Ara

Yusuf Üçlemesi

Semih Kaplanoğlu'nun beş yıla yayılan bir sürecin ardından ortaya çıkardığı Yusuf Üçlemesi, tüm filmler, ekstra dvd ve Kaplanoğlu'yla yapılan bir nehir söyleşiden oluşan özel setiyle sanatseverlerle buluşuyor.


Sette "Yumurta" ve "Süt"ün yanı sıra, üçlemenin son halkası olan ve Berlin Film Festivali'nde Altın Ayı'yla ödüllendirilen "Bal" da ilk kez DVD formatında sinemaseverlerin karşısına çıkıyor. Üç filmin set görüntüleri ile oyuncu ve film ekibiyle yapılan söyleşilerin yer aldığı "ekstra dvd", Üçleme'nin kamera arkasını gözler önüne seriyor. Sinema yazarı Uygar Şirin'in Kaplanoğlu'yla yaptığı nehir söyleşi kitabı "Yusuf'un Rüyası" ise yönetmenin dünyasına giriş için bir bir anahtar niteliğinde. Kaplanoğlu bu kitapta çocukluğundan bugüne tüm hayatını anlatırken, sinema anlayışı, film yapma süreci ve nasıl film çektiğiyle ilgili ipuçlarını da paylaşıyor. Yusuf Üçlemesi seti yıllar boyu tekrar tekrar seyredilecek ve okunacak bir başucu eseri...


Hazırlayan: Uygar Şirin-Timaş Yayınları
 Set İçeriği:


DVD 1 Yumurta

DVD 2 Süt

DVD 3 Bal

DVD 4 Ekstra Dvd

Kitap Yusuf'un Rüyası

'Kemanımla sana bir ses...'


Çağan Irmak’ı hiçbir şey için olmasa bile tutarlılığı için beğenmeli. Son filmi ‘Prensesin Uykusu’nda kalbi kırık genç kentli erkeklerine bir yenisini ekliyor. ‘Mustafa Hakkında Herşey’ ve ‘Issız Adam’daki başarmış ama mutsuz, ‘Karanlıktakiler’deki başaramamış erkeklere kardeş gelmiş: ‘Sevimli Kaybeden’.


Çağan Irmak filmlerinde, eril ve kendini ortaya koyabilen erkek kahramanları ‘gene de’ bekleyen gönül kırıklıkları, edilgin, tombul erkek kahramanlar için farklı tezahür ediyor. İkincileri bekleyen, cinselliğin ya da rekabetçiliğin sert dünyası değil ama belki daha korkuncu, bir kara delik ya da yumuşak bir pasta gibi içine düştükleri ‘çocuksuluk’. Mamafih, ‘Prenses’in Uykusu’nda ‘Karanlıktakiler’in tersine bu çocuksu karanlığı kabullenmenin buruk neşesi var. ‘Karanlıktan çıkamayacaksan, onu pembeye boya!’

Irmak’ın son filmini bir çeşit acısız ‘Masumiyet’, aseksüel bir ‘Ali ile Ramazan’, hatta denklemi iyi kurulmamış bir ‘Konuş Onunla’ olarak seyretmek mümkün. Bunca kılçıkları alınmış bir erkek dünyasında da kahramanın yüzünde çocukluğundan beri ‘bir gülme ifadesi’ olduğunu kabullenmek elbette faydalı. Ya da kütüphane memuru olduğunu, acılı çocukluğunu bir çizgi film olarak hayal edebildiğini, en iyi dostunun bir çocuk olduğunu vb... ‘Prenses...’in bu çocuksuluk vurgusuyla sinemamızdaki yeni bir eğilim ya da ‘eğim’e de uygun düştüğü söylenebilir. ‘Kavşak’ın tombul, yumuşakbaşlı küçük memurunun da önerisi buydu; uzlaşma... Sevişmenin savaşmaya karıştığı, şiddetin cinselliğe bulaştığı bir toplumsal ortamda, ‘tombulların gücü adına, silahları bırak!’ gibi bir şey. Bunun en azından bir dil tutulması pahasına mümkün olduğunu ‘Masumiyet’ göstermiş idi zamanında. ‘Prensesin Uykusu’nun, Demirkubuz’a yaptığı çeşitli göndermelerle durumun farkında olduğu belli. Ama onun tersi bir şey söylemeye çalıştığı da. Bu radikal hayal dünyasında, özellikle Sevinç Erbulak’ın canlandırdığı kuaför anne, her gün yüzlercesini görüp hikayelerini artık merak dahi etmediğiniz bir karakter, çok inandırıcı mesela. Ufak ufak bir sürü yan karakter, durum da öyle. Animasyon bölümleri, yaldızlı defter süslerine benzeyen ‘hayal mahsulleri’ vb. de...

Fakat odasına pop grubu posteri asan kızlar nasıl günün birinde onların canlanıp gelmesini isterlerse ‘Prensesin Uykusu’ da mecazi olarak da gerçekte de buna kalkışıyor. Rüyaların iyice pembeleştiği yerde de seyirciyi sadece gıda boyası zehirlenmesi bekliyor olabilir. ‘Prensesin Uykusu’, sinemamızda artık yapılmayan küçük mahalle melodramları ile Çağan Irmak filmlerinin (her zaman ilginç) kabus ve hayal alemleri arasında salınırken kendine özgü bir sahicilik bulduğu yerlerde dokunaklı. Ciciliğe düştüğünde ise sadece cici. (Allahtan küçük kız neredeyse tüm film boyunca uyuyor.) Çağan Irmak, bir kere daha ‘kemanıyla bir ses veriyor’, bu sesle seyircisine ‘varacağı’ da kesin gibi, ama ‘dünyaya değer’ bulduğu şeyin sadece bu olduğundan emin değilim, her zamanki gibi.



Fatih Özgüven, Radikal, 25 Kasım

karikatürkiye

Cumhuriyet tarihi hiç böyle anlatılmamıştı. Bilimle anlatıldı, şiirle anlatıldı, romanla, tiyatro oyunuyla, sinemayla, belgeselle, müzikle anlatıldı... Ama karikatür sahne almamıştı hiç. Halbuki, karikatür bu sürece başından itibaren tanıklık etti; kendi ısırgan diliyle.

Bu 85 yıl içinde yaşanan olaylar kadar, karikatürün bu olayları ele alış biçimi de Cumhuriyet tarihinin nasıl oluştuğunu, her dönemin siyasi atmosferini ve zihniyet dünyasını gösteriyor. Karikatürün eleştirel dozundaki düşüklük, demokrasinin dozundaki düşüklüğü de yansıtıyor.


Karikatürlerle Cumhuriyet Tarihi, dört yıllık özverili ve özenli bir çalışmanın ürünü. Ülkemizin tek karikatür tarihçisi Turgut Çeviker, Cumhuriyet'in 85 yıllık tarihi boyunca yayınlanmış bütün önemli gazete ve dergileri taradı. En az 500.000 karikatürü elden geçirdi. Seçilenler temizlendi, gereken yerlerde kısa açıklamalarla 'desteklendi'. Sonunda,161 karikatürcünün 1258 karikatürüyle Türkiye'nin siyasal ve toplumsal tarihi inşa edildi.

Bu üç ciltlik kitap Cumhuriyet tarihinin dönüm noktalarını temel alan 7 dönem / bölümden oluşuyor. Her dönemin ayırdedici özelliklerini belirten, dolayısıyla karikatürleri anlamlandırmamızı kolaylaştıran çerçeve metinleri Dr. Ahmet Kuyaş (Galatasaray Üniversitesi) yazdı. Murat Belge ise bu tarihle paralellik içinde Türk Karikatürü'nün serüvenini kaleme aldı.

1.Cilt - Tek Parti ve Demokrat Parti Dönemi (1923 - 1960)
2.Cilt - 27 Mayıs'dan Liberalizme (1960 - 1991)
3.Cilt - Merkezin Çöküşünden Muhafazakar Demokasiye (1991 - 2008)

(NTV YAYINLARI)



"konuşmadığımız şeyler var"

neyini seviyorum, bilemiyorum ama sanırım her şeyin birbirini tamamlıyor.
uyumsun, anlamsın, nefessin, tastamamsın!..



albümü dinlemek için;

http://www.ttnetmuzik.com.tr/album/Konusmadigimiz_Seyler_Var/56357

Sanal refah tehlikeli olabilir

Sabit kur rejimi uygulanırken sanal zenginlik yaratmanın yolu çok maliyetliydi. Örneğin Türkiye, 1970’lerde pahalı ithal ettiği petrolü ucuza satar, böylece insanların satın alma gücünü yüksek tutmaya çalışırdı. Bu politika sonucu bütçe açıkları verir, para basarak bu açığı finanse etmeye çabalardı. 1970’ler boyunca bu nedenle bütçe açıkları genişledi, ardından enflasyon arttı, sonunda döviz gelirleri döviz giderlerini karşılayamaz hale geldi. Türkiye’nin 70 cent’e muhtaç duruma düşmesi böyle oldu. 1990’larda bu kez kamu iktisadi teşebbüslerinin malları ucuz satılır ya da üreticinin malları pahalı alınır oldu. Bu yolla sanal refah sağlandı. Bu kez de bütçe açıkları borçlanmayla finanse edildi. Bir süre sonra faizler taşınamaz noktaya gelince ekonomi çöktü. Bu eğilimler yalnızca Türkiye’ye özgü değildi. Farklı biçimlerde gelişme yolundaki ekonomilerin çoğunda sanal refah artışları sağlanmıştı. Güney Amerika ülkeleri bunların başında geliyordu.

