseten partide münakaşaya bulaşmamış, iş bilen ve “aranan adam” Hilmi Uran'dan yana kullanıyor İnönü. Uran, yeni yoğun görevini yadırgamıyor. Bakanlık, diğer bakanlıklara nazaran oturmuş bir yapıda ve Uran'dan pek de yeni bir atılım beklemiyor (s. 322). Yine bakanlığı döneminde Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu meclisten geçiyor. Kanun; arazisi olmayan veya yetmeyen çiftçileri veya çiftçilik yapmak isteyenleri geçimlerini sağlayacak ve iş kuvvetlerini değerlendirecek ölçüde araziye sahip kılarak onları üretim araçlarıyla donatmak ve bu sayede yurt topraklarını sürekli işler halde tutmak amaçlarını güdüyordu. Bunun gerçekleşmesi için; devlet veya köy, kasaba ve şehir elinde bulunup da amme hizmetlerinde kullanılmayan arazinin, sahibi bulunmayan arazinin ve kurutulan bataklıklarla doldurulan göllerden hâsıl arazinin ve nihayet istimlâk edilebilecek sahipli arazinin talep edenlere dağıtılmasına izin veriyordu (s. 349). Şeklen iyi hazırlanmış gözükse de Uran, kanunun büyük arazi sahiplerinin mülklerine zarar geleceği korkusunu dilden dile yayacak kadar çarpıtılarak sunulduğunu, bunun da huzursuzluk yarattığını bildirir. Halbuki, ülkede sahipli araziye dokunmadan da kamu toprakları topraksız vatandaşlara verilebilirdi, diyor Uran. Üstelik toprağını işlemeyen arazi sahiplerinin topraklarının devletçe istimlâk edilebileceğine dair hükümler yerine, kanuna toprağı işletme tekniklerine ilişkin farklı maddelerin konulması durumunda yine büyük toprak sahiplerinin buna karşı çıkmayabileceğini savunuyor. Görüldüğü üzere Uran, zümreler-sınıflararası tartışma ve olası çatışmaların yerine, kamu topraklarının topraksızlara açılmasının sorunu çözeceği kanaatinde. Yani, asıl sorunun toprak mülkiyetindeki karmaşada olduğunu savunuyor ve her kesimin çıkarına olabilecek bir düzenlemeyi yine devlet organları ve yasal mevzuat eliyle aşabileceğimizi düşünüyor. Uran, bürokratik ve yasal mevzuatın değişiminin memlekette adil bir toprak bölüşümünü sağlayacağını ve böylece yeni kazanç alanları açılacağını savunarak, birkaç örneğini yukarıda sergilediğimiz devlet'in içini değiştirmenin ve yasal mevzuatta tadilata gitmenin topluma yarar sağlayacağına, bunun da toplumda karşılık bulacağına, halk'ın cumhur'u seveceğine meylediyor. Peki, gerçekten de yasal düzenlemelerde büyük toprak sahipleri ürkütülmeseydi, kamu toprakları işlemeleri için topraksızlara ayrılsaydı sorun çözülür ve CHP de daha sonra DP'nin suçlamalarında kullanacağı bu toprak reformu argümanını kendi lehine çevirebilir miydi? Çağlar Keyder ve Şevket Pamuk aynı görüşte değiller (“1945 Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu Üzerine Tezler”, Yapıt, S. 8, Aralık-Ocak 1985, s. 52-63). Kanunun meclis tartışmalarında söz alan Menderes, “Toprak kıtlığı mı var ki toprak dağıtmaya kalkıyorlar!” diye eleştiride bulunur. Gerçekten de istense, fazla zorlanmadan kamu toprakları yeniden üretime açılabilirdi, çünkü savaş kısıtlamaları nedeniyle üretimde düşme kaydeden toprakların tekrar üretime açılabilmesi, mülkiyet değişimine değil, tarlayı sürecek insan ve öküz sayısına bakıyordu. Üretim, köylünün topraksızlığı nedeniyle sınırlı değildi, yoksul köylünün tarlayı sürecek hayvanı yoktu. Üstelik Uran'ın dediği üzere, kamu toprakları topraksızlara tahsis edilerek de ekim yapılabilirdi. Ancak Uran'ın da bahsetmediği asıl soru(n) şu: Açılmaya hazır bu kadar kamu toprağı varken, köylü neden kendi ürününü ekip satmak yerine gidip de üç beş kuruşa ağaya çalışıyor? Çünkü köylünün tarlayı sürecek hayvanı, sabanı yok. Olay, üretim araçlarına sahiplik meselesinde tıkanıyor. Toprak olsa da tarlayı sürecek araç yok! Hilmi Uran, büyük toprak sahiplerini ürkütmekle eleştirdiği ve ülke gerçeklerini bilmediklerini iddia ederek suçladığı mebuslardan çok da farklı konumda değil aslında. Evet, Uran büyük toprak sahiplerinin topraklarını herhangi bir nedenle istimlâk etmek yerine kamu topraklarının kullanılabileceğine işaret ediyor, ama asıl sorunun hâlâ toprak mülkiyetiyle ilişkili olduğu noktasında yanılıyor. Köylünün kamu toprağını edinince üretimini artıracağına ve ne ağanın ne de köylünün CHP'ye karşı çıkacağına inanıyor. Keyder ve Pamuk'un belirttiği üzere, ağanın toprağında çalışan köylünün derdi, toprağın ağanın elinde tekelleşmesi değildi.

Bu koşullarda gerekli olan, toprak reformu değil, öküz reformuydu, çünkü yoksul köylünün tarlaya gereken hayvanı alacak parası yoktu. Topraksızlık yoksulluktan kaynaklanıyordu; yoksulluk topraksızlıktan değil! (Keyder ve Pamuk, s. 61; ayrıca bkz. Asım Karaömerlioğlu, Orada Bir Köy Var Uzakta: Erken Cumhuriyet Döneminde Köycü Söylem, İletişim Y., 2006, s. 117-149) Öküz reformu yapılamadığından, kanun da sonuçsuz kaldı ve 1945'te toprak dağıtımı açısından her kesim memnun edilmiş olsaydı bile, “öküz ağalığı” devam ettiği için ortakçılık, yarıcılık da devam edecekti. İronik bir şekilde, bu öküz sorununu kısmen aşacak ve kalkınmacılıkta simge olarak kullanacak kişiler de, Topraklandırma Kanunu'na karşı çıkan ve sonradan Demokrat Parti'yi (DP) kuran Menderes ve ekibidir. Marshall Yardımlarının girişiyle birlikte ilk traktörler de Anadolu'ya dağılacak ve büyük toprak sahipliğinde azalmalar görülecektir.
DP'nin kuruluşunun temeli sayılabilecek Dörtlü Takrir, Uran'a göre taktik bir içerik taşıyordu: “Önerge sahipleri, mensup oldukları partide ileri sürdükleri yenileşmeyi istemekten ziyade, aslında CHP'den ayrılmayı kararlaştırmışlardı ve önergedeki istekleri de bahaneydi” (Takrir'in metni için bkz. s. 359-61). Parti kurulduğunda ise serbest seçimi, dinin siyasete alet edilmeyeceğini, özel girişime yönelik düzenlemeler getirileceğini garanti ediyordu. Aynı dönemde hükümet belediye, il özel idaresi, mebus seçimi ve cemiyet kanunlarında değişikliğe giderek demokratik bir hava estirmeye çalıştı. Tek dereceli seçim ve “gizli oy-açık sayım” usulüne geçilerek Batı demokrasilerine “yolunuzdan gidiyoruz” mesajı verildi. Uran, tüm bu adımlarda parti içi muhalefetin takrir belgesini yayınlamasının ve devamındaki halk cereyanlarının payı olmadığı düşüncesinde. Ona göre, CHP'nin bu değişiklikleri istemesi demokratikleşme adımlarına zemin hazırladı, herhangi bir iç veya dış faktörün demokrasiye geçişte etkisi olmadı (s. 364). Gerçekleşen ilk seçimler de bu demokrasi hedefiyle orantılı olarak “hukuka uygun” gerçekleştirildi. Uran, “hileli seçim” olarak siyasi tarihe geçen '46 seçimlerinin öncesi ve sonrasını masaya yatırırken, hükümetin iyi niyetini referans alıyor. Kanundaki boşlukların, hükümetin seçimi erken tarihe alarak muhalefeti hazırlıksız yakalamasının, seçim sırasındaki eksik oy sayım iddialarının onun için pek değeri yok. DP'nin kopardığı yaygaranın hükümet tarafından sükûnetle karşılanmasını daha çok vitrine taşıyor. Yeni meclisteki DP mebuslarının seçime dair itirazlarını da söz alarak savuşturduğunu belirtiyor: “DP'nin, rejimi ve inkılaplarımızın esas ilkelerini bir tarafa bırakarak, seçimleri ne pahasına olursa olsun kazanmak hırsıyla ne kadar çirkin metotlarla çalıştığını ve iddialarında da ne kadar haksız olduğunu (meclisteki konuşmamda) etraflıca tasvir ettim.” (s. 367) Uran için hedef, çok partili demokraside bir serbest seçim ortamının oluşturulması ve bunun sürekli hale gelmesi. Bu nedenle, olaya rejim ve inkılap meselesi penceresinden bakıyor. Olay, bir tür “mevzuat demokrasisi”, biçimsellik ön planda ve işi bilen kurucu partiyle onun hükümetinin üstesinden gelerek inşa edebileceği bir “seçim” ortamı... Devletin “karar verdiği” çok partili demokrasi deneyimine geçilecek ve muhalefet de buna bir rejim sorunu çerçevesinde yaklaşacak.

