Ara

azık

 
 
 
 
bedia c. güzelce'nin "1473"ü, kirpiyi ve savaşı gerçekten kirpinin gözünden anlatabilse,diyalogda insanlaştırma kaygısını aşabilse, anlatı ile kurgu'yu karıştırmasa,roman ya da deneme ile masalın ayrımını net verebilse, işi çocuk masalına dökerken,anlatıyı çürüten tarih anekdotlarına başvurmasa,çok anlamlı bir kitap olabilirmiş. bu haliyle zor okunuyor. kapak şık.
 
 
 
Birikim, S. 283, "10. yılında akp"
 
Bazı yazılar iyi bir dönem değerlendirmesi olmuş. akp'nin muhafazakar demokrasinin doktrinleştirme çalışmasına fazla gitmemesinin nedenleri üzerine düşünenler daha çok ilgimi çekti.
 
 
"19. cadde", april yayınları.
 
iyi bir küresel ekonomi romanı. özellikle imf ve db'nin kuruluş sürecini iktisat tarihi kitaplarından okudukça sıkılanlara önerilir. çok iyi bir romancılık bekleyenler hayal kırıklığına uğrayabilir, seçilen konu iyi.
 
 
"ak parti", hakan yavuz (ed.), kitap yayınevi.
 
şık bir derleme, ilgiyle okuyorum. ingilizce baskısı 2006'da yapıldığı için, yurtdışına yazılmış olması ve 2005'e kadarki süreci anlatması nedeniyle, biraz mesafeyle okunabilir.
 
 
"neşet ertaş kitabı", bayram bilge tokel, everest yayınları.
 
haşim akman'ın neşet ertaş söyleşi kitabı bana biraz kuru gelmişti. usta, sentetik sorularla terletilmişti. havadan, güneş'ten değil... can arkadaşı bayram bilge tokel'in kitabı çok içten.
 
 
"tespih taneleri", mıgırdiç margosyan, aras yayınları.
 
çok geciktirdim, önceden okumalıydım. margosyan ile tüyap fuarı'nda tanışma şansım oldu. uzun konuştuk, huzurun gayri resmi merkezi. aras yayınları'nın çalışanları tam bir aile. hrant'tan dertleştik, genzimiz tıkanana kadar.
 
 
"faşist ideolojinin doğuşu", sternhell, ayrıntı yayınları.
 
derdini çok net oturtmuş, savrulmayan, ayrıntıya gireceği ve geri çekileceği zamanı iyi ayarlamış bir çalışma. hayranlıkla okuyorum.
 
 
nick yapp'ın "getty images" kitap dizisi (literatür yayın, 10 kitap) her derde deva. favorim,1930'lar. khaneden senelerdir ödünç alıp üzülerek iade ederdim. şükür kavuştuk. akşamları, "tavuk suyuna çorba" dizisi kıvamında okunuyor.
 
 
"cumhuriyet'in ilk yüzyılı", söyleşi: ismail küçükkaya, ilber ortaylı, timaş.
 
emeğe saygı ama "neredeyse söylediği gibi kitaplaştırmak" ile "söyleşi kitabı" hazırlamak arasında dağlar var. kitabın ilk 50 sayfasından önce bir 50 sayfalık ısınma soruları da yapılabilirmiş. birden ağır konulara girilmiş,                 
 
 
metis ajanda yine şık olmuş (konu: "ayvayı yedik!").
 
 
arthur berger,"kültür eleştirisi", pinhan kitap.
derli toplu,başını unutmadan ilerleyen,ayrı kitaba başlar gibi yeni bölüme geçmeyen şık bir giriş kitabı.

hakan günday-akif kurtuluş

hakan günday ve akif kurtuluş'la tüyap kitap fuarında kitaplarını konuştuk (24-25 kasım 2012).
akif kurtuluş'la ekim ayında 4 saatlik bir "mihman" sohbetimiz olmuştu.

hakan günday'ı da ankara'ya, bir dost sohbetine bekliyoruz. "yarım söz" aldık.
gelse, konuşsak uzun uzun, sonraki birkaç gün yolda varlı vakitsiz gülümseyerek yürüdüğümüz görülür de
utanır mıyız etraftan? sanmam...

sahi, kadrolu mihman tunç, ne zaman okur?

Aleviliğin ABC'si

video: http://www.dailymotion.com/video/xve5cr_devran-4-bolum_shortfilms?start=52

Yayına hazırlarken epey şey öğrendim...

hah

Birgül Oğuz, "Hah", Metis, Ekim 2012.




"Çünkü onlar 'annelerini erken, babalarını ölümlerine yakın seviyor'. Onlar en çok bunu biliyor. Babalarsa sevilmeye gelmiyor. Babalar bir kere sevildi mi hemen kısalıp ölüyor. Buna önce yas, sonra yasa deniyor. Böyle oluyor: Çocuk tüfeği e
line alıyor. Namlunun ucunda: okunaksız bir baba. Sonra korkunç şeyler oluyor. Kırık cıncık ve leke. Saçma ve kül. Ve bir de bakmışsın, baba gökte soluk bir amblem. Tedavülden kalkmış delik para." 

Birgül Oğuz'un kitabı "yas" üzerine. Ancak yalnızca kişisel bir kaybın yasını tutmuyor "Hah". Hafızalardan silindi silinecek "yılbindokuzyüzeylül" devrini şimdiye fırlatmak arzusunu da duyuyor. Temsil, telafi ve idrak edilemez olanı temsil, telafi ve idrak etmeye çalışıyor. Zamanın yas'a müdahalesi, halden hale geçen öykülerin dilinde buluyor karşılığını.

birgül oğuz'un içindeki oğuz atay hiç sırıtmıyor. her şey yerli yerinde. orası neresiyse artık, yazara sorulmaz. ("hah").

"hah"tan sonra birgül oğuz'un master tezine tekrar baktım. tez,sanki öykü kitabına dönüşmüş: "o.atay'da yazarlık kurumunun iflası ve edebi intihar"

Mihman: Karakterden ziyade olayı tartışalım

http://www.iletisim.com.tr/images/cust_files/120806161519.pdf



Çok değerli bir iş, çıktığı hafta okuma fırsatım oldu, yazarla yapılan gazete-dergi -internet söyleşilerinde kitabın okunarak konuşulması, soruların nitelikli oluşu dikkatimi çekti. 

Tesadüf, Akif Bey, sevgili Murat'ın yakınıymış. Geçen hafta Ersanların bürosunda buluştuk, 4 saate yakın eni konu sohbet ettik kitap üzerine. 