Yalancı zenginlik

2000’lerde küreselleşmeyle birlikte ekonomiler birbirlerine çok daha bağımlı hale geldiler. Bu kez dalgalı kur sabit kurun yerini aldı. Gelişmekte olan ekonomilerdeki yüksek faizler ve yüksek getiriler likidite açısından çekici hale gelmeye başladı. Gelişmiş ekonomilerin likidite fazlası gelişmekte olan ekonomilere aktı ve bu ekonomilerin paraları değerlenmeye başladı. Bu kez önceki dönemlerden farklı olarak kurdan kaynaklanan bir sanal refah artışı ortaya çıktı. Türk Lirası’nın bugün dolar karşısındaki değeri 1.45 oysa olması gereken kur 1.9. Bu durumda Türkler dolarla satılan malları alırken kendilerini olduğundan daha zengin hissediyorlar. ABD’de 5 dolara satılan bir malı bugünkü kurla satın alan bir Türk bu mala 7.25 TL ödüyor. Oysa kur 1.9 olsa bu mala ödeyeceği para 9.5 TL olacaktı. TL, yabancı paralar karşısında değerlendikçe, yani kur düşük kaldıkça, ithalat artıyor. İthalat artınca da iki sonuç ortaya çıkıyor: (1) Cari açığımız büyüyor, (2) Vergi gelirlerimiz artıyor ve bütçe açığımız küçülüyor.

Ödemeler dengemiz yıllık temelde bakıldığında eylül ayı itibariyle 37.1 milyar dolar açık vermiş durumda. Bu gidişle yıl sonunda cari açık 45 milyar doları bulacak. Geçen yılki cari açığın 14 milyar dolar olduğunu, krizden hemen önce ise 45 milyar doları aştığında herkesi endişeye yönelttiğini hatırlamakta yarar olduğunu düşünüyorum. Bütçe açığımız ocak-ekim döneminde 23.1 milyar TL olarak gerçekleşmiş bulunuyor. Bütçe açığının geçen yılın aynı döneminde 43.2 milyar TL olduğunu dikkate alırsak ciddi bir sıkılaşma olduğunu görüyoruz. Bu sıkılaşma bizim yönlendirdiğimiz bir sıkılaşma mı yoksa cari açığa bağlı bir sıkılaşma mı? Yanıtlanması gereken soru bu. Faiz dışı giderler enflasyonun üzerinde, yüzde 12 oranında, artarken vergi gelirleri faiz dışı giderlerin neredeyse iki katı fazla, yüzde 22 oranında, artış göstermiş. Ayrıntılara baktığımızda görüyoruz ki bu artışın çok büyük bölümü ithalde alınan KDV ile ithal edilmiş malların satışından alınan ÖTV’deki artıştan kaynaklanıyor. Yani aslında sıkılaştırmada bizim pek bir katkımız yok: İthalat arttıkça vergi gelirleri artıyor, bütçe denkleşiyor. Ne var ki cari açık artışıyla bütçe denkleştirmek sürdürülebilir bir yöntem değil.

Düşük kurun sağladığı sanal refah gerçeklerin görülmesini önleyerek gereksiz balonlar oluşmasına yol açıyor. Türkiye ve diğer gelişmekte olan ekonomileri bekleyen en önemli tehlike budur.

Mahfi Eğilmez, Radikal, 25 Kasım

Naipaul ve bizimkiler


V.S.Naipaul'un Avrupa Yazarlar Parlamentosu toplantısına 'onur konuğu' olarak davet edilmesini eleştirmeye cür'et etmiştim.

Meğer haddim değilmiş! Neredeyse 'sen kim oluyorsun da, Naipaul'u eleştiriyorsun? O koskoca Nobelli bir yazar!' diyecekler. Ben sadece, 'yazarlarımız, Müslümanlara onca hakareti reva gören Naipaul'la aynı masaya oturmayı içlerine sindirecekler mi?' diye sormuştum. Bu soru ile vahim bir kabahat işlediğimi itiraf ediyorum. Değerli dostlarım Eyüp Can, Nedim Gürsel, Ahmet Kot ve Mario Levi'den, özür diliyorum. Bundan sonra yapılacak toplantıya da (şayet Türkiye'de ve 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı tarafından desteklenirse), Danimarka'da, Hz. Muhammed ile ilgili o karikatürü yapan zatın da, 'onur konuğu' olarak davet edilmesini, bütün kalbimle, öneriyorum.

Şaka bir yana: Hoşgörü ile hakaret arasındaki farkı bilmez değilim. Neye, nasıl ve hangi koşullarda hoşgörü gösterileceğini de! Bunu, kimseden öğrenecek değilim. Hakarete karşı protesto, sivil bir haktır. Üstelik bu sivil hakkın, 'birlikte aynı masaya oturmama' gibi, sessiz ve ince bir jestle dile getirilmesinin, yazar dostlarımı, başta elbette Eyüp Can, niçin bu kadar öfkelendirdiğini de anlamış değilim! Ben, bu toplantıya katılacak yazarlara da, 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı'na da, Naipaul'un kimliğini hatırlattım;- hepsi o kadar! Protesto etmek ya da etmemek onların bileceği iştir. Nitekim Cihan Aktaş, protesto ederek toplantıdan çekildiğini duyurmuştur. Bence yapılması gereken 'onur'lu yazar davranışı buydu...

Ahmet Kot dostumu anlıyorum. O 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı'nın Edebiyat Direktörüdür. Dolayısıyla, muhafazakar bir hükümetin tahsisatıyla, Müslümanlardan nefret ettiğini her fırsatta açıklayan Naipaul'u davet etmenin sorumluluğuyla elbette kendini savunmak mecburiyetinde hissedecektir! Ama acaba şu soru Ahmet Kot'a sorulmamalı mıdır? Nobel almış bir yazar, 'onur konuğu' olarak davet edilecek idiyse, niçin Naipaul tercih edildi? Yaşayan birçok Nobelli yazar var;-Naipaul dışında pekala onlardan biri davet edilemez miydi?


Neyse, asıl söylemek istediğim, Naipaul'un sadece İslamiyet'e karşı nefret duygularıyla dolu biri olmanın ötesinde, kolonyalist ve emperyalist bir kimlik olduğudur. Tekrar ediyorum (ve değerli dostlarım alınmasınlar!!!), Naipaul, daha önce de defalarca yazdım, o bir 'sömürge aydını'dır. Kendi yerli ve mağdur kimliğinden de nefret ediyor Naipaul;- kimliğini, sömürgeci ve emperyalist Batı'nın kimliğiyle özdeşleştiriyor ve Batı medeniyeti dışında kalan ezilmiş ve sömürülmüş uluslara, neredeyse tiksinerek (hayır, iğrenerek) bakıyor...

Bunu, kendilerini antiemperyalist ve antikolonyalist olarak tanımlayan değerli ulusalcı ve solcu (eğer kaldıysa!) dostlarıma duyurmak istedim. Naipaul'u hoşgörü adına savunanlar arasında onlar da var çünkü...

Hoşgörü konusunda bir noktaya da işaret etmek istiyorum. 'Hoşgörü' ile 'Ressentiment' birbirinden farklı şeylerdir. Naipaul'un davet edilişini 'hoşgörü' adına savunanlar, aslında 'hoşgörü'yle değil, 'ressentiment'la davranıyorlar. 'Ressentiment'in, Türkçede tam karşılığı yok;- sıklıkla kullanılan 'hınç' sözü de karşılamıyor 'Ressentiment'i! 'Ressentiment', güçlü olanın zorbalığı karşısında, hiçbir karşı koyma imkanının olmadığı durumlarda, insanın 'bükemediği eli öpme'si! Hz. İsa'ya atfedilen, 'biri yanağını tokatlarsa, öteki yanağını da dön, onu da tokatlasın!' durumu! Batılı karşısında duyduğumuz eziklik, düştüğümüz zillet!

Son sözüm, Müslüman entelijansiyaya! Ernest Renan karşısında bir Namık Kemal, Draper karşısında bir Ahmet Mithat Efendi, Reinhardt Dozy karşısında bir Şehbenderzade bile olamayacak kadar oryantalistleşmişiz. Avrupa Birliği'ne girebilmenin örtük koşullarından biri de, Avrupa'nın oryantalist ve kolonyalist 'müktesebatı'nı temellük etmek galiba. 'Ressentiment', eziklik ve zillet! Nerdeyse, 'Naipaul haklı!', diyerek baş tacı edeceğiz!

Hilmi Yavuz, Zaman, 21 Kasım.


'Beyaz Türkler’ tartışması...

ERTUĞRUL Özkök, ‘Beyaz Türklerin Kurban Bayramı ile İmtihanı’ yazıma takılmış. Yazısının sonunda, ‘Kurban’ konusunda söylediklerine hiç değinmeyeceğim, o ayrı bahis.

Zaman geçtikçe inançların kökünden değişeceğine inanan insanlar var, Ertuğrul Bey de bunlardan biri, ama şimdilik bu konuda tartışma açmak istemiyorum.

Ben, Beyaz Türkler’in dini inançlardan ziyade, dindar kesime karşı, büyük ölçüde de sınıfsal ve kültürel temelli küçümsemelerini, uzun zaman sorun etmiş biriyim. Yazımda o döneme gönderme yaptım, sonra da, muhafazakar iktidar karşısında tırstıklarından söz ettim. Zayıf karşısında heyheylenmekten de, güçlü karşısında tırsmaktan da hazzetmiyorum. Bu iki davranış biçimi de, zaten aynı tavrın iki yüzünden ibaret. Kurban Bayramı vesile oldu, bundan bahsettim, hepsi bu.

