Ara

Bardakçısız Berktay'ı Okumanın Zevki...

Halil Berktay, Taraf'taki yazılarına nihayet
Murat Bardakçı-İlber Ortaylı ikilisine yüklenmekten geri durarak devam ediyor. Gerek Bardakçı'nın yazılarından ve tv programındaki sözlerinden, gerekse Berktay'ın aynı hızla ona köşesinden yanıt verme telaşından iyice rahatsız olmaya başlayanlardandım.

Çünkü bu sonu gelmeyecek "sen mi tarihçisin, ben mi?", "sen ne bilirsin, aç amcalara cv'ni göster bakalım, mahalle tarihçisi!" türünden atışmalar, salvolar neyin tartışıldığını unutturacak kadar işin seviyesini düşürmekteydi.
Sahi, milli tarihi mi, devlet tarihçiliğini mi, Ortaylı'nın "televizyon tarihçiliği"ni mi, tarih yönteminde belge fetişini mi, yoksa tarihi metnin nasıl okunacağını mı tartışıyorlardı? Bilgi, savurdukları suçlamalar arasında gümbürtüye gidiyordu.
Dikkatli okura da bu "kündeleşmeler" sırasında satır aralarından "tarih öğrenmek" gibi güç ve yorucu bir görev yükleniyordu.

1940'ların dergi sütunlarındaki meşhur yazarların birbirlerine belaltı vuruşlarını, birbirlerinin en küçük açığını bulmak için pusuya yatışlarını hatırlatıyordu bana bu çatışma.

O yüzden bir o yazıları, bir de Levent Cantek'in "Cumhuriyetin Büluğ Çağı" (İletişim Y., 2008) kitabını masamdan eksik etmiyorum bu ara. Cantek, büyüme telaşı içindeki bir ülkenin (1945-50) yazarlarının birbirlerine sadece yazıları üzerinden değil, özel hayatlarındaki zaaflarını (içki-kadın-kumar) da kullanarak yüklenmelerinin Türkiye'de yeni olmadığını gösteriyor:

Belaltının Kültürel Tarihi...

Bugün bir o tartışmaları tekrar okuyorum, bir de Bardakçı-Berktay kavgasını bu gözle yorumlamaya çalışıyorum...

İş atışmayı da geçmiş, entelektüel bir küfürleşmeye dayanmıştı ki,
neyse şu aralar sular biraz duruldu gibi...

Durulmanın faydası hemen etkisini gösterdi,Berktay sayesinde Nâzım'ın "Memleketimden İnsan Manzaraları"nı farklı bir gözle okumaya daldık...

Bende de anılar yine zirve yaptı.
Fakülte 2. sınıftayım sanırım, annemle evdeyiz...
Sıkılmış, dışarı çıkmak istiyor ama söyleyemiyor.
Sanırım o gün dışarıda dolaşıp bir de üstüne yemek yemek için paramız çıkışmayacak.

Benim de az biraz biriktirdiğim var...
Baktım, gazete ilanında "Memleketimden İnsan Manzaraları" AST'ta oynuyor.
"Nasıl olur; yol parası, yeme içmesi, bileti?" diye annemin yüzü yine kâğıt kaleme bürününce, onu hiç dinlemeden açtım telefonu, biletleri ayırttım...

İyi ki oradaydık,
Rutkay AZİZ'in toplasan 5 dakikalık performansını görmek her şeye bedeldi...
Üstelik sahneye 10 sene çıkmamış bi adamın hafif tozlanmış tecrübesiyle geri dönmesinin ne kadar önemli bir şey olduğunu tadabiliyordum...
Hayat dersi bu olsa gerek...
İnsan Manzaraları'nın etkileyiciliği cabası...

Oyundan çıktığımızda annemden yine "Allah senden razı olsun, beni düşünürsün, ne istediğimi ben söylemeden de hissediyorsun" sözü döküldü...
Annem arada buna benzer konuşur...

İşte o cümleleri bana hâlâ ayrı bir hüzün ve sevinç katar,
kedi gibi sokulasım gelir koynuna.
Hâlâ aynı cümleyi duymak, en sıkıntılı anımı bir umuda dönüştürür.

En son tatilde böyle konuştu,
gözümü açtığımda,
başımı bir anda dizinde buluverdim...


Neyse, Halil Berktay'ın Ortaylısız-Bardakçısız yazı dizisini aktarayım...





Nâzım ve Milli Tarih (1)


Halil Berktay, Taraf, 27 Temmuz.


Sığacak olsa, çok isterdim başlığı uzatıp iki satıra çıkarmayı. Örneğin Nâzım, “millî tarih” ve “millî burjuva”. Veya Nâzım, “millî tarih”, “millî burjuva” ve Burhan Özedar. Hattâ Nâzım ve “millî tarih” (ya da : Burhan Özedar ve Doğu Perinçek). Sonuncusunun özel bir anlamı var; bugün değilse gelecek hafta anlaşılacağını umuyorum. Sırada bekliyordu. Bardakçı ve Afyoncu’ların “millî tarih” meddahlığının eleştirisi, buna da vesile oluyor.

Nâzım’ın imparatorluğun son yirmi, yeni Türkiye’nin ilk yirmi yılının “kültürel mahremiyet”ine vukufunu daha önce de vurgulamış; “Ermeniler kesilirken”e ilişkin tanıklığını “emperyalist yalan” diyen utanmaz yalancıların yüzüne vurmuştum (5-10-12 Ocak ’08; Weimar Türkiyesi, 52-59). Şimdi ise, tarih ideolojisinde Osmanlı karşıtlığından Osmanlıcılığa geçiş eşiği için gene Nâzım’a başvuracağım.

1980’lerin başından beri defalarca yazdım, söyledim : Cumhuriyet tarihçiliğinde Osmanlı’nın rehabilitasyonu 1930’ların ikinci yarısında ve özellikle Ömer Lütfi Barkan tarafından gerçekleştirildi. Kemalizm ilk başta kendi ancien régime’ine karşı Fransız Jakobenlerini andıran bir inkârcılık içindeydi. Yer yer bu, bağımlı köylü tarımı ve timar dağıtımı üzerinde yükselen bir hanedan devletini tümüyle irrasyonel sayan; kurumları arasında hiçbir işlevsel tutarlılık bulamayan; sonuçta, Osmanlı düzenine adetâ hilkat garibesi muamelesi çeken bir tarih-dışılığa, ahistorical diyebileceğimiz bir perspektife varıyordu.

Esasen 1920’lerin Kemalizmi, (a) saltanatın ve (b) hilâfetin olmadığı bir “altın çağ” arayışı içinde, gerek Osmanlı’nın ve gerekse İslâmiyetin etrafından dolaşarak, Orta Asya’da MÖ 7000 dolaylarında sona eren bir “Türk uygarlığı” hayal etmişti. Aralarında ciddî tarihçilerin yer almadığı bir takım apparatçik’lerin icadı olan Türk Tarih Tezi, (c) “atalarıMIZ”ın Avrupalılarla aynı beyaz üstün ırka mensup olduğu; (d) barbar değil medenî oldukları; (e) yeryüzüne savaş değil barışçı göçler yoluyla yayıldıkları ve her yere medeniyet götürdükleri; (f) bu çerçevede, Anadolu’ya da Malazgirt’ten binlerce yıl önce (yani özellikle Yunanlılardan ve Bizans’tan çok önce) geldikleri... gibi bazı yan fikirlere de güya destek sağlıyordu.

