Ara


Bütün erkek üyelerinin adı Gabriel olan bir ailenin sonuncu temsilcisi, atalarından farklı davranmaya, kendine bir düzen kurup yüreğinin isteklerine kulaklarını tıkamaya kararlıdır. 'Gitme' duygusunu hatırlatan her şeyden uzak durur; yerleşik düzenin kaynağı olan toprağa yönelir; bahçe mimarı olur. Ancak Eros'un okları Gabriel'i tam da kalesinde vurur: bir botanik bahçesinde. Yüksek dereceli bir memur olan evli, iki çocuklu Elizabeth'le arasında fırtına gibi bir aşk başlar. Yüzlerce ayrılık mektubu, binlerce 'ben döndüm' fısıltısı, kararsızlıklar ve vicdan azapları. Aldatmanın büyülü çizgisinde can bulan, iç burkucu ama eğlenceli, sonsuz bir aşktır onlarınki. Uzun Zamandan Beri, güzel bir masal. İnsanların bilinçaltında 'aşk' gerçekten de ortak bir imgeyse ve aslında herkesin beklediği aynı aşksa...
http://www.imge.com.tr/product_info.php?products_id=19061

Nurettin Topçu ve/veya Sosyalizm





Mollaer'in bu çalışmasını Michael Löwy ve Robert Sayre'nin "İsyan ve Melankoli: Modernleşmeye Karşı Romantizm" (Versus Yay., 2007), Max Blechmann'ın derlediği "Devrimci Romantizm" (Versus Yay. 2007) ve Ernst Bloch'un "Umut İlkesi" (İletişim, 2008) ile karşılaştırmalı olarak inceleyen Tanıl Bora'nın sol bir romantizm arayışı güttüğü "Romantik anti-kapitalizme ihtiyacımız yok mu?: Kapitalizme kahretmek" (Birikim, S. 228) ve "Otomobilin Şerri: Nurettin Topçu'da Anti-modernist Buğz, Teknoloji Sıkıntısı ve Otomobil Nefreti", Ünal Nalbantoğlu'na Armağan içinde (İletişim, 2008) ve "Peygamberâne ve 'geveze'?: Ernst Bloch ve Eleştirel Teori: Akrabalıklar ve mesafeler" (Toplum ve Bilim, S. 110) başlıklı kafa karıştırıcı yazılarını ayrıca öneriyorum.




Nurettin Topçu'nun düşünceleri, dünyada ve ülkemizde izlerini gördüğümüz, maddi ve manevi birçok konulardaki sorunlar açısından düşünüldüğünde, temel öğeleriyle insanlığın karşısındaki toplu tehditlere karşı belirli bir bakış açısını insana gösterir. Kitapta, Nurettin Topçu'nun düşüncelerinin kuramsal bir analizini yapmaya çalışılmış ve iki temel kavram öncelikli olarak göz önünde bulundurulmuştur: 'Anadolu sosyalizmi' ve 'romantik anti kapitalizm'. Anadolu sosyalizmi, Topçu'nun bazı yazılarında kullandığı ve düşüncelerinin üç önemli ayağı olan İslamiyet, Anadoluculuk ve sosyalizmi kapsayan bir kavram. Romantik anti kapitalizm ise gerek Topçu�nun yazılarında, gerekse Topçu üzerine yapılmış çeşitli araştırmalarda daha önce değerlendirilmemiş bir analitik kavram. Dolayısıyla bu çalışmanın özgün iddiası, Topçu�nun düşüncelerinin Türkiye�de romantik anti kapitalizmin önemli boyutlarından birini oluşturduğu ya da Anadolu sosyalizmini çözümlemek için romantik anti kapitalizmin önemli bir analitik (ve eleştirel) kavram sunabileceğidir. Çalışma, Topçu literatürünü ve onun düşüncesindeki temel kavramları, Anadolu sosyalizminin ahlâk felsefesi olan �isyan ahlâkı�nı, ahlâk felsefesi, hareket felsefesi, tasavvuf felsefesi ve rasyonalite gibi temalar birlikte, Anadolu sosyalizmi, modern Türkiye�de siyasi düşünce, Topçu�nun düşünceleri çeşitli yazılarla birlikte karşılaştırmalı olarak ele alıyor.