Bu açıdan, konu, en azından benim için, Beyaz Türkler değil, Beyaz Türklerin birçoğunun, bir yandan Batı karşısındaki kültürel kompleksleri, diğer yandan güç karşısında sergiledikleri tutum. Hal böyle diye, muhafazakar yazarlar ve o takıma eklenen bazı liberaller gibi, tüm tarihsel, toplumsal, siyasal sorunları Cumhuriyet devriminden, her habaseti Beyaz Türkler’den bilen biri hiç olmadım. Tam tersine, bu marazi düşünce biçiminin en kısa zamanda makule dönmesi umudu içindeyim.

Bence, muhafazakarların Cumhuriyet devrimine karşı tepkilerinin bir kısmı anlaşılır, gerisi düpedüz alerjiye dönmüş vaziyette. Zamanında, Kemalizm ile doğru dürüst hesaplaşamayan solun bazı temsilcileri de, benzer bir tepkisellik içinde sağ muhafazakar koroya katılmış, gözü kara bir ‘reddi miras’tan demokrasi çıkacağını sanıyorlar. Ben, Cumhuriyet devrimi nin kökünden eleştirel değerlendirilebilmesinden yanayım, ama bu ‘kökten eleştirellik’, ‘kötülemekten’ farklı bir şeydir, bu farkın anlaşılmadığı kanaatindeyim.

Diğer taraftan, Beyaz Türklere tüm eleştirilerime rağmen, ben Beyaz Türkleri dışlayan bir demokrasi ortamının kurulabileceğine inanmıyorum. Daha önce de yazdım, Beyaz Türklerin, hayat tarzları tehlikede duygusu ile siyasal otoriterliğe meylettiği doğru ama, Beyaz Türklerin liberal, şehirli kültürünü dışlayan bir demokratik ortam söz konusu olamaz. Referandum sonrasında, Mehmet Tezkan, ‘Hayır’ oyu veren kıyı şeridini otoriter ilan edenlere karşı, ‘o zaman, evet oyu veren demokrat şehirlere tatile niye gitmiyorsunuz?’ diye sorarak tam da bu soruna işaret etmiş oldu.

Muhafazakarlar, siyasal-tarihsel baskılara karşı geliştirdikleri demokratik dinamiğe karşın, kırsal/dindar, taşralı ve dolayısı ile kültürel olarak yeknesak ve kapalı, siyasal olarak baskıcı bir zihniyet dünyasını temsil ediyorlar. Kimse alınmasın ama, demokrasinin dinamiğini bu motora bağlarsak yandık demek isterim!

Son olarak, bunları söylüyorum diye ‘Beyaz Türkleri, ‘Beyaz atlı prensler’ olarak tanımlayanlardan da olmadığımı hatırlatmak isterim. Hatırladığım kadarı ile, Ertuğrul Özkök’ün tarifi, böyle dört başı mamur bir insan tipiydi. Asıl, bir ‘Beyaz atlı prens’ tarifi ise, İlber Ortaylı Hoca’ya aitti. Ama zaten biliyorsunuz, Hoca için, değil Beyaz Türk, adam yerine konmak için bile, dört beş dil konuşmak, tarih, edebiyat bilmek, mükünse birkaç enstrüman çalmak, kallavi bir aile tarihine sahip olmak ve daha birçok özellik lazım. Hoca, belli ki, kriterlerinin yüksekliğinin, kendisini ciddiye alınmasını zorlaştırdığının farkında değil.

Sonuçta, küçümsemenin de, abartmanın da alemi yok. Beyaz Türkler dediğimiz, ya zaten zamanında, Osmanlı son döneminden itibaren Batılılaşma akımına ayak uydurmuş, dolayısı ile Cumhuriyet devrimleri ile sorunu olmayan veya Cumhuriyet devrimi sonrasına kolay ayak uyduran şehirli, liberal orta sınıf ve bu sınıfa zamanla dahil olanlardan ibarettir. Bu kesim, muhafazakar kesimin toplumsal ve siyasal yükselişi karşısında epeyce direndi, şimdi kendini tehdit altında hissediyor. Olay kısaca bu. Bayram sonrası için bu kadar yeter. Konuyu uzatmak isteyen olursa memnuniyetle uzatırız.


Nuray Mert, Hürriyet, 20 Kasım.

Kur Savaşları...

Adı şakayla karışık "G-2"ye dönüşen G-20 Zirvesi öncesinde en çok tartışılan konu, ABD ve Çin miğferli "kur savaşları"ydı. Bu "savaş"ın diğer para birimleri ve merkez-çevre-yarı çevre ekonomilerine olası etkileri düşünülüyordu.

Türkiye ekonomisinin "büyük resesyon" sırasında ve sonrasında izlediği ekonomi yönetimini yere göğe sığdıramayanlar, gerek ülke içinde gerekse uluslararası alanda bize övgü düzenler, "teğet" mitosunu da aşıp, kriz savaşlarında Türkiye'nin belirleyici bir aktör olarak devreye girebileceğini bile iddia edebildiler. Son olarak, Cumhurbaşkanımız, gelişmekte olan "BRIC" (Brezilya-Rusya-Hindistan-Çin) ülkeleri kısaltmasına T'nin ekleneceği günlerin ufukta göründüğünü "müjdeledi".

Birçok eski bürokrat, finansçı, köşe yazarı, düşünce kuruluşu ve kurum, benim gibi iktisat cahili olup da güncel gelişmelerin altını çize çize iktisada yanaşmayı deneyenlere "kur savaşları" konusunda göz açıcı bilgiler, gözalıcı istatistikler sundu. Sanırım küresel finans krizi sonrasında Türkiye'deki en ayrıntılı tartışmalardan biri, kur savaşları üzerinden döndürüldü.

Finans krizi üzerine görece başarılı bir entelektüel ve ekonomi politikası tartışması yürütebilmiş basınımız, kur savaşları konusunda da lâl kalmadı. Şaka değil, özellikle ekonomi ve maliye uzmanı köşe yazarlarımız, siyaset ve diplomasi sayfalarından çok daha verimli yorumlar yaptılar şu son bir buçuk senede... Kurumların verileri ve önerileri (özellikle TCMB raporları) iktisadi krizin açtığı derin siyasal yaraları çok başarılı bir üslupla siyasal iktidara fısıldadı.

(Keşke kriz dönemlerinde özerk kurumların, üst kurulların, think-tank'lerin, etkin stk'ların ve bankaların hükümetle ilişkilerini söylem incelemesi üzerinden çalışan bir tez olsa..? Bu konuda Caner Bakır'ın Merkez Bankası tarihi hakkındaki çalışmalarından çok faydalandım, devamını dilerim.)

Neyse, TCMB, kur konusundaki direnişlerinin siyasal arka planını, raporlarına ustaca yedirdi. Ekonomi şerhleri, referandum öncesindeki İhracatçılar Meclisi-Hükümet ittifakına dair son derece ince tarizler barındırdı.

Bu gibi kurum, kuruluş ve basın kaynaklı çalışmalardan; küresel çözüm üretecek pozisyonda bir ülke olmadığımız, kendimizi abartmaya hiç gerek olmadığı sonucunu çıkarıyorum. Türkiye'yi pohpohlayıp özel sayı ve kapak yapan yabancı dergiler, sırf bu yayınlarından ötürü, Türkiye'ye ayırdıkları sayfalardan daha geniş biçimde Türkiye medyasında yer buluyor. Ne oksidental bir matbuatımız var, ne üzücü! 

Üzücü olan diğer başlık, çevre ve yarı-çevre ekonomileri içinde bile Türkiye'nin büyüme-gelişme efsanelerinin karşılaştırmalı ve tarihsel olarak çok da anlamlı olmadığının ortaya konması. Korkut Boratav'ın aşağıdaki 3 yazıdan oluşan dizisi, bu karşılaştırmalı politik-ekonominin nitelikli bir uyarlaması...




1

'KUR SAVAŞLARI'NIN EVVELİYATI


Korkut Boratav, Birgün, 26 Ekim 2010.

Geçenlerde Brezilya Maliye Bakanı Guido Mantega, rekabet gücünü artırmak için para değerlerini zayıflatan ülkelerin “uluslararası bir kur savaşı” başlattıklarını ileri sürdü. İfade tuttu ve “kur savaşları” tartışması alevlendi.

Ticarî yaptırım şantajlarını, ulusal politikalara müdahaleleri içeren bir ekonomik savaş ortamı oluşmaya başladı. Bu ortamı tartışmadan önce, çalkantının “evveliyatı”nı hatırlatmak ilginç olabilir.
Ulusal paranın değerini düşürmek (devalüasyon), uluslararası ticarette rakiplerine karşı üstünlük kazanmak için uygulanır. Buna “dövizi pahalılaştırmak” da diyebiliriz. Devalüasyonun etkili olması için döviz fiyatlarının enflasyondan arındırılmış olarak pahalılaşması gerekir. Yani, Türkiye’de ve rakiplerimizde enflasyon aynı oranda (diyelim yüzde 5 oranında) seyrederken, doların fiyatı yüzde 10 artırılırsa gerçek (“reel”) bir devalüasyon yapılmış olur. Böylece ithalat pahalılaşır; ihracat çekici hale gelir. Rakiplere karşı üstünlük getirdiği için devalüasyonlara, bazen “komşuyu yoksullaştırmak” yöntemi de denir.

1944’te oluşturulan Bretton Woods sistemi, rekabetçi devalüasyonları önlemeyi hedefledi ve ana kural olarak sabit, değişmeyen döviz kurlarını kabul etti. Dolar da altına bağlanarak dünya parası oldu. Devalüasyon, ancak IMF’nin onayıyla ve istisnaen yapılabiliyordu.