Bazı yazarlar, karşılaştığınızda sizde hayal kırıklığı yaratabiliyor, "aslında yazdığı kadar olgun ve dolgun biri değilmiş" diyebiliyorsunuz. "Konuşabilseydi yazar olmazdı" diyen bilge zatın aksine, Akif Kurtuluş, yazdığından fazlasını konuşabilen, bazen yazı mutfağını size açabilen, hatta yazdığına mesafe koyabilen, kitabının nitelikli okuru da olabilen yazarlardan... Kurguda bıraktığı muğlaklıklar, okurun yorumunu samimiyetle bekleyen, okura alan açan, romanı istediği yöne çekmesini "talep eden", tüm bunları yapmacık davranmadan başaran bir yazar niteliğinde. "Demokrat" çok mu genel bir adlandırma olur? :)

"Yalnızlık" ve "hatırlama-bellek" kavramları üzerinden çok şey konuştuk, romanı epey deştik, alt metinleri sorguladık. Sözelcilerin "fen" dallarına kıskanç merakından mıdır nedir, kitabın "otopsi"sini yaptık, "anatomisi"ni çıkardık, "iskeleti"ne baktık, nasıl "inşa" edildiğini konuştuk. Şener de oradaydı, doktor olmasına rağmen ses etmedi. "Bir Zamanlar Anadolu"da otopsi yapan doktorun yüzüne sıçrayan kan sahnesi var ya, öyle bir görüntü verdiysek, kendimden korkarım.

Neyse...

Kitabın 87 alt bölümünde karşılıklı konuşmanın değil, monologların merkeze oturması, "ilişkilerin romanı" olduğunu iddia eden bir metin için, işin içinden çıkmanın son derece zor olduğu bir uğraş. Belki de yalnızlık, bu monolog kurgusuna içkindir. Takdir etmek lazım.

Akif Kurtuluş, Türkiye sosyalistlerinde çok da alışkın olmadığım derecede hoşgörülü ve eleştiriyi samimiyetle kabullenebiliyor, en güzeli de eleştirilirken savunmasına hazırlanmıyor, sizi "dinliyor". Geridönüş toplayıcısı gibi çalışıyor, romandaki boşlukları bulmamız için oynadığı oyunları hınzırca "itiraf ediyor". Bu bakımdan "Mihman", Orhan Pamuk'un "Saf ve Düşünceli Romancı"sında yazma sürecine dair söylediklerinin bir uyarlaması niyetine de okunabilir. 

Kurtuluş, konuşmanızı "dinliyor", açığınızı yakalamaya çalışan "çelişki avcısı"na dönüşmüyor, kitaba odaklananın, evvela sözüne odaklanıyor, size yanıt verirken kitabı açıp örnekler vererek konuşmuyor. "Metin yazardan çıktıktan sonra okurundur" sözüne sosyalistçe sadık. Kitaba daha geniş vakit ayırıp "sosyalist gerçeküstücülük" üzerinden yazmayı deneyeceğim. Umarım başarırım. 

Size daha vurucu yanıt vermek adına, sohbeti bir atışmaya, hatta karşısındakini bilgi kefesiyle tartmaya dönüştürmüyor. Romandaki sukûneti, sohbetinde sürüyor. Konunun/ilişkilerin yakıcılığının tartışılmasını, karakterlerin tartışılmasından önde tutuyor. 

Eleştirildiği yerde "aslında doğru yaptığını, sizin konuyu yanlış veya eksik yorumladığınızı, çelişki taşıdığınızı" iddia etmiyor. Metinden kopan, karşısındakinin sözünün didiklenmesine, çelişki  dedektifliğine kayan münazaracılığa karşı. Sizi fon niyetine dinlemiyor, kulak kesiliyor; konuşmanızı, konuşması için bir hazırlık süresine dönüştürmüyor. 







"Halen bir Cağaloğlu emektarı olan Selma Sancı, birbirine eklemlenen öykülerle, bir taraftan 1980 öncesinin bütün karmaşasını duyumsatırken, öte yandan insanı hemen yakalayan, sıcak, yalın, anlatacağını içtenlikle anlatan bir dille, yok olup giden üretim tarzlarının kayda geçmelerini sağlıyor, rotatifleri, mücellitleri, mürettipleri, hurufatı hatırlatıyor.

Cağaloğlu'ndan Kadıköy'e, Adalar'a uzanıp birbirine kısa bir süre için değip uzaklaşan – savrulan insanların altını çiziyor.

Onun kaleme aldıklarındaki sihir, hayatımızda yer etmiş, hiçbir zaman dikkat etmediğimiz ayrıntılara yer vermesinde yatıyor, gözlem gücü bu ayrıntılarda ortaya çıkıyor.

Espas, tedirgin bir dönemi ve basımevlerinde, tekstil atölyelerinde çalışan insanların kırgın, kırık hayatlarını anlatan ustalıklı bir dönem romanı."



kapak: idefixten

Masumlar

 
 
"soluğu gül gibi taze ve yüzünde yetim bir ışık vardı...
ama duaların yeni bir ölüyü taşıyacak dermanı kalmamıştı." "
 
(...)
 
(...) "filozofların ölü arkadaşı olmaz mı?" diye itiraz etti yaşlı mezarcı.
"ölüler hayatın dışındadır onlar için."
"filozoflar ölümden başka bir şey düşünüyor mu sanıyorsun?"
"onlar ölümü dert eder," dedi genç mezarcı "ama ölüleri umursamazlar."
"bira içmeden böyle konuşmayı nasıl başarıyorsun?"
"eğer akşam biraları sen ısmarlarsan sana da öğretirim."(...)
 
 
 
arka kapaktan:
 
“Sır kitabı” taşıyan bir kadın, masum şiirlere inanır.
Uykusuz bir adam, mezarlıklardan ve ölümün kıyısından geçerek hayata tutunmaya çalışır.
Herkesin bir sırrı ve bir günahı vardır.
Adamla kadın, bir gün kaderin kırık köprüsünde karşılaşırlar.
Kadın “kitap falı” bakar, adam kendi kendine bozkır türküleri mırıldanır.
Haymana Ovası’nda, Tahran’da ve Cambridge’te geçen hayatlar…
Eski zamanların umudunu taşıyan bu romanda Burhan Sönmez, farklı rüzgârların savurduğu çok sayıda kahramanı usta bir incelikle bir araya getiriyor.
 
 
 
kitap üzerine söyleşi:
 
 

Orhan Pamuk Yasin Hayal'den şikayetçi olmamış

 
 




 
 
Nedim Şener, Posta, 24 Ağustos
 
 
 
 
 
Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk’un mahkemenin çağrısına rağmen Hrant Dink cinayetinin azmettiricisi Yasin Hayal ile ilgili ifade vermeye gitmediğini öğrenince şaşırdım! Hatırlayacaksınız; Yasin Hayal, 24 Ocak 2007’de Hrant Dink davasıyla ilgili olarak İstanbul Adliyesi’ne getirilirken, jandarmaların arasından şöyle bağırmıştı: “Orhan Pamuk akıllı olsun”.

Savcılar 1 Nisan 2007’deki Hrant Dink cinayeti iddianamesine, Yasin Hayal’in, Orhan Pamuk’u tehdit etmesini de eklemişlerdi. Yasin Hayal’in TCK’nın 106’ncı maddesine göre; bu tehdit suçundan da cezalandırılmasını talep etmişlerdi. Yasin Hayal artık hem Ogün Samast’ı, Hrant Dink cinayetine azmettirmekten, hem de Orhan Pamuk’u tehditten suçlanıyordu. Orhan Pamuk’u tehditten, savcı, Yasin Hayal’in 6 aydan 2 yıla kadar hapsini istemişti. İstanbul 14. Ağır Ceza mağdur sıfatıyla Orhan Pamuk’un ifadesinin alınmasına karar verdi.

