Ara

Krizden etkilenmeyen ekonomi...


"gölgesizler"in muhteşem berber sahnesi...
birazdan karşı binada h.a.toptaş belirecek.
odama aynı koltuktan kaplattım.
filmi hatırlatsın, romanını unutturmasın diye...



Ekonomik durgunluk ve kriz dönemlerinde ekonomilerdeki birçok sektör ve faaliyet alanı daralıyor ve beklentiler olumsuza dönüyor. Ancak krizden etkilenmeyen ve istikrarlı bir büyüme performansı sergileyen işkolları da bulunuyor. Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı’nın (UNCTAD) ‘Kreatif Ekonomi Raporu 2010’ başlıklı çalışması, ‘kreatif’ yeteneklerin fikri mülkiyete dönüştürülmesiyle elde edilen hizmet ve ürün hacminin, yakın zamandaki küresel krizden etkilenmeden arttığını gösteriyor.

‘Kreatif Ekonomi’

Kimi zaman ‘kültürel ekonomi’ olarak da adlandırılan ‘kreatif ekonomi’ tanımına; mimari, sanat eserleri ve antikacılık, müzecilik, el zanaatları, tasarım, moda, sinema gibi görüntü sanatları; müzik, dans gibi performans sanatları; sportif faaliyetler, yayıncılık, yazılım, televizyon ve radyo, video ve bilgisayar oyunları dahil ediliyor. Bu faaliyet alanlarının ortak özellikleri, kreativite ve fikri sermayenin girdi olarak kullanılması, çoğunlukla bilgiye ve sanata dayalı olmaları; maddi ürünler kadar maddi olmayan fikri ve sanatsal ürünler ortaya çıkarmaları olarak sıralanıyor. İnsanların gelirlerinin daha büyük bir kısmını sahne gösterileri ve film izlemeye, müze ziyaret etmeye, yazılım ve kitap satın almaya yönelmeleriyle birlikte ‘kreatif ekonomi’ de ivme kazanıyor. 2008 yılında küresel ticarette yüzde 10’u aşan bir daralma yaşandığı halde, kreatif ürün ve hizmet ticareti 2002-2008 arasında ortalama yüzde 14’lük bir artış göstererek 2008 yılında 600 milyar dolarlık hacme ulaşmış. Özellikle gelişmekte olan ekonomilerin kreatif ürün ve hizmet üretim ve ticaretinin bu ülke ekonomilerine önemli bir dinamizm kattığı gözlemleniyor.

‘Ekonomiye katkıları

UNCTAD’ın kapsamlı çalışması, kreatif ekonominin önünün daha da açılması için ülkelerin, bu sektöre yönelik bazı adımlar atmasını öneriyor. Kreatif üretim kapasitesinin belirlenmesi ve bu kapasitenin geliştirilmesine yönelik politikalar belirlenmesi öncelikli adım olarak bahsediliyor. Oluşturulacak bir ‘kreativite ağı’ ile yatırımcılar cezbedilebilir, bu alanda girişimcilik faaliyetleri hızlandırılabilir, bilgi paylaşımını kuvvetlendirmek amacıyla modern bilişim teknolojilerine daha hızlı erişimin sağlanacağı etkin bir altyapı hazırlanabilir. Hukuki tarafta ise fikri mülkiyet haklarının yasa güvencesi altına alınması, kreatif sektörlerdeki üretimin ekonomik getirisini arttırabilir. Kreatif ekonominin gelişimi, kalifiye işgücü alanlarının açılmasını sağlayabilir. Bunun ötesinde, bu ekonomik sektörün, diğer ekonomik faaliyetlerle karşılaştırıldığında, ortaya çıkan katma değere oranla doğal kaynakları daha az tüketmesi ve düşük emisyon salımına sahip olması nedeniyle ‘çevreyle barışık’ bir ekonomik büyüme sağlaması, çevre politikaları açısından da olumlu sonuçlar doğuruyor. Sözün özü, ‘kreatif’ sektöre yapılan yatırımlar, ekonomik dalgalanmalardan bağımsız ve ‘temiz’ bir ekonomik getiri sağlıyor.