Kaynakça

Atay, Falih Rıfkı , Çankaya, Pozitif Y., Ankara, 2004.
Bayar, Celal, Şark Raporu, Kaynak Y., İstanbul, 2006.
Çavdar, Tevfik, Türkiye'nin Demokrasi Tarihi: 1839-1950, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 4. Baskı, 2008.
İmga, Orçun, Tek Partili Dönemde Ankara: Siyaset ve Yerel Demokrasi, Dipnot Y., Ankara, 2006.
İpekçi, Abdi, İnönü Atatürk'ü Anlatıyor, Dünya Kitap, İstanbul, 2004.
Karabekir, Kâzım, Ankara'da Savaş Rüzgârları: 2. Cihan Harbi CHP Grup Tartışmaları, Emre Y.,Ankara,1995.
Karaömerlioğlu, Asım, Orada Bir Köy Var Uzakta: Erken Cumhuriyet Döneminde Köycü Söylem, İletişim Y., İstanbul, 2006.
Keyder, Çağlar ve Pamuk, Şevket, “1945 Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu Üzerine Tezler”, Yapıt, S. 8, Aralık-Ocak 1985, s. 52-63.
Koçak, Cemil, “CHP-Devlet Kaynaşması Üzerine Belgeler (1936)”, Geçmişiniz İtinayla Temizlenir, içinde, İletişim Y., İstanbul, 2009.
Öztürk, Saygı, İsmet Paşa'nın Kürt Raporu, Doğan Kitap, İstanbul, 2007.
Şenyapılı, Tansı (der.), 'Cumhuriyet'in 'Ankarası', ODTÜ Y., Ankara, 2005.
Şimşir, N. Bilâl, Ankara... Ankara..., Bilgi Y., Ankara, 2. Baskı, 2006.
Toplumsal Tarih, Temmuz 2009, S. 187 (“Başkenti Tasarlamak” Sayısı).
Uluğ, Naşit Hakkı,Tunceli Medeniyete Açılıyor, Kaynak Y., İstanbul, 2007.
Uran, Hilmi, Hâtıralarım, Ankara, 1959; Meşrutiyet, Tek Parti, Çok Parti Hatıralarım, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2008.
Yeşilyurt, Süleyman, Atatürk-İnönü Kavgası, Hiv Y., Ankara, 2000.

Şark musikisinden Garp müziğine











Ayşe Hür, Taraf, 23 Ağustos


‘ŞARAP KÜSTAHLIĞI’

Geçtiğimiz ay piyano virtüözü İdil Biret’in Topkapı Sarayı 1. Avlu’da Whitehall Orkestrası ile verdiği konser öncesi, Büyük Birlik Partisi’ne bağlı Alperen Ocakları üyesi bir grup ellerinde Doğu Türkistan bayrağıyla slogan atarak tekbir getirmiş, konser afişlerini yırtıp yakmıştı. Polisin saatlerce müdahale etmeden seyrettiği bu çirkin eylemi Vakit gazetesinin “Bir ülke böyle yıkılır-Mukaddes avluda şarap küstahlığı” başlıklı haberinin kışkırttığı anlaşılmıştı. Sonra, Topkapı Sarayı Müdürü İlber Ortaylı’nın organize ettiği garip bir özür töreni ile (garipti çünkü saldırıya uğrayan aslında İdil Biret değildi) Alperenler’in eylemi aklandı ve ‘hamamın namusu kurtarıldı’!

‘GAVUR MÜZİĞİ’

Vakit bu sefer de Cem Mansur yönetimindeki Ulusal Gençlik Orkestrası’nın keman virtüözü Ayla Erduran’la 18 ağustosta yine Topkapı Sarayı’nda vereceği konseri diline doladı. Bu sefer ‘şarap sponsoru olmadığı’ bahanesiyle içki tavizi verildi ama elbette bu Vakit’i tatmin etmedi. Bu sefer hedef müziğin kendisiydi. Vakit’e göre, Klasik Batı Müziği, ‘kilise müziği’, ‘Hıristiyan müziği’ olduğu için ‘İstanbul’u alıp kiliselere son veren atalarımızın mekânında’ çalınması ve dinlenmesi caiz değildi! Klasik Batı Müziği’nin kaynakları arasında elbette kilise müziği de var ama, bu katkı ‘devede kulak’ misalidir. Çok sesli müziğin esas kaynağı doğa ve insandır. Kaldı ki, kaynağı kilise müziği olsa ne çıkar?

YASAKÇI ZİHNİYETLER

Örneğin bir Batı gazetesi, Klasik Türk Musikisi’nin kaynakları arasında tekke müziğinin olmasından yola çıkarak müziğimizi aforoz etse ve “Viyana önlerinden püskürttüklerimiz bizim mekânlarımızda bu müziği çalamaz” dese ne hissederiz? Aslında ironiktir, benzer bir aforoz, 1930’lu yıllarda yapılmış, Türk Musikisi, ‘Bizans kökenli’ olduğu, ‘Hıristiyan mabetlerinde çalındığı’ için yıllarca yasaklanmış, yerine çok sesli Batı müziği yerleştirilmeye çalışılmıştı. Bu haftayı, ‘müzik’ ve ‘devrim’ terimlerinin yan yana gelmesi tüylerimi diken diken etse de, (aforoz edilme pahasına itiraf ediyorum ki) Türkiye’yi çok sesli müzikle tanıştırdığı için sempati duyduğum ‘Kemalist Müzik Devrimi’ne ayırdım.


Hars-medeniyet ikilemi

Cumhuriyetin ilk yılları, ‘hars’ (kültür) ve ‘medeniyet’ (uygarlık) ikileminin müzik alanındaki izdüşümü olan ‘alaturka-alafranga’ çatışmasıyla geçmiştir. 1923’te İstanbul’daki Musiki Encümeni lağvedilip, bünyesine Batı müziği derslerinin katılmasıyla yeniden açılmıştı. 1924’te Yeni Sinema’da Osman Zeki (Üngör) Bey’in yönettiği orkestra Zeki Bey’in Cumhuriyet Marşı ile Beethoven’in Beşinci Senfonisi’ni çalmıştı. İkinci konsere çıkarken orkestranın adı artık ‘Riyaset-i Cumhur Filarmonik Orkestrası’ idi. Bu konseri Ankara’da Musiki Muallim Mektebi’nin kurulması izledi. Başlangıçta öğrenilecek enstrümanlar keman, piyano, flüt ve viyolonseldi. Sonunda sadece bu aletleri çalanlar değil, kornist, oboist, fagotist gibi uzmanlar ellerindeki çalgılarıyla bu okullara yollandı. 1924’te ise Ekrem Zeki (Ün) ve Ulvi Cemal (Erkin) eğitim için yurtdışına gönderildi.

Kemalist ‘Musiki Devrimi’nin ikinci adımı, 1926’da Darülelhan’ın ‘Şark Musikisi Şubesi’nin kapatılması oldu. Bölümün kapatılacağını, derleme çalışmaları yapmak üzere gittiği Anadolu gezisinden dönüşte öğrenen Darülelhan’ın hocası Rauf Yekta Bey, “bir milletin musikisi resmî bir encümenin kararıyla nasıl ilga olunabilir?” diye şaşkınlığını belirttiyse de yapacak bir şey yoktu. Karar uzun süre basında ve kamuoyunda tartışılmış, hatta gazetelerde bu konuda anketler yapılmıştı. Elbette devletin zirvesinde alınan kararlara itiraz etmeye yürek isterdi. Sonuçta Ocak 1927’de Darülelhan ‘Konservatur’a dönüştürüldü. Şark Musikisi Şubesi de çalışmalarını folklor alanına kaydırdı.


Türk halkına bu müzik yakışmaz!

Mustafa Kemal’in, 9 Ağustos 1928’de, İstanbul’da Sarayburnu Gazinosu’nda halka ‘harf devrimi’ni duyururken Falih Rıfkı’ya (Atay) okuttuğu konuşması, ‘Türk musikisi’nin kaderini belirledi. Şöyle demişti Mustafa Kemal: “...Bu gece burada güzel bir rastlantı eseri olarak doğunun en seçkin iki müzik topluluğunu dinledim. Bilhassa sahneyi birinci olarak süsleyen Münire’t-ül Mehdiye Hanım sanatkârlığında başarılı oldu. Fakat benim Türk hissiyatım üzerinde artık bu musiki, bu basit musiki, Türk’ün çok gelişmiş ruh ve hissini tatmine kâfi gelmez. Şimdi karşıda medeni dünyanın musikisi de işitildi. Bu ana kadar Şark musikisi denilen terennümler karşısında kansız gibi görünen halk, derhal harekete ve faaliyete geçti. Hepsi oynuyor ve şen şâtırdırlar, tabiatın icabatını yapıyorlar. Bu pek tabiidir. Hakikaten Türk, fıtraten şen şatırdır. Eğer onun bu güzel huyu bir zaman içinde fark olunmamışsa, kendisinin kusuru değildir. Kusurlu hareketlerin acı, felaketli neticeleri vardır. Bunun farkında olmamak kabahatti...”