Programı yoğunmuş!!!

Orhan Pamuk, 5 Haziran 2007’de bir dilekçe göndererek, mahkemeye katılmayacağını bildirdi. Orhan Pamuk’un avukatı dilekçesinde Nobel ödüllü yazarın programının çok yoğun olduğunu belirtip şunları söyledi: “Müvekkilimin 2007-2008 arasında yurtdışında yoğun programları vardır. Halen İngiltere’de bulunmakta.

Bu nedenle duruşma günü mahkemeye gelip mağdur sıfatıyla ifade vermesi mümkün değil. Sanık hakkında müvekkilimizle ilgili olarak sarf ettiği tehdit sözcüklerinden dolayı TCK 106/2d maddesi uyarınca cezalandırılması istenmekte. Belirtilen suç kamu suçu. Bu nedenden dolayı: Atılı suçu alenen işlediği sübuta eren sanığın cezalandırılmasını mahkemenin takdirine bırakıyoruz.”



Bilindiği gibi Hrant Dink davası yalnızca Orhan Pamuk’un programının yoğun olduğu 2007 ve 2008 yılları arasında görülmedi. 17 Ocak 2012’ye kadar yani 5 yıl sürdü. Orhan Pamuk bu sürede kendisini tehdit edenlerden şikayetçi olmak için mahkemeye gelmedi! İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi 5 yılın sonunda, 17 Ocak 2012’de kararını açıkladı. Yasin Hayal, Ogün Samast’ı, Hrant Dink’i öldürmeye azmettirmekten müebbet hapis cezası aldı.

Yalnız 3 ay ceza

Yasin Hayal’e, Orhan Pamuk’u tehdit etmektense 3 ay hapis cezası verildi. Orhan Pamuk yürekli bir Türkiye aydını olarak kalkıp mahkemeye gelseydi, hakkını savunsaydı, davayı takip etseydi Yasin Hayal belki daha çok ceza alabilirdi. Zaten konumuz cezanın çokluğu ya da azlığı değil. Konumuz; Nobelli bir Türk aydınının, bir başka Türkiye aydını olan Hrant Dink’i öldürenler karşısındaki duyarsızlığı. Nobelli Orhan Pamuk o davaya gelseydi, mahkeme heyeti kendini belki daha sorumlu hissedebilirdi. Dünya, davaya daha fazla ilgi gösterebilirdi. Bilmem derdimi anlatabildim mi?!


TÜRKİYE’NİN SESİ OLMA ŞANSINI HRANT DİNK DAVASINDA KAYBETTİ

2005’te, Nobel’i almadan önce “30 bin Kürdü ve 1 milyon Ermeni’yi öldürdük” diyen Orhan Pamuk, mahkemeye gelip “Yasin Hayal beni ölümle tehdit etti” diyemedi. Üstelik de bu tehdit, 30 bin Kürt, 1 milyon Ermeni konusu gibi tartışmaya açık bir mesele değildi. Kameralar görüntülemişti! Son zamanlarda uluslararası basında yer alan röportajlarıyla tekrar gündemin başköşesine yerleşen Orhan Pamuk bakın yabancı bir yayın organına ne diyor:

10 dakika ifade veremedi

“İnsanlar beni Türkiye için bir çeşit diplomat gibi görüyor. Fakat öyle değilim. Olmak da istemiyorum. Bu bana bir sorumluluk yüklüyor. Türkiye’nin sesi ya da temsilcisi olmak neşe dolu bir durum değil.” İşte Nobelli yazarımızın esas yanılgısı burada: Orhan Pamuk kendisini ‘hâlâ’ Türkiye’nin sesi zannediyor! Neredeee… Evine 15 dakika uzaktaki mahkeme salonuna gelip, bir Türkiye aydınını katledenlerin yargılandığı davada 10 dakika ifade veremeyen ‘biri’ nasıl Türkiye’nin sesi olabilir ki? Dünyanın öbür ucundaki yabancı aydınlar Hrant Dink meselesine sahip çıkarken, Orhan Pamuk mahkeme sürecinde iki cılız kelime etmeye korktu. Biz kimseden aynı yürekliliği beklemiyoruz. Ama yürekli gibi yapıp iş ciddiye gelince kaçanlara da ‘sahte kahraman’ diyoruz. Orhan Pamuk, Türkiye’de demokratik standartlardaki düşüş, otoriterleşme tartışmalarının içinde de hiç olmadı! Hükümetin hoşuna gitmeyecek en minik bir söylemde bulunmadı. Belki bir zamanlar böyle bir misyonu vardı. Ama artık yok...

Acaba kendisi farkında mı?

Mesela kendisinin de yargılandığı Türk Ceza Kanunu’nun 301’inci maddesiyle ilgili tepkisi çok eskilerde kaldı. Oysa 301 hala yerinde duruyor. Nobel ödülünü aldıktan sonra hepsi, her şey yalan oldu! Tekrar ediyorum: Orhan Pamuk o özendiği, ‘Türkiye’nin sesi olma durumunu’ “Arkadaşım” dediği Hrant Dink’in öldürülmesi davası sürecinde çok net bir biçimde kaybetti. Bunun bizler farkındayız… 2006 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Orhan Pamuk kendisi de dilerim bunun farkındadır!!!

Asimetrik Vakalarda Kıble Tayini

 
 
 
Kenan Çamurcu'nun yazılarının derlendiği bu kitabı ilgiyle okuyorum. Baştan söyleyeyim, genelde muhafazakarlığın, özelde de AK Parti iktidarını oluşturan koalisyonun İslamcılar arasında nasıl eleştirildiğini merak ediyorsanız, ayıracağınız vakte değebilir bir çalışma.
 
Kitabın bölümlendirmesi, farklı zamanlarda yazılan makaleler arasındaki geçişleri kolaylaştırmış. Bölümlendirme, kitabın muhafazakarlık karşıtı, İran Devrimi'nin başlangıç hedeflerine sadık ideolojisiyle de uyumlu.
 
Kürt Sorunu ile ilgili kısımlar, bu konudaki literatürden destek almadan ve güncel bilgiden yoksun, sanki biraz aceleyle yazılmış. Kitabın belki de en başarısız bölümü bu açıdan Kürt Sorunu. 2012'de çıkmış bir kitabın, diğer bölümlerini güncellerken, hâlâ ısrarla 2009'daki DTP örneğini aşamaması, Habur sonrası süreci yazamaması düşündürücü. Kitapta BDP namına pek bir şey göremiyoruz.
 
Yazar, belediyecilik geçmişi olduğundan, muhafazakar "inşa" kültürünün getirisi götürüsünü net ikiliklerle işliyor, İslamcı "hizmet" odaklılık ile muhafazakar "projecilik" kültürü arasına keskin ayrımlar koyuyor. Milli Görüş geleneğinin dolaylı bir yüceltimi de olan anti-muhafazakarlığı, "teo-politik/ekonomi" bölümünü daha ilgi çekici kılabilir.
 
"İslami sol, sol İslam, sosyal İslam" tartışmalarına kapısını açık bırakan kitap, sosyalist ve sosyal demokratların kapsamlı birer "AK Partili muhafazakarlık yılları" eleştirisi metni yazamadıkları devirde, İslamcılık ideolojisinin hanesine olumlu puan yazılabilir.
 
