Ara

Barış Ünlü, yeni Ümit Hassan olabilir mi?



Osmanlı: Bir Dünya-İmparatorluğunun Soykütüğü
http://www.dipnotkitap.com/index.php?option=com_content&view=article&id=146:osmanli-bir-dunya-imparatorlugunun-soykutugubaris-unlu&catid=2:son-cikanlar&Itemid=13





"Osmanlı: Bir Dünya-İmparatorluğunun Soykütüğü", son dönemde yayınlanmış tezler içinde okuduğum en nitelikli işlerden biri. Osmanlı'nın kuruluşunu "dünya-imparatorluk" kavramı üzerinden tartışırken, Braudelci uzun-dönem analizini imparatorlukların karakteristik-tarihsel özellikleriyle birlikte yorumluyor. Braudel ile İbn Haldun literatürünün birbirini tamamladığı iddiasını Ümit Hassancı çizgiyle somutlaştırıyor.

İslam etkisi ile Bizans/Roma etkisi arasında salınan Osmanlı'nın kuruluşu tartışması, sırasıyla millliyetçi-İslamcı bakışı ve oryantalist görüşü karşı karşıya getiriyordu. Barış Ünlü'nün kitabı ise, bu ikiliklerin her ikisinin de kuruluşa dönemsel olarak katkıda bulunmuş olabileceği üzerine kurulu. Elbette bir "ortayolculuk" değil, dünya-imparatorluk bakışının getirdiği bir ara yol, yöntem denemesi bu kitap. Dünyada Akad İmparatorluğu'nun Yakındoğu'ya etkisini (Amelie Kuhrt'un çalışmalarını ihmal etmeden) "uzun erimli" ve "spiral" çevrimlerini izledikten sonra İran/Pers egemenliğinin İslam devlet ve medeniyetine emperyal katkılarına yoğunlaşıyor, oradan Bizans/Roma emperyal yayılımının ve artı-ürünü bölüşme biçimlerinin Batı coğrafyasına, Osmanlı'nın kuruluşuna ve evrensel anlamda imparatorluk kültüne yansımalarına eğiliyor.


Marksizm eleştirisi tam da burada düğümleniyor: Devlet biçimlerine çoğunlukla üretim tarzları temelinde yaklaşıp imparatorluk karakteristiklerini, bunların etkilerini bir tür üstyapı unsuruna indirger, "küçümserseniz" imparatorlukların kuruluş tartışmalarını coğrafileştirmek ya da özcü bir "despotik yönetim" tartışmasına sıkıştırmak durumunda kalabilirsiniz, amacınız bu olmasa bile... Althusser'in Montesquieu'sine karşı Ümit Hassan'ın İbn Haldun'unu okumakta fayda olabilir. 


Barış Ünlü'nün Eric Wulff'tan alıntıyla işlediği "vergisel üretim tarzı", imparatorluk anlayışının bir sonucu. Kitapta özellikle bu kavrama dikkat ederek "uzun dönemli" analize odaklanmada fayda var, çünkü artığa el koyma ve onu yeniden dağıtma süreçlerinde, vergisel üretim, merkez-taşra ikiliğini çözümlemede önemli bir anahtar. Doğu-Batı ayrımını eleştiren, onu yatay kesen, her coğrafyanın kendine özgü üretim biçimi olduğu klişesini kemiren bir özelliği var "vergisel üretim"in. "Vergisel üretim tarzı", ATÜT-feodalizm tartışmasına giriş için de değerli. İki kavramın aslında birbirini dışlamadığını, toprağa dayalı aynı üretim ilişkisinin birbirini dışlamayan biçimleri olduğunu anlatıyor. Merkezin mi, taşra/yerelin mi üretim ve bölüşüm süreçlerinde daha etkin olduğunu kavramak için, ATÜT ve feodalizm üzerinden gelişen yazına özcü coğrafi ayrımları aşma çağrısı yapıyor. Dolayısıyla, Osmanlı'nın kuruluşunda "tipik" üretim tarzlarını coğrafya ve despotizmle ilişkilendirme gayretlerine karşı çıkıyor, imparatorluk "tip"leri öneriyor.


Ünlü, Osmanlı'nın "başarısı"nı uzun bir "dünya-imparatorluk tarihi"nden çıkarsıyor. Osmanlı'nın başarısı tek başına bir dinin, devletin, fetih fikrinin, kültürün, uygarlığın, göçebelik/barbarlık ya da yerleşikliğin başarısı değildir; bunların tarihsel süreçteki birikimleriyle beliren, önceki imparatorluk kültlerinin katkısıyla şekillenen bir öyküdür.


"Büyük kuramsal" iddiaları olmayan, kuruluş tartışmalarına yeni bir yöntem önermeyi amaçlayan bu çalışma, sadece Osmanlı'ya bakışımı gözden geçirmemi sağlamakla kalmadı, nitelikli bir tezin bölümlendirmesinin nasıl yapılabileceği, tez dili-kitap dili ayrımının önemi hakkında değerli şeyler öğretti.


