Ara

Suriye planı: Türkiye, Humus'a kadar gidecek

İbrahim Karagül, 25 Kasım, Yeni Şafak.


Fransa ile ABD, Suriye topraklarında "insani yardım koridoru açma" konusunda anlaşmaya vardı. Fransa Dışişleri Sözcüsü, iki ülkenin koridor için birlikte çalışacağını belirtirken Humus'a dikkat çekti. Planın Avrupa Birliği Bakanlar Konseyi'nde ele alınacağı ve artık bu ülkeler için Suriye'de "meşru muhatabın muhalefet olduğu" bildirildi.
Bir gün önce, "insani yardım koridoru" ya da "tampon bölge" konusunda kararın verildiği İsrail basınında yer almıştı. Söz konusu haberlerde, "koridor"un Türkiye'den açılacağı daha doğrusu Türkiye sınırında bir tampon bölge oluşturulacağı, muhalefetin burada yerleşip Esad yönetimine karşı silahlı mücadele yürüteceği ifade edilmişti.
Planın hemen hemen tamam olduğu, Suriye operasyonunun Arap ülkeleri ve Türkiye tarafından yapılacağı, beş-on beş kilometre derinliğinde olacak tampon bölgede, Suriye yönetiminin bütün askeri ve istihbarat hareketliliğinin yasaklanacağı, bölgedeki denetimi Arap savaş uçakları ve Türk hava kuvvetleri tarafından sağlanacağı ifade ediliyor.
ABD'nin lojistik destek vereceği operasyonda, muhtemelen Irak'tan İncirlik'e nakledilen insansız hava araçları da kullanılacak. Tam da bu dönemde, Abdullah Öcalan'ın Beşşar Esad'a gönderdiği mesaj, bin PKKlı'nın Esad'a destek için Suriye'ye nakledilmesi, Türkiye sınırına sıfır noktasında PKK kampı kurulduğuna dair istihbarat raporları bu çerçevede de değerlendirilebilir.

Çarşamba günü, "Esad'ı Devirme Planı" başlığı altında buraya aldığımız iddialar galiba doğru. Artık Suriye için çözüm imkanının ortadan kalktığını, bundan sonra Esad'ın nasıl devrileceğinin tartışılacağını belirterek o maddeleri sıralamıştık. Şimdi bakıyoruz, planın bazı maddeleri zaten gerçekleşmiş.

ABD, Fransa, Türkiye ve Arap ülkeleri arasındaki Suriye operasyon planı neydi? Çarşamba günü aktardığımız planı bir kez daha hatırlayalım:

1- Suriye pasaportları tanınmayacak. Yeni pasaportlar hazırlanacak ve Suriyelilere verilecek. Tabi ABD istihbarat mensuplarına da. Arap devletleri, yeni pasaportlara sahip olmayan Suriye vatandaşlarının ülkelerine girişine izin vermeyecek.
2- Suriye'nin Arap zirvesi talebi reddedilecek. (Bu aşama geçildi, Suriye'nin talebi reddedildi.)
3- Bazı Arap ülkeleri, Türkiye ile ortak toplantılar sonrası, Suriye'deki çözüme ilişkin Arap inisiyatifinin çöktüğünü ilan edecek. (Bu aşama da geçildi. Arap Birliği ile Suriye arasındaki çözüm planı çöktü.)
4- Suriye muhalefeti birleştirilecek, ardından "Geçici Suriye Yönetimi" kurulacak. Yeni hükümetin merkezi Ankara ya da Doha olacak.
5- Bazı ülkelerdeki Suriye diplomatik misyonlarına saldırılar gerçekleşecek. Elçiliklere girilecek, gizli belgeler ele geçirilecek. Muhalefet diplomatik temsilcilikleri ele geçirmiş olacak. Elçilikler "Geçici Suriye yönetimi"nin temsilcilikleri olacak.
6- Suriye İnsan Hakları Konseyi'nin verilerinden hareketle, Birleşmiş Milletler, Suriye yöneticileri hakkında savaş suçlusu kararı çıkartacak. Konu Güvenlik Konseyi'ne gidecek ve bugünkü Suriye yönetimi savaş suçlusu ilan edilecek.
7- NATO savunma bakanları ABD'de toplanacak. Suriye dosyası Türkiye'ye havale edilecek. Türk birlikleri Suriye içlerine doğru harekete geçecek ve tampon bölge oluşturacak. (ABD, Fransa, Türkiye ve Arap ülkeleri sonunda tampon bölge konusunda anlaştı.)
8- Tampon bölgenin derinliği 5 ile 15 kilometre arası olacak. Sınırın Türkiye tarafında ve tampon bölgede yabancı güçler ve Suriye muhalefetine bağlı birlikler konuşlandırılacak. Muhalifler silahlandırılacak. Bu arada iç savaş yoğunlaşacak, dünya genelinde bir hassasiyet oluşacak.
9- Bingazi modeli Suriye'de de uygulanacak. Silahlı güçler ve ordudan ayrılan askerler ülke içindeki etkinliklerini artıracak, belli merkezleri ya da köyleri kontrol altına alacak. (Suriye'nin Bingazi'si neresi olacak? Sembolik anlamda Hama olması geliyordu aklıma hep. Ama Fransa Dışişleri Sözcüsü'nün ağzından Humus ifadesi çıktı...)
10- İsrail-Suriye arasında gerilim artacak ve bu, Şam üzerinde baskı için kullanılacak. Avrupa ülkelerinde bir terör saldırısı bu gerilimi tırmandıracak. Aynı zamanda Ürdün birlikleri Suriye'ye girme hazırlıkları yapacak. Irak-Suriye sınırında, Katar ve ABD istihbaratı tarafından bazı organizasyonlar yapılacak.
11- Suriye'nin uydu bağlantıları kesilecek. Televizyon yayınları engellenecek.
12- Son adım olarak da, Beşşar Esad'a suikast düzenlenecek.
Sanki adım adım bu plan uygulanıyor. Ve her şey çok hızlı gelişiyor...


hoş


http://www.ttnetmuzik.com.tr/#album-Seni_Beklerken-260165

"Türkiye'de Mizahın Anlamları"nın Mutfağı


Fotoğraf: Ümit Bektaş

Söyleşi:



Özge Mumcu, Levent Cantek'le "Nasıl" dergisi için bir söyleşi gerçekleştirdi. Özge ve Levent Cantek söyleşiyi önce blog/twitterlarından paylaştılar, dergi ise yakında basılacak. Mizah kuramlarını ve Türkiye'de mizahın dönemler halinde algılanışını, ideoloji'yi arka plana atmadan, ama her "çizgi"yi de ideoloji parantezinden okumadan değerlendirdi Levent Hoca. Söyleşinin başına aldığımız şu sözü, yöntemine dair ipuçları veriyor sanki:

“Mizah dergileri Türkiye’de siyasi yönleriyle hatırlanmıyor, dolayısıyla gerilemelerini sadece 12 Eylül’le eşleştirmek hatalı olabilir. Türkiye’deki mizahın dönüşümünü sosyal medya ve iletişim teknolojilerindeki değişimle daha fazla ilişkilendirerek, tv yapımlarının farklılaşan içeriği ışığında yeniden yorumlamalıyız. Tv dizilerine bugüne kadar hiç görülmemiş bir finansman sağlanırken, kapitalist kâr daha çok internet ve tv medyasından dönerken, mizah dergiciliğinin gerileyişini 12 Eylül ya da Berlin Duvarı’nın çöküşü ile sınırlı okumak, eksik bir analiz olur.”   