Bretton Woods sisteminin ana kuralları, metropol ekonomiler arasındaki dengesizliklerin baskısıyla 1971-1973 yıllarında değiştirildi. Doların değeri düşürüldü; altınla bağlantısına son verildi ve büyük paralar arasında dalgalı kurlara geçildi. Sistemin patronları arasındaki ilk “kur savaşları” böyle başladı. 1985’te ABD “paralarınızı ucuz tutuyorsunuz” suçlamasıyla Almanya ve Japonya’ya karşı bir “kur savaşı” daha açtı ve Plaza Anlaşması ile yen ve mark’ın değerlenmesini sağladı.

Türkiye gibi çevre ekonomileri ise, büyük patronlar arasındaki “kur savaşları”nın dışında kaldılar. Döviz kuru politikalarını da etkileyen üç farklı dönemden söz edilebilir. Bir süre önce dünya ekonomisinin çevresinde yer alan büyük ülkeler için döviz fiyatlarını ulusal enflasyonla karşılaştıran (ve 1970-1998 yıllarını kapsayan) bir döküm yapmıştım. O bulgular da bu dönemlendirmeye ışık tutuyor.

Sanayileşmeye öncelik veren çevre ekonomileri 1980’e kadar döviz kurlarını değiştirmemeye çalıştılar. Nedeni açıktır: Korumacı, ithal ikameci politikalar uyguluyorlardı. İthalat, mallarda yüksek, stratejik ürünlerde düşük gümrük tarifelerinin yanı sıra kotalarla belirleniyordu. Ayrıca, ithal edilen yatırım mallarını, sanayinin ana girdilerini ucuzlatmak için döviz fiyatlarının enflasyonun gerisinde seyretmesi isteniyordu. Böylece ucuz dövizi hedefleyen kur politikası, sanayileşme politikalarını desteklemiş oluyordu.

1970-1980 yıllarında 51 çevre ekonomisindeki döviz kurlarını fiyat hareketleriyle karşılaştırdığımızda gözlüyoruz ki, ana eğilim dövizin reel olarak ucuzlamasıdır ve bu durum 31 ülke için geçerlidir. 8 ülkede önemli değişme gözlenmemiş; sadece 12 ülke reel devalüasyon gerçekleştirmiştir. Kısacası, döviz kurları, kalkınma stratejilerinin önemli bir aracıdır.

Neoliberalizmin egemenliği, 1980 sonrasında IMF’nin çevre ekonomileri üzerindeki etkilerini hızla artıracaktır. “İthalatı serbestleştirin; ihracata öncelik verin; yerli paranın aşırı değerlenmesine (ucuz döviz rejimine) son verin...” Temel reçete buydu. Kriz ortamlarında IMF heyetleriyle yapılan görüşmelerin ana maddesi, döviz kurlarının hangi oranlarda yükseltileceği (yani devalüasyonun boyutları) olmaktaydı. İthalat kotalarını kaldırır; ılımlı ve yeknesak bir gümrük tarifesine geçerseniz, pahalı döviz ithalatı caydırır; ihracatı kazançlı hale getirir. Yerli üretimin de böylece desteklenmesi umulur; ancak, sektörel önceliklere dayanan bir strateji, dünya piyasalarına, uluslararası fiyatlara teslimiyet nedeniyle tarihe karışır.

1980-1990 arasında 58 çevre ekonomisi için belirlenen reel döviz kuru hareketleri, IMF reçetelerinin yansımasını ortaya çıkarıyor. Bir önceki dönemin aksine, ülkelerin çoğunda (33’ünde) reel devalüasyon geçekleşmiş; reel döviz kuru ucuzlayan (yani stand-by programlarının dışında kalan) ülkeler (15’e inerek) azınlığa düşmüş; 10 ülkede önemli değişiklik olmamıştır.

1989’dan sonra çevre ülkelerinin çoğunda sermaye hareketleri üzerindeki kısıtlamalar kaldırıldı. Yüksek kazanç kovalayan uluslararası finans kapital, bu ülkelerdeki yüksek getirili mevduata, devlet tahvillerine, borsaya aktı. Büyük boyutlu dış kaynak girişleri, döviz fiyatlarını reel olarak ucuzlattı. Ucuz döviz ithalatı pompaladı; ihracatı caydırdı; cari açıkları, dış borçlanmayı körükledi.

1990-1998 yıllarını ve 58 çevre ekonomisini kapsayan bulgular, bu eğilimi doğruluyor. Ana eğilim tersine dönüyor: 28 ülkede döviz reel olarak ucuzluyor; 19 ülkede reel devalüasyon gerçekleşiyor; 11 ülkede önemli değişme gözlenmiyor. Ne var ki bu dönemdeki devalüasyonların büyük çoğunluğu, önceki dönemdeki gibi IMF zorlamalarından veya bilinçli politikalardan kaynaklanmıyor; sermaye hareketlerindeki tıkanmaların yol açtığı finansal krizler nedeniyle, istenmeden gerçekleşiyor.

Türkiye, bu aşamaların hepsini yaşadı. 1960-70’li yılların büyük bölümünde sabit tutulan döviz kurları planlı sanayileşmeyi destekledi. 1979 krizinde Ecevit hükümeti, önceki dönemin edinimlerini korumaya; artan enflasyonun kaçınılmaz kıldığı devalüasyonu IMF önerilerinin altında tutmaya çalıştı. Özal, IMF önerilerini aşan bir devalüasyon gerçekleştirdi; 1980 sonrasında dış ticareti serbestleştirdi ve enflasyonun döviz fiyatlarını aşındırmasını önledi. 1989 sonrasında serbestleşen sermaye hareketleri, dövizi ucuzlatma eğilimini egemen kıldı ve reel devalüasyonlar sadece krizlerin zorladığı yıllarda (1994, 2001, 2009’da) gerçekleşti.

Bugünün “kur savaşları”, geçmişin bu tortusu üzerinde ve yeni öğeler de içererek patlak verdi. İleride tartışmak üzere...


2

KUR SAVAŞLARI: ÜÇÜNCÜ PERDE

Korkut Boratav, Birgün, 2 Kasım 2010.

Geçen hafta bu köşedeki açıklamayı hatırlatalım: Döviz fiyatlarını enflasyonu aşacak oranda pahalılaştırmak (farklı bir ifadeyler yerli paranın devalüasyonu), uluslararası rekabet gücünü artırmak için kullanılır. Reel ücretleri düşürerek veya verimi yükselterek de rekabet gücü artırılabilir. Devalüasyon ise aynı sonucu sadece rakiplere (komşulara) “kazık atarak” gerçekleştirdiği için “komşuları yoksullaştırmak” yöntemi diye de anılır. Bu olupbittiyi “komşular” sineye çekmezlerse, bir dizi rekabetçi devalüasyon gündeme gelebilir. Bugünlerde bu gerilimli sürece “kur savaşları” deniliyor.

Son kırk yılda metropol ekonomileri arasında iki “kur savaşı” yaşandı: 1971-1973’te doların değeri düşürüldü; altınla bağlantısına son verildi; büyük paralar arasında dalgalı kurlara geçildi. 1985’te ise Plaza Anlaşması ile yen ve mark’ın değerlenmesi sağlandı. Bu iki “kur savaşı” Amerikan ekonomisini (özellikle ucuz ithalatın sarstığı sanayi kollarını) korumak amacıyla başlatıldı, sonuçlandırıldı.

Sonraki yıllarda Amerika, sanayi üretiminin önemli bölümlerini ucuz emek coğrafyalarına taşıdı. 2000 sonrasında dış açıklar hızla büyüdü ama ABD yöneticileri bunu bir sorun olarak görmediler. Zira Amerikan toplumu bu sayede olanaklarının, kaynaklarının çok üstünde tüketme, harcama imkânını bulmuştu. Astronomik dış açıklara katkı yapan döviz kurları da bir “ekonomik savaş” konusu olarak algılanmadı.

Ancak, aynı durum ekonominin balonlaşmasına da yol açacaktı. Balon patlayıp uluslararası krize yol açınca algılamalar değişti; Amerika “kur savaşları”nın üçüncü perdesini açtı. “Küresel dengesizlikler”in hafifletilmesi için ABD’nin (en başta Çin’e karşı verdiği) astronomik açıkları aşağı çekilmeliydi. Ucuz ithalatın yerli üretimi tehdit etmesi önlenmeliydi. Ve özellikle Çin Amerika’dan ithalatını artırmalıydı. Çin parasının (renminbi veya yuan’ın) değerlendirilmesi bu nedenle istendi. Yuan’ın değerlenmesi, Amerika’nın Çin’e karşı devalüasyon gerçekleştirmesi anlamına gelecektir. Ayak dirediği için Çin, ABD Kongresi tarafından “para manipülasyonu yapan ülke” olarak yaftalandı ve olası ekonomik yaptırımların kapısı aralandı.

Dolar ile yuan arasındaki “kur savaşı”nda, Çin’in hareketsiz kalması, Amerika’yı da karşı hamlelere yönlendirdi. ABD Merkez Bankası (FED), para politikası yoluyla doların değerini aşağıya çekebilir ve belli bir noktadan sonra yuan’ın dolardan kopması, değerlenmesi kaçınılmaz olabilir. Kriz sonrasında sıfıra yakın faiz ve piyasaya pompalanan yüksek likiditeye rağmen Çin dolar rezervlerini artırarak yuan’ın değerlenmesini önleyebildi. Şimdi, “parasal gevşeme”nin ikinci aşamasına (buna QE2 diyorlar) geçilmek üzeredir. Roubini’nin tahminine göre FED altı ayda 600 milyar ile 1.5 trilyon dolar arasında devlet tahvili satın alacak; böylece hem uzun vadeli faizleri de sıfıra yaklaştıracak; hem de doların değerini aşağıya çekecektir. Bir anlamda “para basarak borç ödeme” (“monetizasyon”) cürmünü işlemiş olacaktır; ama, emperyalist sistemin patronunun bu kadar ayrıcalığı elbette vardır.