Ziya Gökalp etkisi

Bugün, Mustafa Kemal’in o gece Kemani Mustafa Sunar yönetimindeki Eyüp Musiki Cemiyeti’nin gamlı tarzını beğenmediği için böyle konuştuğunu düşünenler varsa da Mustafa Kemal’in alaturka musiki hakkındaki olumsuz düşüncelerinin ardında dönemin önemli ideologlarından Ziya Gökalp’in Türkçülüğün Esasları (1923) kitabında toparladığı fikirleri yatıyordu. Ziya Gökalp’e göre, memleketimizde yanyana yaşayan iki musiki vardı. Bunlardan biri kendi kendine doğmuş olan Türk halk müziği, diğeri Farabi tarafından Bizans’tan tercüme edilmiş Osmanlı musikisi (Gökalp’in diliyle ‘düm-tek usulü’ veya ‘Bizans musikisi’) idi. Bunlardan birincisi harsımızın, ikincisi ise medeniyetimizin musikisiydi ancak ikincisi halkın arasına inememişti, sadece üst tabakalara has kalmıştı. Dahası, “Bu musikiye İslam musikisi denilememesine başka bir sebep daha vardır: Bu musiki Ortodoks milletlerin, Ermenilerin, Yahudilerin mabetlerinde terennüm edilmektedir.”!


Dört yüz yıl bekleyemeyiz!

Nitekim Mustafa Kemal, 1 Kasım 1930’da Alman gazeteci Emil Ludwig’e şöyle diyecekti: “Montesquieu’nün ‘Bir milletin musikideki eğilimine önem verilmezse, o milleti ilerletmek mümkün olmaz’ sözünü okudum, tasdik ederim. Bunun için musikiye pek çok itina göstermekte olduğumu görüyorsunuz.” (Gazetecinin ‘Şark’ın tek anlamadığımız bilimi müziğidir’ demesi üzerine) “Bunlar hep Bizans’tan kalma şeylerdir. Bizim hakiki musikimiz Anadolu halkında işitilebilir.” (Gazetecinin “Bu müziğin iyileştirilmesi yoluyla geliştirilmesi mümkün olmaz mı” sorusuna cevaben) “Garp musikiciliği bugünkü haline gelinceye kadar ne kadar zaman geçti? (Gazetecinin ‘Dörtyüz sene kadar geçti’ demesi üzerine) “Bizim bu kadar zaman beklemeye vaktimiz yoktur. Bunun için Garp musikisini almakta olduğumuzu görüyorsunuz...”

Dört yüz yıllık gecikmeyi telafi için,1932’de İstanbul Eminönü Halkevi’nin davetiyle İstanbul’da bir konferans vermek üzere Viyanalı kompozitör Prof. Dr. Joseph Marx çağrıldı. Ancak, sonuç hayal kırıklığı oldu çünkü Marx’a göre Türk müziğini istediğimiz yana eğip bükmeye kalkarsak onu öldürmüş olurduk. Yapılması gereken Türk müziği ile Batı müziğini birbirine yakınlaştırmak, aralarında ilişki kurmaktı. Bunu yapmak için de Türk müziğinin milli kaynaklardan yararlanarak ve Batılı kaynaklardan güç alarak kendi halinde büyümesini beklemek gerekirdi. Elbette Marx’ın bu görüşleri beğenilmedi ve profesör ülkesine gönderildi.


Şarkı, gazel devrinin sonu!

1 Kasım 1934’te, Mustafa Kemal’in TBMM’nin Dördüncü Toplanma Yılı’nı açış konuşmasında yöneliş iyice belirginleşti. Büyük Şef, “...Arkadaşlar! (...) Bir ulusun yeni değişikliğine ölçü, musikide değişikliği alabilmesidir, kavrayabilmesidir. Bugün dinletilmeye yeltenilen musiki yüz ağartacak değerde olmaktan uzaktır. Bunu açıkça bilmeliyiz. Milli ince duyguları, düşünceleri anlatan, yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamak onları, bir gün önce genel son musiki kurallarına göre işlemek gerekir. Ancak bu sayede, Türk ulusal musikisi yükselebilir, beynelmilel musikide yerini alabilir. Kültür Bakanlığı’nın buna değerince özen vermesini, kamunun da bunda ona yardımcı olmasını dilerim” deyince o günlerde Basın Yayın Genel Müdürü olan Vedat Nedim (Tör) Bey durumdan vazife çıkarmış ve Dahiliye Vekili (İçişleri Bakanı) Şükrü Kaya’ya “Paşa böyle dediğine göre, herhalde alaturkanın yasaklanmasını istiyor. Yaparsanız sevinir” demişti. Şükrü Bey de alaturka musikiyi yasaklamıştı! Aslında, Mustafa Kemal’le Şükrü Bey, 1 Kasım konuşmasının hemen ardından buluşmuşlar ve Kızılay’da inşaatı süren Güven Anıtı’nı incelemişlerdi. Yani Vedat Nedim Bey’den önce, Mustafa Kemal’in Dahiliye Vekili’nin kulağını bükmesi ihtimali büyüktü.

3 Kasım 1934 günü ne ilginç bir rastlantı ki, yine bir Vakit gazetesi şöyle diyordu: “Şarkı, Gazel Devri’nin Sonu!” Aslında o dönemde İstanbul Radyosu sadece saat 18.30-21.30, Ankara Radyosu ise 19.30-21.00 arasında yayın yapıyordu. Alaturka müzik yayını ise bir saati geçmiyordu. Ancak buna bile tahammül edilememişti. Kahire’de yayımlanan El Belag gazetesi “...Biz Şark musikisinin kaldırılması için çok yazdık. Mısır’da bulunan Şark Konservatuarı’nın kapatılıp yerine bir Garp Konservatuarı açılmasını çok istedik. Bu suretle, gevşek, ağlatan ve ruhu bezginleştiren musikimizi kaldırmayı başarabileceğiz. İşte bugün, Şark ulusları arasında bir ulus bunu başarıyor” diye kararı alkışlamıştı. Yasaklama kararı alaturka musikiyle uğraşan çevrelerde üstü kapalı tepkilere neden oldu ama ‘devrimlere karşı çıkmak’ kimsenin haddine olmadığı için, ‘müzik devrimi’ dörtnala ilerlemeye başladı.


Milli Musiki Kongresi

26 Kasım 1934’te Ankara’da toplanan ‘Milli Musiki Kongresi’nde Ankara’nın ve İstanbul’un tanınmış müzik adamları biraraya gelip, Talim Terbiye’den Kazım Nami (Duru) ve Vedat Nedim (Tör) beylerin nezaretinde radyodan sonra plaklarda ve halka açık yerlerde çalınan alaturka müziğin önlenmesi, aile ocağında ‘aile muhiti’ için şarkılar bestelenmesi, operetlerin musiki, ahlak ve tiyatro bakımından kontrolü, lise sınıflarında musiki tarihi derslerinin okutulması, müzik derslerinin sınıf geçmeye katkıda bulunması, musiki müfettişliğinin kurulması, radyoda müzik yayınlarının kontrolü ve organizasyonu, Türk bestekârlarının eserlerinin ülkede ve Avrupa’da tanıtılmasının devlet işi olması konusunda kararlar aldılar. Mustafa Kemal kongreyi yakından takip etmiş, telefonla bilgi almış, talimatlar vermişti.

Bu kararlar uyarınca, İran Şahı Rıza Pehlevi’nin Türkiye’yi ziyareti dolayısıyla iki ülke tarihi arasında paralellikler kuran ilk Türk operası Öz Soy bestelendi. Eserin konusunu bizzat Mustafa Kemal seçmiş, eserin librettosunu (metnini) Münir Hayri (Egeli) yazmış, bestesini Paris’te müzik eğitimi almış olan 27 yaşındaki Ahmed Adnan (Saygun) yapmıştı. Aynı yıl, yine Münir Hayri’nin librettosunu yazdığı iki opera daha hazırlatıldı. İlki, bestesi Necil Kazım’a (Akses) ait olan Bay Önder, ikincisi Ahmet Adnan’a ait Taş Bebek idi. 1935’te librettosunu yine Münir Hayri’nin yazdığı, Ulvi Cemal’in (Erkin) bestelediği Ülkü Yolu sahnelendi; ancak bu dört operada da ideoloji bol, müzik azdı. Sonuçta ‘opera devrimi’ 1940’lara ertelendi.