Metin Ercan, Radikal, 30 Aralık

Mahalle memlekettir



Her hafta belli miktarda kötü film seyretmek pahasına da olsa, Türkiye’de yapılan sinemayı hâlâ anlamlı buluyorum. Hatta giderek daha çok. Bu yıl sinemalarda oynayan yerli filmlerin yarısından fazlasını seyrettim, yani 30 kadar; bu, ‘Bal’la ‘Recep İvedik 3’ arası geniş bir yelpaze demek. ‘Bal’dan aldığım artistik zevkle Recep’in maceralarından aldığım ibret dersi nitelik olarak eşit değiller elbette, ama ikisi de resmin bütününde Türkiye ile ilgili bir şeye işaret ediyorlar. Kimi zaman yönetmenlerinin niyetleri, kimi zaman kendileri, kimi zaman sadece ‘varolma arzuları’ ile...

Bu bakımdan, sinemanın sunduğu kadar bütünlüklü, hatta bir ölçüde gözükara bir resim memlekette başka bir alanda var mı merak ediyorum. Türkiye demeyelim hatta. Bir büyük mahalle diyelim sinemanın işaret ettiği şeye. En tepeden başlarsak; bu mahallede hala ‘Av Mevsimi’ gibi bir ‘abi’ var, edinilmiş ve korunan statüsü ve sıkleti ile bir kavşakta durmakta. Bir sürü yolun kesiştiği bir kavşak. Bu yollardan biri abinin de temsil ettiği ‘büyük film’ yapma arzusu.

Donanım anlamında büyük olmasa da giderek irileşen bir sinemanın kendini Amerikan sineması olarak görme arzusu ‘New York’ta Beş Minare’de de, ‘Ejder Kapanı’nda, ‘Sultanın Sırrı’nda da var. Bu sinemanın çelişkisi, Amerikan aksiyon filmi olmaya çalışsa da, aksiyonun dinamizmini frenleyen, tiplerini karikatürleştiren bir çeşit otoriter milliyetçilik içermesi. Bu ‘amirim’ filmlerinin sonuncusunda ciddi bir rolde oynayan Cem Yılmaz ise yakın zamana kadar bir diğer yolu temsil ediyordu. Mahallenin başka bir yönü, ‘yumurcaklık’tı bu. Yılmaz’ın ‘Yahşi Batı’ ile ‘yumurcak sineması’na nihai ve (sıkıcı) bir form vermesi daha az pahalı ama belki daha canlı örnekleri görünürleştiriyor. ‘Recep İvedik’ler, ‘Kutsal Damacana’lar, Cem Yılmaz filmlerinin çekirdeğindeki ‘kaka laf söyleme’ yolunda devam ediyorlar. Ama çok da yaratıcı değiller, çünkü kaka laf kendi başına yeterli değil.

Yaratıcı olanı da reklamcı çocuklar yapıyorlar. (Gerçi, ‘Moral Bozukluğu ve 31’ sadece iki kere gösterildi.) Bu mahallede varolmaya çalışan bir bölük reklamcı çocuğun haşarılığıysa ancak ‘Romantik Komedi’nin denetimli ciksliği kadar. (Amerikan sineması!) Mahallede başka şeyler söylemeye çalışanlar yok değil. Bazen ‘Eyvah Eyvah’ gibi düz, hatta eski moda ama taze bir komedi, bazen mahallenin tombul ve uyumsuz çocuğunun gönül kırıklığının bulanık resmi ‘Prensesin Uykusu’, bazen mahallenin ilginç espri yapmaktan geri duramayan ama bunu tam da beceremeyen cin fikirli ‘Beş Şehir’. Cin demişken; bu mahallede cinle, periyle geleneksel birşeyler söylemek için ilgilenenler de var, ‘3 Harfliler-Marid’ ya da ‘Cehennem 3D’. Ama onların derdi de sonuçta bir ucundan Amerikan sineması kervanına katılmak.

Gelelim mahallenin iyi aile çocuklarına. ‘Büşra’, ‘Kavşak’ ya da ‘Ses’, hikayeleri itibariyle ister Müslüman-orta sınıf olsunlar, ister orta sınıf, isterse de üstümsü orta sınıf, ister başörtüsünden bahsetsinler aslında aynı şeye işaret ediyorlar. Buralardan çıkacak heyecan verici bir hikaye yok, karakterler birer gölge çünkü. Pahalı ve demode Atatürk filmleriyle çook uzaktan da olsa akrabalar. Mahalleye tesadüfen uğrayan Amerikalı ‘Bahtı Kara’ mahalleyle ya da kenarlarıyla ilgili ilginç bir şey söylese de bu da öylesine bir latife oluyor, ‘Min Dit’ mahallenin milliyetçi ezberini bozma konusunda sağlamcı davranıyor, öfkeli de olsalar ‘Kara Köpekler Havlarken’, ‘Kanımdaki Barut’, ‘Çaylak’ herkesin Guy Ritchie seyrettiğini hatırlatıyor.