İçindekiler

SUNUŞ / 5
1. BÖLÜM :ANADOLU SOSYALİZMİNE GİRİŞ / 15
Nurettin Topçu Literatürüne Eleştirel Bir Bakış / 17
İsyan Ahlâkı / 21
Entelektüel Tasavvufçuluk / 26
Eleştirel ve Kurucu Felsefe / 28
Anadolu Sosyalizmi / 31

2. BÖLÜM: RUHUN METAFİZİK AYAKLANMASI / 35
Anadolu Sosyalizminin Ahlâkı ya da İsyan Ahlâkı�nın Etik ve Felsefi Temelleri / 37
Giriş / 37
Hareket Felsefesi: Deontolojinin Ardından / 38
Spiritüalist Pozitivizm Geleneği: Modern Bilimin Evcilleştirilmesi ve Pozitivizme Karşı Metafizik / 40
İsyan Ahlâkı: Yeni Bir Etiğe Doğru / 47
İsyan Ahlâkının Metafiziği: Tasavvuf / 56
İsyan Ahlâkı Versus Araçsal Rasyonalite / 64
Sonuç / 74

3. BÖLÜM: TÜRKİYE SOSYALİZMİNE BİR KATKI / 77
Türkiye'nin Düşünce Dünyasında Anadolu Sosyalizmi / 79
Solun Sınırları / 79
Türkiye Sosyalizmine Katkı / 81
Erken Cumhuriyet Döneminde Hareket Dergisi: Devrim Kendi Evlatlarını Yiyor / 87
Birinci ve Üçüncü Yolun Geriliminde Muhafazakârlık / 92
Nurettin Topçu'da Sol Düşünce / 95
Türkiye�nin Düşünce Dünyasında Anadolu Sosyalizmi / 105

4. BÖLÜM: NURETTİN TOPÇU JANUS'U ÜZERİNE / 109
Nurettin Topçu Janus'u Üzerine / 111
Küresel Bir Dünyada Anadolu Sosyalizmi / 111
Yahudiler ve Sosyalizm ya da Karanlık mı Aydınlık mı? / 112
Metodolojik Öneri / 120
Kemalizm, Doğuculuk, Batıcılık / 128
Eleştirel Seçenekler / 128
Eleştirel Anlama / 130

5. BÖLÜM: ANKARA'DAN TAŞRALI'YA, KUYUCAKLI YUSUF'TAN TUTUNAMAYANLAR'A / 133
Türkiye'de Romantik Anti Kapitalizm / 135
Giriş / 135
İnkılâbın Sönmüş Ruhu ve Taşralı'nın Aşkın Yurtsuzluğu / 139
Taşralı'dan Kuyucaklı Yusuf'a Romantik Anti Kapitalist Çelişki / 150
Tutunamayan Taşralı'nın Rasyonelleşmeyle İkircikli İlişkisi / 173
Sonuç / 182

