Ara

“Planlı Yıllar"ın Karakutusu…



(Güngör Uras, “Bak, Ben Sana Anlatayım: Olaylarla Alaylar”,
Doğan Kitap, 2010, 253 s.)






Yaşı benim gibi 20–30 arasında dolananlar, Güngör Uras’ı sanırım daha çok gazete ve televizyonlardan tanır. Onun yüksek bürokrat ve özel sektör yöneticisi şapkalarını pek duymamışızdır. “Güngör Uras” dendiği zaman, gözümüzde belki de “kolay okunan ekonomi yorumları” canlanır. Bazılarımız, uzmanlarının bile içinden çıkamadığı zorlu gündem maddelerine önce onun kaleminden giriş yapar, daha sonra detaylı analizlere koyulur. Uras, iktisat’ın formüllerinin bizatihi toplum’u yönlendirdiği, toplum’a rağmen iktisat’ın uzun süredir yürürlükte olduğu dünyada, formülleri incelterek ama onları kuşa da çevirmeyerek aktarır derdini. Hassas bir denge olsa gerek… İktisat’a yönelik mesleki saygısı, formül temelli düşünmesini zorunlu kılmaz. Öyle ki, kullandığı ağır/ağdalı formüller yüzünden, iktisatçı eşinden ‘iktisaden’ ayrılır. Bir tür “herkes için iktisat” düsturu edinir. Hemen her yazısında “Ayşe Teyze”sine aktaracak bir ekonomi havadisi ve bunu siyaset’le bağlayacak ince değinileri mevcuttur.

En çetrefilli ekonomi ve siyaset konularını olanca içtenliğiyle –popülizmden çok da uzak durmayarak- mizahi bir üslupla gündemine alır, deneyimli ‘gazeteci’ Uras… Çoğu iktisatçı formüllerden ve istatistiklerden arındırılmış bir yorumun ‘ele ayağa düşeceğinden’ dert yanar. Formüllü konuşmanın mesleki itibar ve ‘karşılaştırmalı üstünlük’ getirdiğinden dem vurur. İşte bu yüzden, iktisatçılara duyduğum önyargıdan arınamıyorum. Hayatı sinsice matematikselleştirme mesaileri, çocuksu bir inatla kurduğum cümlelere gölge düşürüyor. En sosyal gözlüklüleri bile, tartışmada bir üst perdeden seslenmek adına, bölümlerinin hakkını verircesine Hz. İs(t)atistik’ten hadis aktarabiliyor. Güngör Uras ise formülsüz de konuşulabildiğini göstererek, iktisatça’ya eleştirel yaklaşarak, mesleğine böylesi bir ‘ihanet’i görev addediyor sanki. Bir ekonomi yorumcusunun, hele düzenli ekonomi eki olmayan bir gazetede yazıyorsa, ‘işlevi’ zaten herkesin anlayabileceği biçimde yazmak mıdır, bu apayrı bir tartışma konusu, ama Güngör Uras’ın savunduğu “ekonomi’nin dilbilgisine gömülmeden de iktisat anlatılabilir ve yorumlanabilir” tercihi, geçtiğimiz günlerde yayınlanan “Bak, Ben Sana Anlatayım: Olaylarla Alaylar” adlı anı kitabının kurgusuna da sinmiş.