Avrupalı sanatçılar

Yine de 1935 yılı, çok sesli Batı musikisi konserleri açısından çok verimli geçti. Ekrem Zeki geleneksel Türk sanat müziği perde sistemiyle ilk yaylı ‘dördül’ü, Türk Kuarteti’ni besteledi. Ankara’da Riyaset-i Cumhur Filarmonik Orkestrası, Musiki Muallim Okulu ve Halkevi salonlarında halka açık konserler birbirini izledi. Konuk sanatçılar arasında Varşova Operası sopranolarından Maria Boyar, SSCB Akademik Devlet Tiyatrosu Orkestrası’ndan besteci Dimitri Şostakoviç ve ünlü ses sanatçılarından oluşan 11 kişilik topluluk, keman virtiözü David Oistrah ve piyanist Lev Oberin de vardı. İstanbul’da ise Devlet Konservatuarı ve Fransız Tiyatrosu salonlarında cumartesi ve pazar günleri konserler ve resitaller veriliyordu. Vapurlarda, çay bahçelerinde, hoparlörlerden klasik Batı müziğinin popüler parçaları çalınıyordu. Böylece halkın kulağı adım adım çok sesli müziğe alıştırılıyordu.


Avrupalı mütehassıslar

1935 yılının ironik atılımı, Avrupa’dan ‘mütehassıs’ getirtmek oldu. İronikti, çünkü ‘ulusal çok sesli müziğin inşası’ yabancı uzmanlara düşmüştü. İlk teklif Cevat (Dursunoğlu) Bey tarafından Macar asıllı keman virtüözü Lico Lamar’a götürüldü. Lamar bir rapor yazmakla yetindi. Ardından Berlin Orkestrası Şefi Prof. Wilhelm Furtwängler’e teklif götürüldü, ancak Furtwängler’in çok meşgul olduğunu söyleyerek teklifi reddetmesi üzerine, onun tavsiyesiyle Prof. Paul Hindemith’le sözleşme imzalandı. (Hindemith fasılalarla Türkiye’ye gelecek ve hem müzik, hem tiyatro konularında danışmanlık yapacaktı. Onun tavsiyesi ile ilk ziyaretini Şubat 1936’da yapan Alman Profesör Carl Ebert de Ankara Devlet Konservatuarı’nın tiyatro ve opera bölümlerini oluşturacaktı.)


Béla Bartok’un derleme çalışmaları

Mustafa Kemal, 1936’da, TBMM’nin Altıncı Toplanma Yılı açış konuşmasında ‘müzik devrimi’ konusunu tekrar güncellemişti. Bunun meyvesi ise ünlü Macar bestecisi Béla Bartok’un Ankara Halkevi’nin davetlisi olarak 5 Kasım 1936’da Ankara’ya gelmesi oldu. Bartok, Macar halk müziği ile Batı müziği formlarını bağdaştıran çalışmalarıyla ünlüydü. Anlaşılan Ankara aynı formülü Türkiye’de uygulamak istiyordu. Bunun için 22 günlük hızlandırılmış bir program izlendi. Bu süre içinde Bartok üç konser, dört konferans verdi. Türkiyeli müzikologlara fonograf aletini tanıttı. Adana yöresinde (Osmaniye ve Çardak köyü, Toprakkale’de Kumanlı aşireti ve Tüysüz Tepe’deki Tecirli yörük kışlaklarında) 90 kadar eseri fonografa kaydetti. Béla Bartok’un Kültür İşleri Bakanlığı’na sunduğu rapor Hindemith’in onayını alınca 1937’den 1952’ye kadar Anadolu’nun çeşitli yerlerinde derleme çalışmaları yapıldı.


Dolmabahçe’de musiki ziyafetleri

Ancak bütün bunlar olurken ve halk klasik Türk musikisini dinlemekten mahrum edilirken, Mustafa Kemal, özel meclislerinde İzzettin Ökte, Udi Şevki, Hakkı Derman, Şerif İçli ve Hanende Abdülhalik Beyler gibi virtüözlerden kurulmuş özel saz topluluğundan alaturka musikiyi dinlemeye devam ediyordu. Hem de büyük zevkle... Yasağın nasıl kalktığına dair değişik rivayetler var. Bunlardan birini aktarmakla yetinelim: Yıllar geçmiş ve 1938 yılına gelinmişti. Günlerden bir gün, bir emir geldi. Ünlü ud sanatçısı Bedriye Hoşgör’le kızı Melek Tokgöz ve kemanî Nuri Duyguer Dolmabahçe Sarayı’na davet edildiler. Emir Atatürk’tendi. Hemen Saray’a gidildi. Saray’a aynı zamanda Selahattin Pınar ve kemanî Nubar Tekyay da davet edilmişlerdi. Atatürk bir Türk müziği konseri hazırlatıyordu. Bizzat Atatürk’ün nezaret ettiği konser hazırlıkları önce İstanbul’da daha sonra Ankara’da devam etti. Ankara’da bir sinema salonu Çankaya Köşkü’nce kiralandı, afişler hazırlandı, reklamlar yapıldı. Sanatçılar konseri vermek üzere sahneye çıkarken, Ulus Gazetesi’nin telefonu çaldı: “Burası Çankaya Köşkü, ben Hasan Rıza Soyak. Bu akşam Yeni Sinema’da genç sanatçı Melek Tokgöz’ün konseri vardır. Büyük Önder konsere şeref vereceklerdir. Bunu ayrıntıları ile beraber yarınki çıkacak sayıda yazınız!” Emir emirdi. Gazete ertesi gün Atatürk’ün konsere şeref verdiğini yazdı. 6 Mart 1938 gecesi verilen konser Atatürk’ün Cumhurbaşkanı olduktan sonra gittiği ilk ve son konserdi. Konserden birkaç gün sonra Ankara Radyosu’ndan Türk Musikisi şarkıları, besteleri tekrar çalınıp söylenmeye başladı. Sonunda bu anlamsız yasak kalkmıştı!

Yine de Alaturka musikinin itibarını geri kazanmaya başlaması 1939-1940’ta, müzik adamı Hüseyin Saadettin Arel’in kendi yayını olan Türklük Dergisi’nde 14 sayı boyunca yayımladığı “Türk Musikisi Kimindir” başlıklı incelemesinden sonra oldu. Arel yazı dizisinde özetle Türk musikisinin Ziya Gökalp’in iddia ettiğinin tersine, Arap, Acem, Bizans veya Eski Yunan kökenli olmadığını iddia ediyordu.


Peki, müziğe müdahale bitti mi?

Hayır bitmedi. CHP’nin 1946 tarihli bir broşüründe Halkevlerinde saz kursları açılmasına ve türkü öğrenme saatlerinde hep bir ağızdan türkü söylenmesinin önemine değinilir. Yazıda ‘iyi-kötü’, ‘doğru-yanlış’, ‘seçilmiş’, ‘ayıklanmış’, ‘işlenmiş’, ‘güzelleştirilmiş’ şarkılardan, türkülerden söz edilmesi rejimin halka duyduğu güvensizliği ima eder. Radyo döneminin belleklerimizde bıraktığı önemli izlerden biri olan ve 1940-1946 arasında Mesut Cemil’in, 1946-1963 arasında Muzaffer Sarısözen’in yönettiği Yurttan Sesler Korosu, bu mantıkla çalışmış, türkü denilen türün ruhuyla pek uyumlu olmayan ciddi tavırlı adam ve kadınlar, karşılarındaki ‘değnekli adam’ın yönlendiriciliğinde, dil ve şive açısından tek tipleştirilmiş, içerik olarak isyancı, ayıp veya mahrem sözlerinden arındırılarak sterilleştirilmiş, uysallaştırılmış ve bazı durumlarda ‘medeni dünyanın müziğindeki gibi çoksesli hale getirilmiş’ türkülerimizi seslendirdiler.

Ancak 1960’lardan itibaren “Bayburt Bayburt olalı böyle zulüm görmedi...” anekdotlarına rağmen klasik Türk musikisi, halk musikisi ve Batı’nın çok sesli müziği birbiriyle çekişmeden yan yana yaşamayı öğrenmeye başladılar. Ta günümüze kadar. Bakalım bundan sonra neler olacak?

Özet Kaynakça: Ünsal Yücel, “Atatürk Döneminde Sanat Yaşamı’, Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk, Nejat Eczacıbaşı Vakfı Yayınları, 1983, s. 432-476; Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, III cilt (Derleyen Nimet Arsan), Türk İnkılap Enstitüsü, 1961; Münir Hayri Egeli, Atatürk’ten Bilinmeyen Anılar, İstanbul, 1954; Atatürk Devrimleri İdeolojisinin Türk Müzik Kültürüne Doğrudan ve Dolaylı Etkileri, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 1980; Cumhuriyet’in Sesleri, (Yay. Haz. Gönül Paçacı), Tarih Vakfı Yurt Yayınları.

Cumhuriyet'i Samanlıkta Bastılar...




"Kadın Düşkünü", son zamanlarda okuduğum en eğlenceli roman...
Gözüne gözüne sokmadan, erken dönem cumhuriyet romanının eleştirisi...