196 sayfa
Ekim 2007

Öfke


John Sutherland

Bir kahraman yazarına bu kadar mı benzer!
Edebi öfke: Tanrılar'ın bir hediyesi. Eğer bir adam hayatını kalemiyle kazanıyorsa, öfke iyiye işarettir. Eğer herhangi biriyse, öfke, öç peşindeki kadınların o adamlara yönelttiği şeydir. (İngilizcede 'Furies' olarak geçen Erinyes de Harpya -kadın başlı işkenceci kuş- gibi daima kadındır.) Dua edin, Erinyes bir elinde makası diğerinde fermanınız, tırnakları sivriltilmiş, size yetişemesin...
Bu kitabı yazdığı sıralarda olmalı, Salman Rushdie'ye rastlamıştım. Los Angeles'ta '2000 Yılında İngiliz Edebiyatı' konulu uluslararası bir konferanstaydık. Organizatör sıkıcı eleştirmenlerle beraber pratisyenleri de davet etmişti. Martin ve Ian de oradaydı (yazık ki Julian yoktu). Bu şöhretli yazarların etrafında da paparazzi. Rushdie, tabii ki, programda duyurulmamıştı.
Enfes giyinmiş büyük yazar içeri girdi, yanında da güzel refakatçisi -ince, Hintli ve arkamdaki bir sesten öğrendiğim üzere 'yarısı yaşında, şanslı piç'. Flaşlar patladıkça, bir yandan da zehirli fısıldaşmalar dolaşıyordu: "Şimdilerde özel bir antrenörü varmış, biliyor muydunuz?", "Ne zaman bir roman yazsa, başka bir yayıncı iflas ediyor", "Eğer onun hakkında kötü bir eleştiri yazarsanız, sizi arayıp telesekreterinize ağzına ne gelirse söyler. Adam telesekreter kaydını Sotheby's'de açık artırmada satacakmış", "Bir sonraki kitabını ona ithaf edecekmiş" (ve öyle oldu -gerisiyse sanıyorum doğru değil, çoğu dedikodu gibi). Dingin göründüğünü söylemeliyim, her şeyden çok da mağrur. Ama tabii Etna da patlayana kadar öyle görünüyor. İçinde, Rushdie'nin öfkeyle dolup taştığından endişe ediyor insan. Birkaç ay sonra, 'şirret' Londra'dan New York'a gitmek üzere ayrıldığını açıkladı.
Bu (Öfke), Rushdie'nin ilk Amerikan romanı... Rushdie'nin resmettiği New York, cehennemin, metropolitan öfkenin, büyük bir sıkıntının ve gürültünün merkezi: "Çöp kamyonları devasa hamamböcekleri gibi kükreyerek şehirde dolaşıyordu. Bir sirenin feryatları, bir alarm sesi, büyük bir aracın geri vites sinyali, çekilmez bir müziğin ritimleri kulaklarından hiç eksik olmuyordu." Gürültü, mantığa aykırı biçimde, şehrin çekirdeğini kendine liman yapmış. Bu kakofoninin içinde kim kendi içindeki öfkeli sesleri duyabilir? Bu kitabın -yaratıcısının ağzından konuştuğunu varsaydığımız- kahramanı Amerika'nın "kendisini yemesini... ve kendisine de bir parça vermesini" istiyor. ABD bunu lütfedecektir. Özgürlük Anıtı kocaman göbekli bir canavar.
Özetlemek gerekirse, ki bu konu Rushdie olduğunda hiç kolay değildir: Baş karakter, Malik Solanka, elli beş yaşında (Rushdie'yle aynı yaşta). Mumbai'de doğmuş (aynen), Warden Yolu'nun dışında Methwold'un Villaları'nda (Geceyarısı Çocukları'nı hatırlayan?). 1980'lerde, King's College, Cambridge'deki makamını (Rushdie'nin okulu), akademik dünyanın "dar görüşlülük, kayıtsızlık ve aşırı taşralılık" sebeplerinden dolayı bırakıyor. (Rushdie de Londra'yı terk ederken aynı sebepleri göstermişti).
Malik, akademik hayattan, televizyon için 'felsefi oyuncak bebekler' yaparak gösteri dünyasına geçiş yapıyor: yarı Wittgenstein, yarı Thunderbirds. Sonradan kendi hayatlarını kuran küçük insanlar yaratıyor. Onları kafir ilan eden ilk bölüm haricinde, büyük başarı sağlıyorlar. Malik'in oyuncak bebekleri, büyük bir 'franchise endüstrisi'ni doğuruyor -aynı Rushdie'nin favorilerinden olduğu anlaşılan Star Wars gibi. Malik Solanka'nın ensesi kalın.