(Arka kapaktan)

"Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşunu inceleyen tarih yazımı yakın zamanlara kadar iki temel soru etrafında yoğunlaşıyordu. Bunlardan ilki Osmanlı teritoryal genişlemesinin ardından yatan itici gücün gaza mı, yoksa yağma mı olduğuydu. İkincisi soru ise Osmanlı’nın Bizans-Hıristiyan ya da Türk-İslam uygarlıklarından hangisinin izleyicisi olduğuna yanıt arıyordu. İlk soru etrafında süren tartışmaya idealist ve materyalist tarih felsefelerinin mücadelesi damga vururken, ikinci sorunun odaklandığı tartışma Avrupa-merkezcilik ile milliyetçiliğin çarpışma alanı olarak karşımıza çıkıyordu.
Barış Ünlü, bu iki tartışmanın ötesine geçerek Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş problemi üzerine yeni bir yaklaşım öneriyor. Yazarın benimsediği dünya-merkezci yaklaşım zaman ve mekân açısından alışık olduğumuz ölçekleri değiştirmekte, büyütmekte ve çoğaltmaktadır. Barış Ünlü böylece, farklı zaman ve mekân karşılaşmalarının, dünya tarihinin yenilenen ve yinelenen tarihsel örüntülerinin ve kültürlerarası etkileşimlerinin bir ürünü olan Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş tarihini yeniden yazmaktadır.
Bu kitap, Osmanlı’nın dünya-tarihinin derinliklerine uzanan soykütüğünün izini süren bir tarihsel sosyoloji ve sentez denemesidir. "

İçindekiler






Ermeni Sorunu'nu Anlamak

 http://www.idefix.com/kitap/ermeni-sorununu-anlamak-uluc-gurkan/tanim.asp?sid=IG05F4JHDS2SXDG4TN2G



Uluç Gürkan ve Serdar Palabıyık ile ortak çalışmamız kitaplaştı...


"Ermeni Sorunu'nu Anlamak: Önyargıları Aşmak ve Nefretten Arınmak" belge-söyleşi kitabı;

-Ermeni Sorunu'nun Türkiye ve Batı dünyasındaki tartışılma biçimlerine eleştirel yaklaşıyor, soykırım hukukunun güncel gelişmeleriyle birlikte Ermeni Sorunu'nun tarihçesine ve "soykırım"ın evrensel tarihine eğiliyor.

-Ermeni Sorunu'nu "kullanarak" Türkiye ve Türklere yönelik tarihsel-kültürel (İslami, etnik vb.) önyargılarını pekiştiren kimi Batılı ülke yetkililerinin ve yerli araştırmacıların düşünce kalıplarına bakmayı deniyor. Bu kalıpların diyalog zemininde nasıl dönüştürülebileceğine dair öneriler sunuyor.

-Tarihte "Malta Sürgünü" olarak kodlanan, esasında bir yargılamayı da içeren "Malta Askeri Mahkemesi" üzerinden, Türkiye'deki kısır tartışmaları aşmayı, hukuk-siyaset-tarih temelli yeni bir tartışma yürütmeyi öneriyor.

Amacımız, "geçmişle hesaplaşma"yı karşılıklı önyargı ve nefretten arındırarak yapabilmek, hukuku bir silah değil, çözüm ve diyalog için kullanmak...

Temel tezlerimizi içeren "önsöz"ü ve "içindekiler" bölümünü linkte paylaşıyorum.





"Önsöz"ün, kitabın tümü okunduktan sonra, pratik bir özet/hatırlatma notu haline gelmesini hedefledik. Bu sayede okurun, “Ermeni Soykırımı” iddialarına karşı duruşunu “önsöz”deki temel tezleri sıralayarak da savunabilmesini amaçladık. Kitaptaki tezlerin, Ermeni Sorunu tartışmasında yeni resmi politikanın oluşturulmasına katkı koymasını hedefliyoruz.

Bu çalışmanın iskeletini büyük bir sıkıntı kurdu. Şöyle ki; “Ermeni Soykırımı”, uluslararası alanda görevini sürdüren bürokrat ve diplomatların, yurtdışındaki Türkiyelilerin karşılaştıkları ilk sorunlardan birisi olurken; birçok yetkilimiz ve yurttaşımız, yabancı muhataplarına bu konuda derli toplu bir açıklama getirememekten yakınıyor.

Eser, sorunun ne olduğunu/olmadığını ve Türkiye’nin haklılığını tarihi-siyasi-hukuki açılardan ortaya koyarken; şimdiye dek Türkiye’nin geliştirdiği tezlerin zayıf yönlerini de analiz ederek özeleştiri getiriyor, yeni tezler öneriyor.

Tarihi ve hukuki açılardan “Malta Yargılamaları”nın yeniden gündeme alınması; siyasi yönden ise “parlamentoların soykırım kararı alamayacağı” gerçeğinin yeni resmi tez olarak savunulması, önemle üzerinde durduğumuz başlıklar.