Aydın-halk çatışmasına inceden göndermeler, kendini halkı eğitmeye adamış "mürebbiye"lere usturuplu ünlemler, kanonik edebiyata, "memleket romanı" akımına yerinde ve ayarında laf sokmalar (kitapta geçen italik vurgulara dikkat!)...

Anadolu'yu mitik, romantik ve Şarkiyatçı bir üslupla yeniden kurduğunu düşünen erken dönem cumhuriyet romanına "köy"ün, taşranın içinden bir yanıt...

Milli ve şahsi terbiyeyi en mühim değer sayan, köylüyle ilişki kurayım derken komik durumlara düşen başkent ve İstanbul diline karşı doğallığın, şivenin, argonun, okkalısından küfrün zaferi...

Küfür, bir kitaba ancak bu kadar yakışabilirdi...


Bu kitapta ayıp, en büyük ayıp...
Erotizm, hiç bu kadar gündelik olmamıştı.
Cumhuriyet edebiyatının 1950'lere kadarki hikâyesi,
"Kadın Düşkünü"nde samanlıkta basılıyor.


Taşrayı taşradan okumakta zorlanan cumhuriyet romanını yeren bir "milli roman parodisi"...



İçerik:

Zırık Hasan’ın oğlu Bayram, güçlü kuvvetli, erkek güzeli bir adam. Bir zaafı var: Kadınlar. Onlara dayanamıyor. Askere bile orada kadınsız duramayacağını düşünerek gitmek istemiyor. Bu yüzden de başına olmadık işler açıyor. Kozlu’dan, Muallim Fikret Bey’in yardımıyla kaçıyor, Germencik’te bir toprak sahibinin kâhyalığını yapan Kamil’in yanına gidiyor, orada değişik bir adla yaşamaya başlıyor. Fakat Kamil’in bir kızı var: Cavidan. Toprak sahibininse üç kızı: Vecihe, İsmet ve Nermin. Bunlara Ayşe ve Gülfidan’ı da eklemek gerek.

Demokrat Parti iktidarının ilk yılları... Kozlu’dan Germencik’e uzanan bir memleket panoraması... Rus romanlarının kır evlerini çağrıştıran bir çiftlik. Yüksek tabakadan mağrur kadınlar, müstehzi ve münekkit gözler. Taşra kurnazlığı, fikri mukaddes türküleri, hutbeleşmek için kalabalığa ihtiyaç duyan ahlak bekçileri. Hercai gönüllü Bayram, dünyayı anlamaya çalışan Cumhur, Allah’ı kandıran Kör İhsan, para kokan adamlar, her daim cinsellik konuşan insancıklar...

"Kadın Düşkünü", Cumhuriyet dönemi boyunca yazılmış bütün romanların sesiyle konuşan, ama onlar gibi söylemeyen bir roman...

"Kadın Düşkünü", bir milli roman parodisi... Muhalif bir kahkaha prelüdü... Bir yazı eğlencesi...

kitaptan bir parça:
http://www.iletisim.com.tr/images/cust_files/090812113953.pdf

kitap hakkında bir yorum:
http://www.iletisim.com.tr/images/cust_files/090812114931.pdf

Eylülde Gel'enler...





Yaz aylarını durgun geçiren Türk edebiyatı eylülle birlikte hareketleniyor. Murathan Mungan, Sema Kaygusuz, Oya Baydar, Hakan Günday, Müge İplikçi, Cahide Birgül ve Onat Kutlar'ın yeni kitapları yayımlanıyor.


CEM ERCİYES, RADİKAL, 25 Ağustos


Yaz aylarını tatil rehaveti içinde, son derece durgun geçiren Türk edebiyatı, sonbaharın ilk ayında iddialı kitaplarla hareketleniyor. Eylül ayında, kitapları ilgiyle takip edilen, Sema Kaygusuz, Hakan Günday, Oya Baydar, Murathan Mungan gibi isimlerin yeni roman ve öykülerini okuyacağız.

Bu yıl yeni şiirlerini ‘Bazı Yazlar Uzaktan Geçer’ adıyla yayımlayan, geçen yıl da ‘Kadından Kentler’ adlı öykü kitabını okuduğumuz Murathan Mungan, neyse ki tutkulu okurlarını fazla bekletmeden yeni bir kitap yayımlıyor. Edebiyatın hemen her dalında ürün veren çok yönlü ve çok beğenilen Mungan’ın yeni öykülerini okuyacağız. Murathan Mungan’ın tüm kitapları gibi Metis Yayınları’ndan çıkacak kitabın adı

‘Eldivenler, Hikayeler’.


Tıpkı öykü kitapları gibi ‘Yere Düşen Dualar’ adlı ilk romanıyla da büyük başarı yakalayan Sema Kaygusuz’un ikinci romanı da Eylül ayı içinde çıkacak. Kaygusuz’un ‘Yüzünde Bir Yer’ adlı yeni romanı bir katliamdan sağ kalan kuşağın yeni kuşaklara devrettiği gizli utanç duygusunu anlatıyor. Romanın başat karakteri Dersim Sürgünü. Kitap doğu dünyasının kutsal ve mitsel figürlerinden yararlanan özel bir anlatıma sahip. Kaygusuz’un bu kitabını Doğan Kitap basıyor. Doğan Kitap’ın çıkartacağı ikinci bir iddialı Eylül kitabı ise, genç okurların çok sıkı takip ettiği Hakan Günday’dan gelecek. ‘Kinyas ve Kayra’, ‘Piç’, ‘Zargana’ gibi çok okunan romanların yazarı Hakan Günday, bu kez romanında askerlik yapan erkekleri konu alıyor.


Günümüz Türk edebiyatında politik romanın en güçlü temsilcilerinden biri olan Oya Baydar’ın yeni romanı ‘Çöplüğün Generali’ de yakında Can Yayınları’ndan çıkıyor. Baydar, bu kez son derece güncel bir süreci çağrıştıran, metaforik bir kitapla karşımızda. ‘Çöplüğün Generali’ hayali bir ülkede geçiyor. Bu ülkede, günün birinde, çöplüklerde, boş arazilerde gömülüp bırakılmış bombalar, mermiler bulunmaya başlar. Bu durum giderek bir yazarın dikkatini çeker ve yazar bu konunun çevresinde bir roman yazmaya koyulur. Ne var ki romanını tamamlayamadan kaybolacaktır...


Feyza Hepçilingirler ise Everest Yayınları’ndan çıkacak yeni öykü kitabıyla, edebiyattaki otuzuncu yılını kutlayacak. Hepçilingirler’in Eylül sonunda çıkması planlanan kitabı ‘göç öyküleri’nden oluşuyor. Kişisel göçler, gidişler ve tabii ki bu coğrafyanın acıları yer alıyor Hepçilingirler’in öykülerinde... Everest’in Eylül ayında yeni kitabını çıkartacağı bir başka öykücü ise Türk edebiyatında kadın kimliğinin önemli imzalarından biri olan Müge İplikçi. Aynı yayınevi, sıkı okurların iyi tanıdığı bir ismin, Cahide Birgül’ün yeni romanını da önümüzdeki ay çıkartıyor. Birgül, bir tür polisiye macera atmosferinde ilerleyen romanında Türkiye’deki kadın meselesine de değiniyor.


Ölümünden yıllar sonra Onat Kutlar’ın yeni bir kitabı da bu Eylül’de çıkacak. Yapı Kredi Yayınları, Kutlar’ın daha önce yayımlanmamış öykülerinden oluşan ‘Karameke’ adlı yeni kitabını basıyor. Yazarın ünlü ‘İshak’ kitabının da 50. yılı nedeniyle bir özel baskısı yapılacak.


Kırmızı Yayınları, yakınlarda kaybettiğimiz Kemal Özer’in Toplu Şiirler’ini çıkartıyor. Bu bir seri olarak sonraki aylarda Özdemir İnce ve Refik Durbaş’la devam edecek. Şiir aleminden bir başka Eylül sürprisi ise İş Bankası Kültür Yayınları’nın Can Yücel serisi. ‘Can Yücel’in Bütün Kitapları’ Eylül’de üç kitapla, ‘Yazma’, ‘Bir Siyasinin Şiirleri’ ve ‘Sevgi Duvarı’yla başlıyor. ‘Yazma’ şairin kendi sesinden şiirlerini okuduğu bir CD’yle birlikte çıkacak.