Güngör Uras, anılarında, 1960’ların Türkiyesi’nden başlayarak bize Türkiye’nin bir panoramasını sunuyor. Türkiye’de kalkınmacı yılların temellerinin nasıl atıldığını 1955 Mülkiye mezunu, genç bürokrat, Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) Uzmanı Güngör Uras’ın kaleminden okuyabiliyoruz. Ardından, 1960’ların görece özgürlükçü ve kalkınmacı havasında, devletin üstlendiği hizmetler sırasında bürokrasi-siyaset dengesinin nasıl kurulduğunun, istihdam biçimlerinin, refah devletindeki bürokrasi-yurttaş ilişkisinin nasıl geliştiğinin örneklerini ediniyoruz Uras’tan… Öyle ki, dönemin gözde kurumlarından DPT’nin halktan aldığı zihnisinir “kalkınma reçeteleri” içerikli mektuplardan Ankara’da işlerin nasıl döndüğüne, kimi kritik toplantılarda neler konuşulduğundan devlet hiyerarşisinde “bakan-müsteşar-genel müdür-daire başkanı” sıralamasının gerçekte işlemediğine, kilit noktada her daim sekreterlerin ve özel kalem müdürlerinin olduğuna, onların bu işleri nasıl kotardığına kadar birçok bilgiye ulaşıyoruz.

Özel sektörün 1960 ve 70’lerdeki dönüşümü de Güngör Uras’ın gündeminde... Şirketlerin “koordinatör” arayışları sırasında beliren aile bağlantılarını, bir türlü kurumsallaşamayan Türkiye’deki özel sektörün aile üyelerini harcamama pahasına verimli elemanlarını nasıl “yediğini” izliyoruz. Siyasetin bürokrasiyle kurduğu ilişki kadar, milli burjuvazi yaratmanın 60’lardan sonra da pek kesintiye uğramadığına, farklı bağlarla sürdüğüne, siyaset-ticaret yakınlaşması sonucunda “1100 büyük Türk Büyüğü”nün “müteşebbis ruh”larıyla Türkiye’yi nasıl kalkındırdığına şahit oluyoruz.

Güngör Uras, “siyaset-özel sektör-bürokrasi” üçgeninde özellikle Özal’ın DPT Müsteşarlığı’ndan Başbakanlığa uzanan öyküsünü ilginç anekdotlarla hatırlatıyor. Devlet- işadamı ilişkisi, Uras’ın gözlüğünden yapılan yeni bir Özal okumasıyla daha ilgi çekici hale geliyor. Devalüasyonların arka planını sosyal gözlemleriyle birlikte öğreniyoruz. Demirel’in liderlik sırlarına dair pek de “aşkın” sayılamayacak notlarıyla eğiliyoruz.

Anıların net dönemlere bölünmemesi ve birkaç konunun aynı anda açılıp sonlara doğru birbirlerine bağlanması ise yazarın ayrı bir tercihi... Sohbet kıvamında… Bazı anı ve (oto)biyografilerde rastladığım; ‘tertipli’ ilerleyen, kitabın her bölümünü ayrıntılandırarak okura kalıplarını baştan çizen, bir tür okuma pusulası –hatta kullanım kılavuzu- veren, sendelemeyen iskelet sunan, okuru yormak ne kelime, onun için her türlü konforu düşünebilen, böylece okurunu düzen uğruna pasif bir okumaya itebilen yapı, bu kitaba hâkim değil. Kimi yerlerinde sezdirse de bu “pazarlamacı”yı bünyesinde pek barındırmıyor... Güngör Uras, kalkınmacı yılları anlatırken, dönemin kadın-erkek ilişkilerine değinip, sonra aniden sekreterlerin yöneticiler için taşıdıkları “stratejik” değere, birden dönemin ünlü bakanlarının ve bürokratlarının mizaçlarına, oradan kriz yönetiminde önemli siyasetçilerin, işadamlarının takındıkları tavra geçiş yapabiliyor.