Çalışmamız Destek Yayınları'nca yayınlandı.

kitabın temel tezleri ve "önsöz"ü için;
http://okaybensoy.blogspot.com/2011/12/httpwww.html


hakkında yazılanlar tv programları:
 

fikret bila, milliyet, 28 ocak
http://siyaset.milliyet.com.tr/malta-belgeleri-aciklanirsa-gercek-gorulur/siyaset/siyasetyazardetay/28.01.2012/1494774/default.htm



kanal b, hariciye kliniği programı, 25 ocak 
orhan erinç, cumhuriyet, 23 ocak
cumhuriyet gazetesi-ankara merkezi (konferans), 21 ocak

mülkiyeliler birliği bursa şubesi (konferans), 19 ocak

skytürk, ayhan sicimoğlu ile renkler, fransa-nice, 15 ocak



 a hbr ana haber bülteni, 13 ocak:
http://tvarsivi.com/player.php?i=2012010389024


anka ajansı ve milliyet, 13 ocak:
http://siyaset.milliyet.com.tr/tbmm-baskanvekili-nden-kritik-cagri/siyaset/siyasetdetay/13.01.2012/1488411/default.htm?ref=twshare


mustafa mutlu, vatan, 2 ocak:
http://haber.gazetevatan.com/basbakan-bu-kitabi-mutlaka-okumali/421047/4/Haber


tvnet "komplo teorisi" programı, cem küçük, 28 aralık:
1-
http://tvnet.tv.tr/?i=e4ee825832 (programın tamamı)

2-
http://www.stargazete.com/medya/uluc-gurkan-dan-soykirim-dersi-410888.htm


cnn türk "tarafsız bölge", ahmet hakan, 21 aralık:
http://cnnturkvideo.com/2011/programlar/12/22/rober-koptas-arev-cebeci-uluc-gurkan-ve-omer-engin-lutem-tarafsiz-bolgeye-konuk-oldu


 fikret bila, milliyet, 21 aralık:
http://siyaset.milliyet.com.tr/akla-ziyan-bir-tasari/siyaset/siyasetyazardetay/21.12.2011/1478345/default.htm


ışık kansu, cumhuriyet, 19 aralık:
http://haberguncel.blogspot.com/2011/12/yedi-yil-olursa-isik-kansu.html


emin çölaşan, sözcü, 16 aralık: http://www.bidolu.tv/makale.php?Yazi_id=824&yazar=17


orhan birgit, cumhuriyet, 16 aralık: http://cumhuriyet.com.tr/?hn=300730 .
orhan birgit, cemil çiçek'e kitabın yabancı dillere çevirtilmesi çağrısında bulundu.


yalçın bayer, hürriyet, 14 aralık: http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/19459746.asp


"ermeni sorunu'nu anlamak" kitabının da konuşulduğu soykırım tartışması programı
(tv 8, 20 aralık)
http://www.tv8.com.tr/v-5632-22-haberaktif-20-aralik-2011-sali


Dönemin Koşulları Göz Önüne Alınırsa

 Şükrü Hanioğlu, Sabah, 4 Aralık.
Tek Parti otokrasisine yöneliş, dönemin koşulları çerçevesinde ele alındığında, doğal ve Cumhuriyet kurucularının önündeki kaçınılmaz seçenek olarak kabul olunamaz

Toplumumuzda Erken Cumhuriyet döneminin tarihselleştirilmesine, "kurucu felsefe"nin tartışılmasının yolunu açacağı gerekçesiyle karşı çıkanlar, rejimin eleştirilen uygulamaları gündeme getirildiğinde, bunların "dönemin koşulları çerçevesinde değerlendirilmesini" talep etmektedirler.
Bu talep ise temelde üç temel teze dayandırılmaktadır. Bunlardan birincisi sıklıkla tekrarlanan "ümmetten millet, kuldan vatandaş" yaratan bir rejimin kendinden önce var olan "mutlakiyetçi ve teokratik" yapıdan çoğulculuğa doğrudan geçişinin imkânsızlığıdır. Bu yaklaşıma göre gerçekte "çoğulcu demokrasiyi" hedefleyen Erken Cumhuriyet rejimi bir "geçiş dönemi"ne gerek duymuştur.

Osmanlı mirâsı neydi?