Çin FED’in pompalayacağı likiditeyi satın alarak dolar/yen kurunun değişmesini önleyebilir mi? Roubini’nin ek likidite tahmini doğru çıkarsa, Çin bu tür bir işlemi ancak dolar rezervlerini iki misli artırarak gerçekleştirebilir. Bu hacimde bir operasyonun Çin ekonomisini istikrarsızlığa (en başta enflasyona) sürüklemesi kaçınılmazdır. Çinli yetkililer, dolar pompalanmasına dayanan “kur savaşı” hamlesini tedirginlikle karşılamaktadırlar.

“Kur savaşları”nın üçüncü perdesinin merkezinde, böylece dolar/yuan gerilimi (ayrıca avro ile birlikte) yer alıyor.

Çevre ekonomileri ise bu oyunun figüranlarıdır: Oralardaki baş ağrısı, yerli paraların (real’in, wong’un, rupi’nin, TL’nin) aşırı değer kazanmasına (dövizin ucuzlamasına) yol açan çok yüksek tempolu dış kaynak girişlerinden kaynaklanıyor. Bu ortam rekabet gücünü baltalamakta; menkul varlıklarda yeniden balonlaşmaya yol açmakta; sermaye hareketlerinin yavaşlaması, durması halinde finansal kriz risklerini artırmaktadır.

Amerikalı bir iktisatçı, Michael Hudson, çevre ekonomilerinin karşılaştığı durumu bir soru sorarak ortaya koyuyor: “ABD bankalarını ve müşterilerini %1’in altında bir faiz maliyetiyle borçlanarak, dünyada var olan tüm tahvilleri, hisse senetlerini ve diğer varlıkları, değer artışı ve spekülatif (arbitraja dayalı) kazanç beklentileriyle satın almaktan alıkoyan herhangi bir şey var mıdır?”

Sıfıra yakın bir maliyetle borçlanan rantiyeler için spekülatif (arbitraja dayalı) kazançların şahı, bugünlerde çevre ekonomilerindedir. Bu kazançlar, yerli fiyatlı (yani TL, real, wong üzerinden) faiz, borsa getirilerinin dövize dönüştürülmesinde ortaya çıkar. Yüksek oranlı yerli getiriler, dövizin ucuzlamasıyla daha da yükselir ve metropolden çevreye “carry trade” (“taşıma suyla spekülasyon”) denilen sıcak para akımlarını tırmandırır. Kendi kendini besleyen (dövizi daha da ucuzlatan) bir kısır döngü böylece oluşmuş olur. ABD Merkez Bankası, “parasal gevşeme”nin ikinci aşamasına geçerek yangına körükle katkı yapmak üzeredir.

“Döviz savaşları”nın figüranları (yani, Brezilya, Kore gibi dış fazla veren çevre ekonomileri) bu fırtınaya karşı direnme yöntemlerini arıyorlar; IMF’nin de onayıyla sıcak para girişlerini ve dolayısıyla dövizlerin reel olarak ucuzlamasını frenlemeye çalışıyorlar.

Türkiye hariç… Zira, kronik cari açıklar, canlanma konjonktüründe dört nala tırmanmakta; sıcak-serin; kayıtlı-kayıtsız dış kaynak girişleri arasında ayrım yapabilme “lüksü” söz konusu olmamaktadır.

“Seçime kadar aman bol döviz… Sonrası Allah kerim…” Ekonomi yönetiminin ana çizgisi bu olunca, Türkiye’nin “kur savaşları”na karşı koyan cephede yeri yoktur.

Atatürk Heykelleri


"Türkiye’de heykel dendiği zaman, en azından “halk arasında”, esasen Atatürk heykeli anlaşılır. Atatürk heykelleri, ülkede heykel estetiğini belirleyen baskın unsur niteliğini taşıyor. Bu heykeller, aynı zamanda kamusal mekânlara nizam veriyor, kentin merkezini belirliyorlar. Aylin Tekiner, titiz çalışmasında, öncelikle Atatürk heykelleri rejiminin politik bir tahlilini yapıyor. Başka deyişle, Atatürk heykelleri üzerinden bir siyasi tarih okuması gerçekleştiriyor: Bu heykeller topluma nasıl mesajlar vermek üzere tasarlandı? Mesajlar, Cumhuriyet tarihi boyunca ne ölçüde devamlılık gösterdi, dönemlere göre nasıl farklılaştı? Erken Cumhuriyet döneminde oluşturulan kişi ve devlet kültüyle dönemin totaliter rejimlerinin estetik politikaları arasında ne gibi benzerlikler görülebilir? Özellikle 12 Eylül 1980 askerî darbesi sonrasındaki Atatürk heykeli yaptırma kampanyaları nasıl bir toplum tasarımının ifadesiydi?
Kitaptaki diğer analiz düzlemini ise, Türkiye’deki Atatürk heykelleri envanterinin estetik açıdan ve görsel mesajlar açısından yorumlanması oluşturuyor. Sadece belli başlı “anıtsal” örnekler değil, pek bilinmeyen, kenarda köşede kalmış heykeller de bu gözle inceleniyor. Ayrıca, defalarca yeniden üretilen kalıp-modeller olgusuna ve bunun gitgide büyüyen “piyasasına” dikkat çekiliyor.
Kentsel peyzajın bir sabitine dönüşen ve heykel algısını bir kalıba sokan Atatürk heykelleri hakkında, geniş perspektiften, analitik bir inceleme."

-arka kapaktan-



Nash dengesi değil, Pareto çözümü!

 


(...) Belli ölçülerde zaruri olsa da, benimsediği tüme varımcı bilimsel metot gereği, modern ekonominin, aşırı indirgemeci bir mantıkla karmaşık gerçeği basitleştirip karikatürize etmesi tehlikelerle dolu bir süreç.


Hele işin entelektüel olarak arka sokaklarına sarkamayan, yani iktisadın 'hal' dilini (hermeneutik) kavramayan yeni nesil iktisatçıların bu dehlizde tümüyle kaybolduğu, kullandığı modellerin varsayım ve kısıtlamalarının altında kalarak, bulduğunu zannettiği sonuçları bile yorumlamaktan aciz kaldığına sıkça şahit oluyorum. Nitekim 'veri ve model saplantısının' küresel krize giden yolda ne kadar etkili olduğu artık kabul ediliyor. Sırf anlaşılır olma ve genelleme yapabilme adına birçok parametre 'sabit' varsayılıp, bazıları 'dışsal veri' olarak alındığında, modelin sunduğu sonuçlar ile ancak körün fili hortumundan tarif etmesi gibi bir şey doğuyor.
 
Seul'deki G-20 Zirvesinden, küresel krize bireysel ve bencil çözümlerle karşı konulmaya devam edileceği anlaşılıyor. Yani, ulus devletler, Pareto-vari çözüm yerine, daha geri olan Nash-vari stratejiye kayıyorlar. Pareto yaklaşımı, hem üretim hem de bölüşümde iktisadi etkinliği açıklamak için kullanılıyor. Basitçe, iktisadi mübadele sürecinde ortaya çıkan en etkin kontrat; 'taraflardan birinin durumunu daha kötüleştirmeden, diğerinin durumunun daha fazla iyileştirilemediği' noktadır. Taraflar için en ideal olan bu noktanın dışındaki her bölge birinin lehine, diğerinin aleyhine olup, etkin ve sürdürülebilir değildir. Öyleyse daha etkin bir sonuç almak üzere atılacak adımlar var demektir.
 
Nash dengesi ise çatışan çıkarlar ortamında geliştirilecek stratejileri ortaya koymaktadır. Adına oyun teorisi denen bu alanda çok fazla testler yapılarak, bir ucunda kazan-kazan yönündeki ortaklaşa çözümün, diğer ucunda ise 'kaybet-kaybet' şeklindeki en kötü seçeneğin yer aldığı ihtimaller dünyasında oyuncuların nasıl davranacağı tahmin ediliyor.
 
Hapse tıkılan iki zanlı üzerinde yapılan testler, bunlardan en bilinenidir. İçinde itiraf ve inkar şeklinde iki seçenek olduğuna göre, iki kişiden dört muhtemel sonuç sadır olacak. En düşük (birer yıllık) ceza için ikisi de itiraf etmeli. Biri itiraf, diğeri inkar ederse, itirafçı eve döner, diğeri çürür (20 sene). İkisinin de itirafı durumunda makul ancak inkardan çok daha yüksek (8 sene) ceza yerler.
 
Diğerinin ne yapacağını bilememek sizi yer bitirir. O halde ne yaparsınız? Diğeri inkar ederse, sen inkar et, evine dön! Diğeri itiraf ederse, sen de et, bari çürüme, 8 yılda kal. Görüyorsunuz, ahlaki boyutu bir yana, diğerinin ne yapacağından emin olunmadığı sürece, ikisi için de dominant strateji 'itiraftır.' Sonunda hiçbiri en iyi ödülü alamamış, ancak ikisi de en ağır cezadan kurtulup, orta karar cezaya çarptırılmışlardır. İşte bahsettiğimiz Nash dengesi budur. Ve açıktır ki asla en ideali değildir. En ideali, inkar üzerindeki işbirliğidir ancak bu ortaya çıkmamıştır. Hatta bunun yukarıda bahsettiğimiz Pareto dengesiyle aynı sonucu vermediği de yeterince açık olmalıdır.
 