Burada, Uras’ın kitap iskeleti açısından ilk bakışta belki de “savrulma/yalpalama” olarak adlandırılabilecek “daldan dala” yaklaşımı, genel bir “planlı yıllar” okuması açısından belki de çok anlamlı… Kitabı okurken, aklımda şu soru vardı: Yeterince “düzen, ilerleme, denge, güvence, risksizlik, planlanmış zaman” düsturlarıyla örülmüş bir dönemin anılarını, “planlı yıllar”ı, acaba bilindik düzenleriyle ilerleyen siyasi anı kitaplarının klişelerinin dışında tasarlayarak, bürokratik kaşelerin ötesine taşarak yazmak mümkün mü? Güngör Uras’ın siyasi anı kitabının satıraralarını gündelik yaşamdan anekdotlarla örmesi, özel sektör ve devlet deneyimlerini birleştirebilmesi, anılarında dönemin toplumsal yapısına ağırlık vermesi, Türkiye’de “planlı yıllar”ın kurumsal olmayan tarihini anlamak bakımından faydalı bir deneme… Zira gerek askerlerin, gerekse gazeteci-bürokrat-diplomat ve siyasetçilerin birçoğunun anısı, bu dönemi temelde atanmış ya da seçilmişlerin ilişkilerindeki tanıklıklar üzerinden, “oradaydım, çok şey gördüm, çok çalıştım!” benmerkezciliğiyle okumaya meyilli… Sosyal tarih kısmı, bu gibi anılarda gölgede kalabiliyor. Anı yazarının diğer devlet adamlarıyla paylaştıklarının magazinel anlatısının ağırlık kazanması ise, hem siyasi anının içeriğini çoraklaştırabiliyor hem de sosyal olan’ı siyaset’in posasına indirgeyebiliyor. Anılarını uzattıkça kendini öne çıkartmak ve şahsını pekiştirme uğruna anı’yı silikleştirmek, anekdotlara boğuldukça olayların özünü flulaştırma hatasına düşürebiliyor.

Güngör Uras’ın anıları ise –tersine- köşe yazılarında kullandığı samimi dili, bana anılarında da hissettirdi. Kitabında, sosyal olan’ı hesaba katan, planlı yılların gündelik hayata nasıl biçim verdiğini ihmal etmeyen bir yaklaşımla karşılaştım. Tavrı, “siyasi anı” türünün sadece kurumsallaşmış iktidar mekanizmalarını aktarmakla yetinmemesi gerektiğini müjdeleyen bir sosyal içerik taşıyor. Basit gibi gelebilir ama küreselleşmeyi gündelik hayattaki alışkanlıkların değişmesi üzerinden aktarmak, anılarda pek rastlanır bir tutum değil. Siyasi anı kitaplarının çoğunlukla geçiş bölümlerinde değinilen bu tip “ayrıntı”lara, Güngör Uras “öncelik” atfetmiş. Meşhur “değişim” sloganı yoluyla eski’nin el çabukluğuyla geride bırakılmasını, kitaptaki yeni’nin övülmesini mahalle berberinin “kadın-erkek saç bakım merkezi”ne dönüştürülmesinden ya da yıkanma kültüründeki jakuzili “çağ atlama”yı, deriye artık nazikçe nüfuz edilerek gözeneklerin açılacağını “gusülhaneden jakuziye terfi” bölümlerinden anlayabiliyoruz.

Siyasi anı yazarken kullanılacak üslup, söylenenden ziyade “devlet sırrı” ketumluğunu gölgelemek uğruna ayrıntılara gömülen ve gömüldükçe okuru da kendi tarihine yabancılaştırabilen kurgu; nehir-söyleşi yaparken belirlenen sorular ve iliştirilecek her türlü arşiv malzemesi; kısacası, vitrine taşınacaklar ve editörün kitaba vereceği biçim, bu açıdan tam da politik bir tercih değil mi? Yeni bir “politika” tanımı için, iktidar mekanizmalarını yinelemekten/fotoğraflamaktan ziyade, dönemin tanıklıklarının sosyal olan’ı merkeze oturtarak resmedilmesi, gençlerin siyasi anı yazan büyüklerden ve hazırlayan yayıncılardan bir beklentisi olamaz mı? İktidar mekanizmaları, bloklar, yapılar, kurumlar, işleyişler kadar, insan’a dair söz etmek ve toplum’u savunmak da bu siyasi anıların bir derdi olabilir mi?