Deşifreleri yapıp hocanın geçmişten bugüne yazdığı makaleleri tararken, onun bir "mizah bileni" olmanın ötesinde, konuşurken editör kimliğini yazarlığı ve akademisyenliğiyle harmanladığını anladım. Ne eksik ne de fazla, ne aşkın ne de taşkın; her şey yerli yerinde... Özge'nin, "ondan öğrenecek çok şeyimiz var" sözünü biraz da buraya çekerek düşünüyorum. Özge'nin söyleşiyi de içeren, birgün pazar'daki Akif Beki'ye yanıt yazısını severek okudum:
(http://www.ozgemumcu.com/2011/11/mizah-neye-benzer.html)

Yazarın kendisine editör olabilmesi; yani yayınlatma amacıyla metnine geri döndüğünde ya da o metin hakkında konuştuğunda sadece kendisinin anlayabileceği açılımlara kapalı olması, düşüncesini "imla düzeltisi" faaliyetinin ötesine geçerek gözden geçirip keskinleştirebilmesi çok değerli, bir açıdan da siyasal bir duruş. Benzer bir tutumu Umut Tümay Arslan'da, Oya Baydar'da ve Tanıl Bora'nın yazılarında/söyleşilerinde gözlemliyorum. Söyleşi verirken bir bağlam oturtmak -ki dergi çalışanları yazarı genelde okumadan onun "adıyla" röportaja gelir, söyleşiyi ilerletmek yazar için bir kâbus ve ek mesaidir-, bağlam silikleşiyorsa onu bir şekilde yeniden tartışma hattına çekmek, röportajı yapan kadar verenin de sorumluluğu. Kişinin bilgisini sınırlayarak/sınıflayarak konuşması, derinliğinin de göstergesi...


Levent Cantek söyleşisini birkaç ay önce "academia.edu"da paylaşmıştım. Şimdiye dek o siteye koyduğum yazılardan en çok tıklananı bu söyleşi oldu. Site istatistiklerine baktığımda; "mizah kuramları", "türkiye'de mizah", "mizah tarihi", "aziz nesin ve henri bergson", "google" üzerinden en çok taranan başlıklardı.(http://ankara.academia.edu/okaybensoy/Papers/553408/Turkiyede_Mizahin_Anlamlari)

Bu söyleşiyi okurken, Cantek'in 1990'lardan itibaren yazdığı yazıların künyelerine erişebilirsiniz. Benzer bir yolu 2009'da İlhan Tekeli söyleşisinde denemiştik. Cantek ve Tekeli gibi konusuna hâkim, farklı alanlardan beslenmiş, çok yazmış ve yazılanları iyi okumuş insanlar, soru soruyu açarken aslında size makale ve kitaplarını özetliyorlar. Her bir sorunuza verdikleri yanıtlar bir tarihte yazdıkları metnin özetini içeriyor. Sanki prompter'dan okuyormuş gibi ama sıkmadan, kitap gibi konuşmadan, sığlaştırmadan, bildiri özeti vermeden; aksine doyurma amaçlı sohbet ediyorlar. 

Levent Cantek ve İlhan Tekeli'ye hazırlıklı gitmenin, yazdıklarını önceden iyi kötü okumuş, taramış olmanın faydalarını gördük. Yayına hazırladığımız bir de İlhan Cihaner söyleşisi var. Yakında o da "Nasıl" dergisinde yayınlanacak. Cihaner söyleşisi daha hacimli bir iş oldu.

Cantek ve Tekeli'deki "yazma-konuşma" uyumunu, Cihaner'de "konuşma-yaşama" açısıyla daha net görebileceğiz.

Prag Mezarlığı

Kitaba başlamadan önce şu yazıları ve filmi görmek iyi gelebilir:










"La Commune" (Paris, 1871) : http://www.imdb.com/title/tt0257497/



"Tarihin en büyük komplo teorisi…

19. yüzyılda Paris: Komün Günleri; hançer darbeleri; absent dumanları arasında hazırlanan cinayetler; kanalizasyonda yatan cesetler;
patlamalar; isyanlar; takma sakallar; sahte noterler; düzmece
vasiyetler; satanist örgütler; kara ayinler; cinsellikle pek fazla ilgilenmeyen, hastalarının rüyalarına burnunu sokmamaya kararlı bir Doktor “Froïde”…

Torino, Palermo, Paris şehirlerinde dolaşan histerik bir satanist; iki kez ölen bir rahip; masonlara karşı entrikalar kuran Cizvitler; rahipleri kendi bağırsaklarıyla boğan masonlar; çarpık bacaklı raşitik bir Garibaldi; bir sahte belgenin Siyon Bilgelerinin Protokolleri’ne dönüşmesi…