Bu tez bizzat Erken Cumhuriyet'in yarattığı monolitik "Osmanlı" kavramsallaştırmasına dayanmaktadır. Buna karşılık, Cumhuriyet öncesi Osmanlı toplumu kendi modernitesini yaratmış, 1908-1912 arasında ciddî bir çoğulculuk ve parlamenter sistemi yaşatabilmiş, "vatandaşlık"ı kutsayan, "hakimiyet-i milliye" kavramının gazete adı olacak kadar popülerleştiği bir yapıydı. Sosyalizmden liberalizme, milliyetçilikten İslâmcılığa kadar her türlü fikri savunan siyasî partilere, güçlü kadın hareketine, çok sesli basına, idareyi denetleyen bürokratik kurumlara, işçi örgütlenmelerine sahip bu yapı söz konusu kavramsallaştırma yardımıyla resmedildiğinden oldukça farklıydı.
Bu yapının Bâb-ı Âli Baskını sonrasında yerini otoriter tek parti iktidarına bıraktığı doğrudur. Ancak Mondros Mütarekesi sonrasında, toplumumuzda da, tüm Avrupa'da olduğu gibi, yeniden çoğulculuğa dönüş eğiliminin ağır bastığı şüphesizdir. 1919 koşullarında seçim yapılması, İstiklâl Harbi zorluğundaki bir mücadelenin "tartışan" bir meclisle yürütülmesi bu eğilimin ne denli güçlü olduğunu gösterir.
Bu nedenle Erken Cumhuriyet'in ortaya çıktığı toplumda, 1908-1912 arası imparatorluk çoğulculuğu ile 1920-1922 deneyimini yeni ulus-devlet ölçeğinde yaşatma eğilimi ağır basmıştır. Dolayısıyla kendi bağlamında değerlendirildiğinde de 1925 Takrir-i Sükûn Kanunu sonrasında nihaî şekline evrilen Tek Parti rejimi ve uygulamalarının yeni cumhuriyetin önündeki yegâne seçenek olduğunu ve devralınan mirâsın bunu zorunlu kıldığını söyleyebilmek mümkün değildir. Lütfi Fikri Bey'e atfedilen bir ifadeyi tekrarlayacak olursak "saltanat-ı meşrutadan cumhuriyet- i mutlakaya inkılâb edilmesi" dönemin koşullarının zorladığı bir mecburiyet değildi. Kurucu kadro, bu alanda, benzer bir kararı 1913'te alan İttihad ve Terakki rüesasının yolundan gitmeyi tercih etmiştir.

Otoriterlik Avrupa ile uyumlu muydu?
"Mevcut koşullar çerçevesinde değerlendirme" talebinin ikinci tezi dönemin otoriter ve totaliter rejimler çağı olduğu ve bu nedenle "hayırhâh, aydınlatmacı otoriter" bir yönetimin eleştirilmesinin haksızlığıdır. Bu tez ise tarihî gelişmelerle uyumlu değildir. Avrupa'da "otoriter ve totaliter" karakterli rejimlerin egemenliği Büyük Depresyon'un etkilerinin ağır biçimde hissedildiği 1930'lu yıllarda belirginleşmiştir. Dolayısıyla 1920'li yılların başlarında yapılan bir tercih, o sırada Avrupa'da egemen olan genel eğilimi yansıtmaktan uzaktır. Kendini Avrupa'nın parçası olarak gören Türkiye'nin tercihi de bu nedenle doğal görülemez. Nitekim bu durum Cumhuriyet kurucularını da rahatsız etmiş ve onları 1930'da başarısızlıkla neticelenecek bir "çoğulculuk denemesi"ne girişmek zorunda bırakmıştır.
Harb-i Umumî sonrası Avrupası'nda yükselen eğilim "otoriter ve totaliterlik" değil "anayasacılık, çoğulculuk ve demokrasi" olmuştur. Farklı bir "demokrasi" kurma iddiasıyla ortaya çıkan Bolşevikler haricinde, üç eski imparatorluğun Avrupa topraklarındaki yıkıntıları üzerine kurulan tüm yeni devletler bu değerleri ön plana çıkaran rejimler inşa etmeye gayret etmişlerdir.
Siyaset bilimcileri 1923'te Avrupa'da mevcut otuz iki devletten yirmi sekizinin "çoğulcu demokrasi" rejimine sahip olduğunu tespit etmişlerdir. Aynı tarihte Avusturya-Macaristan ve Rusya gibi güçlü "demokratik geleneklere" sahip olmayan imparatorlukların mirâsçıları arasında, 1920 senesinde Amiral Horthy'nin "centilmen faşizmini"ni benimseyen Macaristan ile Sovyetler Birliği dışında, otoriter rejime yönelen yoktu. Roma yürüyüşü sonrasında faşistlerin kontrolüne geçen İtalya bu devletler için ideal bir model oluşturmamıştı.

1926'da Mareşal Pilsudski'nin Varşova yürüyüşü sonucunda Polonya ve albayların benzeri bir darbeyi gerçekleştirdikleri Litvanya'da otokratik rejimlere geçildiği doğrudur. Ama başta Çekoslovakya, Letonya ve Estonya olmak üzere, Derek Aldcroft'un deyimiyle "Avrupa'nın Üçüncü Dünyası" sayılan bölgelerde bile demokrasiler kurulmuş ve "çoğulcu demokrasi" Büyük Depresyonun etkilerinin hissedildiği 1930'lu yıllara kadar Avrupa'nın "ideal" rejimi olmuştur.

"Kendimize Özgülük" mü zorunlu kıldı?

