Ara

Namus Töre ve İktidar


Pınar Ecevitoğlu,
"Namus Töre ve İktidar: Kadının Çıplak Hayat Olarak Kuruluşu", Dipnot Yay., 2012




Arka Kapaktan

Şiddet kullanma tekelini elinde bulunduran egemen devletin, söz konusu ayrıcalığını bazen birileri kullanmaya kalkarsa, üstelik bunu bir tür yasaya dayanarak yaparsa bu durumu nasıl ele almak gerekir? Birileri, şiddetin en uç biçimi olarak öldürme yetkisini kendinde görüp eyleme geçerse ne olur? Namus adına işlenen cinayetler örneğin, nasıl bir gerçekliğe işaret etmektedir? Bu türden olayları nasıl ele almak gerekir? Ne tür bir çerçeve ve bakış açısı, bu türden olayları, sadece adli bir vaka, bir ceza hukuku meselesi olarak görmeyip ya da tartışma götürür bir adlandırmayla sosyolojik sıfatı eklenerek geleneksel ataerkil değerlerin kadına yönelik tavrı biçimindeki açıklamalarla yetinmeyip daha kapsayıcı ve derinlikli bir çözümlemeye imkân verebilir? Elinizdeki kitap, siyaset biliminden antropolojiye, sosyolojiden siyaset felsefesine farklı disiplinlerden olanlar için ufuk açıcı bir duruş sergiliyor. Ve bütün bunların ayrıntılı olarak çok iyi örülmüş bir kurgu ve çok titiz bir dil kullanımıyla sergilendiği çalışma, özgün bir telif eser sıfatını fazlasıyla hak ediyor, hem dert ettikleriyle hem de bunlara yaklaşım biçimiyle.

Karaduygun




Dünyanın uğultusu bu anlatının içinden güçlü bir ses olarak yükseliyor…

Sema Kaygusuz edebiyattaki arayışını ve zengin yolculuğunu bu kez bir anlatı kitabına imza atarak sürdürüyor. Üstelik bu anlatının başkişisi günümüz şairleri arasında önemli bir yere sahip olan Birhan Keskin. ‘Karaduygu’nun peşinden giden anlatının içinde yedi de öykü yaşıyor.
Musa Anter’in tuzağa düştüğü bir gece yolculuğuna çıkıp, köpeklerin düşman olduğu bir bahçıvanın hikâyesine tanık oluyoruz. Denizden çıkan şişedeki notun peşine düşüp, bir takım elbise diktiriyoruz genç bir beye. Kapımıza gelip, bize musallat olan bir kalaycıyla uğraşıyoruz. Hüzünle kederin farkını arıyoruz satır aralarında ve hayatın kendisinde. Bölüştürmeyi bilmeyen bir genç kızın payından fazlasını yiyerek vücut değiştirmesine tanık oluyoruz: Baldan örülü ve ibaret bir hayattan, Kelebekler Vadisi’ne uçarak tamamlıyoruz öykülerle örülü anlatıyı.
Yolculuğumuz hep karaduygu’nun anlamı üzerine aslında. Bize eşlik eden de huzursuz bir gürültü, zorla uykularımızdan çekip alan.
Sema Kaygusuz’un sadece Türkiye’de değil uluslararası edebiyat çevrelerinde de ilgi çeken yolculuğunun bu son durağında büyük bir okuma zevki bekliyor sizi. Karaduygun, çok konuşulacak.

Kitaptan

Hayatımdaki en uykusuz kişi Birhan’dır. Bana sorsalar şimdi, Birhan’ı neresinden tanırsın? Ne şairliğinden kavrayabilirim iyice, ne her gündönümünde katmerlenen meşrebinden, ne de hayretten beslenen fikrinden. Söyleyeceklerim hep eksikli kalır. Bir tek uykusuzluğunu tarif edebilirim onun. Zindeliğin, unutkanlığın, göz alıcı heveslerin nasıl boşa çıktığını, kendiminkinden önce Birhan’ın gövdesinden okurum.
Uzun bir gece uykusunun olsa olsa iki hediyesi vardır: biri zindelik, öbürü unutuş. Birhan’ın uykusuzluğuysa yara almaya açık olmaktır. Gece gezen herkes gibi, hatır, hatıra ve hafızanın harcıyla örülen hayali bir konakta, yapay ışıklar altında düşe kalka dolaşırken, tarihi bir serüven gibi yaşar karanlığı. İç kanamaya benzer gizli bir hastalıktır uykusuzluğu. Başkalarının doyasıya uyuduğu uykulardan kovulmuşçasına gücenik, gece avlanan kuşların bile paydaş olamayacağı yalnızlığı üstlenmek zorunda kalır. Tek başına temsilidir kitlesel bir uykusuzluğun. Rüyadan tecrit edilmiş bir halde uyanıkken, dünyayı bilemeyiş yetmezmiş gibi, kendini bile bile bilemenin ıstırabını da çeker. Dannga da dan dan uyanıkken Birhan, benlik her zamankinden daha ıssızdır.
Nasıl ki Gılgamış, yatağına alışamayan bir sürgün gibi Uruk’u ve ötesini baştan başa katediyorsa, Birhan da kültürle doğa, toprakla duvar arası bir yerde, iki dünya içinde yazıyordu geceyi. Şiirin koygun karanlığa saldıran ışığı, göktaşlarını matlaştırıyordu. Bazen yazmıyor, yazmadığını gizliden gizliye yazmaktan usanıyordu. Gece basan tutkularla peyda olan kelimeleri ararken, geçip giden zamanı elinde tutamamanın hüznüyle boş işlerle oyalanıyordu. Ne ki günün ilk ışıklarında müezzinin ilk nefeste çatlak çıkan sesiyle, uykusuzluk birdenbire sıradanlaşıyor, bir damla canın boyun eğişiyle uykuya çekiliyordu. Uyumazdan önce ne tanrıydı, ne de ölümlü. Sadece uykuluydu. Geceyi durmak, gündüzü yapmak sayanların arasına geç katılıyor, gündüzleri uyuyarak gece yaptıklarını herkesten saklıyordu. Az önceki gece dahil unutmak istiyordu her şeyi. Dannga da dan dan kendi iç sesi yavaşça kısılıyor, karanlığa yazdıklarının çok azı zihninde kalıyordu.