Mahalleden silkinip çıkmanın temelde iki yolu var. Ya ‘Çoğunluk’un yaptığı gibi bir bıçak alıp kendi karnını yarmak, ya da ‘Köprüdekiler’in yaptığı gibi, ‘ecnebi’ de olsa yeni bir form arayışına girişmek. İki filmdeki göşterişçilik payını da mahfuz tutarak söylüyorum, ama ne de olsa sinema göşterişcilik isteyen bir alan.

Gelecek hafta: Mahallenin daha ‘sanatkar’ sakinleri...
 
Fatih Özgüven, Radikal, 23 Aralık

"Kan ve İnanç" : PKK ve Kürt Hareketi



Son zamanlarda, PKK tarihi ve ideolojisi üzerine okuduğum en "net" metinlerden biriydi. Gecikmiş bir okuma olduğu için, bitirdiğimde üzüldüm. Keşke daha önce okuyabilseydim... Dönemlendirmesi, eski militanlarla yaptığı görüşmeleri kitapta ustaca kullanması, akademik bilgiyle gazetecilik titizliğini ve analizini birleştirebilmesi yönünden övgüye değer bir çalışma... Çevirinin kalitesi ise apayrı bir övgüyü hakediyor. Su gibi akıyor. Yayınevi, kitabın altbaşlığını "PKK ve Kürt Hareketi" olarak tercih etmiş, iç kapağa da İngilizce özgün adını yazmış. Özgün altbaşlığı: "PKK ve Kürt Bağımsızlık Savaşımı" olarak çevrilebilir. Türkiye piyasasında şimşekleri üzerine çekmemek adına "haklı" bir çekinciyle adı yumuşatılmış.

Kitap, PKK ve özellikle Öcalan dogmatizmine dair eleştirilerini, eski militanların ifadeleri üzerinden yöneltiyor. Türkiye devletinin güvenlik-inkâr temelli Kürt sorunu algısına ise genellikle Kemalizmi eleştirerek yanıt aramaya çalışıyor. 12 Eylül darbeci zihniyeti ile Kemalizmin restorasyonu arasında kurduğu "otomatizm" pek tanıdık, ama artık tüketilmiş bir argüman. Eleştirirken, yeni şeyler de söylemek lazım. "Kemalizm-12 Eylül" eşleştirmesi, kitabın PKK hareketini anlatırken yakaladığı başarıyı ve detaycılığı, Kemalizm-Kürt sorunu bahsinde pek sürdüremediğine işaret sayılabilir.

Devleti eleştirdiği bazı paragraflar, Kürt sorununda devletin açmazlarını eleştirenlerin geliştirdiği "ezberler"den fazlasıyla etkilenmiş gibi. Marcus, Türkiye'deki karşılıklı ezberlerden keşke biraz sıyrılabilse, dışarıdan yazmanın verebileceği "özgürlük"ten yararlanabilseymiş...

Metnin en özgün tarafı, PKK militanlarını konuşturarak örgütün heterodoksisini dönemler halinde ortaya koyabilmesi ve bu görüşmeleri uluslararası değişmelerle bağlantılandırabilmesi... Örgüt üyeleri, bu kitapta konjonktür bağlamında konuşturuluyor. Aynı kitabı bir akademisyen yazsa, belki bu bağlantıyı çok daha muğlak/soğuk kurabilecekti. Marcus ise, gazeteciliğin "insani" boyutunu daha iyi kullanabilmiş. Soğuması beklenen gündem üzerinden "gecikmiş" bilgi üreten akademik  tercihten ziyade, insanları/örgüt üyelerini tek tek bulmuş ve onlara örgütün yapılanmasını konuşturmuş. Geçmişte benzer bir ayrım üzerinden gidebilen M.Ali Birand'ın "Apo ve PKK" adlı çalışmasının, bu kitapta en çok başvurulan kaynaklardan biri olması da tesadüf sayılmasa gerek... Bu ayrım üzerinde düşünmeye değer...