Destek Yayınevi'nin şu iki kitabı da bu metinle "akraba" sanki:
 
-Handan Koç, "Muhafazakarlığa Karşı Feminizm"
-İhsan Eliaçık, "Sosyal İslam"
 
 
Kitabın akıcı dilinde İslami belagatin etkisini atlamayalım. İyi bir polemikçiyle karşı karşıyayız.
 
 
 
arka kapak
 
Muhafazakâr saray, muhalifi olan her politik kesimi kolonize etmek istiyor. Bugün PKK bahanesiyle Kürtler, yarın Aleviler ve başkaları. İlk kolonize edilen ise İslamcılık oldu. İslamcılık, devlet aygıtının laboratuarında muhafazakârlaştırıldı ve başkalaştırıldı. İslamcılar, eleştirel ve bağımsız akılla iktidarı, toplumu, politikaları değerlendirmeleri gerekirken taraftar tribününün holiganları haline geldiler. Taraftarlıktaki taşkınlıkları, yabancılaşmanın doz aşımındandır.

Türkiye'deki değişimin anlamını ve istikametini değerlendirmek isteyenlerin karşısına 'yeni Türkiye' ile 'eski Türkiye'nin kadrolarında becayiş (yer değiştirme) yaşandığı gerçeğinden başkası çıkmayacaktır. Bu değişimin felsefi, ideolojik, sahici, kalıcı ve yapısal bir temeli yoktur.

Muhafazakâr iktidar herhangi bir iktidardan farksızdır. Erdoğan'ın ve çevresindekilerin dindarlığı onların politikalarına sadakat göstermemizin nedeni olamaz. Ayrıca bu, İslam'ın en temel ilkelerine aykırı. Ama zaten muhafazakârlık da İslam'ın en temel ilkelerinden firar etmenin kimliği değil mi? Bu iktidara koşulsuz itaat ancak dindarlıktan uzaklaşıp muhafazakârlaşmakla mümkün olabilirdi, öyle de oldu.

Muhafazakârların siyasal ve sosyal iktidarının temelini oluşturan iktidar ve servet tekelciliğine itirazımız var. İktidarın ve servetin sosyalizasyonunu adil, eşitlikçi ve hakça bir düzen olarak savunuyoruz. Muhafazakârın itirazı laik kapitalizmeydi. Buna itiraz edip yerine dinî kapitalizmi kurdu. Yani teo-kapitalizmi. Teo-kapitalizm, Allah'ın mülkünü zimmete geçirmenin ilahiyatıdır.

Derviş'in kurduğu iktisadi rejimle ekonomiyi küresel kapitalizme otomasyona bağlayan AK Parti, iç siyaseti AB reformlarıyla Brüksel'e, dışpolitikayı da "model ortaklık"la Washington'a otomasyona bağladı. Bugünden geriye baktığımızda 2002'deki ak devrimin, 2003'te Gürcistan'da gerçekleşen gül devrimi, 2004'te Ukrayna'da gerçekleşen turuncu devrim ve 2005'te Lübnan'da zuhur eden sedir devrimi bahsinden sayılması gerektiğini daha iyi anlayabiliyoruz. Tıpkı 2011'de ortaya çıkan "Arap baharı" gibi.

Azık

Turan Güneş, (der. Hurşit Güneş), Türk Demokrasisinin Analizi


Ayrıntıya gömüldükçe, işin özünü kaçırma, ana damarı bulamama tehlikesini hissettikçe, Turan Güneş'in makalelerini okumakta fayda var. Okurken, sadece dönemin ana siyasi gelişmeleri üzerine değil, o dönemde yazılanların "niteliği" üzerine de düşünme şansım oldu. Bu kitap, "dönem" kavramını geniş alıyor; "dönem"i dönemselleştirenleri, tarihyazıcıları da merceğinde...



Kerem Işık, Toplum Böceği




2012 Haldun Taner Öykü Ödülü'nü aldı. Mehmet Erte'nin "Sahte"si ile bir akrabalığı varmış gibi okudum. Durup dururken,bilhassa sabahları çocukluğunu özleyiveren,profil fotosunu değiştirenlere; kitaba adını veren "toplum böceği" öyküsü iyi gelebilir.


Gürkan Zengin, Hoca: Türk Dış Politikasında "Davutoğlu Etkisi"




Kitabın iskeleti çok dağınık, plansızlık geneline sinmiş. Çocukluk dönemi ve aile yaşamından birden Dışişleri koridoruna atlıyoruz. Akademisyenlik işlenirken, birden bakanlık-danışmanlık devreye giriyor. Kitabın hızı, kurgusunu engelleyebiliyor. Fazlasıyla romantikleştirilmiş ve özcü bir anlatımı var; Davutoğlu'nu tanımayı, esas yapıp ettiklerini anlamayı zorlaştırıyor. Yazarın konuyu okunaklı hale getirmek, okuru sıkmamak için esnettiği cümleler, metnin içeriğine zarar verebiliyor. 

Bilgi verilirken köşe yazılarına biraz fazla bağlı kalınmış. Kitap, özellikle 2008-2010 döneminde esen Davutoğlu rüzgarı ile anlatımı arasına mesafe koyamamış. O yıllardaki "sıfır sorun" mitinden fazla etkilenilmiş, araştırılan kişinin önceden yapıp ettikleri, kitabın yazıldığı dönemin olumlu havasından okunmuş. Çoğu zaman, 90'ların ve 2000'lerin başında yaşanan olaylar, o günün algısıyla tartışılmamış. Yazar, elindeki medya olanaklarına ve Davutoğlu'na bu kadar yakın olmasına karşın, "malzeme"yi iyi kullanamamış. Temel sorunu, mesafe ayarı... 




Terry Eagleton, Marksizm ve Edebiyat Eleştirisi


İlk 40 sayfası sıkıcı bir altyapı-üstyapı tartışması, daha özgün bir performans beklerdim. Çok bilindik argümanlarla saldırıları savuşturmayı tercih etmiş. Halbuki Eagleton, "Marx Neden Haklıydı"da ortaya on tane anti-Marksist soru atıp bunları yanıtlarken daha başarılıydı.

Kitapçığın 40'lardan sonrası ise şık, özellikle "Marksizmde biçim-içerik", "biçim-ideoloji" tartışması, metin çözümlemelerine dair vurucu paragrafları var, tam alıntılık... Giriş için önemli bir çalışma. Kitabın kaynakçası, konuda derinleşmek isteyenlerimiz için iyi. Bunun üzerine, yine Eagleton'ın "Eleştiri ve İdeoloji"si okunabilir.