Lâkin bu sözde-bilimin piyasaya sürüldüğü 1930-32’de durum değişmişti bile. Kemalist devrim artık thermidor’unun “kanun ve nizam”ını yaşamaktaydı. 1925-27 yıllarında her türlü muhalefeti ezerek şekillenen Tek Parti rejimi, 1929-30’un Büyük Bunalımı karşısında bir sıçrama daha yapmış; eskisinden de katı, daha güdümlü bir devletçilik mecrasına girmişti. Ekonomiyle sınırlı bir devletçilik değildi bu; ideolojik ifadesini tam bir devlet fetişizminde buluyordu. Belki en karanlık, en otoriter, en faşizan döneminden geçiyordu Cumhuriyet. Askerî-bürokratik elit, ne kadar bağdaşmaz görünürlerse görünsünler, bir açıdan Stalinizme de hayrandı, Nazizme de. Her alanda devlet gücü ve iktidarının –Barkan’ın deyimiyle, “inkılâpçı devlet iradesi”nin- yüceltilmesi, ikisinin de ortak yanını oluşturuyordu.

Gün, en aşırı talep ve önerileri zorlukla (ve belki ancak Atatürk tarafından) frenlenebilen Recep Peker’lerin günüydü. Türkiye’de ve özel olarak Solda liberalizm düşmanlığının köklerini yazmaya girişmiştim, bir zamanlar. Recep Peker’e gelip kalmıştım (bkz Okuma Notları, 27 Aralık ’08; 8-15-17-24 Ocak ’09). Sürdürebilseydim, şu soruyu soracaktım : Tek Parti’ciliğin tipik politikacısı Recep Peker idiyse, tipik tarihçisi kimdi ? Ya da politikada Recep Peker’e, tarihte/tarihçilikte kim ve ne karşılık geliyordu ?

Âfet İnan ve Türk Tarih Tezi mi ? Kesinlikle hayır. Hayır, çünkü böyle bir milliyetçi-devletçiliğin kendine uygun “altın çağ” özlemini, her ne kadar “Türk” ve “uygar” dense de, aslında milletin de, devletin de olmadığı, olmadığının da pekâlâ bilindiği, zira hiçbir şekilde gösterilemediği prehistorik, hattâ mitik bir Orta Asya’nın, tanınabilir, elle tutulabilir çizgilerden, herhangi bir insanî çehreden tümüyle yoksun soyutluğu asla tatmin edemezdi. Barkan’ın işte bu noktada sahneye çıktığını ve örneğin İkinci Türk Tarih Kongresi’nde (1937) salonu dolduran üst düzey CHP kadrolarına İmparatorluğun itibarının iadesi çağrısı yaptığını görüyoruz.

Özetle, siz “kadiri kül” (omnipotent) bir devlet mi, “hepimiz birimiz için, birimiz hepimiz için” ilkesini meczeden ideal bir nizam mı arıyorsunuz, o zaman bırakın Orta Asya’yla uğraşmayı da yüzünüzü hemen yanı başınızdaki Osmanlı’ya çevirin –diyordu Barkan. Ve tabii kendi Osmanlı toplumu paradigmasını da buna uyduruyor; deyim yerindeyse, Osmanlı’yı olduğundan çok daha fazla devletçileştiriyor (ve laikleştiriyor); özellikle 1937-38 (Çiftçi Sınıfların Hukuki Statüsü) ve 1939-40 (Ziraî Ekonominin Organizasyon Şekilleri : Ortakçı Kullar) makalelerinde, üretim ve mülkiyet ilişkileri yorumunu “hikmet-i devlet” (raison d’état) etrafında örüyor; sonuçta Yükselme Devri, 1930’ların “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitle”sini de andırmaya başlıyordu. Bundan böyle Tek Parti ne zaman Barkan’ın aynasına baksa kendini görecek ama Osmanlı sanacaktı.

Buradan geliyoruz, Nâzım Hikmet’e. Geçmişte bana çok soruldu : böyle bir kırılma noktası gerçekten var mı ? Canalıcı ideolojik dönüşüm hakikaten 1930’ların sonları ve 40’ların başlarında mı yaşandı ?

Nâzım Barkan’dan habersiz olabilir. Ama herhalde öyle başka gözlemleri var ki, Memleketimden İnsan Manzaraları bu soruya (da) ışık tutuyor.




Tarihçinin Nâzım'ı Döne Döne Okuması
(2)

Halil Berktay, Taraf, 31 Temmuz


Bir dönem çok okunup ezberlenen bölümlerinin yanı sıra, daha az okunan, hattâ neredeyse hiç bilinmeyen bölümleri de vardır Memleketimden İnsan Manzaraları’nın. Hepsi aynı şiirsellik düzeyinde olmayabilir. Komünistler veya geçmiş dönemlerin halk kahramanları öne çıkmayabilir. Yazar ideal kişiler ve ideal mücadelelere epik-lirik güzellemeler döşenmeyebilir. Anlatım biraz kurulaşmış, kestirmeleşmiş, tempo düşmüş –sanılabilir.

Ama yakından baktığınızda inanılmaz bir zenginlik bulursunuz. Toplumun ve insanlığın gerçek karmaşıklığı sizi içine alır. Harry Potter’lardan bir benzetmeyle, böyle pasajlar bana Dumbledore’un pensieve’ini çağrıştırıyor. Dumanlı düşünce helezonlarına dalarken, bir yandan Türkiye’nin derinliklerine nüfuz eder, bir yandan da Nâzım’a yeni baştan hayran kalırsınız. “Şimdinin tarihi”ni bu kadar yoğun yaşayabilmesi ve yazabilmesine. Bunu da mı görmüş ? Onu da mı sezmiş ? Şu gözlemler dizisi üstüste kaç katman ?

Bunu en fazla dedirten anlatımlardan biri, Burhan Özedar’la ilgili. “Millî burjuvazi”nin kökenlerinden, Osmanlı odaklı bir “millî tarih”in canlandırılmasına uzanıyor.

Biliyorsunuz, Manzaralar’ın Birinci ve İkinci Kitapları, 1941 baharında Haydarpaşa Garı’ndan Ankara’ya kalkan iki tren etrafında döner : 15:45 katarı ile 19:00 Anadolu Sürat Katarı. Farklı fiyatlar, farklı istasyonlar, farklı konfor, farklı sosyal sınıflar, farklı insanlar. Ya da belki ilki, kara tren, olabilecek her yerde durup kalkan adi halk treni, dönemin henüz pek az kapitalistleşmiş, daha ziyade kırsal, taşralı, hele kültürü itibariyle yarı-ortaçağ karakterli Türkiye (sivil) toplumunun olanca “küçük insanlık” komedi ve trajedileriyle dolup taşar.