İdeal bir evlilik
Paralı ama mutsuz. Malik iki defa evlenmiş, (aynı Rushdie gibi) ve henüz 2000 yılında ikinci Bayan Solanka'yı ve dört yaşındaki çocuğunu terk etmiş (burada yazarın biyografisini bir kenara bırakalım. Zaten onun da öyle yaptığını tahmin ediyorum). Malik'inki 'ideal bir evlilik'miş, ta ki bir gün iblisler onu kandırıp da, elinde bıçak, aklında Othellovari düşünceler, kendini, uyuyan karısının etrafında gezinirken bulana kadar. Bu katletme güdüsü de nereden çıktı? Şöhretin baskıları -ya da kendi deyimiyle 'şeytan bebekler' (çaktınız mı?) -onu zehirlemiş. Malik kaçıyor ama ailesinden değil, onlara yapabileceklerinden. Alkoliklerin 'coğrafyasal tedavi' dediği...
Romanın başlangıcında, Solanka, 'Bay Garbo'culuk oynadığı (New York'ta zengin entelektüellerin oturduğu) 'Upper Westside'daki dubleks dairesinde saklanıyor. Geçen sene (Bush ve Gore'un anketlerde başa baş gittiği, büyük ekranlarda Gladyatör'ün, küçük ekranlarda Euro 2000'in gösterildiği) bu zamanlar. Hikâye, ana karakterin öfkeye gömülmüş bilincinden yansıyor. Pek bir şey olmuyor. Malik çok içiyor, Polonyalı hizmetçisini işten atıyor. Yahudi karşıtı bir tamirci tuvaletini tamir ediyor. Terk ettiği karısı Eleanor ve küçük oğlu Asmaan'dan yürek burucu telefonlar alıyor. "Bizi terk ettin"diyor Eleanor, "ama biz seni terk etmedik. Evine dön, sevgilim. Lütfen eve dön." Yazık ki, masada, ani bir boşanma davasından başka bir şey yok.
Bu arada, Amerikan Sapığı'ndakilerden farksız, New York tarikat cinayetleriyle dalgalanıyor. Katiller, Disney kostümleri giyiyor, güzel kurbanlarıyla her türlü 'sapıklaştıktan' sonra onları sapıkça öldürüyor ve kafa derilerini yüzüyorlar. Malik, alkole bağlı şuur kayıpları yaşıyor ve bir seri katil olduğundan korkuyor. ("Çünkü bıçak olayı mümkünse bu da mümkündü.")
O da, Tony Soprano gibi, bir deli doktoruna mı gitmeliydi? "... Ama canı cehenneme, kurmaca bir karakterdi o" diye karar veriyor Malik. Onun yerine, çareyi, göz kamaştırıcı bir Sırp'ta buluyor: Mila Milo. 'Batı Yedinci Cadde'nin imparatoriçesi Bayan Mila' ensest bir ilişki yaşamış bir bilgisayar dahisi. "Bazıları eski evleri satın alıp yeniden dekore eder. Ben insanları onarırım."
Daha çok oral seksle onarıyor ki terapistinizden böyle bir hizmet alamazsınız (gerçi büyük Tony'nin umudu var). Mila'nın yardımı dokunuyor ama Malik kısa bir süre sonra daha göz kamaştırıcı bir 'çıtır' olan Hintli güzel Neela için terk ediyor. Central Park'ta yürüdüğü zaman, tai chi çalışanlar tepe taklak düşüyor, patenciler birbirlerinin üstüne çıkıyor, köpeklerin arka ayakları havada kalıyor, işemeyi unutuyorlar, koşuya çıkmış insanlar ağaçlara çarpıyorlar. Neela aynı zamanda çok da akıllı. Romanın birçok açısından birinden bakıldığında, bu edebiyat tarihinin en uzun aşk mektuplarından biri gibi görünüyor.
Malik Solanka, yazarının bir versiyonu, ama aynı zamanda sokaktaki herhangi bir adam. Rushdie'nin odaklandığı öfke, MÖ 2000'de evrensel-milenyumun çeşnisi. "Bugünlerde, fazla önemsenmeyen tanrıçalar daha aç, daha vahşiydiler ve ağlarını daha geniş bir alana atıyorlardı. Aile bağları zayıfladıkça, Furialar insan hayatına daha sık müdahale etmeye başlamışlardı." Okuyucu, bu senin de hikâyen.