Stephen Kinzer, Ezber Bozmak




Kinzer okumanın iyi tarafı, anlattığı konunun derinliğinden ziyade ortaya attığı fikrin cinliği. Önerme güzeli bir insan. İddialarını ne kadar başarılı incelediği tartışılır ama "önsöz"ü, "giriş"i başarılı yazan kitap mühendislerinden... Kinzer, özellikle Ortadoğu'ya yabancı Ortadoğulu ve Batılılar için de bazen çok iyi "giriş" kitapları tasarlayabiliyor. Gazeteciliği bu "giriş" bilgisi için gayet uygun bir meslek, çoğu akademisyen bilgide kaybolup işin özünü veremezken, Kinzer sınırları, nerede coşup nerede spekülatif davranabileceğini iyi biliyor, dili de çok sarıyor; bir  bakıma "sayfa sörfü" yaptırıyor size. Belki de Amerikan tarzı yaşama, o üslupta yazılan makale ve kitapları okumak dahildir; önce güncel bir örnekle zor bir konuya girilir, "sorun uzağımızda değil, gayet güncel ve gündelik" alt mesajı işlenir, sonra okurla muhabbet ede ede siyasi kulislerde, savaş alanlarında gezintiye çıkılır. 

Bu kitabın özgün adı "Reset: Iran, Turkey,and America's Future". "Reset", Türkçede "ezber bozma" fazlasıyla tüketilen bir deyim olduğundan, kitabı okuyunca bana daha anlamlı geldi. Yayınevi tercihi, saygı gösterelim. Kinzer, Ortadoğu'da yeni bir stratejik vizyona ihtiyaç duyulduğunu, Amerika açısından bunun kilit ülkelerinin de İran ve Türkiye olduğunu söylüyor. İran ve Türkiye'nin modernleşme serüvenleri kadar anti-modernleşme süreçlerinin de ciddi benzerlikler içerdiğini 19. yüzyıldan itibaren anlatıyor. Amerika'nın İsrail ile ilişkisinin hiç olmadığı kadar önemli olduğu fakat bu ilişkinin dinamiklerinin İran ve Türkiye'yi denkleme katarak, "yumuşak-ince güç" çerçevesinde yeniden kurulması gerektiği görüşünde.

Kitapta karşılaştırmalı, basit, yine giriş düzeyinde bir Pehlevi-Atatürk biyografi denemesi var, dışarıdan bir gözün sıkılmadan yazdığı Atatürk biyografisi, Can Dündar'a "Mustafa" filminden dolayı açılan dava bu hafta yeni bir biçime bürünmüşken, 3-4 yıl önceki "Mustafa" tartışmaları hatırlanarak okunabilir. O gün Can Dündar'a "Mustafa" anlatısından ötürü yüklenenler, Kinzer'ın "Mustafa"sına nasıl bakar acaba, merak ediyorum...



Sultan Abdülhamid, François Georgeon

Geçen sene başlamıştım ama ilerleyemedim, araya "Ermeni Sorunu'nu Anlamak" kitabının hazırlıkları girdi, anlamsız soğudum. Geçenlerde baştan başladım. Georgeon'in biyograflığını "Yusuf Akçura" kitabından hatırlıyorum. Lafı uzatmadan, geniş kaynakça, belge ve rahat dili ile okurunu konuya odaklamayı çok iyi başarıyor. Bende Homer Yayınları baskısı var, bu aydan itibaren İletişim Yay. basmaya başladı. Kitaplıklarda olmazsa olmazlardan... Ali Berktay'ın çevirisi yine harika...



Sosyal Demokrasi Kitaplığı - 7 cilt

Phoenix Kitap ile CHP Bilim Kültür Platformu'nun ortak çalışmasıyla yayınlandı. Batılı sosyal demokrasi literatürünün önemli kitapları Türkçeye çevrildi. Dizi için Editör Gülben Salman çok emek harcadı. Tost kadar yapışık dostum Kıvanç Özcan da bir kitabın çevirisini üstlenenlerden... Önce onun çevirisini okuyarak başladım. Dizi hakkında bir şeyler yazacağım.




Duyuru, Hardt ve Negri

Hardt ve Negri'nin "Duyuru"su, ilk 40 sayfası haricinde sönük bir metin.o sayfalar da richard sennett meraklılarına "pek tanıdık" gelebilir. "Çokluk"u okuduğumda "bunu bir kitapçık şeklinde kısa yazsalar nasıl olurdu" diye merak etmiştim. "Duyuru" kanıtladı, şık olmazmış, uzunu makbul.

Tarihsel Roman, György Lucacs

Anı-biyografi kuramı üzerine yazdığı bölümü daha önce okumuştum. Kitabın kalanına devam ediyorum. Çok yoğun bir metin, Epos az ama öz kitap yayınlıyor, helal olsun!


Bir Kapıdan Gireceksin, (haz.) Umut Tümay Arslan
Umut Tümay Arslan'ın hazırladığı kitap, son dönem Türkiye sinemasına meraklıysanız, kitaplıkta olmazsa olmaz denemelerden oluşuyor. Özellikle "Çoğunluk" filmi üzerine yazılanları çok beğendim. Popüler, gişesi çok olan filmler üzerine yazılanlarda ise aradığımı bulamadım. Aradığım, beğenmemeyi hakkıyla ve bu filmlerle başa çıkabilmek için özlü bir estetikle ifade edebilmekti, türlü türlü teorilerle işi bulandırmak değil. Kitapta, dayanak alacağı teorileri açıklayacağım derken, filmleri eleştirmeyi unutan, derlemeyi bir siyaset felsefesi alanına dönüştüren korsan bildirilere de rastlayabiliyoruz:) Olsun, işin güzelliğine gölge etmiyor.



1q84, Murakami 

Uzuuuuuun bir macera... 1250'de ilk 50 sayfayı yürüdük. Sabahları okunmuyor. Kamyonundan ayısına, tomruğundan saçmasına her an bir şey çıkabilir. Fena sarıyor, boğarak öldüren yılan belgeseli izlerken boğazda kaşıntı ve iğne batmalar başlar ya, o etkiden işte...


2 kitap: Yalıdakiler ve Erguvaniler, Tayfun Er

Gardınızı almadan, sadece parçalara/Türkiye'deki her türden aile ve cemaat ilişkilerine odaklanarak, marksizmi de dış kabuğundan yoklayarak tanımlayıp bu kitabı okumaya çalışırsanız tam size göre... Acele tespit yapıp "mesele budur"a varmak niyetindeyseniz bulunmaz nimet. Fihrist havasında... Garip bir özelliği var bu iki kitabın; tümünü bitirince eleştirmeye başlıyorsanız çok geç kalmış olabilirsiniz, kitaplar çoktan içinize işledi, kurtuluş zor. Okuduğunuz her cümlede durup durup sormayı öneriyorum. Düzenli Yalçın Küçük okurları ne demek istediğimi anlamıştır...



Bir Kemal Tahir Kitabı: Türkiye'nin Ruhunu Aramak




Kurtuluş Kayalı'nın Tahirî ekolden derlediği, yazarlarının farklı ideolojilerden Kemal Tahir'e baktığı şık bir kitap. Özellikle Kurtuluş Hoca'nın makaleleri okunası... Derlemenin yayınlanacağı aya yetişmeyen yazılar da tamamlanabilseymiş, daha iyi kitap olabilirmiş, çünkü bazı makaleler çok zorlama, sürekli konunun etrafından dolanıyor, olaya giremeden metinden ayrılıyor. Başlıktaki vaadini yerine getirmeden eve kaçan yazılar var. Talat Halman'ın Kemal Tahir eleştirisi değerli. Kayalı'nın Türk edebiyatının geçmişine dair analizlerini bugünkü okur ve yazar tercihleriyle bağladığı yerlere hayran kaldım. Tam bir Tahiri keskinliğiyle yapılmış gözlemler... Diğer makalelerde işte bu keskin ve dürüst gözlemi bulmak güç. Kemal Tahir'i anlamanın ve sürdürmenin zorlukları hep konuşuluyor, uygulamada Kurtuluş Kayalı gibi bir usta var.