"Dönemin koşulları çerçevesinde değerlendirme"
talebinin üçüncü tezi olan "kendimize özgü sorunlar"ın 1920'li yıllarda tek parti otokrasisine yönelmeyi zorunlu kıldığını söyleyebilmek de mümkün değildir. Örneğin ciddî bir "demokratik gelenek"in mirâsçısı olmayan Çekoslovakya (seçmenliği yeniden düzenleyen 1907 reformuna kadar gerçek anlamda seçimlerin yapılmadığı Avusturya-Macaristan'da, Reichsrat'ın alt kanadında Almancanın resmî dil olmasına itiraz eden Çek vekillerin temel faaliyeti uzun soru önergeleriyle yasama faaliyetini yavaşlatmaktı) iki farklı toplumdan oluşmasının yanı sıra, nüfusun dörtte birini oluşturan Alman ve geniş Macar, Leh ve Ruten azınlıklara sahipti. Yâni ciddî bir "azınlıklar" sorunu vardı. Buna karşın 1938'e kadar Cemiyet-i Akvâm Azınlıklar Komitesi'ne Çekoslovak idaresi hakkında tek bir şikâyette bile bulunulmamıştı.

Ülkenin, azınlıklar meselesine ilâveten, kökleşmiş aristokrasinin tasfiyesi ve aristokratların malikâne topraklarına sahip olmasından kaynaklanan ciddî bir "toprak" ve "köylü" sorunu da bulunuyordu. İmparatorluğun dağılmasından sonra Prag'ın doğal hinterlandını kaybetmesi, Çek ve Slovak bölgeleri arasındaki ekonomik gelişim farklılığı, eski devletin borçlarının bir bölümünün yüklenilmesi benzeri sorunlar otoriterlik taraftarları için mümbit bir "kendine özgü koşullar" vâhâsı yaratıyordu. Buna karşılık Çekoslovakya demokrasisinin kurucusu Masaryk üç dönem başkanlık yaptıktan sonra 1935'te emekli olduğunda ardında 1918'den beri kadınlara da oy hakkı tanıyan demokrasinin kökleştiği ve azınlık partilerinin de yer aldığı siyasal sistemin işlediği çoğulcu bir yapı bırakmıştı. 1938'de Münih'te katledilen gerçekte Avrupa'nın yirmi senede geliştirilmiş en iyi demokrasilerinden biriydi.

Dolayısıyla kendi toplumumuza "otoriterlik dışı yollarla adam edilemez Doğulular" benzeri Oryantalist bir gözlükle bakmadığımız takdirde, dönemin koşulları çerçevesinde de ele aldığımızda otoriter tek parti rejimine yönelişin Cumhuriyet kurucuları önündeki tek ve doğal seçenek olduğunu söyleyebilmemiz mümkün değildir.

MÜSİAD ile TÜSİAD'ın Karşılaştırmalı Anayasa Önerileri

Doğan AKIN / T24.com / 01.12.2011



Türk Sanayici ve İşadamları Derneği'nin (TÜSİAD) ardından muhafazakâr sermaye gruplarının örgütü olarak 21 yıl önce kurulan Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği de (MÜSİAD), hazırlattığı anayasa önerisini kamuoyu ile paylaştı. İş dünyasının iki önemli kuruluşunun hazırladığı taslaklar, radikal değişim önerileri de dahil olmak üzere, önemli noktalarda çakışıyor.

TÜSİAD, Prof. Ergun Özbudun ve Prof. Turgut Tarhanlı'nın eş koordinatörlüğünde, 22 akademisyenin Kasım 2010-Mart 2011 arasında yaptığı yuvarlak masa toplantılarında hazırladığı "Yeni Anayasanın Beş Temel Boyutu" başlıklı raporu 22 Mart 2011'de açıklamıştı. Söz konusu rapor, TÜSİAD üyelerinin görüşlerini yansıtan bir metin olarak değil, TÜSİAD'ın bir araya getirdiği 22 akademisyenin görüşü olarak kamuoyuna sunulmuştu..

Hatırlayacaksınız, söz konusu açıklama iki nedenle günlerce tartışıldı. Birincisi; eski TÜSİAD Başkanı Cem Boyner'in “İnsan onuru ve insan hakları Türkiye'nin bölünmesinden, devletten daha değerlidir. Türkiye'de İngilizce, Almanca, Fransızca, İtalyanca okul var, ama Kürtçe okul yok" diye özetleyebileceğimiz sözünü sakınmayan çıkışıydı.

Tartışmanın ikinci nedeni; Prof. Özbudun'un raporun sunumu sırasında "yeni anayasada değiştirilemez madde olmasını tavsiye etmedikleri" yolundaki açıklamasıydı. Bu açıklama, TÜSİAD'a tepkide "Türk" siyasetini buluşturmuş, AKP, CHP ve MHP'den sert eleştiriler gelmişti. TÜSİAD raporu ve Özbudun'un açıklamalarını destekleyen tek parti, Kürt siyasetinin parlamentodaki temsilcisi BDP olmuştu.