Umberto Eco, 2010 yılında İtalya’da yayımlanır yayımlanmaz çoksatarlar arasına giren romanı Prag Mezarlığı’nda, çok renkli, çok katmanlı, çok kişilikli bir dünya sunuyor bize. Hitler’in Yahudi soykırımının gerekçesini oluşturduğu iddia edilen Siyon Bilgelerinin Protokolleri’nin ortaya çıkışını ele alıyor bu eserde. Dönemin popüler macera romanlarından gazete yazılarına kadar çok sayıda kaynağın bir araya gelmesiyle oluşan protokollerin tarihçesini, o dönemin tefrika romanlarına uygun bir tarzda ve tabii ki her zamanki gibi engin tarih, edebiyat ve popüler kültür bilgisini konuşturarak romanlaştırıyor. Üstelik dönemin kaynaklarından seçilmiş uygun resimlerle.

Okurları tam bir karnaval bekliyor!"

Kantindeki Politik Ekonomi

(der.) Altuğ Yalçıntaş, (ed.) Bülent Özçelik, Phoenix Yay., 2011.


ankara üniversitesi siyasal bilgiler fakültesi öğretim üyesi altuğ yalçıntaş tarafından arşivlenen ve derlenen, tam adıyla "kantindeki politik ekonomi- türkiye öğrenci hareketlerinden mekânsal bir kesit, 1994 - 2001 dönemine ilişkin seçilmiş metinler" olan kitap.

kitap ankara üniversitesi siyasal bilgiler fakültesi'nde bulunan
altkantin'in 1994 - 2001 arasındaki sosyallesmelerinin ve siyasallaşmalarının ürünü olan metinlerden ve görsel materyallerden oluşuyor.

çalışmada yer alan metinler,
altkantin'cilerin, dönemin akademisyenlerinin ve entelektüellerinin üretiminden belli başlı örnekleri kapsıyor. kantin masalarında, yemekhane kuyruklarında, sınıflarda dağıtılan bildiriler, sbf duvarlarını kaplayan afişler, öğrencilerin çıkardıkları dergiler, bültenler, öğrenci hareketi üzerine yazılmış yazılar ve fotoğraflar dönemin öğrenci hareketini bir belgesel şeklinde sunuyor.

altkantin'den yola çıkan bu çalışma, türkiye öğrenci hareketlerinden dönemsel ve mekânsal bir kesiti konu alırken, "
mektep" ile sınırlı kalmıyor; 1990'ların başlarından 2000'lere demokratik üniversite mücadelesinin önemli uğraklarına yer veriyor.

çalışmanın yayına hazırlanmasında emeği geçenler kitabın ilk ve diğer baskılarının satışından elde edilecek tüm geliri
mülkiyeliler birliği burs fonu'na bağışlamışlardır.

http://ankara.academia.edu/AltugYalcintas/Books

İslamcılığın beşeri halleri üzerine

Yasin Aktay, Yeni Şafak, 5 Kasım 2011


Sakarya üniversitesinde Kriz ve Kritik anabaşlıında "Türkiye'de İslamcılığın Dönüşümü" üzerine iki gün süren çok güzel bir sempozyum gerçekleştirildi. İslamcılığın akademik bir çatıda başka ülkelerde sıklıkla gündeme gelip tartışıldığını görüyoruz, amma Türkiye'de bu düzeydeki tartışılmasına ilk defa tanık oluyoruz. Öncelikle emeği geçen herkesi tebrik etmek istiyorum.

Benim de İsmail Kara, Ümit Cizre ve Ferhat Kentel ile birlikte giriş panelinde konuşmacı olarak katıldığım sempozyum vesilesiyle, daha önce başlatmış olduğumuz İslamcılık tartışmasına devam edebiliriz.