Aşk, 1995 yılı Cogito Sayısı

Birkaç makalesini geçen senelerde okumuştum. Şimdi Dilan hediye etti, yeniden okuyorum, anlamı bol.



Emine, Mehmet Eroğlu

Yeni muhafazakârlığın ticari ve sosyal yükselişi ile seküler yaşam arasına oturmuş, çok sağlam bir roman. Fay Kırığı üçlemesinin ikincisi. Bayram tatilim onunla geçti.


Genç Stalin, Montefiore

150 sayfa kadar okuyabildim. Stalin üzerine yazılmış çok kapsamlı bir biyografi. Devam ediyorum. Stalin'in küçüklüğüne inmek lazım. Ne bulacağımız henüz meçhul..!


Aleviliğin ABC'si, Ali Murat İrat

Yayına hazırlığını bitirdik. Kısmetse eylülde rafta... Alevilikte temel kavramlar, tarih, kült(ür), rit(üel), Türkiye Aleviliklerinin temel tartışmaları, Alevilik-devlet ilişkileri üzerine bir giriş kitabı oldu. "Başlangıç okumaları" listesine giren bir kitap olmasını umuyorum. Kendi payıma, çok şey öğrendim.



mülkiye'de antropoloji eğitiminin tarihi

http://www.idefix.com/kitap/toplumsal-tarih-dergisi-sayi-224-kolektif/tanim.asp?sid=QNPEMND3FT8TCEZH2BF8


zafer toprak, yakın zamanda, "darwin'den dersim'e: cumhuriyet ve antropoloji" kitabını yayınlatmıştı. toprak, kitabındaki temel çerçevenin devamı sayılabilecek antropoloji yazılarını "toplumsal tarih" dergisinde sürdürüyor. derginin bu sayısında ise "mekteb-i mülkiye 'ilm-i akvam' ve 'antropolojiya' " başlıklı, 14 sayfalık önemli bir yazısı var.

Bir Kapıdan Gireceksin

"Bir Kapıdan Gireceksin":
Türkiye Sineması Üzerine Denemeler
Hazırlayan : Umut Tümay Arslan


Metis, Haziran  2012.


Umut Tümay Arslan'ın hazırladığı kitap, son dönem Türkiye sinemasına meraklıysanız, kitaplıkta olmazsa olmaz denemelerden oluşuyor. Özellikle "Çoğunluk" filmi üzerine yazılanları çok beğendim. Popüler, gişesi çok olan filmler üzerine yazılanlarda ise aradığımı bulamadım. Aradığım, beğenmemeyi hakkıyla ve bu filmlerle başa çıkabilmek için özlü bir estetikle ifade edebilmekti, türlü türlü teorilerle işi bulandırmak değil. Kitapta, dayanak alacağı teorileri açıklayacağım derken, filmleri eleştirmeyi unutan, derlemeyi bir siyaset felsefesi alanına dönüştüren korsan bildirilere de rastlayabiliyoruz:) Olsun, işin güzelliğine gölge etmiyor.


"Bir Kapıdan Gireceksin, yakın dönem Türkiye sineması üzerine on dokuz denemeden oluşuyor. Bu denemeler, Türkiye'nin uzak ya da yakın, kronik ya da yeni, can acıtıcı ya da kayıtsızlaştırıcı meselelerini sinemasal kurgu dolayımıyla düşünmeye, bu yolla farklı türden hakikatler keşfetmeye imkân tanıyor. Ama aynı zamanda bizleri bekleyiş, inanç ve arzu ile kapısı aralanan, sinemanın o sapkın ama mucizevi dünyasına bir kez daha sokuyor. Yan yana geldiklerinde bu denemeler, insanın bilgi ile inanç arasındaki salınımının, film seyretme deneyiminin de ta kendisi olan bu salıncağın, insan hayatının aptalca sıradanlığını, hatta bu sıradanlığın kimi zaman taş gibi görünen kalıcılığını, iç burkucu sefaletini nasıl aşındırabildiğini de gösteriyor.




Rüyalarına sahip çıkmak isteyenler için."



Sinema-sosyal bilim ilişkisinin Türkiye'deki düşünce tarihine etkisi için Kurtuluş Kayalı'yı dinlemekte fayda var. Metin Erksan'ın vefatı üzerine izledim. Program, 2009'da, Halit Refiğ'in vefatından bir hafta sonra yayınlanmış.

Altı parça görüntülük bu programda sunucu tüm tartışmayı mahvediyor, vaktiniz sınırlıysa, söz ona geçince izlememenizi öneriyorum. O yüzden, özellikle ilk kaydın 12 dakikası direkt geçilebilir.



       










 Hazırlayan : Umut Tümay Arslan


Bu ara masada neler var..?





-Pigme, Palahniuk
(yatakta gözlerim yarı kapanıkken, 2-3'er sayfa gidiyorum; yavaş gitsin... tatil çantasına yatay kondu. o ne zaman biteceğini biliyor. bu beyi hızlı tüketmemek lazım, ölüm pornosu'ndan yeterince ders aldık.)


-Almanca Dersi, Siegfried Lenz 
(başüstü okunacak, tatilde sabah denizinden sonra, vakitlice... planlı ve görev bilinciyle bitirilecek! hazır adolf eichmann'ı yeniden izlemişken, hannah arendt'in ruhuna üfleyip göndermişken, hızır gibi yetişti.)


-Baden Baden'de Yaz, Tsipkin
(iyi biyografi yazarına açken güzel iniyor mideye... monografi-biyografi ayrımı için de değerli. dostoyevski okudukça onun hep şişman biri olması gerektiğini düşünürdüm. zayıflığını kitaplarının kalınlığına ve sapkınlığına, hele hele muhafazakarlığına konduramazdım. bu saçmalamalarıma gereken cevabı tsipkin'den alıyorum. "sus, otur yerine" kitabı.)


-Cumhuriyet ve Antropoloji, Zafer Toprak
(makale makale gidiyorum, epey bir yol aldık, tek seferde okumaya kalkınca midem kaldırmıyor, tırtıklayarak bitirmek en iyisi. çok önemli bir iş.)


-Zanaatkâr, Sennett
(duygusal emek ve romantik marksizmde üretim üzerine düşünürken, yeniden okumam gerektiğini fark ettim. tekrar başlandı, nereye kadar giderse artık...)


-Tarih: Ne ve Neden?, Beverly Southgate 
(çok sağlam tarih deneme-derlemesi, bitmek üzere, ayakları yere basan post-modernizm için iyi bir giriş. son makale, tarihte yöntem eleştirileri için harika)


-Aşkın Beş Hali, Özlem Kumrular
(içeriğinden ziyade hanfendiye hayranlığımdan okuyorum. o ne yazsa bana kızıl görünüyor; yazdıkları da, kitabı kapattıktan sonra etrafımda gördüklerim de... saygı.)