Sonraki aylarda neler var?
* Ekim ayında İletişim Yayınları’ndan Gaye Boralıoğlu’nun ilk romanı çıkıyor. Kitap, Güldane’yle Halil’i anlatan bir karanlık aşk hikayesi.
* Selim İleri’nin Zaman Gazetesi’nde yayımlanan İstanbul yazıları kitap oluyor. ‘İstanbul, İlk Romanımda Leylak’ adlı kitabı, Everest Yayınları basacak. İleri’nin üzerinde çalıştığı yeni romanı ‘Yalan Tango’nun da Ocak’ta çıkması planlanıyor.
* Murat Menteş’in ‘Korkma Ben Varım’ adlı romanı bir nevi postmodern macera. Kitap, Gönül İşleri Bakanlığı’nda işlenen toplu cinayeti çözmeye çalışan Müntekim Gıcır, Hayati Tehlike ve Fu’nun macerası. Ekim’de İletişim’den çıkıyor.
* Ayşe Kulin’in üzerinde çalıştığı bilinen Türkan Saylan biyografisi iyi gidiyor. Kitabın Aralık ayında Evereset Yayınları’ndan çıkması planlanıyor.
* Sunay Akın İş Bankası’na geçti, yeni kitabı Ekim’de çıkıyor.
* Ülkü Tamer’in mizah kitabı ‘Tarihte Yaşanmamış Olaylar’, ekim ayında Kırmızı Yayınları’ndan çıkıyor.
* Doğan Hızlan, edebiyatçı portreleri yazdı. ‘Türk Edebiyatından Portreler’ adlı kitabı ekim ayında Kırmızı Yayınları’ndan çıkacak.
* Murat Belge, edebiyat ve sanat yazılarını kitap yapıyor, Ekim’de İletişim’de.

Nihai Çözüm




Mithat Sancar, hükümetin elinde hazır, içeriği net şekilde saptanmış bir paketle kamuoyuna çıkmamasının müzakere sürecini olumlu bir yöne götürebileceğini anlatıyor, "müzakere"nin bizatihi karşılıklı öğrenmeye ve tartışmaya açık bir "süreç" olduğunun altını çiziyor...

"Nihai çözüm"ün etimolojisi, dünyaya neler kaybettirdiği yazıda güzel işlenmiş.


Nihai Çözüm

Taraf, 18 Ağustos.

Bir süredir, içinde “süreç”, “çözüm” gibi kelimelerin yer almadığı bir yazı yazmak imkânsızlaştı. Bugün bunu denemeye niyetlenmiştim; biraz uğraştım ve anladım ki, nafile bir çaba olacak bu. Ben de tam tersini yapmaya, yani bol “süreç”li, “çözüm”lü bir şeyler karalamaya karar verdim.

Hemen belirteyim ki, hükümetin başlattığı “açılım süreci”nin doğru tasarlandığını ve iyi gittiğini düşünüyorum. Elinde bir paketle kamuoyunun önüne çıkmak, yapılabilecek en büyük hataydı.

Sıkça vurguladığım gibi, şiddetin bulaştığı etnik temelli sorunların, “belli bir anda belirli bir reçetenin uygulanmasıyla birden ve toptan sıhhate kavuşmak anlamında bir ‘çözüm’ü yoktur”. Ancak bu söylediğim barışçıl ve demokratik çözüm için geçerlidir. “Kesin çözüm”, aksi yöndeki planların varlığına işaret eder. Birileri “kesin çözüm”den söz ediyorsa, niyetlerinin kötü, hatta çok kötü olduğundan şüphelenmek gerekir.

“Kesin çözüm”, meş’um bir terimdir. Neden böyle olduğunu daha iyi anlamak için, “kesin” yerine aynı anlama gelen “nihai” kelimesini koymak lazım. “Nihai çözüm”ün patenti Nazilere aittir. “Yahudi sorununu halletmek” amacıyla hazırlanan ve uygulanan projenin anahtarı bu terimde yatar. 1941’de tedavüle giren “nihai çözüm” terimine, Batı dillerinde ve literatüründe o günden bugüne hep bu projeyi tanımlamak için başvurulur (Almanca Endlösung, İngilizce final solution, Fransızca solution finale).

Nazilerin “nihai çözüm”den ne anladığını ve bunun gereklerini nasıl yerine getirdiklerini bilmeyen yok. Bu “çözüm”e giden yol, “Yahudi sorunu”nun anlaşılış şeklinden geçiyordu. Diğer antisemitler ve ırkçılar gibi Naziler de, “Yahudi sorunu” derken, Yahudilerin bir sorun oluşturduğunu kastediyorlardı. Yahudilerin sorun olduğunu düşünenler, çözüm olarak üç “tedbir” üzerinde durmuşlardır: Asimilasyon, tehcir, tenkil.

Naziler, asimilasyon ihtimalini peşinen elemişlerdi; geriye tehcir ve tenkil kalıyordu. Tehcirin “zahmetli” olacağını gören ve Yahudilerden “kesin” bir şekilde kurtulmayı sağlamayacağına kanaat getiren Naziler, son seçeneği devreye soktular ve o vahşi soykırımı gerçekleştirdiler.

Cumhuriyet tarihi boyunca devlet katında Kürt sorunu, aşağı yukarı “Yahudi sorunu” gibi algılanmıştır. Devlet elitleri için Kürtler bir sorundu. Sorunu çözmek, onlardan kurtulmakla mümkün olacaktı. Asimilasyon, Kürtleri Kürt olmaktan çıkarmanın, onlardan böylece kurtulmanın başlıca yolu olarak seçilmişti. Kürtleri Kürt olmaktan çıkarmak amacıyla, mecburi iskân ve (isyanlar bahanesiyle) tenkil yöntemleri de kullanıldı. Ama olmadı, Kürtler Kürt olarak kalma konusunda inat ettiler.

Şimdi bu zihniyetten ayrılma yönünde önemli çabalar var. “Kürt sorunu”nu, Kürtlerin bu ülkede sorunları olduğu, bu sorunların temelinde de eşitlik ve özgürlük meselesinin yattığı şeklinde gören anlayış, devlet düzleminde kabul görmeye başladı. Soruna böyle bakınca, “çözüm” buna göre şekillenir.

Bu çabalar, Cumhuriyet’in otoriter ve homojenleştirici modernlik projesinde köklü bir kırılma anlamına geliyor. Bu projeyle yaratılan sistemin savunucuları ve nemalanıcıları, işin ciddiye bindiğinin farkındalar. Bu farkındalık, bazılarının dillerini çözdü. “Bu ülkede herkes eşittir”, “Türklük bir etnik topluluğun değil, Türkiye’de yaşayan herkesin ortak adıdır” gibi “yalanlar”ı bir kenara bırakmaya başladılar. Bunun için çarpıcı örnek arıyorsanız, internetteki sakil yazıları boş verin, mesela Mümtaz Soysal’a bakın.

Soysal, genel başkanı olduğu Bağımsız Cumhuriyet Partisi’nin internet sitesinde, “kesin çözüm” başlıklı kısa bir yazı yayımladı. (http://www.bcp.org.tr/mumtaz-soysal/kesin-cozum.html) Yanlış okumadınız, başlık “kesin çözüm”; önerisi de şu:

“Güneydoğu’da ise, bölgesel özerklik, resmî dil dışında öğretim gibi ulus-devlet ilkesiyle çatışan isteklere karşı kesin kırmızıçizgiler çizmek ve düzen değiştirici planlı ekonomik-sosyal kalkınmayı öne çıkarıp bu koşullara uymak istemeyenlerin Irak’taki Türkmen nüfusla değiştirilmesini önermek gerekecektir.”

Soysal, Kürtlerin eşitlik ve temsil taleplerini sürdürmeleri halinde neler olabileceğini, şantaj ve tehdit diliyle açıklıyor: “Bu tür çözümlerin ilk bakışta ne denli hoyratça, hatta trajik olduğunu en iyi bilen, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin Balkanlar ve Kafkaslar’daki etnik temizliklerden kopup Anadolu’ya sığınmış olan aileleridir. Eğer bu Cumhuriyet de ayakta kalmak için nüfus mübadelesi gibi kökten ve acıklı çözümlere başvurmak zorunda kalırsa, bilinmelidir ki böyle bir trajedinin günahı etnik kimlik mikrobunu çileli Anadolu halkının içine tekrar sokan ve bölücülük tehdidiyle başka etnik haklar koparıp yeni bölünmelerin kapısını açmaya çalışanların olacaktır. İçtekiler ve dıştakiler bunu böylece bilmelidirler.”

Mübadele mümkün olmazsa, Kürtlere ne yapılması gerektiği konusundaki görüşlerini, açıkça söylemese de tahmin etmek zor değil herhalde.

Dilleri çözülen başkaları da var tabii. “Kürtlerden boşanma”yı tartışmaya açanlar bunların bir örneği. Ne dediklerinden önce, nasıl dediklerine bakmak, sorunu bilinçaltlarında nasıl algıladıklarını gösteriyor. Bu tartışmayı başlatan emekli büyükelçi Ümit Pamir ve bunu sürdürmeyi marifet sayan Kadir Gürsel, eşit öznelerden söz etmiyorlar; egemen (Türkler, “biz”) - madun (Kürtler, “onlar”) kurgusuyla konuşuyorlar. Gürsel’in yazılarının başlığı da, egemen öznenin bir madunu boşamasını esas alıyor. Sonraki yazılarında bir sürü söz sarf ediyor Gürsel; ama bu başlık ve şantaj kokan üslup bana yetti. Kürt sorunu, bu bakış açısında, esas olarak Kürtlerden kurtulma sorunudur.