Bu hatırlatmadan sonra, 5 Mayıs 1990'da TÜSİAD'a alternatif olarak kurulan, yıllarca "Müstakil" değil "Müslüman Sanayici ve İşadamları Derneği" yakıştırmasıyla anılan MÜSİAD'ın açıkladığı anayasa önerisini değerlendirebiliriz.

- Her şeyden önce MÜSİAD, TÜSİAD'dan farklı olarak, dernek üyelerinin son şeklini verdiği bir metin açıkladı. TÜSİAD, 22 akademisyene hazırlattığı metnin dernek üyelerini bağlamadığının altını çizmişti. Diğer yandan MÜSİAD, A'dan Z'ye madde madde işlediği, genel gerekçe ve gerekçesini de hazırladığı bir "anayasa taslağı" ortaya koydu. TÜSİAD ise bir anayasa taslağı değil, yeni anayasa için temel yaklaşım önerileri içeren bir rapor açıkladı.


'Devlet düzeni değiştirilebilsin...'
- Bu yöntem ve kurgu farkları bir kenara bırakılırsa, bugüne kadar genel olarak birbirine zıt görüşleriyle kamuoyuna yansıyan iş dünyasının iki örgütünün, yeni anayasa konusundaki önemli noktalarda benzer yaklaşımlara sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bunların başında, mart ayında TÜSİAD'a yaygın ve yoğun bir tepki gösterilmesine neden olan "değiştirilemez madde" konusundaki yaklaşım geliyor. MÜSİAD da, TÜSİAD çalışmasındaki gibi yeni anayasada "değiştirilemez madde" önermiyor. Hatta bu yaklaşımı ileri götürerek "devletin niteliklerinin Meclis'in ve halkoylamasında seçmenlerin üçte iki çoğunluğunun oyuyla" değiştirilebilmesini teklif ediyor. (Madde 1)

Atatürk'süz anayasa
- TÜSİAD'ın hazırlattığı raporda, yeni anayasada "Atatürk’ün şahsiyetine ve tarihi rolüne saygı ve şükran içeren bir ifadeyle yetinilmesi ve Atatürkçülüğe ideolojik ve hukuki anlamlar yükleyen referanslardan kaçınılması" ve milliyetçiliğe atıf yapılmaması tavsiye ediliyordu. MÜSİAD da bu konuda benzer bir tutumu benimsiyor ve 1982 Anayasası'nda cumhuriyetin temel nitelikleri arasında sayılan “Atatürk milliyetçiliğine bağlılık" ifadesine yer vermiyor.

- MÜSİAD önerisinin "başlangıç" bölümünde de Atatürk'ün adı anılmıyor, "cumhuriyeti emanet eden eşsiz kahramanlara saygı ve şükran" ifadesiyle yetiniliyor. MÜSİAD, taslağın genel gerekçesinde Atatürk'ün adının anılmamasının "Atatürk ilke ve devrimlerini dışlamak anlamına gelmediğini" belirtiyor. MÜSİAD, bu konudaki tercihini "demokratik ülke anayasalarında kişi adına yer verilmemesi ve Atatürk ilkelerini (geçmişte) kendisine göre yorumlayanların resmi ideoloji üreterek demokratik işleyişe müdahale etmeleri" ile gerekçelendiriyor. Bu gerekçenin “toplum sözleşmesi” bağlamında bir uzlaşma için tartışma götürür bir yaklaşım içerdiğini söylemeye gerek yok.

- TÜSİAD'ın hazırlattığı raporda, Kürt sorunu dikkate alınarak “Türk Milleti” ifadesinin yeni anayasada yer almaması tavsiye ediliyordu. MÜSİAD teklifi bu konuda TÜSİAD raporundan ayrılıyor ve genel gerekçede dünyadan örnekler vererek “Türk Milleti” kelimelendirmesinde sorun olmadığını belirtiyor.


Ana dilde eğitim uzlaşması

- TÜSİAD'ın hazırlattığı rapordaki gibi MÜSİAD teklifinde de "ana dilde eğitim hakkı"nın tanınması isteniyor. TÜSİAD raporunda bu konuda altyapı çalışması yapılması tavsiye edilirken MÜSİAD, ana dilde eğitimi temel bir esas olarak ilan ediyor, ancak "resmi dilin (Türkçe) öğrenilmesine ya da öğretilmesine engel oluşturamayacağının" altını çiziyor. (Madde 31)

- MÜSİAD'ın önerisinde de, TÜSİAD raporundaki tutuma paralel ve Başbakan Tayyip Erdoğan'ın belli ettiği başkanlık-yarı başkanlık sistemi eğilimine ters biçimde, parlamanter sistemin güçlendirilmesi esas alınıyor. MÜSİAD güçlendirilmiş bir parlamanter sistem için sorumsuz cumhurbaşkanının yetkilerinin azaltılmasını öneriyor.