İkincisinde, özellikle yemekli vagonunda ise devlet katı sergilenir. Bu “geri toplum”un üzerine oturtulmuş “modern devlet”in iktidar ve insan ilişkileri yumağı. Ve şu veya bu şekilde devletten nemalanan; devletin yörüngesinde dönen, devlete göre mevzilenen bireyler, gruplar, katmanlar. Üzerlerine “muazzam ve muzaffer kumarbaz”ın gölgesi düşen sair “büyük”ler, kasıntı generaller, kinik (cynical) mebuslar, çürümüş münevverler, Nazi-Vichy işbirlikçileri, Şimal ilâhlarını andıran Alman casusları, savaş vurguncuları, polis doktorları, müteahhitler. Bir de masalarda görünmeyen hayaletler, yaşayanların üzerinde yükseldiği ölüler.

Şimdi düşünüyorum da, çok sofistikeymiş Nâzım, sosyolojik nehir-romancılığında. Asla her şeyi kaba bir burjuvazi-proletarya ikilemine indirgememiş. İşçi sınıfına ilişkin özlemsel abartıları (wishful thinking), başta ileri işçi ve emekçi tipleri, ortada çok fazla komünist olmasına yansıyor. Bir kere, bütün bir komünist mahkûmlar grubu var 15:45 treninde : Halil, Fuat, Süleyman, Melâhat. Onları izleyen (Millî Mücadele kahramanı ve gizli partili) Kartallı Kâzım. Dahası, 15:45’in makinisti Alaeddin de komünist, ekspresin aşçıbaşısı Mahmut Aşer de. Alaeddin’in kömürcüsü İsmail ile Aşer’in garsonu Mustafa ve metrdotel ise daha geniş bir sempatizanlar halkası. Halillerin kompartımanının önünden ayrılmayan “üniversiteli”yi de içine alıyor. Bir adım ötede, son elli beş kuruşundan yirmi beşini Mahkûm Fuat’ın cebine koyan Galip Usta var; her şeyi bilen ve anlayan Mebus Tahsin; masa arkadaşına artı-değer teorisinden (mesele-i fazla-i kıymet) söz eden Doktor Faik. Hepsi bir iddiayı : 1941’in Türkiye’sinde Marksizmle, sosyalizmle oldukça yaygın bir aşinâlığın varlığı iddiasını serdediyor.

Yok mudur buna beş yılını verecek bir doktora öğrencisi ? Her neyse; ben bu özeti bitireyim artık. Birinci tren, sadece İstanbul-Ankara hattını değil, yolcularının uçuca eklense bütün bir çağı dolduracak hayatlarını ve dolayısıyla Türkiye’nin tüm 1908-40 serüvenini de boydan boya katederek bozkıra ulaştığında, taşıdığı komünist mahkûmların dağıldığı çeşitli taşra hapishaneleri aracılığıyla, Anadolu’nun geçmişi ve güncel realitesinin tamamına açılır. Bu da Üçüncü, Dördüncü ve Beşinci Kitapları kapsar. Şu 1941 Yılında diye bilinen kısım, Üçüncü Kitaba denk düşer. İkinci Cihan Harbi Destanı da Beşinci Kitapta yer alır.

Kendimi tutamadım; hepsini şöyle topluca bir hatırlayayım ve hatırlatayım dedim. Ben de yüksek sesle düşünüyorum adetâ. Nâzım’ı tekrar ziyaret ediyorum.

Bu topoğrafya içinde, Manzaralar’ın İkinci Kitap’ının 1. bölümünün sonlarında rastlarız Burhan Özedar’a. Tek değil, Sürat Katarının yemekli vagonundaki iki “millî burjuva” tipinden biridir –diğeri Hikmet Alpersoy. Aslında Burhan Özedar’dan biraz sonra çıkar sahneye : “Yakışıklı, diri, / elli beş yaşlarında bir adam. Geniş omuzları sarsılıyor / kahkahadan kırılıyordu yeşil gözleri.” (Adam Yayınları, Şiirler 5, s. 156 vd) En dipteki masada oturan iki “siyah elbiseli”den esmerinin, yani İç Anadolu’daki bir hastaneye gitmekte olan eski polis doktoru Faik Beyin ağzından “Müteahhit. / Hatta fabrikatör. / Dehşetli zampara” olduğunu öğreniriz. Gerçi Seferberlikte Enver’in gözünden düşmüştür.

Fakat Mütareke yetişti imdadına Hikmet Alpersoy’un :

Ve arkasından Anadolu Kurtuluş Hareketi
iki yılda yarım milyon liralık yaptı Hikmet’i.
– Nasıl ?
– Silâh ve eski asker postalı kaçakçılığıyla.
Bunları Anadolu Hükümetine gönderiyordu Hikmet :
vatana hizmet.
Ucuz alıyor, pahalı satıyordu :
ticaret.

Kuvâyı Milliye’yi yazan bunları da yazıyor. Soldan ulusalcılığa geçenlerin, hangi eleştirel duyarlılıkları yitirdiklerini düşünmeleri gerekir sanırım.

Litre Çağı





Şu aralar asansörde damacanayı "pompalamak" moda...

Bu güncel olaydan sonra senelerdir evlerde damacanaya stilistlik yapan, onu nazlı kınalı kuzuları gibi giydiren, güneş görmemiş yerlerini bir tek sucusu için açan, damacanayı sanki görücüsünü bekler vaziyete sokan ama öz çocuklarına cinselliği tukaka edip kapı arkasındaki askılara asan anne-babalar, ev içi eğitim süreçlerini gözden geçirse nasıl olur?



Bir hikâye de benden...


Dün, kapı komşumuz garaj katından asansöre 3 tane büyük 19'luk damacanayla binmeye teşebbüs ederken burun buruna geldik. Suçüstü telaşı ve mahcupluğu kapladı yüzünü, hafiften bozardı, kem küm etti... Cânım damacanalara haşin davranıyordu kanımca, nezaketten yoksundu, garaj katının verdiği tekinlikten memnundu, fakat ortam gereği kırbaçtan yoksun kalınca başka yöntemler deniyordu: Kiminin arkasından tekmeleyerek sürüklüyor, kimisininse "başını tutarak" asansöre yerleştirmeye uğraşıyordu... Belki de damacana "hard" seviyordu...

Dayanamadım, bu grup fantezisinin ortam hazırlığına yardım etmek istedim. Taa -2'den 3'e çıkacaklar, vakit bol, aman Allahım, neler yaşanmayacaktı ki az sonra, düşünmesi bile yeter! Elimi "alttan daldırıp" birini asansöre kucaklamamla komşunun tepkisi bir oldu: "Dur ya, zahmet etme, 'ben hallederim'!" 'Ben' kısmı gayet vurgulu, 'hallederim'e şehvetli bir kapı aralayan, sanki 'nasıl' halledeceğini de öznesinin içine sıkıştıran, özneyi elçabukluğuyla niteleme sıfatına da dönüştürüveren bu tonlamanın karşısında, bahse konu "foursome" grubun önünde saygıyla eğildim... Aman yanlış anlaşılmasın, asansör kapısını kapatıp çiftleri (içeride gizli bi depo yaptırmadıysa şimdilik 2 çift) yalnız bıraktıktan sonra eğildim... Maazallah eğilip kalkarken bidonlarımızı kollamak lazım, bu aralar "hepimiz potansiyel birer damacanayız"!