Hayatın kenarı
Hikâye, Larkin'in parkta oynayan çocuklarını seyreden annelerle ilgili şiiriyle, çok güzel bir biçimde bitiyor: Bir şey onları itiyor/ Kendi hayatlarının kenarına. Erinyes'ten kaçtı mı? Roman bunları söylemiyor.
Rushdie büyük bir romancı (bizim en büyük romancımız-yoksa şimdi onların mı?). Yazdığı her şeyde büyük romancılığının rengi var. Ama nerede yatıyor büyüklüğü diye soracaksınız (en çok da Rushdie'nin işlerini küçümseme modası sebebiyle) Öfke'nin, çırak mertebesindeyken yazdığı Grimus'un değil de, mesela Geceyarısı Çocukları ya da Şeytan Ayetleri'nin liginde olmasının sebebi ne? Bu sorunun cevabı kolay değil ve muhtemelen gazete eleştirmeninden ziyade, tedbirli ve sağduyulu edebiyat eleştirmenince yanıtlanması daha iyi olur.
Benim inancım şu ki, son tahlilde, edebi eleştiri Rushdie'yi, işleri kolayca romanlara bölünebilir bir yazar olarak görmeyecek. Zahmetle ve dikkatle bir araya getirdiği şey 'yaratı': yaşamı boyunca biçimlendireceği bir yapı. Bu, onu, 'Booker'lanabilirden ziyade, Fransızlar'ın söylediği gibi 'nobelabilis' yapıyor. Rushdie'nin de sıkça kullandığı bu kelime, "İsveçli olanını almaya uygun, Martyn Goff'un cehenneme kadar yolu var" demek.
Yine de, Öfke büyük bir sürpriz. Bu yazarın evliliğin ıstırabını bu kadar nüktedan ve bilge bir biçimde anlatacağını kim beklerdi? "Yıkılan her evlilik devam edenleri sorguya çeker. Bizim ilişkimiz hâlâ iyi gidiyor mu? Tamam, o zaman ne kadar iyi? Bana söylemediğin şeyler var mı? Bir sabah uyandığımda yatağımı bir yabancıyla paylaştığımı fark etmeme sebep olacak bir şey söyleyecek misin? Yarın dünü nasıl yeniden yazacak, gelecek hafta geçen beş, on, on beş yılı nasıl bozacak?" İstatistiklere göre, bu yeniden yazış beş çiftten ikisi için geçerli. Yalnızca Rushdie bunu bu kadar iyi yazabiliyor. Rushdie kurgusal edebiyatta çok ilginç yerlere gidiyor. Benim tavsiyemi soracak olursanız, onu takip edin.

The Guardian, 2001. Çeviren: Dilay Yalçın.

http://www.canyayinlari.com/BookDetails_OFKE_2499.aspx

'Bütün renkleriyle Türkiye'


"Leipzig'li kızların bacakları gayetle güzel
etekleri de gayetle kısa
ömrümün bu kadar gerilerde kaldığını görmezdim
Leipzig'li kızların bacakları böyle uzak olmasa." N. Hikmet


Leipzig tren istasyonundan otelimize giderken Nâzım'ın bu dizeleri düşüyor aklıma; çünkü büyük şairin bir zamanlar kaldığı Astorya otelinin önünden geçiyoruz. Otel şimdi kapalı, kullanılmıyormuş. Leipzig'te kullanılmayan o kadar çok bina var ki. Kentin ortasında terk edilmiş kocaman, hantal binalar tuhaf bir keder veriyor insana. Belki keder bu binalardan değil de Nâzım'ı anımsamaktan kaynaklanıyor. Nâzım'ın acısını hissetmekten. Yukardaki dizeleri yazarken Nâzım, ömrünün sonuna doğru ilerliyordu ve fena halde de farkındaydı bunun. Belki tek tesellisi büyüyen, yürüyen sosyalizmdi. İnsanlığın savaşsız, sömürüsüz bir dünya kurmaya olan büyük inancıydı. Nâzım'dan yaklaşık elli yıl sonra aynı caddelerden geçerken onun umut ettiği sosyalizmin kalıntılarını görmek ayrı bir üzüntü kaynağı. Oysa iyi bir iş için geldik Leipzig'e. Kitap fuarı için. O yüzden yeniden o kadim tutamağa, hiç eskimeyen umuda tutunalım, insanlığın bir dahaki sefere daha iyi bir deneme yapacağını umarak, sosyalizmin bu kötü örneğinin hayaletini yüreğimizden kovalım.
Çünkü kitap fuarında yüklü bir program bizi bekliyor. Ama önce biraz daha Leipzig'i anlatmak istiyorum. Leipzig düz alana kurulmuş bir şehir; tıpkı Konya gibi. Belki Konya kadar eski değil ama orada da şehrin eski bölgesinde oldukça ilginç mekânlar var. Şimdi Mevlânâ ile Bach'ı kıyaslayacak değilim ama meraklısı için söyleyeyim Bach'ın mezarı da eski şehir denilen bölgedeki St. Thomas kilisesinde. Bilmem kaç yüzyıllık bu kilise sadece bir tapınak değil aynı zamanda bir konser salonu. Biz gittiğimizde de Mendelsson'un eserlerinin çalınacağı bir konser vardı ama fuar programı yüklü olduğu için kalamadık. Biraz da apar topar kitap fuarının yolunu tutmak zorunda kaldık. Ama önce aynı bölgedeki Goethe heykelinin önünde bir fotoğraf çekmeyi de ihmal etmedik.
Almanlar 'messe' diyorlar fuara. Kitap fuarı ise 'Buchmesse' oluyor. Otele yerleştikten sonra fuara doğru giderken başka bir tanıdık görüntü takılıyor gözümüze. Yoldaki kocaman bir panodan rengarenk bir labirentin içinden 'Turkey' yazısı gülümsüyor bize. Üzerinde Almanca bir yazı var. 'Bütün renkleriyle Türkiye'. Fuar için konulmuş. Sadece bir tane değil, Leipzig'i gezerken birçok merkezi bölgede rastlayacağız bu afişe. Güzel iş. Geçmişinde kitapla, yazarla hep kavgalı olmuş devletimiz, belki de ilk kez dev afişlerle katılıyor bir kitap fuarına. Güzel bir paradoks. Devletin, hükümetin, ülkenin artık yazarla, kitapla barışmasının zamanı geldi de geçiyor bile. Bu anlamda da Leipzig bir ilk adım. Asıl büyük iş ekim ayında Frankfurt'taki 'Buchmesse'de. Bilindiği üzre bu yıl Türkiye Frankfurt Kitap Fuarı'nda konuk ülke. Neyse biz yine Leipzig'e dönelim.