Tek perdelik oyunda genellikle Nash dengesi ortaya çıkarken, tekrarlanan oyunlarda insanlar tecrübelerden öğrenip işbirliğine ve Pareto dengesine gidebilirler. Yine de kişiler açısından en ideal olabilecek Pareto çözümü, zorunlu olarak toplumsal açıdan da en ideali anlamına gelmiyor. Piyasalardaki oligopolcü ve tekelci davranışlar, tüketicinin aleyhine oluşturulan ve aslında yasak olan bu işbirliği sayesinde ortaya çıkar. Ancak yine de aç gözlülük nedeniyle işbirliğinin altını oyan 'acaba şu an diğeri ne yapıyor' kuşkusu ortaklığın altını oymaya devam eder.

Küresel krizde Pareto optimal çözüm varken, Nash dengesi yönündeki adımlar dikkat çekiyor. Keçiyi yardan uçuran bir tutam otmuş. Kısa vadeli çıkarlar için insanoğlunun bindiği dalı kesmesi ne ilk ne de son örnek. İnsan, imtihanında aslında kendi ektiğini biçiyor ancak suçu da dağa bayıra atıyor.

İbrahim Öztürk, Zaman, 18 Kasım. 

Ailesini Anlatan Şehir...



BEYOĞLU’NDA FISILTILAR
David Boratav
Çeviren: Aysel Bora
Can Yayınları
2010, 344 sayfa



Kaya Genç, "Radikal Kitap" için romanın yazarı ve babasıyla röportaj yapmış...



David Boratav'ın Fransa'da ilk romanlara verilen Gironde Ödülü'nü alan 'Beyoğlu'nda Fısıltılar' kitabı, hem yazarın dedesi Pertev Naili Boratav'ın hayatına hem de modern Türkiye'nin tarihine farklı ve samimi bir bakış atıyor.





David Boratav’ın ‘Beyoğlu’nda Fısıltılar’ kitabını elinize aldığınızda bunun bir aile tarihi olduğunu düşünebilirsiniz. Ne de olsa kapaktaki isim, Türkiye’de folklor ve halk edebiyatının önde gelen araştırmacısı, etnolog ve dünyaca ünlü Nasrettin Hoca uzmanı Pertev Naili Boratav’ın torununa ait. İnsan bu durumda doğal olarak, yazarın babası (Pertev Naili Boratav’ın oğlu) Murat Boratav’ın on bir yaşında doğduğu ülke olan Türkiye’den Paris’e göç edişini ve burada alışmaya çalıştığı yeni hayatı kadar Türkiye siyasetinin komünizm düşmanı ‘merkez’ partisi CHP tarafından kapatılan (ve Boratav’ın başkanı olduğu) Ankara Üniversitesi Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi Halk Edebiyatı kürsüsünün öyküsünü merak ediyor. Ancak sayfaları çevirmeye başladıkça bunun Nabokov usulü bir postmodern metin olduğunu fark ediyorsunuz: Borges’in Zahir isimli öyküsünden etkilenen romancı, insanın bir defa gördükten sonra hayatı boyunca aklından çıkaramayacağı bir metin kurgulamış ve uykusuzluk sorunu çeken orta yaşlı kahramanına, kitabın başında ölen babasına ait bu metni bulması için ‘hayali bir görev’ vermiş. Fransa’da Gallimard yayınevinin en saygın serisinde (Blanche) yayımlanan kitap hakkında konuşmak için yazar David Boratav ve ilk başta (yanıltıcı biçimde de olsa) bizzat romanın kahramanı gibi görünen babası Murat Boratav’la buluştuk.

Bu kitabın kahramanı bir bakıma sizsiniz, öyle değil mi?
Murat Boratav: Tam olarak öyle demezdim. Kitabın kahramanı benim kuşağımdan biri. Bir başka ortak noktamız, ikimizin de erkek olması. İkimizin de çocukluğu 1950‘lerde geçmiş, sonra Fransa’ya gelmişiz. Ortak noktalarımız bundan ibaret. Ben kitabın kahramanı gibi Londra’da yaşamadım, istatistik eğitimi almadım. Ama romancı böyledir, ailesine, insanlara bakar, sonra tüm bunlar onun beynine nüfuz eder, birbirine karışır, dışarıya bir roman çıkar.
David Boratav: Kitabı yazarken başlangıç noktam bir kişinin veya bir grup insanın hayatı değil, İstanbul’la ilgili bir şeyler yazmak istememdi. İstanbul’la yaşadığım ilişki üzerine bir roman yazmayı istiyordum. Gerçek İstanbul’un benim kitabımdaki İstanbul olduğunu iddia etmiyorum ama benim yaşadığım İstanbul buydu. Bana pek çok şey veren bu şehre armağanımdır bu kitap. Hayatımdaki bu şehirle kurduğum takıntılı ilişkinin belirlediği dönemi kapatmak istedim. Herkes bilir ki, bir yazarın bir takıntıdan kurtulmasının en iyi yolu, o takıntı hakkında yazmasıdır. Kitap yazılınca takıntıdan kurtulabilirsiniz, artık başka şeylere geçebilirsiniz.

Kitap yanıltıcı biçimde bir aile tarihi gibi başlıyor ancak kısa sürede Nabokov usulü postmodern bir takip öyküsüne dönüşüyor.
David Boratav: Yazarken aklımda herhangi bir teori yoktu. Ama Nabokov’u çok sevdiğim, onun metinle oynama biçimlerini, kitaplarındaki metinlerarasılığını çok önemsediğim de bir gerçek. Bu kitapla beni çok etkilemiş ve edebiyatta en iyiyi hayal etmemi sağlamış bir yazara şapka çıkartmış oldum. Bir kitapta biçim dediğimiz şey benim için çok önemli. Kitabın ikili bir yapısı var: Bir çocuk İstanbul’u terk ediyor ve yetişkin bir adam İstanbul’a geri dönüyor... Bu ikili yapıdan oluşan makineyi bulunca, “Tamam, işte romanım budur!” dedim. Daha önce roman yazmamıştım. Önce romanın biçimini buldum, sonra üslup geldi. Bu olağanüstü bir durumdu çünkü Nabokov’un da aralarında olduğu pek çok yazar, en önemli olanın yapı olduğunu söylerler, gerisi öyküyü yazmaktır derler. Kolay değildi, yıllar aldı ama bu şekilde oldu.

Siz kitabı ne zaman okudunuz?
Murat Boratav: Kitabı yayımlanmadan önce okumadım. Gerçekte, bir kopyasını yayıncıya göndermeden önce David annesinden kitabın fotokopisini çekmesini istedi ama “Fotokopileri sakın okumayın!” dedi. Bir gün elinde bir paketle geldi, annesinin doğum günüydü. Aynı zamanda evlilik yıldönümümüz... Kitabı iş işten geçtikten sonra, yayımlandığında keşfettik yani. Benim kitabın cep edisyonu yayımlanırken Türkçe kısımlarda ufak düzeltmelerim oldu. Şaşırtıcıydı, o burada olduğu için böyle demiyorum, güzel bir sürpriz yaşadık. Kitabın tarzı, sesi önemlidir; bazı çok iyi yazarların romanlarını okurken bile o kadar çok klişeyle karşılaşırsınız ki siniriniz bozulur. Oysa David bunlardan kaçınmayı başarmış. Bir ilk roman için üslubu çok başarılı.

Kitabın İstanbul’a bakışı oldukça karanlık. Sizin, Flaubert ve diğer Fransız romantik dönem yazarlarının İstanbul üzerine yazdıklarından ne ölçüde etkilendiğinizi merak ediyorum.
David Boratav: Kitabın yapı taşlarından, karakterlerin psikolojisini ve vizyonunu yaratırkenki en önemli yanlardan biri, bu bahsettiğiniz oryantalist bakış açısıydı. Benim karakterim, Fransa’da okullarda öğretilen bu tür oryantalist yaklaşımlarla alay ediyor. Elbette günümüzde Fransa’da öğrencilere İstanbul’un Pierre Loti versiyonunun öğretildiğini söylemek istemem ama orta yaşlı karakterimin çocukluğunda bu oluyordu. Lisede bir hafta boyunca doğuya giden isimlerin yazılarını okuyup resimlerine bakıyordunuz. Geçmişte dünyanın uzak kısımlarını görmenin başka bir imkânı yoktu. Oryantalizmde elbette pek çok klişe var ama eskiden kimse bunların klişe olduğunu bilmiyordu çünkü ellerinde gerekli araçlar yoktu. Fransız edebiyatının önemli bir bölümü bu döneme nostaljiyle bakar. Karakterim, bu bakış açısının daha önemli olduğu bir döneme ait. Ama onun bakış açısının karanlık oluşunun bir sebebi, hasta olması, hayatındaki sorunları. Ölen babasına ait olan, kendisinin çok da önemsemediği bir şiir için İstanbul’a dönüyor. İnsanın çok önem vermediği bir şey sayesinde yaşadığı değişim, bana önemli geliyor. Ben başından itibaren karakterimi sevdim, Lolita’nın kahramanı Humbert Humbert’ı da ne kadar sevimsiz olsa da en sonunda severiz ve onun için duygulanmadan edemeyiz.
Murat Boratav: Bakış açısının karanlık olmasının sebeplerinden biri de, Beyoğlu’nda Fısıltılar’da önemli yer tutan İstanbul depremi. Ama bir yandan da kitaptaki İstanbullu karakterlerin kesinlikle karanlık tipler olmadığına dikkat çekmek isterim. Çok sempatikler, diğer insanlara çok açıklar ve şehrin potansiyel ziyaretçilerine kitabın mesajı, İstanbul’un ve orada yaşayanların çok renkli olduğu. Roman, okura “Gidin, tanışın onlarla!” diyor.