-arka kapaktan-

"2007'de ABD'de yayımlandığında büyük ilgi gören ve PKK konusunda bugüne dek yazılmış en nesnel ve kapsamlı çalışma olarak nitelenen Kan ve İnanç, Aliza Marcus'un yıllara dayanan emeğinin ürünü. PKK militanlarıyla görüşen ilk Batılı gazetecilerden biri olan Marcus, 1989'dan beri Güneydoğu'daki gelişmeler, Kürt sorunu ve PKK hareketi hakkında haberler yapmış, makaleler yazmış ve hatta bunlardan biri dolayısıyla yargılanmış bir isim. Marcus'un eski PKK üyeleri, bölge halkı ve süreci yakından takip eden politikacılar ve hukukçularla yaptığı röportajların yanı sıra, resmî kaynaklardan, dönemin komutanlarının yazdıkları metinlerden, köşe yazılarından ve gazete haberlerinden yararlanarak ortaya çıkardığı Kan ve İnanç, Türkiye'de yepyeni bir tartışma alanı açmaya aday bir kitap."


Yakup Kadri, siyaseti tahlil

Epey zaman geçti; edebiyatımızın ünlü bir adı bana, Yakup Kadri'nin resmi ideolojinin handiyse bir numaralı yazarı olduğunu söylemişti. Benim için Yakup Kadri usta romancıdır. İyi bir yazarın, herhangi bir ideolojiye bütün eserinde körü körüne bağlanacağını sanmıyorum.

Ama o zaman susmuştum. Andığım ünlü kişi yaşça büyüğümdü. Ayrıca çok saygı duyduğum bir kişiydi. Yıllarını yazıya çiziye vermiş, bu yüzden cezaevinde yatmış, değerli bir romancı.

Geçenlerde Ankara'yı taradım, Yakup Kadri'nin resmi ideolojiden yana olması âdeta gereken Ankara'sını. Ankara 1934'te yayımlanmış. Bir bakıma, yeni düzenin eleştirel gerçekçi yorumu. Yeni bir başkent, yeni başkentte yeni bir yaşayış. Yakup Kadri geçmişe de döner. Önce dünkü Ankara'yı anlatır. Sonra sırada Cumhuriyet'in ilk yılları. Bu eser, geleceğin iyimser ütopyalı, mutlu Ankara'sını canlandırarak son bulur.

Ne var ki romancı, eserinin sonraki basımlarında, şu notu düşmekten kendini alamayacaktır:

"Ya son bölümde hayalini kurduğum Türkiye'nin gerçekleşmesine doğru bir gelişme olmuş mudur? Ben o zamanlar bir gün gelip öleceğini aklımdan bile geçirmediğim Atatürk'ün öncülüğü ve rehberliğiyle bu ideal Türkiye'ye yirmi yıl içinde varacağımızı umuyordum. Şimdi o yirmi yıl üstünden bir yirmi yıl daha geçmiş bulunuyor. Fakat biz sosyal, kültürel ve ekonomik devrim şartları bakımından, hâlâ romanın ikinci bölümünde verdiğim ve karikatürünü yaptığım Ankara'nın içinde tepinip duruyoruz."

Bugünkü Ankara çok başka, çok farklı bir görünümde. Belki yepyeni romanları gereksiniyor. Öte yandan, bugünkü siyaset ortamında, Yakup Kadri'nin romanındaki kaygılar büsbütün silinmiş mi, yoksa sadece kılık kıyafet, çehre mi değiştirmiş, ayrıca tartışılmaya değer.

Yakup Kadri geleceğe yönelik endişelerini, ikinci cildi 1954'te yayımlanmış Panorama'da belirtiyordu. Kalabalık kadrolu, yoğun öykü öbekli Panorama, şüphesiz ki ideolojik yaklaşımı ağır basan bir eserdir. İnkılâpların sönüp gidişine isyan eden Yakup Kadri'yi bu eserde buluruz.

Günümüzün şiddetle tartıştığı bazı konular, meseleler, Panorama'da hep endişe sebepleri. Yakup Kadri, tahmin edileceği gibi, tek perspektiften irdeliyor. Ama ben Panorama'nın da göz ardı edilemeyeceği kanısındayım. Cumhuriyet'imizin ilk nesli, umutları, ülküleri ve hayalleriyle Panorama'da yaşıyor. Sadece onları gönülden tanıyabilmek için bu roman yine gündem oluşturabilir.

Yakup Kadri'nin romanlarında ve anılarında, yakın dönem siyaset hayatımız boyuna kısır çekişmelerle betimlenir. Meselâ Hüküm Gecesi (1927), Meşrutiyet döneminin çalkantıları, siyaset ve düşünce hayatı, iktidar ve muhalefet partileri tutanağıdır. Kurmaca kişilerle gerçek kişileri iç içe, yan yana dile getiren Hüküm Gecesi, aslında, hırslardan, öfkelerden, kibirlerden ibaret toplumsal ortamların yalnızca maddî-manevî çöküşlere yol açtığını vurgular.