-Politikanın Çağrısı, Fatmagül Berktay
(ernst bloch'a selam durarak başladığı için, kitabın literatüre esaslı ve sakin bir başkaldırı tartışması yürüteceğini sanmıştım. hele hele politikanın tanımından falan girince, dedim "tamamdır", bacaklar masa altında düşünme, sallanma moduna alınsın. meğer, henüz başlangıç düzeyinde bir davet mektubuymuş okura, konunun besmelesini belletme derdindeymiş. yine de öğretmiyor açıkçası, tartışıyor. ders kitaplarında çok da başarılmış bir uygulama değil, harika... en güzel yanı şu: hani bazı konularda hafiften derinleştikçe asıl çaptan koptuğunu sanırsın, kafan karıncalanmaya başlar, kafadaki muhtemel karışıklığın etkisiyle gömleğinin yakasını düzeltirken kendine çat diye en temel tanımları sormaya kısa soru-cevaplardan başlarsın ya, bu kitap da o işe yarıyor. abartmamak kaydıyla "gözenekaçar" niyetine kullanılabilir.)


-Vali, Güngör Aydın
(ilgimi çeken kısmı, valilik dönemini "nasıl" anılaştırdığı, geçmişi anı türü üzerinden nasıl kurguluyor? valiliği sırasında yaşadıkları benin için daha arka planda, şimdilik. o şehirlerde ne yaşadığı, bürokrasinin evrimine bakışından ziyade, bir bürokrat olarak "anı" türüne nasıl yaklaştığına bakıyorum. anıyı araçsallaştıran, "şunları yaşadım, haydi yazayım" nesirciliği mi, yoksa anı biçimine, iyi kötü bu iskelete dair bir tercihle mi kaleme alınmış, bunun peşindeyim...
devlet yönetiminde bulunma, yazı yazma sürecini nasıl belirliyor acaba? güngör aydın, anılarını birer rapor, resmi metin gibi mi yazıyor, yoksa anı türüne ilişkin özel bir eğilimle mi hareket ediyor? öyleyse nedir bu eğilim? bu yüzden, kitapta valilik dönemi sonrasında yazdığı kısa makaleleri ve bazı yerlerdeki konuşmalarının deşifrelerini okumadan geçtim.)




-"Gönül Dağında Bir Garip": Neşet Ertaş Kitabı, Söyleşi: Haşim Akman
(ellerine sağlık ama zor okuyabiliyorum. soruları akmıyor, Neşet Ertaş'ı yeterince konuşturamıyor, o konuşurken araya giren soru, konuyu derinleştiremiyor, söze çelme takmış gibi... sonundaki notasyon çok değerli, sırf onun için kütüphanede tutulabilir.) 



-Sen Bana Bakma, Ben Senin Baktığın Yönde Olurum, Özdemir Asaf
Özdemir Asaf'ın seslendirdiği şiirleri, kitap ve dvd birlikte yayınlandı. "r"leri söyleyememesi şiirine başka bir güç katmış sanki. zevkle dinliyorum. yky'nin bu dizisinin hayranıyım.

Almanca Dersi

30 ülkede yayımlanan, yaklaşık 22 dile çevrilen ve 22 milyon baskıya ulaşan Almanca Dersi şimdi Ayşe Sarısayın'ın çevirisiyle Türkçede!

 




Bir ıslahevinde bulunan Siggi Jepsen, Almanca dersinde verilen "görev tutkusu" konulu kompozisyon ödevini yapmadığı için cezalandırılır. Ancak Siggi'nin gerekçesi, bu konuda anlatacak çok şeyinin olmasıdır: Kasabanın polisi olan babası, 1943'te nasyonal sosyalistler tarafından ressam Max Ludwig Nansen'i resim yapmaktan men etmek ve yasağa uyup uymadığını denetlemekle görevlendirilmiştir. Aldığı talimatları harfiyen ve hiç sorgulamadan yerine getirmekte tereddüt etmeyen polis, bu "görev"ini savaştan sonra bile sürdürmekte kararlıdır.

Çağdaş Alman edebiyatının klasikleşmiş isimlerinden biri olan Siegfried Lenz'in en önemli eseri sayılan ve tüm dünyada yoğun ilgi gören Almanca Dersi, Turner tablolarındaki sessiz fırtınaları andırıyor. "Yalnızca itaat etmeyi bilenler emir verebilir," diyor Lenz Almanca Dersi'nde. Ölçüsüz bir şevkle itaat edenleri ele alırken, insanın görev duygusunun takıntı halini aldığında ne kadar ürpertici sonuçları olacağını da gözler önüne seriyor. Bu çarpıcı roman, şimdi Ayşe Sarısayın'ın bir o kadar etkileyici Türkçesiyle okurlarla buluşuyor.

darbe ve mülkiye

demirel, geçen gün, 27 mayıs darbeciliği ile mülkiye'yi ve kadrolarını özdeşleştirmişti. 

 gelin görün ki, "aynı" demirel, mart 1966'da, hür düşünce kulübü üyeleri abdülkadir aksu ve hasan celal güzel'in davetiyle mülkiye'deydi. hocalarla ve öğrencilerle buluşmuştu. bugün 27 mayıs ile mülkiye'yi özdeşleştiren demirel, bir siyasi tavır koyarak ya da güvenlik gerekçesiyle o dönemde fakülteye gelmeyeb
ilirdi. 
 
mart 1966
 

o gün tutup bugün atmakla memleketin demokrasisi ilerlemiyor. fakültenin farklı dönemlerinde darbecilerden daha çok darbe heveslisi, askersever, ikbali için arkadaşları hakkında asılsız dosya tutan, jurnalcilik yapan, "birgün bana da bakanlık teklifi gelir mi" ümidiyle koridorlarda lacivert takım elbisesiyle volta atan hocaları olduğu muhakkak... ne var ki, darbe ve yüzleşme tartışması, "radikal" gazetesinin haberleştirdiği biçimiyle ve demirel gibi bir okul geleneğine toptan yüklenerek yapılamaz.
 
 
radikal'in haberi:
 
 
mülkiyeliler birliği'nin yanıtı:

Arayış

Nahit Duru, "Arayış", İmge, 2012.

Ecevit'in çalışma anlayışını, kişiliğini, etrafındaki insanlara yaklaşımını, 12 eylül sonrasındaki duruşunu "arayış" dergisinin tarihini okumadan değerlendirirsek, bazı şeyler eksik kalıyor. kitabı ilgiyle okudum.

arka kapaktan

"Seni bir kez daha uyarıyorum, dergiyi bir an önce kapat... Yarın olacaklardan ben değil, sen sorumlu olacaksın... Dikkatli ol!.. Mert ve cesur bir çocuğa benziyorsun."

Bu sözler, Sıkıyönetim Komutanı Korgeneral Recep Ergun'a ait. Karşısında oturan kişi, gazeteci-yazar Nahit Duru. 12 Eylül dönemi... Ülkenin her yerinde sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağı var. Bülent Ecevit, darbenin karanlığına bir mum ışığı yakmak için bir avuç yürekli, özverili aydınla birlikte Arayış dergisini çıkarıyor. Nahit Duru da o derginin Yazı İşleri Müdürü.