Kitabı dünyanın bu tarafı için karanlık geçen günlerde, 11 Eylül’den bir ay, 17 Ağustos 1999 depreminden iki yıl sonra yazmaya başladınız. Bu siyasi-toplumsal olaylar bakış açınızı etkiledi mi?
David Boratav: 11 Eylül 2001’de Ankara’daydım. Herkes o gün nerede olduğunu hatırlar, ben amcamın evinde, oturma odasındaydım. Türkçe dersimden yeni gelmiştim, kuzenim aradı, “Ne olduğunu biliyor musun?” dedi. Ben kitabımı yazmakla uğraşıyordum, sonra bu olay oldu. Bir bakıma beni özgürleştirdi. Yapmak istediğim şeye yönelik spontane olmayan yaklaşımımdan beni azat etti. Yolculuğum sırasında Afganistan’ın işgalini ve Irak’a yönelik saldırıları tanıştığım insanlardan öğrendim. Kitabımda da yer verdiğim bir imamla tanıştım; Konya’da dedemin ders verdiği liseyi arıyordum, yolda kaybolmuştum. İmam beni aldı, birlikte oturup Fanta içerek iki saat sohbet ettik. Bir yandan vaaz veriyor gibiydi ama bir yandan da bir diyalogdu bu. Yanımızda, yine kitaba koyduğum bir çocuk vardı, çok yürümekten aşınmış ayakkabılarımı tamir etti. Bu ayakkabıları yolculuğum bitip Paris’e döndüğümde çöpe attım. Ama şimdi “Keşke o ayakkabıları saklayıp tuttuğum not defterlerini çöpe atsaymışım!” diyorum.

Babanızla ilgili bir roman okumak nasıl bir deneyimdi?
Murat Boratav: Babam, kitabın hemen başında ölüyor. Sonra bir tür hayalet olarak kitapta geziniyor. Onun yazdığı gizemli şiir hakkında bir bölüm var mesela; gerçekte babam hiç şiir yazmadı. Bana kalırsa David kitaba dedesiyle ilgili fikirlerini, hayallerini, hislerini koymuş. Kitaptaki amca karakteri ise Ağustos ayında kaybettiğimiz Müeyyet Boratav’dan yola çıkılarak yazılmış. Müeyyet Boratav çok tatlı, ilginç biriydi, hayatının yarısını insanları ücretsiz olarak tedavi etmeye adamış bir doktordu.

Kitapta babanızın Türkiye devletiyle yaşadığı gerilimler ve sorunlar, bir çocuğun babasına yönelik merak duygusuyla bütünleşerek anlatılıyor.
Murat Boratav: Bakın, ben babamın solcu arkadaşlarının oluşturduğu bir çevrede büyüdüm, bunların bazıları hapse girdi. Babamın Fransa’ya gitme sebebi neydi? Bir davada yargılanıp mahkûm olmamasına karşın üniversitedeki işinden olmuştu, ona para vermiyorlardı. On bir yaşımda Türkiye’den ayrıldım, o yaşta insanın politik bilinci olmuyor ama o dönem Ankara’da ortamın çok sıcak olduğunu çok iyi hatırlıyorum. Sonra Paris’e gittik, orada Türkiye’den gidenlerin oluşturduğu çevre ufaktı ve daha çok sanat ve kültürle ilgiliydi. Zaten şunu belirtmek isterim: Babam siyasetle doğrudan ilgilenen biri değildi. Elbette siyasi fikirleri vardı, mesela siyasi kararlarla üniversitenin ona “Dersinde şunları okut, bunları okutma,” demesinden hoşlanmazdı. Ama gündelik siyasetten hoşlanmazdı. Fransa’da da en iyi arkadaşları Abidin Dino, Avni Arbaş gibi ressamlardı. Benim Paris günlerim ise bambaşka bir öyküdür çünkü oradaki önceliğim hayatta kalmak, okula uyum sağlamaktı...
David Boratav: Baba, bunları bana daha önce hiç anlatmamıştın, doğrusu şaşırdım! Bence bir çocuğun babasıyla ilişkisinde hep bu tür gizemli bir yan var. Baba sert biriyse çocuk onu bir heykel gibi görür ama sevecen biriyse de yine onu hep yukarılara bir yere koyar. Bence bu, evrensel bir gerçek.

Pertev Naili Boratav elbette kitapta bir ‘öykü anlatıcısı’ olarak beliriyor.
Murat Boratav: David kitapta bundan çok bahsetmiyor ama babam Nasrettin Hoca konusunda dünyaca ünlü bir uzmandı. Nasrettin Hoca’ya dair binlerce hikâye bilirdi. Sonra Paris’te bir olay yaşardı ve bize, “Gelin bakalım, aklıma bir Nasrettin Hoca öyküsü geldi, size anlatayım” derdi. Oturup dinlemeye başlardık. Bu, aynı hikâyeyi 20. veya 30. defa dinleyişimiz olurdu. Kendisi dışında kimse hikâyeye gülmezdi, zaten daha hikâyenin ortasında gülmeye başlardı. Herkes ona “İyi güzel de, biz bunu yüzlerce defa dinledik!” derdi. David’in yazar olmasının arkasındaki etmenlerden biri de duvardan duvara kütüphanelerle dolu bir evde doğup yetişmiş olmasıdır. Yedi sekiz yaşındayken nasıl kitaplar okuduğumuzu hatırlıyorum. Şimdi bir çocuğa yılda bir kitap okutmak bile çok zor. Bu özellikler babamdan geliyor.
David Boratav: Dedemi romanda temsil etmek benim için bir ‘challenge’ değildi. Onun torunu olmak bir ayrıcalık ve bunu hayatımın çok ilerki bir döneminde keşfettim. Küçükken o benim için ‘çalışkan, tatlı dedem’di; haftasonları görürdüm onu, çay içerdik, komik öyküler anlatırdı ama bu kadar önemli biri olduğunu Türkiye’de keşfettim. Ben o hâlâ hayattayken, 20‘li yaşlarımda yazar olma hayalleri kuruyordum ve yazıyordum, onun varlığı romancı olmamı kolaylaştırdı. O bir hikâye anlatıcısı ve hikâye toplayıcısıydı, göçebe bir hayatı oldu. Onu hikâyeye koymak çok kolaydı, tam da hayatı yüzünden buna çok uygundu..

Karakterin Türkiye’deki yaşantısı, 6-7 Eylül 1955’de sağcı Adnan Menderes hükümetinin politik hesapları sonucunda yaşanan olaylarla son buluyor. Demokrat Parti döneminde yaşanan bu olayları Türkiye tarihinin bir tür Kristallnacht’ı olarak mı değerlendiriyorsunuz?
David Boratav: 6-7 Eylül olaylarının mahiyeti benim için çok açıktır, bu konuda çok araştırma yaptım. Türkiye’de Ermeni, Hıristiyan ve Musevilere yönelik bu ayaklanma, Türkiye’de bir dönemin sonuydu. Bu olaylada ilgimi çeken şeylerden biri, 6-7 Eylül’ün gerçekte spontan bir ayaklanma değil, organize bir hareket oluşu. Devlet bunu organize etti ve bu tür yönlendirmeler günümüz Türkiye siyasetinde hâlâ görebildiğiniz şeyler. Kahramanlarım farklı kültürlerle dinlerin birlikte yer aldığı hayali bir mahalde yaşıyorlar ama ben inanıyorum ki 6-7 Eylül olaylarından önce İstanbul’da böyle çok mahalle vardı. Bu bütünüyle yok edildi. Evet, bunu bir tür Kristallnacht olarak görmek mümkün. Tabii arada farklar da var...
Murat Boratav: Fransa’ya gittikten birkaç yıl sonra babam bana tatillerde meşgul olmam için iyi bir arkadaşının yanında çalışmamı önerdi. Bu mücevherciye birkaç hafta boyunca yardımcı oldum, Türkiyeli bir Ermeni’ydi, olaylardan sonra Fransa’ya taşınmıştı. Ailem dışında orada tanıştığım ilk insanlardan biriydi. Ben Türkiye’deki çocukluğumda gittiğimiz İzmir’i mesela bütün kültürlerin birlikte yaşadığı bir yer olarak hatırlıyorum.
David Boratav: Tabii ki babam 6-7 Eylül olaylarından önce ülkeden ayrılmıştı. Ayrıca şunu belirtmeliyim ki, kitapta anlatıldığının aksine, babam ve dedem hayatlarının büyük bölümünü Ankara’da geçirdi, İstanbul’da değil. İzmir ve İstanbul’a ise sadece tatillerde gelirlerdi. Kitabımda bir romancı numarası çekerek bunu değiştirdim.

Beyoğlu’nda Fısıltılar’ın bir ‘anahtar roman’ (roman a clef) olarak okunma tehlikesi olduğunun farkında mısınız? İstanbul Modern’e büyük bir para bağışlayan, ülkenin dev sanayicilerinden birinin oğlu olan güncel sanat meraklısı bir karakter var mesela...
David Borav: Bu eğer bir anahtar romansa, ki öyledir, bu anahtarı Boğaz’a attığımı söylemem gerekiyor. Gidip anahtarı Boğaz’da arayın! Bir noktada karakterler benim kontrolümden çıktı. Kahve eşliğinde sohbet eden Cihangir tayfasına malzeme verdim, “Acaba bu karakter kim?” diyorlar, böylece güzel zaman geçiriyorlar. Zaten bence bir romanın bakış açısı tam da bu olmalı. Hayalgücünü harekete geçirmeli, şeylere yeni bir açıdan bakmamızı sağlamalı, bizi kendi gerçekliğimizden çıkarmalı ve yeni bir biçimde aydınlatmalı.