İnsanın son olaylardan sonra asansöre binerken kendi vücuduna ve karşısındaki körpecik şaşallardan yürüyen su depolarına kadar bilumum ebatlardaki vatandaşlara "litre" hesabı üzerinden yaklaşması ilginç bir kıyaslama döneminin habercisi... Fit olmanın ölçütü yaş-"litre"-boy endeksinden geçiyor artık... Kilo, tarih oldu... Vücut Kitle İndeksinin (VKİ) ayarı şaştı, ezberi bozuldu...

Düşünsenize, asansörde sessizlik içinde yukarılara tırmandıkça yükselen adrenaliniz ve yıllardır düşlediğiniz o damacana 2 metrekarelik alanı sizinle birlikte "dolduruyor". Kimsecikler yok, siz ve o!... Ateş-barut ve hatta Mecnun-Leyla, tabii ki yeni trend "pompa ve damacana" yan yana durur mu hiç!.. Girdiği kabın şeklini almak sıvıların kuralıydı, pompayı da nihayet kendine benzetti...

Herkesin aklında bir "ideal" şişe, en azından damacana olmak ya da bulmak tutkusu "baş gösterdi"...

Tüm güncel malzemeye rağmen asansörde seks düşünmemek için kendini zorlayan bi kadın, en masum ihtimalle, bu yaz vereceği kilolardan sonra hangi damacanadan pet şişeye dönüşebileceğini aklında "tartmaya" koyuldu... Hem de tartının biriminin kilo değil, litre olduğu dönemler başlarken... Bir çağ kapanıyor, yenisi yüz görümlüğü istiyor mu ne: "Liter Age"...

Damacana olmak ya da bulmak, bütün mesele bu!...
Okay, 25 Temmuz



Aşağıda da malum mevzu hakkında Can Dündar'ın yazısı (Milliyet Pazar, 26 Temmuz), buyurunuz...


Damacanayla Seks

Kutsal Damacana”nın devam filmi geldi işte: “Mundar damacana...” Ama bu gerçek...
Haber Bursa’dan patladı: Çekirge ilçesindeki bir siteye su götüren Naci, sitenin asansöründe boş damacanaya tecavüz ederken yakalandı. 10 katlı sitenin asansöründeki güvenlik kamerası, 27 yaşındaki sucuyu 1 dakika boyunca boş damacanayı “pompalarken” görüntüledi.
Kayıtlar dikkatli incelendiğinde aynı sucunun aynı gün içinde iki kez su getirdiği, ikisinde de damacanaya musallat olduğu çıktı ortaya...
Durum hemen site yönetimine bildirildi. Naci savcılığa sevk edildi. Adli Tıp, “damacananın ruh sağlığının etkilenmediği”ne hükmetmiş olmalı ki, tutuksuz yargılanmak üzere salıverildi.

“Boş damacana ile almıyoruz birader!”
Naci, tombul damacanaların bütün gün kucağında bir o yana bir bu yana çalkalayıp durmasından etkilenmiş olmalı...
Türkiye burası; olabilir. İnsan bu sıcakta plastik bidonu bile “bir içim su” gibi görebilir. Onun terli bedenine sarılırken “Kıpraşma, sen de zevk alacaksın” diyebilir. Bir kamyon damacanayla kendini haremde hissedebilir.
Komplo teorisyenleri, bunun “rakip su şirketinin provokasyonu” olduğunu öne sürebilir. Eğlence yerlerinin asansör kapısındaki korumalar, bundan böyle gelen sucuları çevirip “Boş damacana ile almıyoruz birader” diyebilir. Yetkililer çıkıp “Çocuk damacananın ağzına bakmış, tahrik olmuş. Damacananla ilgilenmez, ağzını açık bırakırsan ya sucuya kaçar, ya bucuya” diye söylenebilir.

“Damacana Naci” Facebook’ta
Tabii “skandal” bir anda internete düştü. Daha tecavüz gecesinden başlayarak “Damacana Naci” adına Facebook’ta grup oluşturuldu. Haberin altındaki yorum sayfalarına, Ekşi Sözlük’e yorum yağdırıldı.
Hadisenin kendisini değil de, 1 dakikada bitmiş olmasını eleştirenler mi ararsınız... Olayı duyan damacananın babası Varil ile erkek kardeşi İbrik’in Naci’nin peşine düştüklerini söyleyip “Evlenirsen ceza almadan yırtarsın” diye akıl verenler mi... “Naci, bizim arabanın da egzozu tıkandı; bi bakabilir misin” diye tahrik edenler mi... Ayşe Arman’a damacana kılığında asansöre binmesini tavsiye edenler mi?
Yakında Naci’nin asansör kayıtları Youtube’a sızar da izlenme rekoru kırarsa şaşmayalım.

Bizim kostümlü damacana
Bir itirafta bulunayım: Yıllar önce “ışık gören su çürüyor” diye duymuş ve bizim mutfaktaki damacanaya benim eski kazaklardan birini giydirmiştik. Kazağın kollarını düğüm yapıp birleştirirken, sevimli dursun diye de damacananın boynuna bir maske yerleştirmiştik.
Asansörde tecavüz haberi çıktığından beri, eve su taşıyan arkadaşın her seferinde damacanayı soyup giydirirken neler hissettiğini ve bizim hakkımızda ne düşündüğünü çok merak ediyorum.
Şaka bir yana...
Durum vahim gibi görünse de bence seks cephesinde yeni bir şey yok: Aslında her seks shop’ta satılan ağzı pompalı plastik şişme kadınlarla kıyaslandığında damacananın sadece biraz daha topluca, kaba saba ve ucuz bir partner olduğu söylenebilir; o kadar...
Oysa biz ilkine “fantezi” diyoruz; diğerine “sapıklık”... Malzeme aynı malzeme, mantık aynı mantık... Ve tabii sorun aynı sorun:
Cinselliğin sinemada, televizyonda, reklamda hiç olmadığı kadar pompalandığı ama hayatta aynı oranda kısıtlandığı bir çağda kadınsız kalmanın bedeli...
Ekranda görünenle sokakta yaşanan arasındaki uçurumun derinliği... Bastırılmış şehvetin, kışkırtılmış erkekleri bidona mühür çözdürecek hale getirmesi...
Plastik kadınların, tarladaki sıpaların, asansördeki damacanaların, iktidar yarışına sokulan erkeklere “Bu gece olmaz, başım ağrıyor; niye sertleşmedin; erken geldin; geciktin” dememesi...
Cinsellik ailede, okulda, ekranda, sokakta, hayatın olağan ve zevkli bir parçası değil, girişi yasak bir ceza alanı olarak tutuldukça evimizde, asansörümüzde, mutfağımızda, “cenabet damacanalar” ve ondan olma gayrımeşru pet şişeler bulabiliriz.
Çare mi?
Çeşmeden içmek değil, yarayı deşmek...

"N.E."den?




Yazar Ayşegül Devecioğlu, Siirt’te N.E.’nin yaşadıklarının izini Radikal için sürdü (Radikal, 18 Temmuz).