MÜSİAD'ın AKP'ye ters teklifi

- MÜSİAD önerisinde, Başbakan Erdoğan'ın 12 Eylül'de referanduma sunulan anayasa değişikliklerinde kararlı bir şekilde ortaya koyduğu tercihe ters somut bir teklif de bulunuyor. MÜSİAD, yaklaşık 30 yıldır tartışılan ve iktidardan geçen her görüşten siyasi partinin kıskançlıkla sahip çıktığı "Adalet Bakanı'nın Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Başkanlığı" esasına son verilmesini öneriyor. Yürütme organının HSYK'daki varlığına son verilmesini teklif eden MÜSİAD'ın önerisine karşılık, TÜSİAD'ın hazırlattığı raporda bu konuda iki karşıt görüşe de yer verildiğini hatırlatalım.

'Din ve ahlak kültürü' zorunlu, 'din' dersi seçmeli
- MÜSİAD, "din ve ahlak kültürü" dersinin zorunlu olmasını, "din" dersinin ise seçmeli düzenlenmesini öneriyor. TÜSİAD'ın hazırlattığı raporda da, mevcut uygulama "din ve ahlak kültürü" adı altında "Sünni İslam öğretiminin ağırlık taşıdığı" bir "din" dersi biçiminde olduğu için "zorunlu din ve ahlak kültürü" dersine karşı çıkılmıştı. Yani, bu konuya ilişkin yaklaşımda iki kuruluş arasında önemli bir fark bulunmuyor. MÜSİAD ek olarak, din öğretimi yapacak özel okullara izin verilmesini, ebeveynlerin kendi inançları doğrultusunda çocuklarına eğitim verilmesini isteme hakkına vurgu yapıyor. 


İlköğretimden üniversiteye dini sembol serbestisi


- Başörtüsü konusu, iki derneğin bir noktada çakışan, bir noktada çatışan önerilerde bulundukları bir alan olarak öne çıkıyor. TÜSİAD raporunda, "üniversite öğrencilerinin, milletvekillerinin, öğretim üyelerinin ve belli kurallar dahilinde kamu görevlilerinin başörtüsü kullanmalarına engel bir gerekçe bulunmamaktadır" görüşü dile getirilmiş ve hemen arkasından şu şerh düşülmüştü:

"Bununla birlikte hâkim, polis, savcı, asker gibi devletin egemenlik yetkisini doğrudan kullanan ve tarafsızlığın öne çıktığı meslekleri icra eden kamu görevlilerinin; çocukların etkiye açık olmaları nedeniyle okul öncesi eğitim, ilk ve orta öğretimde görev yapan eğitimcilerin; reşit olmamaları sebebiyle üniversite öncesi eğitim alan öğrencilerin din veya inancı belli eden simgeler taşıması uygun değildir."

- MÜSİAD, teklifinde ise bu konuda ayrım yapılmıyor ve "Eğitim Hakkı" başlığını taşıyan 31. maddede şu hüküm öngörülüyor:

"Kılık ve kıyafet ya da dini semboller, eğitim ve öğretim hakkından yararlanmayı engelleyecek şekilde yasaklanamaz."

Bu teklifi tersinden okuduğunuzda, TÜSİAD raporundaki yaklaşımın aksine MÜSİAD, eğitim ve öğretimin bütün kademelerinde kıyafet ve dini sembollerin kullanımında serbestiyi savunuyor. Çocuklara küçük yaşta dini eğitim ile ilköğretimi de kapsayacak şekilde dini sembol serbestisi talebi, MÜSİAD teklifindeki tartışmaya en açık öneriler arasında görünüyor.



İnanç özgürlüğünü açıklama ve sınırlama ...

Müsiad'ın anayasa önerisi tam metni için:
http://www.t24.com.tr/media/documents/MUSIAD%20ANAYASA%20ONERISI%20KITABI.pdf

Tüsiad'ın anayasa önerisinin analizi için:
http://www.t24.com.tr/content/authors.aspx?article=3413&author=24


Suriye planı: Türkiye, Humus'a kadar gidecek

İbrahim Karagül, 25 Kasım, Yeni Şafak.


Fransa ile ABD, Suriye topraklarında "insani yardım koridoru açma" konusunda anlaşmaya vardı. Fransa Dışişleri Sözcüsü, iki ülkenin koridor için birlikte çalışacağını belirtirken Humus'a dikkat çekti. Planın Avrupa Birliği Bakanlar Konseyi'nde ele alınacağı ve artık bu ülkeler için Suriye'de "meşru muhatabın muhalefet olduğu" bildirildi.
Bir gün önce, "insani yardım koridoru" ya da "tampon bölge" konusunda kararın verildiği İsrail basınında yer almıştı. Söz konusu haberlerde, "koridor"un Türkiye'den açılacağı daha doğrusu Türkiye sınırında bir tampon bölge oluşturulacağı, muhalefetin burada yerleşip Esad yönetimine karşı silahlı mücadele yürüteceği ifade edilmişti.
Planın hemen hemen tamam olduğu, Suriye operasyonunun Arap ülkeleri ve Türkiye tarafından yapılacağı, beş-on beş kilometre derinliğinde olacak tampon bölgede, Suriye yönetiminin bütün askeri ve istihbarat hareketliliğinin yasaklanacağı, bölgedeki denetimi Arap savaş uçakları ve Türk hava kuvvetleri tarafından sağlanacağı ifade ediliyor.
ABD'nin lojistik destek vereceği operasyonda, muhtemelen Irak'tan İncirlik'e nakledilen insansız hava araçları da kullanılacak. Tam da bu dönemde, Abdullah Öcalan'ın Beşşar Esad'a gönderdiği mesaj, bin PKKlı'nın Esad'a destek için Suriye'ye nakledilmesi, Türkiye sınırına sıfır noktasında PKK kampı kurulduğuna dair istihbarat raporları bu çerçevede de değerlendirilebilir.