Nahit Duru bu kitabında, 12 Eylül darbesinin henüz birinci yılında, çok zor koşullar altında verilen bir demokrasi ve basın özgürlüğü mücadelesini anlatıyor ve yakın tarihin pek bilinmeyen bir yönünü, Ecevit'in özel notlarıyla, Ertuğrul Özkök'ten Aydın Doğan'a, Murat Yetkin'den Oruç Aruoba'ya kadar, bugünden bakıldığında okura çok şaşırtıcı gelecek isimlerin çabalarına da yer vererek aydınlatıyor.


kitap yayınlanmadan önce yazarın bir makalesi:

http://www.yurtgazetesi.com.tr/arayis--gercegi-ve---ozkoku-yaniltan-hafizasi-makale,923.html

Seküler ve Dinsel

Metis Kitap, 2012, yazarın 7 makalesinin derlemesi.



Nilüfer Göle, seküler-dinsel ayrımını benlik, devlet ve kamusal alan açısından inceliyor ve günümüzde çatışma ve uzlaşmalarla, iç içe girişlerle, yeniden yorumlamalarla ikiliğin her iki teriminin de kayda değer biçimde dönüştüğünü ileri sürüyor. Yakın dönemde seküler modernliğin ve ona ait iktidar alanlarının ciddi bir sorgulamayla karşılaştığını, bu sorgulama ve karşılaşmanın en belirgin biçimde ortaya çıktığı yerin Avrupa olduğunu, İslam'ın Avrupa'daki varlığının hem Avrupa'nın hem de Müslümanların kendi benlik temsillerini dönüştürdüğünü, Avrupa Birliği'nin siyasal ve kültürel geleceği açısından bir tür turnusol kâğıdı işlevi gördüğünü dile getiriyor.


Göle'nin farklı zamanlarda yazılmış yedi makalesini bir araya getiren bu kitabı, seküler modernliğin günümüzdeki güç kaybının nedenlerini ve aynı zamanda bunun sosyal ve beşeri bilimlerdeki yansımalarını anlamak için okunmalı.

özet değerlendirme için;

İnsanın Hikâyesi - His Story

James C. Davis, İşbankası Yay., çev. Barış Bıçakçı, 2007.






arka kapaktan:


İnsanlığın binlerce yıl önce neler yaptıklarını merak ettiniz mi? Nasıl avlandıklarını, neler yediklerini? Gelişim sürecine kafa yordunuz mu? Bu tarihi süreci okurken terimsel ifadelerin kullanılmasından ziyade hikayevari bir dili istediniz mi? Eğer cevabınız evetse bu kitap kütüphanenizde bir yeri hakediyor.

"İnsan" başlı başına çok değişik bir tür olduğu için yıllardır çoğu yazar, araştırmacı insanın gelişim sürecini, davranış yapısını, tarihini incelemiştir. Yazıların bazıları bilimsel bir dille bazıları da daha kolay anlaşılır yazılmıştır. Eğer siz de bilimle terimle işim olmaz, ben okuduğumu tamamen anlamak istiyorum diyorsanız hemen bir kitap dükkanına uğramanızda fayda var.

İnsanın Hikayesi hali hazırda okuduğunuz bir kitabın yanında meze gibi gidecek bir yapıya sahip. Sıkıldığınız bir anda içinden bir bölüm okumak hem kafanızı dağıtacak hem de kültür havuzunuzu genişletecektir.

Kitap "Yeryüzünü Dolduruyoruz" bölümüyle başlayıp; 1. Dünya Savaşı'na, Hitler'e hatta bilgisayar çağına kadar uzanıyor. Bu süreci bazen insan gelişimini görüp gülümseyerek bazen de savaşlara hüzünlenerek geçiriyorsunuz. Farklı kültürlerin nasıl yaratıldığını, coğrafi etkenlenlerin ne denli önemli olduğunun farkına varıyorsunuz.

Son olarak; hem en baştan gelen tarihin özetini bileyim hem de biraz kafamı dağıtayım diyorsanız kitabın elinizin altında durmasında fayda var. Kimbilir belki tarih derslerinize de yardımcı olur.

"Bazen şöyle şeyler duyabilirsiniz: 'İnsanlar başlangıçta burada değildi ve sonu geldiğinde de burada olmayacağız.' Bu doğru mu? Şunu sormak gerek: Gitgide artan egemenliğimiz düşünüldüğünde, türümüz başka bir türün bizi ortadan kaldırmasına izin verir mi? Herhangi bir tür bizi yok edecekse, bu hiç kuşkusuz kendi türümüz olacak."

Anket/Soruşturma Dediğin, İşin "Öz"üne İnebilmeli...

"Büyük Doğu", 30.5.1947

Yalnızlıklar




9.



Yalnızlık boşluktur

içimizde;

sisli yamaçlarında babalarımızın

dev gölgesi dolaşır.

Babalar ki,

bizde bitmeyen upuzun tiratlardır;

bir masal ağacına benzeyen ellerini uzatıp

ellerimizden

çocuklarımızı okşarlar.

Torunlarına baba derler sonra,

sürekli değişen sesleriyle

torun çocuğunda hortlayarak.



Babalar, alınlarımıza yazılmış yalnızlıklardır.

Kimi zaman asarlar kendilerini tütün dumanına

bir akşamın ince yerinde

yorgun yorgun,

kimi zaman iç kanamalı bir şilep gibi

rakıya demirlerler yüreklerini;

kimi zaman dayanamayıp kusarlar

bizi hızla,

kimi zaman silerler görüntümüzü

kızları olmamış bir kızla

ve dönüp dolaşıp baba kelimesinde yaşarlar.

Bu kelime biricik evleridir onların

ve onların,

koşulsuz sevmek gibi

sonsuz bir mahkûmiyetleri vardır;

severler.

Babalar ki, bizim tamamladığımızdır;

döverlerse,

yalnızca kendilerini döverler.

Erken çizilmiş karikatürlerimizdir babalar bizim;

onları tamamlaya tamamlaya

çocuklarımızla tamamlanmaya koşullanırız.

Elimizden biricik bir el eksilse,

yanağımızdan küçücük bir ağız düşse

ya da

kulak mememizde asılı duran

ve zamanı örtündükçe

inatla sesimize benzeyen o ses

sessizliğe dönüşse;

telaşlanırız hemen.

Ellerimizi yitiririz birdenbire, yokturlar;

yanaklarımız tozlu bir ülkedir

unutulmuş masallarda

ve şuramızda

bir gökyüzü sürekli kuşsuzluğa doğurur kendini

ve eşyalar

aslında birer boşluk olduklarını anımsarlar ansızın

sonra boşluk taşar boşluk kelimesinden,

taşar.

Artık ne yapsak yapmıyoruzdur,

ne yıksak yıkmıyoruzdur.



Babalar ki, yalnızlığın en uzun tarihidir

içlerinden gelip geçtiğimiz.

 Yalnızlık,

çocuk kılığında bir babadır

torunların büyüttüğü.

Ve

her terekede bir yalnızlık vardır

sulh hakimlerinin göremediği.


HASAN ALİ TOPTAŞ