Bu izlenimlerin yakınlarda yayımlanan Kış Uykusu kitabından önce yazılmış olmasını dilerdim. Keşke bir öyküye dönüştürülerek aynı kitaba sokulsaymış...Şiddetin keskin kokusunu bir de buradan hissedebilirdik.
Ah, zamansızlık!..





DJ arkadaşını ziyarete gitti, töre vahşeti hayatını kâbusa çevirdi

12 Haziran’da ajanslara bir haber düştü. Siirt’te yaşayan, halasının oğluyla nişanlı 17 yaşındaki N.E., Radyo 56’da DJ’lik yapan arkadaşını ziyarete gitmişti. Bunu duyan yakınları, radyonun bulunduğu binayı basınca, ajansların geçtiği ilk habere göre N.E., kendini altıncı kattaki radyo binasından atlamıştı. Şans eseri binanın yanında bulunan manavın tentesine düşen genç kız ağır yaralı olarak hastaneye kaldırıldı. Ancak öfkeli yakınları bu kez de hastaneyi bastı ve amcası, N.E.’yi beş yerinden bıçakladı. Herkesin gözü önünde cereyan eden bu olayı polisin önleyememesi tepkilere neden olurken, N.E.’nin camdan atlamadığı, aksine üvey ağabeyi S.E. tarafından atıldığı iddiası hâlâ geçerliliğini koruyor. N.E. Sirtt’teki ilk müdahaleden sonra Diyarbakır’da Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’ne kaldırılıp, devlet korumasına alındı.

N.E geçen hafta, kendi isteğiyle ailesine teslim edildiği yolundaki haberlerle yeniden gündeme geldi. Çelişen gazete ve ajans haberlerine göre, N.E., Diyarbakır Dicle Tıp Fakültesi’nden sonra konulduğu, Diyarbakır kız yetiştirme yurdunda, yaralarının pansuman yapılmadığını, doktor ve hemşire olmadığını, ölmekten korktuğu için kendi isteğiyle ailesine teslim edildiğini ifade etmişti. N.E, gece üçte alınan polis ifadesine, “Polisin kendi sorup yanıtladığı şeyler” sözleriyle itiraz ediyor, üvey ağabeyinin kendini itip itmediği konusunda, psikolojik tedavi sonucu anımsayıp, karar vereceğini söylüyordu.

Görüşüne başvurduğumuz Siirt Baro Başkanı Mehmet Ali Özel, “Aileye teslim edildi” cümlesinden çok, “Savcılık koruma kararını” kaldırdı ifadesinin doğru olacağını belirtiyor. Siirt’te savcılığın sosyal hizmet’lerin başvurusu üzerine verdiği koruma kararını, Diyarbakır, Siirt ve N.E’nin ailesinden kişilerin yaşadığı Eskişehir’de ( her üç ilin sosyal hizmet müdürlüklerinin incelemesi sonucu) kaldırdığını söyleyen Özel, N.E’nin Hacettepe Tıp Fakültesi Hastanesi’nde babasının gözetiminde tedavi gördüğü bilgisini verdi.

Özel, N.E’yi bıçaklayan amcasının akli dengesinin yerinde olmadığını ve N.E’nin pencereden atıldığı iddiasının da şu anda bir kesinlik taşımadığını, ‘atılmış’ değil, ‘atlamış’ olduğunu ifade ediyor. Baro başkanı Özel, Siirt’te gizli yapılan duruşmalara, Radyo 56’daki DJ’leri yaralamak suçlamasıyla yargılanan baba Süleyman E.’nin avukatı sıfatıyla katılıyor.



Siirt’e o pencereyi görmeye gittim.


Büyük olasılıkla, beyaz, plastik türevi, çirkince bir pencereydi.
Fikrimce, Siirt’in işlek sayılabilecek bir caddesinde, yeni bir binanın penceresi olmalıydı.

İsmi artık "N. E" olan 17 yaşındaki kız, N. E olmadan önce dünyaya son kez oradan bakmıştı. O pencereyi bulacak, N:E’nin bakışını çevreleyen, böylece onu zamanın içinde kaybolup gitmekten koruyan pencereden Siirt’e bakacaktım.
Pencere N.E’yle ilgili konuşmaların odağını teşkil ediyordu. İstanbul’dan ayrılmadan “pencereden atlamış” sözünü ettiğimde bir arkadaşım, “Pencereden atmışlar” diye uyarmıştı. Kimisine göre N. E pencereden atlamıştı, kimisine göreyse ağabeyi atmıştı, kimine göre kaza olmuştu, kimine göre kasten itilmişti. Tartışmalar böyle sürüp gidiyordu.

N.E.’nin atıldığı ya da atladığı pencere, binanın en üst katındaki dairenin yandaki penceresi. Dairede bulunan Radyo 56’nın kapısı artık kilitli.

‘Atlamış’ diye düzeltiyorlar

Nitekim Siirt’te konu yine bu ayrıntıda düğümlendi. N.E’den yana olanlar “Pencereden atmışlar” derken, bilinçli ya da bilinçsiz aileyi ya da aile üzerinden Siirt’i savunmaya çalışanlar da “Pencereden atlamış” diye düzeltiyordu beni.
Diyarbakır’dan yarım otobüs denilen dolmuşlarla üç saatlik bir yolculukla Siirt’te varır varmaz, başından beri başka amacım yokmuş gibi pencereyi aradım.
Tahmin ettiğim gibi kentin en işlek caddesi sayılan Güres’te yeni, şehrin ölçüleri içinde yüksek bir binanın beşinci katındaydı pencere. Pencerenin hemen altında, kentin ağır başlı, derinden derine yaslı havasına göre uçarı kaçan, daha çok tatil yörelerine özgü mavili beyazlı kepenk, büyükçe bir manavın üstünü örtüyordu.

Amcadan merhametli kepenk
Binaya yaklaştığımda, manavdan çıkan elli altmış yaşlarında bir adam, manavın sahibi, daha çok turist rehberlerine özgü bir edayla parmağını yukarı kaldırarak pencereyi işaret etti. İsmi artık N.E olan kız, bu pencereden düşmüş-itilmiş-atlamış ve binanın yan tarafına kadar uzanan mavi beyaz çizgili kepenk yüzünden hayatta kalmayı başarmıştı. Olayın ardından hızla ‘deli raporu’ edinen amca, mavi beyaz kepenk kadar merhametli olamamış, vücudu kırıklar içindeki yeğenini beş defa bıçaklamıştı. N.E, yazılı olan- olmayan bütün yasalara göre kendisini yabancılardan, ona zarar verecek insanlardan koruması gereken ailesinden kaçırılmıştı. Hayatına kasteden en yakınlarıydı. N.E, birkaç kelime konuşabildiğinde, bundan duyduğu üzüntüyü dile getirdi, onları affetmek istemiyordu.