Çarşamba günü, "Esad'ı Devirme Planı" başlığı altında buraya aldığımız iddialar galiba doğru. Artık Suriye için çözüm imkanının ortadan kalktığını, bundan sonra Esad'ın nasıl devrileceğinin tartışılacağını belirterek o maddeleri sıralamıştık. Şimdi bakıyoruz, planın bazı maddeleri zaten gerçekleşmiş.

ABD, Fransa, Türkiye ve Arap ülkeleri arasındaki Suriye operasyon planı neydi? Çarşamba günü aktardığımız planı bir kez daha hatırlayalım:

1- Suriye pasaportları tanınmayacak. Yeni pasaportlar hazırlanacak ve Suriyelilere verilecek. Tabi ABD istihbarat mensuplarına da. Arap devletleri, yeni pasaportlara sahip olmayan Suriye vatandaşlarının ülkelerine girişine izin vermeyecek.
2- Suriye'nin Arap zirvesi talebi reddedilecek. (Bu aşama geçildi, Suriye'nin talebi reddedildi.)
3- Bazı Arap ülkeleri, Türkiye ile ortak toplantılar sonrası, Suriye'deki çözüme ilişkin Arap inisiyatifinin çöktüğünü ilan edecek. (Bu aşama da geçildi. Arap Birliği ile Suriye arasındaki çözüm planı çöktü.)
4- Suriye muhalefeti birleştirilecek, ardından "Geçici Suriye Yönetimi" kurulacak. Yeni hükümetin merkezi Ankara ya da Doha olacak.
5- Bazı ülkelerdeki Suriye diplomatik misyonlarına saldırılar gerçekleşecek. Elçiliklere girilecek, gizli belgeler ele geçirilecek. Muhalefet diplomatik temsilcilikleri ele geçirmiş olacak. Elçilikler "Geçici Suriye yönetimi"nin temsilcilikleri olacak.
6- Suriye İnsan Hakları Konseyi'nin verilerinden hareketle, Birleşmiş Milletler, Suriye yöneticileri hakkında savaş suçlusu kararı çıkartacak. Konu Güvenlik Konseyi'ne gidecek ve bugünkü Suriye yönetimi savaş suçlusu ilan edilecek.
7- NATO savunma bakanları ABD'de toplanacak. Suriye dosyası Türkiye'ye havale edilecek. Türk birlikleri Suriye içlerine doğru harekete geçecek ve tampon bölge oluşturacak. (ABD, Fransa, Türkiye ve Arap ülkeleri sonunda tampon bölge konusunda anlaştı.)
8- Tampon bölgenin derinliği 5 ile 15 kilometre arası olacak. Sınırın Türkiye tarafında ve tampon bölgede yabancı güçler ve Suriye muhalefetine bağlı birlikler konuşlandırılacak. Muhalifler silahlandırılacak. Bu arada iç savaş yoğunlaşacak, dünya genelinde bir hassasiyet oluşacak.
9- Bingazi modeli Suriye'de de uygulanacak. Silahlı güçler ve ordudan ayrılan askerler ülke içindeki etkinliklerini artıracak, belli merkezleri ya da köyleri kontrol altına alacak. (Suriye'nin Bingazi'si neresi olacak? Sembolik anlamda Hama olması geliyordu aklıma hep. Ama Fransa Dışişleri Sözcüsü'nün ağzından Humus ifadesi çıktı...)
10- İsrail-Suriye arasında gerilim artacak ve bu, Şam üzerinde baskı için kullanılacak. Avrupa ülkelerinde bir terör saldırısı bu gerilimi tırmandıracak. Aynı zamanda Ürdün birlikleri Suriye'ye girme hazırlıkları yapacak. Irak-Suriye sınırında, Katar ve ABD istihbaratı tarafından bazı organizasyonlar yapılacak.
11- Suriye'nin uydu bağlantıları kesilecek. Televizyon yayınları engellenecek.
12- Son adım olarak da, Beşşar Esad'a suikast düzenlenecek.
Sanki adım adım bu plan uygulanıyor. Ve her şey çok hızlı gelişiyor...