İslamcılığa yönelik bazı eleştirilerin haklı olup olmaması ayrı bir konu, ona dair beklentilerin sınırları hakkında ilginç görüntüler ortaya çıkarıyor. İslamcılığın bir yenilik getirmiyor olması, modern bir hareket olması, yerli olmaması gibi eleştirilerden bahsediyoruz. İslamcılık ile İslam'ın aynı şeyler olmaması ikisi arasında hiç bir ilişkinin olmadığı anlamına gelmiyor elbet. Dahası, İslam bir din olarak mutlak bir irade tarafından takdir ve tahtim edilmişse de onun tarihsel tezahürleri hep insani-beşeri dolayımlarla mümkün olmuştur. Bırakınız ideolojik yanları daha ağır basacağı varsayılan İslamcılığı, insani yorumdan bağımsız bir İslam da ancak Allah indinde var, insanlara düşen samimiyetle o İslam'dan muradın tam olarak ne olduğunu anlamaya, gereğini de yerine getirmeye çalışmak.

"Bu esnada İslamcılığın değişim ve dönüşümüne, görüntü çoğalmasına karşı, hem İslamcı kesimin içinden hem de dışarıdan sergilenen tepkiler, bu konudaki bir soruna işaret etmemizi gerektiriyor. Türkiye'de İslamcılığa atfedilen bir metafizik sabitlikten söz edebiliriz. Ancak kurduğumuz cümlenin tabiatı gereği her şeyden önce bunun "atfedilen" bir şey olduğunu peşinen söyleyerek bunda İslamcıların payını tamamen ihmal etmiş olma riski de var. Oysa bu, İslamcılığın tanımına ve konumuna bulaşan ve onu siyasalın dışında kalmaya zorlayan metafizik söylemde hem İslamcıların hem de İslamcı olmayanların kendilerine göre önemli rolleri vardır. İslamcı olmayanların rolü, zaman zaman İslamcılarda görülen değişimleri karşılama biçimlerinde kendini gösterir.

İslamcı siyasetin siyasal manevralarının ve stratejilerinin İslamcılığa atfedilmiş metafizik bir sabitlik eşliğinde izlenmesi gerçekten de zordur. Ayrıca İslamcılar her zaman gerçekten de büyük stratejiler uğruna önceden ilan etmiş oldukları bir tanımdan veya bir tarzdan sapıyor olmayabilirler. Böyle bir stratejileri olmayabilir veya belli dönemlerde böyle bir strateji tanımı yapmışlarsa, bunu takip etmekte bir zaaf göstermiş olabilirler, bu tanımlarını sonradan değiştirmeye karar vermiş olabilirler. Elemanları çok büyük yanlışlar da yapabilir bu esnada. İyi niyetle veya kötü niyetle İslamcılık içinde hareket edenler çok kötü yorumlarla çok farklı angajmanlara girebilirler.

İslamcılık bir dünyevi ideoloji olarak zaman zaman farklı ittifaklar ve husumetler içinde yer alabilir. Bu ittifak veya husumetlerin kompoziyonları ve tarafları da zaman zaman değişebilir. Her siyasal hareketin kendi seyri içinde kendini haklılaştıran, meşrulaştıran tamamlayıcı bir içsel mantık vardır. Bu mantığın işleyiş hızı ve rutini çoğu kez kendisini öznesine hissettirmeyecek kadar kendini unutturacak şekilde çalışabilir. Bütün bunlar "bir beşeri hareket olarak İslamcılık" için de "caiz" olan şeylerdir, ama tabii ki caiz olması eleştirilmez veya dokunulmaz olması değil, tam da öyle olması demektir. Doğrusu bu noktada bilmemiz gereken şey İslamcılığı eleştirmenin İslam'I değil, İslam hakkındaki bir yorumu veya bir yoruma dayalı bir pratiği eleştirmek anlamına geldiğidir.

Esasen, kendimizi başka bir ideolojinin değil de İslamcılığın beşerîliğine vurgu yapmak zorunda hissetmemiz, tek başına İslamcılığın zımnen nasıl bir beklenti, hatta baskı altında olduğunu gösteriyor. İslamcılığın beşerî yanı hem İslamcılar hem de İslamcı olmayanlar tarafından zaman zaman hatırlanır, çünkü aslında ona yüklenen beklenti, onu siyasal bir metafiziğin sabitliğine, bölünmez bütünlüğüne gönderme yaparak onu bir anlamda da hayatın ve siyasetin dışına itmeye yarayan bir baskı uygular.