Kocaman bir asma kilit
Şehir açısından utanç verici sayılan olaya sahne olan radyonun kapısında kocaman bir asma kilit boy göstermekteydi. Utanç, kendi isteği dışında halasının oğluyla nişanlanan gencecik bir kadının “yanlış veya doğru anlama” sonucu onu sevmesi ve koruması gerekenler tarafından öldürülmeye çalışılmış olmasından kaynaklanmıyordu. Siirt, komşularınız evinizde, başkalarına göstermek istemediğiniz özel bir şeye- duruma şahit olmuş gibi utanıyordu. Bütün aile üyelerinin yanlış olduğunu bilseler bile, saklamayı aile olmanın gereği olarak gördükleri, ortaya çıkması halinde aileye zarar geleceğini düşündükleri türden bir şey. Bu utanç, birbirinden farklı onca kadın ve erkek, birey ve kurum tarafından ağız birliği etmişçesine dile getiriliyordu; böyle bir olayla anılmak istemiyoruz; diyordu Siirt’liler...
Yemek yemeyi o an aklıma getirmesem de, kentin bu işlek caddesindeki lokantalarda müşterilere, Siirt’in en meşhur yemeklerinden biri olan perdeli pilavın sunulmakta olduğundan kuşku duymuyordum.


‘Evimizin sırlarını sakla’

Siirt’in tarihi ve turistik özelliklerini anlatan broşürlerin ilan ettiğine göre pilav, yeni geline sunuluyor ve pilavın üstünü örten hamurdan perde şu anlama geliyordu; evimizin sırlarını hamurun pilavı kapladığı gibi sakla..
O öğlen saatlerinde sıcağın yaktığı, tozun boğduğu Siirt’te, pencere, atıldı-atladı tartışmalarını sessizce yalanlıyor ve oradan yalnızca ölüme gidilebileceğini beyan ediyordu. Kimsenin ağzına mühür, üstüne kepenk koymayı akıl edemediği pencere şunları söylüyordu: On yedi yaşındaki bir kızın, bu pencereden atlayacak kadar korkması, pencereden atılmaktan tarifsiz ölçüde korkunçtu.
Ben de, yeni gelinlerin kulaklarına “evimizin sırlarını sakla” diye fısıldayan Siirt’e değil, pencereye inandım; kadınlarla pencereler arasındaki o çok eski, çok hüzünlü dostluğa güvenerek...

Şiddeti kabul ettiren sözcük

Siirt, kadim tarikatların, İslam’ın koyu mezheplerinin, egemenlerin dinle birlikte arkalarını yasladıkları binlerce yıllık aşiret geleneğinin çepeçevre sarmaladığı, beslediği ‘töre’ sözcüğüyle özdeşleşmiş durumda. Töre... Bu sözcük, kabul edilmez, insanlık dışı olanı kadınlara yönelik acımasız şiddeti adeta yumuşatan, mazur gösteren, değişmezliğini kabul ettiren, töreye uymayanın ahlaksızlığını, her cezaya layık olduğunu baştan hissettiren kısa ama çok etkili bir sözcük.
Siirt’te de bu sözcüğün ardında, yalnızca mavi-beyaz kepengin himmetiyle hayatı şimdilik kurtulan N.E’nin değil, çocuk yaşta ya da yetişkin zorla evlendirilen, kocasından işkence gören, dayak yiyen binlerce kadının hikâyesi yatıyor.

Diyarbakır ve Batman gibi Siirt’te de toz mu, çamur mu, sis mi olduğu anlaşılamayan boz bir hava, güneşi boğuyor. Geleneksel temizlik ürünlerini satan dükkânların vitrinlerini artık doğum kontrol ürünleri de süslüyor.


Siirt’in Batman’dan farkı

Şemdinli, Eruh gibi tekinsiz tabelaların ve askeri barikatların yanından süzülüp giden yarım otobüsler Batman’da kola ve fanta ikramı yapılan bir mola veriyor. Siirt, intihar süsü verilen namus cinayetleriyle gündeme gelen Batman’ın yanı başında. Anımsadığım kadarıyla Batman’ın, ‘böyle anılmamak’ gibi bir dileği olmamıştı. Olduysa bile, bu dilek gerçekleşmiş sayılır; çünkü Şırnak gibi, doksanlarda Siirt’ten koparılıp il yapılan Batman, artık kör petrol kuyularının içindeki kayıp cesetleriyle anılıyor.
Siirt’te dolaşırken otobüs yolculuğundaki koltuk komşum, N.E’den daha büyük olmayan çocuk anne, bir hakikat elçisi gibi bana hâlâ eşlik ediyor. Yol boyunca kıpırdamaksızın oturdu. Kucağında belden aşağısı sakat, henüz yirmi günlük, iki ameliyat geçirmiş, halasının oğlundan olma Aziz’i taşıyor. Aziz annesinin içini rahatlatan soluk alıp verişlerle uyurken, yüzünü örten tülbent hafifçe inip kalkıyor.


Mavi anemon çiçeği
Akşamüstü, Güres’te, merkezde, marangoz çarşısında sokakta pek kadın yok. Kahve ve ‘kafe’ tarzı yerlerde yalnız erkekler oturuyor. Henüz penceresinden hiçbir N.E’nin atılmadığı-atlamadığı bir yerel radyonun erkek sunucusu, kadınsız caddelere mavi anemon çiçeğinden yeni bir güzellik kremini müjdeliyor.
Büyük toprak ağalarının, aşiret reislerinin mülkiyetindeki uçsuz bucaksız topraklardan, altmışlarda topraksız işsiz yığınlarını büyük kentlere göç veren bölge, şimdi de köy boşaltmaların, silahların gölgesindeki yeni göç kafilelerini düpedüz açlığın kucağına terk ediyor. Yörede petrol, bulunması, demiryolu, rafineri ve hidroelektrik santralinin inşasıyla yaşanan değişim, ellilerden itibaren kapitalizm öncesi üretim ve yaşam biçimlerinin yıkıcı bir biçimde tasfiyesi, saldırı altındaki töreleri katılaştırıp güçlendirirken, yerinden yurdundan edilme ve göçler en çok dünyanın güçsüzleri ve yoksulları olan kadınları etkiliyor.
Siirt’te dikkat çekecek kadar çok uydu anten, popüler kültüre duyulan eğilimden çok, yaygın medyayı da kapsayan resmi söylemden kopuşun ifadesi. Ancak popüler kültürün ve tüketim ideolojisinin ortak kodları kendini gizlemiyor.


Gözlerden gizlenen kent

İçinde yaşayanlar korksa da kentler kimseden korkmaz. Çünkü görünmek istemedi mi, hiçbir güç, kenti saklandığı yerden bulup çıkaramaz. Eski belediye başkanının toplu konuta çevirmek istediği eski Siirt evlerine sığınan ketum şehrin hafızasında, şehir nüfusunun önce yarısını sonra üçte birini oluşturan Yahudilerin, Ermenilerin, Keldanilerin, Süryanilerin, Cigor, Paskalya ve damlarda ateşe verilmiş asma dallarının döndürüldüğü ateş bayramlarının, Zerdüşt geleneklerinin anısı hâlâ canlı. Gerçi, artık ne helvacılar, ne battaniyeciler ne bakırcılar çarşısı var. Eskiden Siirt’in gelirinin büyük kısmını teşkil eden bakır islemeciliği de Ermeni ustaların ardından yok olmuş.