Edebiyatın sorunları bu fuarda
Sosyalizm döneminde Leipzig Kitap Fuarı önemli bir etkinlikmiş. Sosyalizmin yıkılmasının ardından bir süre yıldızı sönmüş ama şimdi Frankfurt Kitap Fuarı'nı düzenleyen ekip buraya da el atmış. Demek ki bundan sonra Leipzig'in adını daha sık duyacağız. Bazıları Leipzig Kitap Fuarı'nın entelektüel açıdan Frankfurt'tan daha yetkin bir fuar olduğunu söylüyor. Frankfurt ticari bir fuarmış, oysa edebiyat sorunları Leipzig'te konuşulurmuş.
Türk standı bu kez gerçekten iyi düzenlenmişti. Kültür Bakanlığı da, fuar komitesi de derslerini iyi çalışmışlardı. Frankfurt Kitap Fuarı'yla ilgili olarak yapılan basın toplantısına yoğun bir katılım oldu. Ahmet Arı, Ümit Yaşar Gözüm, Müge Gürsoy Sökmen ve Frankfurt Kitap Fuarı'ndan Juergen Boos'un soruları yanıtladığı toplantıya ilgi büyüktü. Ertesi gün çıkan haberlerin neredeyse hepsi olumluydu. Herkes Türkiye'nin Leipzig'te olumlu bir başlangıç yaptığını yazıyordu. Doğal olarak bu işe emek verenlerin hepsinin yüzü gülüyordu. Ayrıca Türk standında bir dizi panel ve okuma etkinliği de gerçekleştirildi. Tanıl Bora, Reha Erdem, Asu Aksoy, Feridun Zaimoğlu bir panelle katıldılar etkinliklere. Feridun Zaimoğlu, Aslı Erdoğan, Celil Oker ise birer okuma yaptılar. Ayrıca Mario Levi ile Perihan Mağden fuar dışında okumalara katıldılar. Her ikisi de okuma etkinliklerinin iyi geçtiğini söylüyordu.
Okuma demişken bu meselenin üzerinde biraz durmak lazım; çünkü okuma etkinliği Almanya için önemli bir olgu. Almanya'da kitabınız yayımlandığında yayınevi yazarı şehir şehir dolaştırarak kitabından bölümler okutuyor. Üstelik bu okumalara katılmak isteyenler bilet alarak yani para ödeyerek bu etkinliğe katılabiliyorlar. Daha önceki deneyimimden biliyorum Frankfurt Kitap Fuarı'nda bu tür etkinliklere pek rastlayamazsınız oysa Leipzig'te okuma toplantıları oldukça yaygın. Ben de iki okumayla katıldım bu etkinliğe. İlk okumam Türk standında gerçekleşti. Önümüzdeki ay Almanya'da yayımlanacak Şeytan Ayrıntıda Gizlidir kitabımdan 'Vampirler' adlı hikâyeyi okudum. Alman okurlar oldukça ilgiliydi ama edebiyattan çok İstanbul'u sordular. İkinci okumam ise uluslararası stanttaydı, Sis ve Gece'den bir bölüm okudum. Ayrıca Celil Oker'le birlikte 'Türkiye'de Polisiye Roman' konulu bir panel yaptık. Eğlenceli bir toplantıydı, polisiyeye özel bir merakı olan Alman okurlardan ilginç sorular geldi. 'Sis ve Gece' filmini de Türk standında gösterdik, küçük ama ilgili bir topluluk izledi. Filmin ilk etkisini hemen gördüm. Karşımızdaki İsrail standında çalışan Sandra adındaki zümrüt gözlü bir hanım filmden etkilenerek Sis ve Gece'nin Almancasını alıp hemen imzalattı.
Leipzig Kitap Fuarı'nda oldukça renkli sahnelerde vardı. İlk gördümüzde anlamamıştık, ayı başlı bikinili kızlar, yüzleri şeytani masklarla kapatmış eli kılıçlı delikanlılar, uzun tırnaklı büyücüler, kafalarında taçlarıyla krallar... Meğer son yıllarda modaymış, gençler masal, çizgi roman, çizgi film kahramanlarının kılıklarıyla dolaşıyorlarmış. Bu modanın etkisiyle Alman gençleri kendilerini türlü kılıklara, türlü hallere sokuyorlarmış. Ne yalan söyleyeyim bu renkli görüntüler çok hoşuma gitti. Hayallerimizi yazdığımız kitapların sergilendiği bir fuarın koridorlarını basan hayal kahramanları...