Hâkim ulus konumunu ve iktidar duygusunu kaybetme ihtimali, “beyaz Türk ırkçılığı”nı çıplak hale getiriyor. Bir örnek daha mı istiyorsunuz, adını anarak vereyim. Bekir Coşkun, Ahmet Türk’ün Türkçe konuşma şekliyle alay ediyor; okurken midem bulandı: “Eme bizim görüşmemiz Beşbeken ileydi, hadi o olmadı AKP Genel Başkanı olarak olsun dedik. Pırt mentö ile görüşme nasıl olur?..” Herhalde Bekir Coşkun için de en iyi Kürt, kendini inkâr eden ve tercihan İstanbul Türkçesiyle konuşan, yani Kürt olmaktan çıkmış Kürttür.

Açık veya örtülü bir biçimde “kesin çözüm”den söz edenlere de, “hani paket, hani paket” diye ayaklarını yere vuranlara da kulak asmadan, demokratik usullerde ısrarcı olmak gerekiyor.

“Çözüm”e varmak, gerçekten de bir “süreç” işidir; esasen “çözüm”ün kendisi bizatihi bir süreçtir. Bu nedenle öncelikle yapılması gereken, iletişim ve siyaset kanallarını sonuna kadar açmak ve demokratik mekanizmaları pekiştirmektir; ki şu anda girdiğimiz yol budur. “Muhataplık” meselesinin özü de buradadır. Zira “muhataplık”, toplumun çeşitli kesimlerinin “birbirlerine hitap edebilmeleri”ni, bunun için gerekli olan “dil”i öğrenmelerini sağlayacak şartları tesis etmektir. Çözümü, demokratik bir cumhuriyette birlikte yaşamakta görenler, bu ortaklığın temellerine ve diline azamî itinayı göstermek zorundalar.

"Beni Vuran..."




Dün, Özlem'in binbir emekle yayına hazırlayıp da bana "oku" diye önerdiği bu kitabı karıştırırken, aşağıdaki yazı tam üstüne geldi...

Ha, bir de aylardır aradığım Melih Cevdet'in "Gizli Emir"inin 1970'teki ilk baskısını arşivden çıkartıp elime verdi ya, dünyalar benim oldu!











"Beni Vuran..."

Can Dündar, Milliyet, 20 Ağustos.


Abdi İpekçi öldürülmese geçen hafta 80. yaş gününü kutlayacaktı.
50’sinde kıydılar ona...
Cinayet dosyasının 30 yıllık zaman aşımı süresi geçen şubatta doldu ve cinayetin kilit ismi Yalçın Özbey, geçen hafta “cinayet mahalline” döndü.
Hürriyet yanındaydı.
Özbey, İpekçi suikastını “sıradan bir eylem” diye niteledi.
“Neden bu kadar büyütüldüğünü anlamadığını” söyledi.
Abdi İpekçi için ise “kader kurbanı” dedi.
Sonra, -Faruk Zapçı’nın haberinden öğrendiğimize göre- “99 yaşındaki babasını görmek üzere Malatya’ya gitti. Babasına sarılıp yarım saat ağladı.”
* * *
Nasıl “kader”se bu, İpekçi’yi öldürmekle suçlanan Özbey’e “dalya” arifesinde babasına sarılıp ağlama şansı bahşederken, İpekçi’nin kızı Nükhet’e son 30 yıldır babasının yaş günlerinde ona sarılamadan ağlama cezası verdi.
Aynı “kader”, Türk basınının en usta kalemlerini kanlı suikastlarla sustururken, onların katillerini itinayla himaye etti.
İpekçi’nin katili Ağca o “kader” sayesinde Türkiye’nin en iyi korunan askeri hapishanesinden kaçabildi.
O “kader”, Ağca’nın hapisten kaçarken bindiği otomobilin sahibi Yalçın Özbey’i 30 yıl Türkiye’ye getirtemedi, ama Özbey’i Almanya’daki cezaevinde ziyaret edip “devletin menfaatleri doğrultusunda görüş alışverişinde bulundu.”
Bu görüşmeden sonra tahliye olan Özbey’i dosya kapanır kapanmaz Genel Bilgi Taraması’na yakalanmadan Türkiye’ye soktu.
O “kader”, İbrahim Çiftçi’yi 4 kez darağacından kurtarıp beraat ettirdi.
“Kaderin cilvesi”, Haluk Kırcı’yı polisçe aranırken evlendirdi; nikâh şahidini sonradan İçişleri Bakanlığı’na getirtti.
Emniyet’in “katil” diye aradığı Çatlı’yı cebine harcırah ve pasaport verip resmi operasyona gönderen ve son yolculuğunda arabasını bir Emniyet Müdürü’ne sürdüren de yine o “kader”di.
* * *
Kurbanlarımıza acımadan kıyarken katillerimizi şefkatle kollayan o “alın yazısı”nı yazanları tanıyoruz artık...
Onu, “Devlet için kurşun atan da, yiyen de şereflidir; saygıyla anarız” diyen sesinden biliyoruz.
Eğittiği silahlı militanlardan, gömüp sakladığı silahlardan, açıverdiği karakol, cezaevi, sınır kapılarından, geciktirdiği iade dosyalarından, “yanlışlıkla” salıverdiği sanıklardan, korumaya almadığı tanıklardan, yok ettiği görüşme bantlarından...
Alınlarında kurbanlarımızın kanıyla boy gösterdikleri, “Türkiye seninle gurur duyuyor”lu karşılamalardan...
* * *
Mehmet Ali Ağca, 2000’deki duruşmasında “Ben İpekçi’nin katili değilim. Bu senaryoda katil rolü oynayan bir aktörüm sadece” demişti.
Şimdi “senaryo”nun diğer aktörleri de ”30 yıllık kanlı perde kapanıyor” diye, son kez çıkıyor seyirci önüne...
Pişmanlıkla değil ama...
Tersine, yetim bıraktıklarının hepten canını yakan bir pervasızlıkla...
* * *
Özbey’in “kader” dediği şeyi, ben kurbanlarımızın son nefeslerinde, yaralı parmaklarıyla sokağa yazdıklarını hayal ettiğim, “Beni vuran...” diye başlayan ihbarda okuyorum.
Failler konuştukça, kanla yazılmış silik yazı giderek netleşiyor.
Ve korkulan ihtimal, ağırlık kazanıyor:
“Kader” dedikleri, “devlet”in kod adı olabilir mi?

Bir “Vitrin Adam” Olarak İsmail Cem:

Önemsenmeyen Örgüt Bilgisi, Önemsenen Devlet Adamlığı






Ben Böyle Veda Etmeliyim... : “İsmail Cem Kitabı”
Söyleşi: Can Dündar
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2008, 297 s.




Türkiye solunda özellikle 1970'lerle birlikte adından söz ettiren, siyaset kurumunda nezaketin, ağırbaşlılığın, akademik bilgiyle pratik siyasetin birbirini destekleyebileceğinin, örgütün her şeyin başı sonu olduğu bilincinin, ulusal ve uluslararası düzeydeki çatışmaların arasından yüzünü gösteren barışın üzerine titremek gerektiğinin ve belki de en önemlisi köklerini kaybetmeden, “değişmeden sürekli yenilenme”nin (s.172) önemli savunucularındandı İsmail Cem.


Zengin ve İstanbul kökenli bir ailenin Robert Kolej eğitimi almış, 16 yaşında dil öğrenimi ve hayat tecrübesi için Amerika'ya ayak basmış, kültür-sanat faaliyetleri ile küçük yaşta tanışmış seçkinlerinden birisiydi... Lozan'da aldığı hukuk eğitimi sırasında Türkiye ile bağlarını koparmamış, siyasi gelişmelere sürekli kulak kabartmış fakat pratik siyasete ilk dönemler biraz mesafeli durarak eğitimini ön planda tutmuş bir gazeteci ve hukukçu adayıydı o... İsmail Cem (İpekçi), “iyi ve şanslı (eu)” doğmuş olmanın getirdiği avantajlardan yararlanmayı bilse de, toplumdaki eşitsizliklere burun kıvıran, böyle gelmiş böyle gider tavrını takınan zengin çocuklarından olmadığını, gününü gün edip orada burada tozmaktan çok toplumsal sorunlarla ilgilenmeyi vazife edindiğini çocukluk döneminin önemli olaylarından biri olarak not düşüyor bu “nehir söyleşi” kitabına...


Onun için, zengin doğmuş olmak, belirli bir üst çevreye “ait olmak”, eşitsizliklere gözlerini kapamak anlamına gelmiyordu; tam tersine zenginlik, okuyup büyüdüğü muhitin nasıl zenginleştiğine, toplumsal farklılıkların nasıl azaltılabileceğine dair bir “içeriden” okuma imkânını sağlıyordu. Robert'te yatılı okurken, 16'sında Amerika'da zengin bir ailenin yanında yaşarken (s.30), Lozan'da üniversiteyi bitirirken (s.58), 40'ında Fransa'da yüksek lisans yaparken (s.154), TRT'de işçi-memur ve köylüye haklarını nasıl arayacaklarına dair haber programları hazırlarken (s.125) aklında hep aynı soru vardı: Toplumu saran eşitsizlikler nelerdir ve bunlar adına yürütülecek siyaset ne olmalıdır? Özel mülkiyete bakış nasıl olmalıdır? Zengin olmak, tüm dünyada düşünülecek olursa, insanlık için bir şeyler yapmaya engel midir? Bir zengin ya da seçkin, toplum için neler üretebilir, kişisel birikimi toplumsal süreçlere ne katkı koyabilir? Ortaya konacak örgüt(çülük) planı tüm bu soru işaretlerini ortadan kaldırabilir mi?