Yine de Marangozlar çarşısında çınar ve akasyaların gölgelediği taş yollara sıralanmış eski dükkânlar ve esnaf lokantalarının arasında eski şehrin kalbi hâlâ hafif hafif atmakta.


‘Böyle olaylar göçle başladı’

Marangozlar Çarşısı’nda Siirt’te 47 yıldır çıkan haftalık Mücadele gazetesinin bürosu da yer alıyor. Gazetenin sahibi, sorumlu müdürü ve başyazarı Bianet yerel iletişim ağı mensubu, seksen yaşlarındaki Cumhur Kılıççıoğlu da; Siirt’te böyle olayların daha önce hiç görülmediğini söylüyor ve nedenini son yıllarda göçle gelenlerin şehre adapte olamamalarına, devletin eğiticilik görevini yapmamasına bağlıyor. Kılıççıoğlu’na göre törenin koruyucu bir işlevi de var. Eskiden, ailenin ve çevrenin olumlu tutumuyla benzer hatalar yapmaya eğilimli kişilerin törenin olumlu etkisiyle saadet yuvaları inşa ettiğini anlatıyor. Sokakta konuştuğum bazı kadınlar, olaydan haberdar değil, haberdar olanlar üzüldük ve şaşırdık, diyorlar
Belediye’de beklerken sohbet ettiğim başı simgesel biçimde bağlı- Aysu Kılıçuran ise olanlara pek şaşırmıyor. Siirt’te dayak yedikten sonra, morluklar görünmesin diye evlerinden on gün çıkmayan kadınların sayıca çokluğundan söz ediyor. Kadınlar hem utanıyor hem dayak yediği için kendini suçlu görüyor en önemlisi de kocasını ele güne rezil etmek istemiyor.

Politikleşmeyle gelen
Siirt’te de kadınlar, son yıllarda Kürt hareketi ve İslami hareket içinde politikleştiler. AKP’yi özellikle büyük kentlerde iktidara taşıyan bu politikleşme kadın sorunlarının bir ölçüde görünür olmasını sağladı.
2004’de Uçan Süpürge’nin ‘Köprüler Kuruyoruz’ projesiyle Siirt’e giden Halime Güner, toplantılara katılan kadınların geleneksel erkek şiddetinin çarpıcı örneklerini dile getirdiklerini anımsıyor. Uçan Süpürgecilerin hatırladığı bir diğer ayrıntı da, yalnız Siirtli kadınların kente sinema istediği..
Eski vali Nuri Okutan’ın önayak olduğu, askerle de ortaklaşa yürütülen, asker eşlerinin de öğretmenlik görevi üstlendiği kadınlara yönelik Türkçe okuma yazma ve meslek edindirme kursları ise ‘Tek tip Türk kadını’ yaratmayı hedefleyen bir “eğitim operasyonuna, yöre halkıyla, devletin geleneksel ilişkisinin parodisi niteliğinde bir seferberliğe dönüşmüş.

Evimizin sırlarını sakla
Bugün ne Kürt hareketi ve DTP içinde kadınların yoğun ve mücadeleci varlığı ne de birkaç ay önceki yerel seçimlerde bir kadının AKP’den başkanlığa adaylığını koymuş olması, sessiz duvarların ardında binlerce N.E’nin yaşamakta olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Siirt’te kadınlar perdeli pilavın öğüdünü tutuyor. Kalın duvarların, kapalı dudakların, korunan sırların ardında sessizce öldürülüp saadet yuvalarına gömülen kadınların sayısını kimse bilmiyor. Cenazesi kaldırılanlar, resmen öldürülenler, Siirt ya da Batman da, Doğu’da Batı’da kasabalarda, megapollerde, itiraz eden, ailesinin zoruyla evlenmek istemeyen, nişanlısından ayrılan, kocasından boşanan kadınlar... Boyun eğmek istemeyen kadınlar...

Kürtçe, Arapça, Türkçe ağıtlar

Bu yüzden genç ölülerin ardından yakılan Kürtçe, Arapça, Türkçe ağıtların, tilililerin sıkça göğü yardığı Siirt’te kadınların izini, hayattan çok, ölümde sürebiliyorsunuz.
Üç-dört gün önce sarı- kırmızı- yeşil bir beze sarılarak, geleneksel olarak kadınların katılmadığı bir törenle gömülen 24 yaşındaki Sema Mabata’nın ismi resmi kayıtlarda ‘Zübeyde’ olarak geçiyor.
Şehri birlikte dolaştığımız 26 yaşındaki Sidar geçen yıla kadar Ayşe olarak yaşamış. Sidar, sözcüğü Kürtçe ağaç gölgesi anlamına geliyormuş. Ağaç gölgesi kendi ismine kavuştuğu yıl, kardeşinin ölüm haberini almış. Sidar’ın kederli anası, 11 yıldan beri görmediği, bundan sonra da hiç göremeyeceği oğlundan çok askerlere acıyor; zorla ölüme yollandıkları için.
Siirt’in Demokratik Toplum Parti’li (DTP)yeni belediye başkanı, Şırnaklı, Diyarbakır Üniversitesi Matematik Bölümü mezunu Selim Sadak, 80’lerde SHP’den milletvekili seçildiğinde de anası, sevinmek yerine ‘oğlum ya öldürülecek ya hapse atılacak’ diye ağıt yakmıştı. Ana kalbi yanılmadı, Sadak, DEP milletvekili olarak hapse girerken ardında on çocuk bıraktı.
Sadak, bölgede kadınların özgürleşememesiyle, namus cinayetleriyle, politikleşen kadınlara yapılan baskılar ve Demokratik Kadın Örgütü’nden birçok kadının tutuklanması arasında doğrudan bağlantı kuruyor. Nitekim DTP’li kadınların N.E ile ilgili basın açıklamasına katılan 20 kadına karşılık ‘terörle mücadeleden’ 100 polis varmış.

Çok eski bir erkek töresiyle
Geçen Newroz’da Siirtli kadınların uğradığı polis saldırısının görüntüleri hafızalarda hâlâ canlı. Sekiz Mart Kadınlar Günü’nde şu sıralar yeni görevden alınan kentin namlı polis müdürü, basın açıklamasını okuyan DTP’li kadını, çok eski bir erkek töresine uyarak, saçlarından sürükleye sürükleye Emniyet’e götürmüş.
N. E’nin ailesinin DTP’li olduğu söyleniyor. Ancak, olayın büyütülmemesini isteyen ve Siirt’e mal edilmesi yanlıştır, diyen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Siirt milletvekili Yılmaz Helvacıoğlu’nun aksine Selim Sadak, bu konunun tartışılmasından rahatsız değil.
“Pencereden atılmış” sözcüklerini, “atlamış” diye düzelttikten sonra kızın ağabeyinin ziyaretini aktarıyor. Ağabey, halaoğluyla nişanlı olan N.E’nin radyoda erkek arkadaşıyla buluşmaya gittiğini ve bunun namus meselesi olduğunu söylemiş.