Politikada Kırk Beş Yıl'ı (1968) ürpererek okumuştum. Yakup Kadri, Tanpınar'ın tersine, İsmet Paşa'yı öyle göklere çıkarmaz. Başvekil İnönü'yle muhalefette kapısı çalınmaz olmuş İnönü iki ayrı insan gibidir. İlkinin ikincisini var ettiğini, Yakup Kadri ince bir üslûpla anlatır.

Yine Politikada Kırk Beş Yıl'dan şu iki paragraf yürek yakıcı:

"Gerçi her iki taraf birbiriyle saldırma ve savunma silâhlarını, hürriyet, adalet, demokrasi ve insan hakları gibi yüksek prensipler adına kullandığını söylüyordu. Ama ruh tahlillerini seven ve bilen bir kimse için buna kolayca inanmak ne mümkündü!

İlk tahlil sondajında bütün bu ruh ufunetinin irinleri dışarıya fışkırıyordu. Sözün kısası, bir yandan ikbal ve iktidara erişmiş olanların böbürlenişleri, öte yandan nikbet ve hüsrana düşenlerin tepinişleri arasındaki çatışmalar bence bütün bu hengâmenin asıl sebebini teşkil ediyordu."

Yakup Kadri'nin söz açtığı "iki taraf", Cumhuriyet Halk Partisi'yle Demokrat Parti. İlki muhalefette, ikincisi "ikbal ve iktidar"da. Uçsuz bucaksız bir çekişme sürüp gidiyor. Başta Menderes olmak üzere, kaleme getirdiği her siyaset adamına serinkanlı yaklaşmış Yakup Kadri bu çekişmeden derin acılar doğacağını ısrarla vurgulamış...




Selim İleri, Zaman, 12 Aralık

“Anadolu’dan Geldik..!”


Devletin Tanıtım Filmlerinde Ulusal Kimlik Anlatısı
(1934-2005)



“ ‘Anadolu’dan Geldik..!’, devletin çektirdiği ülke tanıtım filmlerinin ‘ulusal kimlik’ ve ‘coğrafya’ temelinde söylem çözümlemesini yürütüyor, Türkiye’de düşünce tarihi tartışmalarının bu filmlerde bıraktığı izi, 1934’ten 2005’e kadar, dönemler halinde sürüyor.

Görece geç modernleşen Türkiye toplumunda devlet kendisini ve ulusunu nasıl kurdu, tanımladı? Rejimin temel dinamiklerini dış dünyaya ve vatandaşına hangi başlıklar üzerinden “tanıt”tı? Filmlerde ulus, ulusal kimlik, Asyalılık ve Anadoluluk, tarih, coğrafya, mimari, Osmanlı geçmişi, kadın, mit, ideoloji, Doğu ve Batı kavramlarına Cumhuriyet’in farklı dönemlerinde hangi değerler atfedildi, Ankara-İstanbul ayrışmasına nasıl yaklaşıldı? Neler “dışarıda” bırakılırken, neler “Türklük” ve “Anadoluluk” parantezinden okundu? Filmlerde “Atatürk” imgesi nasıl işlendi..?

Dr. Serpil Aydos, bu temel sorular eşliğinde, Türkiye’de devlete egemen olan farklı siyasal yaklaşımların barındırdığı tarihsel gerilimleri, süreklilikleri ve değişimleri, film metrajları üzerinden tartışmaya davet ediyor.”

Okay Bensoy








mazruf'a karşı zarf'ı övmek

Belki de en aykırı denemelerdendir, mazruf'a karşı zarf'ı övmek...
deyim düşmanlığıdır bir nebze. Zarf'ın mazruf karşısında sürekli atıl bırakılmasına derin ve sakin bir isyan bu şiir kitabı. iki bölümden kurulu: okurken "zarf" bölümüne pek ısınamadım.
"mazruf" kısmı daha çok hoşuma gitti.
elbette kediler saklı içinde...


 "Bazen hiçbir şey çıkmaz zarftan
hiçbir cümle doldurmaz mektubu
ne günışığı sızar ne akşama ermenin saadeti
kapalı bir yara gibi gezer öyle mektuplar
kim açsa, kim dokunsa eli yanar
bazen sözler boşa gider mektuplar boşa
bazen bir cümleden mektup yanar"