Türk edebiyatına giriş
Leipzig'te yiyip içtiklerimize gelince; ilk gece fuar organizasyonunu yapan arkadaşlar bizi bir İspanyol restoranına götürdüler. Tapas eşliğinde enfes Rioja şarabı içtik. Ağız tadımıza uygun bir sofraydı. Ertesi gece Kültür Bakanlığı'nın düzenlediği mini bir konser vardı. Taksim Trio, yani Hüsnü Şenlendirici ve iki arkadaşı kaldığımız Westin Leipzig otelinin salonunda çaldılar. Ardından Berlin'den gelen Türk aşçıların hazırladığı yemekler ve Kavaklıdere şaraplarıyla nefsimizi körledik. Üçüncü gece ise Kartoffelhus adlı restoranda patates ağırlıklı yemekler yiyip Alman birası yudumladık. Dördüncü gece ise fuar ekibi Türk standı kapatıp Türkiye'ye dönerken biz de bu görev gezisini eğlenceye çevirmek için Kafka'nın şehri Prag'ın yolunu tutmuştuk.
Sonuç olarak; Leipzig Kitap Fuarı iyi bir başlangıç oldu ama önümüzde Frankfurt var. Yıllardır adeta dünyaya kapalı kalmış olan Türk edebiyatının ve yazarlarının çoktan hak ettiği ilgiyi görmesi için Frankfurt önemli bir olanak. Kuşkusuz bir tek fuarla, bir anda edebiyatımızı dünyaya tanıtmak, yazarlarımızı uluslararası arenaya çıkarmak mucize olur. Kültür Bakanlığı'nın TEDA girişimi de olumlu bir adım olmakla birlikte yeterli değil. Bizde yabancılara karşı nasıl büyük önyargılar varsa, Avrupa ve Amerika'da da bize karşı önyargılar var. Türk yazarı politik bir aktivist olarak kolayca kabul ederlerken, onun sanatçı niteliğini ikincil bir özellik olarak benimsemeyi daha uygun buluyorlar. Örneğin İsveçli bir yazarın yapıtları yabancı dillere rahatlıkla çevrilirken, aynı edebi kalitede belki de çok daha iyi bir Türk yazar kitabını yayımlatmak için deveye hendek atlatmak zorunda kalabiliyor. Önyargıların dışında ülkemizde henüz güçlü kitap ajanslarının bulunmayışı da yabancı dillere çevrilmede bir handikap oluşturuyor. Çünkü Batı'da çeviri meselesinde kitap ajansları kilit bir öneme sahip. Yani Leipzig'te, Frankfurt'ta Türk edebiyatının tanıtımı yapılmış olsa bile yazarımızın yapıtlarını yabancı yayınevlerine sunacak güçlü, girişken, yetenekli ajanslar olmadan metinlerimizin yabancı ülkelerde yayımlanması son derece güç. Bu gerçeklik kültür bakanlığının, yazarların, yayınevlerinin ve kitap ajanslarının yayın meselesine bakışını değiştirmesi gerektiği zorunluluğunu ortaya koyuyor.

Ahmet Ümit, Radikal Kitap