‘Aşk yasak değil’ nasihatı
Sadak da, aşkın yasak olmadığını, genç kızın zorla evlendirilemeyeceğini ve başkasına âşık olmuş olsa bile bunun için öldürülemeyeceğini anlatmaya çalışmış ağabeye.. Yüzünde öfke ya da kızgınlık ifadesi olmadan bunlardan söz ederken, sanki daha çok çalışma masasının önündeki koltuklarda oturan kalabalık ziyaretçi heyetine hitap ediyor. Heyet, dindarlıklarını simgeleyen beyaz örgü takkelerinin altında, kutlamaya geldikleri yeni başkanın sözlerine kulak kabartıyor.

Tanrı, paşa, baba, koca, korucu
N.E olayına valilik hızla el koymuş. Şehrin 2007’den beri valisi, Necati Şentürk, kendisine selam vermeyi unutan polisleri azarlama, Öğretmenler Günü’nde konuşma yaparken aralarında fısıldaşan öğretmenleri salondan kovma gibi birkaç tatsız olayla anılıyor. Yerel seçimlerden önce CHP teşkilatı vali hakkında suç duyurusunda bulunarak devlet gücü ve kaynaklarıyla AKP’ye oy toplamaya çalıştığını ileri sürmüş
Vali’nin Kuzey Irak’ta operasyon sırasında ölen bir binbaşı için yazdığı şiirin dizeleri, merkezdeki dükkânlardan birinin duvarında boy gösteriyor;“Sevin ey kutlu asker, senin tertemiz kanın, bütün Irak’a bedel”
DTP’li belediye, N.E’yi Valilik’le arasında çekişme konusu yapmamak için uzakta durmayı yeğlemiş. Sadak, “daha fazla zarar görmesini, korkmasını engellemeye çalıştık. Eğer onunla iletişim kurabilseydim, koluma alır bütün şehri dolaşırdım” diyor. Sezgisel olarak da olsa, bu tür durumlarda kadınların tecavüz ya da taciz de olduğu gibi, mağdur yerine suçlu koltuğuna oturtulduğunu biliyor.

Cenazelerde intikam yemini
Vali, varlıkları insan hakları açısından her geçen gün daha fazla tartışma yaratan geçici köy korucularına verdiği tam destekle de anılıyor, korucular arasında atış müsabakaları düzenliyor, korucu cenazelerinde en sert sözler, intikam yeminleri onun ağzından çıkıyor. Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı’nın (TESEV) ve İçişleri Bakanlığı’nın 2005 verilerine göre 30 bini gönüllü yaklaşık doksan bin geçici köy korucusundan Siirt Batman ve Şırnak’ta istihdam edilenlerin sayısı on beş bin. Köy korucularının işlediği, mahkeme konusu olabilmiş 5 bin suç arasında “cebren ırza geçme, silahla kadın ve kız kaçırma” da eksik değil.
Bir ay önce yapılan Veysel Karani Sempozyumu’nda konuşan dini ve akademik çevrelerden zevat, diğer dinlerle, İslamiyet’i karşılaştırıp, İslamiyet’in kadınlar konusundaki üstünlüğünden, peygamberin kadınlara nazik davranılmasını ve ezilmemesini buyuran hadislerinden dem vurdu. Gerçekten de Siirt’teki Veysel Karani türbesine daha çok kadınlar rağbet ediyor. Ancak, Karani’nin kadınlara verilen değerle özdeşleştirilmiş namına, türbenin bahçesinde kadınların ayrıca gidebilecekleri bir haremlik yapılmasını öneren Müftülüğün gölgesi çoktan düşmüş.

Veysel Karani de koruyamıyor

İslam’ın Sünnilik ve Şafilik gibi yaptırımları kadınlar açısından iç acıcı olmayan mezheplerinin, yalnızlaştıkça, yoksullaştıkça, parçalandıkça koyulaşan dini inanışların, törelerle görünmeyen ama çok güçlü bir yasaya dönüşmüş erkek egemenliğinin sarıp sarmaladığı Siirt’te, kadınları, hep zararlı çıktıkları bu toplumsal uzlaşmadan Veysel Karani bile koruyamıyor. Yarım otobüslerin kalktığı merkezden ayrılırken, belediyenin kandil kutlaması için astırdığı bez pankart, ardımızda dalgalanıyor.
Diyarbakır ve Batman gibi Siirt’te de toz mu, çamur mu, sis mi olduğu anlaşılamayan boz bir hava, güneşi boğuyor. Dönüşte, yolumuzu kesen beyaz, koyu bir sisin içinden geçtikten sonra Batman’a yakın bir kontrol noktasında, askerler otobüsümüzü kenara çekip kimliklerimizi topluyor.

‘Böyle şeyler olmazdı’
Şoför, biraz turistik reflekslerle, biraz kendini de inandırmak istercesine, “böyle şeyler olmazdı” diye söylenirken, hemen arkadan duyulan “hep oluyor” sözcükleri onu sakince yalanlıyor.
Otobüs ayrılırken şoför askerlere, selam niyetini elini kaldırıyor. Kimse ona karşılık vermiyor. Elin, iki-üç kez, neredeyse bir barış yakarışına dönüşerek, her seferinde biraz daha kararsızca kalkmasından sonra, askerlerden biri, belki de sadece, annesinin “sana bir şey verildiğinde teşekkür et” türünden eski bir öğüdünü hatırladığı için elini kaldırarak yanıt veriyor. Yarım otobüs, bu küçük uzlaşmadan cesaret alıp, namluları dağa dönük tankların arasından süzülüp yola koyuluyor.
Siirt geride kaldı. Ama Narin’leri Sema’ları ölüme gönderen, kadınların saadet yuvalarına, sessiz sedasız gömüldükleri, çocuk gelinlerin, akrabalarıyla evlendirilen, doğum yaparken ölen genç kadınların öykülerini gizleyen; çünkü böyle anılmak istemeyen kentin fısıltısı ardımdan geliyor; evimizin sırlarını sakla.


Not: Yazar, ‘Ağlayan Dağ’ Susan Nehir’le, 2008’de Orhan Kemal Roman Ödülü’nü kazanmıştı. 1986 yılından sonra gazete, dergi ve televizyonlarda çalışan, çok sayıda makale ve deneme yazısı yayımlanan Devecioğlu, kitaplarında yakın tarihi ve belleklerden silinmeye çalışılanları işlemeyi seviyor. Ayşegül Devecioğlu’nun temel meselesi, söylenemeyen üzerine söz söylemek, hikâyesini anlatamayanların sesi olmak, bir yandan da bir büyüme-bilinçlenme öyküsü sunmak
Yazar, ‘Kuş Diline Öykünen’ adlı ilk romanında arka plana 12 Eylül’ü alarak hüzünlü ve trajik bir aşk hikâyesi anlatıyordu. Son kitabı ‘Kış Uykusu’nda ise darbe sonrası ülkenin üzerine çöken ağır iklimi anlatan beş farklı öyküye yer veriyor. Kendisine ödül getiren ‘Ağlayan Dağ Susan Nehir’de Çingene Naciye Abla’nın öyküsünü anlatıyor. Roman bu yersiz yurtsuz bir Çingene’nin hikâyesi üzerinden ilerliyor. Devecioğlu kadın, birey ve toplum sorunlarını siyasal perspektifle dillendiren, ‘80 sonrasının en önemli yazarlarından’ biri olarak değerlendiriliyor.