Can Dündar'ın uzun bir döneme yayılan ve İsmail Cem'in hastalığı nedeniyle kimi zaman kesintilere uğrayan söyleşisi, Cem'in vefatından sonra yayımlanabildi (Ocak 2008). Çocuklarının ve eşinin de tamamlanmasına katkı koydukları, belge/bilgi, fotoğraf ve tanıklıklarla destekledikleri kitap, kısa sürede oldukça fazla okura ulaştı. Kişisel anı ve siyasi tanıklıklarla bezeli söyleşi, Türkiye'de gerek siyasal, gerekse bürokratik süreçlerin nasıl işlediğini merak eden okurlara önemli detaylar sunuyor. Hayatı zevkli hale getirmeye çalışan bir adamın tutkularını, ilgi alanlarını konu edinen son bölüm bir yana, Türkiye'de elit bir aileden gelip de küçük yaştan itibaren sosyal sorumluluk hissi taşıyan, gazeteciliğe, yazarlığa, siyasetçiliğe, bürokratlığa sırf bu dert üstünden soyunan bir insanın yaşamöyküsünü okumak ilginç olsa gerek...


Daha ilginci ise, sosyal sorunların çözümünde örgütçülüğü fazlasıyla önemseyen İsmail Cem'in, parti içi demokrasi esasları üzerinde yazıp çizerken görüşlerinin arka plana itilmesi, bunun yerine uluslararası tecrübelerinin devlet ve üyesi olduğu partiler (CHP-SHP-SODEP-DSP-YTP) katında “vitrin” vazifesi olarak değerlendirilmesi... Yer aldığı tüm siyasi oluşumlarda partiye örgütçülük alanında hizmet vermek isteyen Cem, “dış gösteriş”e değer veren kurumlarca ülkeyi uluslararası alanda temsil etmeye itiliyor... Örgüt, kendi içine kapanmayı, demokratikleşmeye tercih ediyor, İsmail Cem'in olası önerilerini dinlemek yerine onu sınırlandırılmış, kuralları önceden saptanmış bir statüde çalışmaya zorluyor. Bunun adı kimi zaman TRT Genel Müdürlüğü, kimi zamansa konseylerde konuşturulan ve bir ayağı dışarıda olan milletvekilliği, kültür ya da dışişleri bakanlığı oluyor... Cem, sanki üye olduğu partilerin, oluşumların yüzakı, akil adamı ama partiyi örgütün yönetmesine karşı olan ya da tedrici yaklaşan merkez kadrolarının sürekli dışarıda tutmaya özen gösterdiği için dışişleri ile “oyaladığı” bir “vitrin adam”... “İç-işler”den el etek çektirilen bir “dış-işler” bakanı... Aldığı “harici” görevleri başarıyla yürüten, parti”miz”in göğsünü kabartan ama tekere çomak sokmasına, partideki siyasi rantlara dokunmasına müsaade edilmeyen güleryüzlü, nazik bir hariciyeci... Akademik bilgisini işletmeye hazırlanacağı, yeni örgüt yapılanmalarına dair öneriler sunacağı anda bir yurtdışı göreviyle 'onurlandırılan' bir bakan, bürokrat, milletvekili... Başarıları makam/mevkilerle taçlandırılan, işbilirlik anlamında partiye lazım olan ama bir yandan da “uzakta dursun, bizim olsun” kadar genel merkez katına yaklaştırılan bir “başvuru kaynağı”...


Parti içi fikir iletme kanallarının kâğıt üstünde açık olmasına karşın, bunu uygulayabilecek mekanizmaların ve kişilerin mümkün olduğunca işe karıştırılmamasına yine İsmail Cem'in Ecevit'le ilişkilerini örnek verebiliriz... Aşağıdaki “kol uzaklığı ve yakınlığı” saptaması, Ecevitlerin ileride yaşayacakları yalnızlaşmayı özetlemekle kalmıyor, Türkiye'deki parti içi demokrasinin haritasını sunuyor, İsmail Cem'in yazımıza başlık olan “vitrin adamlığı”nı tasvir ediyor sanki:

“DSP yönetimi, katkıya tamamen kapalı bir ortam değildi. (...)Sadece bu katkıyı koyacakların belirlenmesi, Ecevit ailesine ait bir imtiyazdı, bir haktı. Orada olacakları onlar belirliyordu. Meclis grubunu kimler yönetecek, kimler milletvekili adayı, il başkanı olacak? Demokratik bir süreç değildi bu, hatta bir danışma süreci oluyor muydu, onu da bilmiyorum. Kararları onlar doğrudan veriyordu. Aslına bakarsanız öteki partilerde de pek fark göremezsiniz. (...) Ecevit beni hep belli bir mesafede, aynı anda hem kol uzaklığında hem de kol yakınlığında tutmuştur. Hiçbir zaman beni kırmamıştır. Çok yakınına da almamıştır. Benim en iddialı olduğum konuda, 'İsmail Cem, biz bu partiyi nasıl nasıl daha fazla geliştiririz, nasıl daha iyi örgütleniriz, parti içi eğitime ne gibi ivmeler katabiliriz?' diye sormamıştır. Böyle bir yakınlığı hiçbir zaman göstermediği gibi, beni hiçbir zaman da uzağa itmemiştir.” (s.196-197)


Abdi İpekçi, söyleşinin “Gençlik Yılları” bölümünde aktarıldığı haliyle (s.70), gazeteci İsmail Cem'i şöyle tanımlıyormuş: “Yumuşak malzeme içine sarılmış inat...” Yani istediğini eninde sonunda alır, ama karşısındakine asıl hedefini belli etmeden, ona karşı nezaketini kaybetmeden, onu kırmadan, yıpratmadan... Gençlik yıllarındaki bu değerlendirme, siyasete atıldığı CHP saflarından başlayarak SHP-SODEP-tekrar CHP-DSP ve YTP bünyesinde yaşananları düşününce iyice doğrulanıyor. Üyesi olduğu siyasi partiler, belki de Abdi İpekçi'nin tanımladığı gazeteci İsmail Cem'i sadece diplomaside, yani daha steril haliyle görmek istediler... Maazallah, aynı meziyet okları bu defa örgüte yön vermeyi aklına koysaydı, bütün ipler birkaç sene içinde İsmail Cem'in eline geçebilirdi... Partiler, anlaşılan Abdi İpekçi'nin referansını zamanında iyi etüt etmişler, “yumuşak malzeme”ye kanmamışlar ki, İsmail Cem ömrü boyunca istediği gibi bir demokratik parti yönetimini oluşturamadı. Ve bir yazarın belki de tükenme ânı, anılarını deştikçe kaleminin hayat karşısında büküldüğünü bir yandan vakurca kabullenirken, diğer yandan serzenişini dillendirmesi: Yazdık, yazdık da n'oldu! (s.172, 182) Demokratik sol ya da onun aynı şey dediği demokratik sosyalizm üzerine gençliğinden beri araştırmalar yapan, farklı bilgi düzeylerine birçok kitapla hitap eden, temelde Avrupa tipi (Kıta Avrupası ve özellikle Fransa) solu referans alan ama Doğu ve Anadolu kaynaklarını da inceleyen İsmail Cem, 1980'lerin sonunda Türkiye'de sosyal demokrasiye örgüt bazında yön verebilecek çalışması (Deniz Baykal ile birlikte) Yeni Sol'un da uygulanamamış olmasına aynı cevabı veriyor:

Yazdık, yazdık da n'oldu!

makyaj odası şarkıları



o, suzan kardeş...
fazla söz, akla zarar...




Suzan Kardeş - Gelem Gelem
Nejat İşler - Hancı
Demet Akbağ - Çayuriye (Olanlar Oldu Bana)
Yasemin Yalçın - Taht Kurmuşsun Kalbime
Cem Yılmaz - Ah Bu Gönül Şarkıları
Halil Ergün - Kırmızı Gülün Alı Var
Haluk Bilginer - Sende Başını Alıp Gitme Ne Olur
Olgun Şimşek - Ellerim Bomboş
Oya Başar - Dom Dom Kurşunu
Yılmaz Erdoğan - Telli Turnam
Meltem Cumbul - Beyaz Giyme Toz Olur
Şebnem Dönmez - Yovano Yovanke
Özgü Namal - Saoroma (Hıdırellez) / Ederlezi
Güvenç Kıraç - Neden Saçların Beyazlamış Arkadaş
Erkan Can - Küçelere Su Serpmişim
Fikret Kuşkan - Pıkmasparı (Kuzgun)
Sezen Aksu - Eğreti Gelin
Suzan Kardeş - Huysuzsun... Arkamdan Tas Tas


http://mavinefes.net/blog/suzan-kardes-2009-makyaj-odasi-sarkilari-albumu-dinle/