Doğrusu kendi siyasal iddialarını ilahi dayanakları olan, dolayısıyla en azından verili haliyle mutlak sayılan bir dine ve onun kusursuz (masum) olduğu kabul edilmek durumunda olunan liderine isnad eden bir hareketin salt bu bağlılıktan kaynaklanan manevi ağırlık altında bir siyasal metafiziğin dezavantajlarına yakalanmaması gerçekten de zordur. İslamcılık her ne kadar İslam'ın kendisi değilse bile İslamcıların söylemlerinde İslam'la çok kolay özdeşleştirilebilen bir söylemdir.

İslamcıların İslam hakkındaki bir yorumundan ibaret olan bu söylem içinde öznesini kendisiyle var eden bir gramerin işlediği rahatlıkla görülebilir. Yani İslamcıların çoğu kez kendi yorumlarını İslam'ın kendisinden ayrı görmedikleri, dolayısıyla belli bir tarihsel dönemde İslam'a atfettikleri bir yoruma tarih-üstü bir değer atfettikleri görülebilir. Bu durumda yine belli tarihsel dönemlerde emr-i hak vaki olup da bu tür söylemlerden gerçekleşen her türlü ric'at trajik bir biçimde İslamcıları mutlağın kırılganlığının uyandırabileceği şoklara maruz bırakabiliyor."

Bununla birlikte, İslamcılığın siyasalı keşfettiği momentte bu tür kırılganlıklara karşı da belli bir dayanıklılığın geliştirildiği söylenebilir. Hem kırılganık evresinin hem de buna karşı gelişen koruyucu reflekslerin yarattığı otantisite söylemlerinin bir değerlendirmesi de ayrıca gereklidir.

Yukarıda çoğu İslamcılık çalışmamın (Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce, 6. Cilt, İletişim Y) giriş bölümünde de geçen mülahazalar ışığında İslamcılığın yerli olup olmaması da, yeni bir şeyler söyleyip söylemiyor olması da modernlik ve gelenekle ilişkisi de apayrı bir bağlamda değerlendirilmek durumunda kalır.

Kurban bayramınız sizi yakınlarınıza, sevdiklerinize, sizin için hayır olan bütün yollara, nihayetinde yüce Allah'a yaklaştıran bir vesile olsun, mübarek olsun.


Leylâ Erbil'in "Kalan"ı

Leylâ Erbil'in yeni "roman (?)"ı "Kalan"ı hayranlıkla okuyorum. mitoloji ve antropolojiye gömülü bir türkiye tarihi. "Destan" da denebilir. Yaşlandıkça daha iyi yazabilen yazar sayımız gün geçtikçe azalıyor, leylâ erbil'in "kalan"ı bu yüzden ayrıca değerli.


Yazarın "A Haber"den alıntıladığım bir demeci:

Leyla Erbil, son eserinin, klasik ölçüleri içinde bir roman olmadığını belirterek, şunları kaydetti: ''Ben, o klasik ölçülerin dışında bir şey yapmak istemiştim, ama yayınevi tarafından roman olarak yazıldı. Kitapta bir imge var. O imge, Yecüc ve Mecüc'ü gösteriyor.

'Çalılık ruhu' denilen kavramdan çıktı. Çalılık ruhunda ilkel insanların bilinciyle kendi bilincimiz arasında bir fark var. İlkel insan, kendisi gibi düşünmeyen, kendisinden farklı bulduğu şeyi yaban hayvanı gibi gören kişidir. Ben çalılık ruhunu bizim oradan hayatımıza getirerek, mesela Madımak Oteli'ni düşünüyorum. Oradaki insanlar da ilkel bilinçten kurtulamamış kişiler. Kendilerinden farklı olanı öldürmeye kadar giden insanlar.''

''Kalan''ın önsöz bölümünde, hikayenin 1940 ve 1950'li yılların İstanbul'unda, masalsı bir evde başladığı, toprağın altındakilerle üstündekilerin arasında olduğu, zamanın okul duvarlarında asılı duran tarih cetvelleri gibi aktığı ve hikayeyi öfkeli bir kız çocuğunun anlattığı belirtiliyor.