‘Dedemin yıllar önce yaşadığı ülkeydi burası’
David Boratav: Her şey 2001 yılında Türkiye’ye yaptığım bir seyahate dair hatıralarımı yazacağım bir kitap fikrinden doğdu. Dedem Pertev Naili Boratav’ın yıllar önce yaşadığı ülkeydi burası. Buradaki insanların ne kadar cömert ve yardımsever olabileceklerini bilmiyordum. Anadolu’da tek kuruş harcamadan hayatta kalabilir insan, bunu gördüm. Ben İngiliz gezi yazarı Bruce Chatwin’e büyük bir hayranlık besliyorum. Takıntılı biçimde okuduğum bir yazardır ve hatta “Ben Bruce Chatwin olmak istiyorum” derdim. Onun yöntemlerini uygulayarak yazdım.

New York dahil Türkiye...


Amerika’da yaşayan Hacı lakaplı Müslüman bir dini lider vardır. Amerikan polisi de Türk polisi de onu köktendinci terör olaylarının azmettiricisi Deccal sanmaktadırlar. Türk polisleri Acar ve Fırat, Amerikan polisleri tarafından yakalanan Hacı’yı teslim almak üzere New York’a giderler. Fakat Hacı ellerinden kurtulur. Çünkü asıl amacı Türk polisleri suçsuzluğuna ikna etmektir. Acar’la Fırat kuşkuya düşerler; acaba mı? Hacı bunun için Türkiye’ye bile gelmeye kararlıdır. Gelir. Acar’la Fırat onun suçsuzluğuna tamamen inanırlar. Zaten aslında kim olduğu bilinmekte olan Deccal de o ara yakalanır. Hristiyan karısı, iyi insan olmalarına yardım ettiği müridleri olan, Mevlana-Yunus vb.’yi dilinden düşürmeyen Hacı’yla Fırat esasen hemşeridirler. Fırat, Hacı’nın suçsuzluğuna çoktan inanmıştır, fakat kader ağlarını örer.

‘New York’ta Beş Minare’ özetle bu. Türk filminde iki üç New York görüntüsüne, Amerikan filmi gibi olsun diye yapılan masrafa tav olmayacaksanız, kesintisiz ‘meğerse...’ esprisinin hikaye ve karakter yaratmaya yettiğini düşünmüyorsanız, bu sizin filminiz değil. Fakat öncesine gidelim.
Ben Mahsun Kırmızıgül’ü masabaşında oturmuş bir gün çekeceği ya da yazacağı, Türkiye’nin büyük meselelerini halledecek film ya da romanı anlatan adamlara benzetirim. Genellikle o filmler yapılmaz, o romanlar yazılmaz. Çünkü para pul bir yana, çok kalabalık, çok tıkış tıkıştır bu hayal-senaryolar, hayal-romanlar. Kırmızıgül işte o filmleri gerçekten çeken adam. Bir önceki filminde bir dolu meseleyi, tek filmde, acele acele ve filmin içine herşeyi katarak anlatma telaşı ilginçti. Bir duygusal kriz ya da cinnete denk düşen kimi sahneleri vardır o filmin. Küçük kızkardeşlerin bebek oğlan kardeşlerini çamaşır makinesinde ‘temizlemeleri’ne takılmasanız, travesti kardeşin infazına takılırsınız, vb. Ortak suçluluğun bazen bilinç bölünmesi, bazen histeri, bazen kolektif cinnet ya da hüngür hüngür günah çıkarma halinde tezahür ettiği bir toplumda, sanat filmlerinin parmak ucuyla dokundukları meselelere ilk iki Kırmızıgül filmi damardan girer.
‘Beyaz Melek’ de, ‘Güneşi Gördüm’ de duygunun görünmez barajlar yıkıp geçen seller olup çıktığı filmlerdir. Bu bakımdan abartıları bir şeye işaret eder. ‘New York’ta Beş Minare’de bu hesapsızlık, bu koyverme yok.


Bu film artık masabaşında rüyalarını anlatan adamın filmi değil. O adamın iki film çekip de işi kıvırdığı görüldükten sonra, bir nevi sosyal peygamberliğe özenmesinin filmi. Filmin ‘meğerse...’ düzeyinde her şeye verdiği cevaplar, karton kişileri, turistik çokkültürlülük resmi kimi inandırır bilmem. Belki saftirik damat Thomas’ı.
Şöyle de anlatılabilir; ‘Beyaz Melek’te Yıldız Kenter abartısına artık gülemediğiniz, onun filmin histerisinin parçası haline geldiği bir zirve vardı. ‘New York...’ta ise Haluk Bilginer’in gönülsüz Doğulu taklidinin şahane İngilizceye dönüştüğü anlara, aktörün canlandırdığı karakterin kusursuz bir kötü adama dönüşmeye can attığı ama dönüşemediği anlara dikkat edin. Bu iddialı filmin altında ortaya çık(a)mayan başka bir film var çünkü. İyi yazılıp-çekilse bile ortakarar bir ticari film olacak bir aksiyon filmi.


Fatih Özgüven, Radikal, 11 Kasım.

Çinliler ABD Merkez Bankası’nı satın alırlar mı?


ABD Merkez Bankası (FED) para basmayı ve bilançosunu şişirmeyi sürdürüyor. Halen 2.4 trilyon dolar olan bilanço büyüklüğü son aldığı kararla 3 trilyon dolara ulaşacak.
Biraz şaka yollu olsa da piyasa, Çin’in elinde bulunan ve miktarı 2.6 trilyon dolara ulaşmış rezervleri ile FED’i ne zaman satın alacakları konusunu konuşuyor.
Böyle şey olur mu demeyin. Fed’in 600 milyar dolarlık ek tahvil alarak ekonomiyi canlandıracağını ve işsizliği önleyeceğini sandığı bir ortamda her şey olabilir.





GEÇİCİ RAHATLIK
ABD Merkez Bankası’nın ara seçimin hemen sonrasında aldığı bu karar Nasrettin Hoca’nın koyunların geçtiği yola dikenli tellerle çit kurup, onların atlarken bıraktıkları yünleri toplayarak kazak yapıp üşümekten kurtulma hikâyesine benziyor.
Harvard Üniversitesi profesörlerinden ve FED Başkanlığı için her zaman adı geçen Martin Feldstein, bu yolla tüketim harcamalarının milli gelire oranla sadece yüzde 0.25 puan yükseltilebileceğinin altını çiziyor. Konut kredilerinin maliyeti ise sadece yüzde 0.20 puan düşecek.
Feldstein, FED Başkanı Bernanke’nin hedeflediği düşük borçlanma faizi ve yükselen hisse senetleri fiyatlarıyla yaratılacak “servet etkisinin” bu denli zayıf sonuçlar doğuracağının altını çiziyor.
Ben de etkisi az ve geçici rahatlık yaratacak bu önlemlerin tünelin sonundaki ışığın görülmesini sağlayacağını sanmıyorum. ABD ekonomisindeki canlanma zaman alacak.
İşte bu aşamada Çinliler bir çılgınlık yapıp FED’i satın alma girişiminde bulunabilirler(!) Bu gerçekleşirse tek başına ekonomiyi rayına sokma görevini üstlenmiş ve fakat bunda başarı şansı az olan FED’i de kurtarmış olurlar.

BİZE ETKİSİ
Genel kural, parayı gereğinden fazla basarsanız kısa dönemde büyümeyi artırır, orta dönemde ise enflasyonu yükseltir. Hele bunu ABD gibi rezerv para basabilen bir ülke yaparsa sonuçları küresel çapta gözlenir.
ABD ekonomisi için birinci olasılığın biraz uzun zaman alacağını sanıyorum. Ancak enflasyon konusunda hiç şüphem yok. Orta dönemde karşımıza çıkacak en önemli sorun bu olacaktır.
Ayrıca doların bu kadar para basma sonucunda değer kaybetmesi de kaçınılmaz.
Bu oluşumlar Türkiye’yi kuşkusuz etkileyecektir.
1-Gelecek sıcak para hem risk oluşturacak hem de TL’nin değer kazanması sonucunu beraberinde getirecektir.
2-2011 yılı büyümesi beklenenden daha hızlı gerçekleşecektir.
3-Dolar, Euro’ya karşı değer yitirecektir.
4-Cari işlemler açığı giderek artacaktır.
5-Avrupa’ya ihracat yapanlar bir ölçüde de olsa mutlu olacaklardır.
6-Dolara bağlı uluslararası ticarete konu olan malların fiyatları artacak, bunun yansımaları bizim enflasyon verilerine yansıyacaktır.
7-Hisse senetleri piyasası canlılığını sürdürecektir.
8-Genel seçimler öncesi hükümet bir sorunla karşılaşmayacaktır. Sorunlar bundan sonraki hükümetin üzerine yığılacaktır.
Şimdilik durum bu.





Gazi Erçel, Habertürk, 5 Kasım.

Yeni bir mali kriz kapıda


Bu kez dünya çapında bir ikinci mali krize neden olmayacak ama yeni bir mali kriz başladı. Bu krize borsa ve finans goygoyculuğu yapan gazetelerin ekonomi sayfaları pek yer vermiyor. Çünkü söz konusu olan, Muhammed Yunus’un 2006’da Nobel Barış Ödülü’nü almasına yol açan mikro kredi krizi. Krizin başladığı yer, Hindistan.


Hindistan’ın güneydoğusundaki Andhra Pradesh eyaletinde son altı hafta içinde 56 yoksul köylü, mikro kredi borçlarını ödeyemedikleri için intihar etti. Hindistan’daki tüm mikro kredilerin üçte biri 75 milyon nüfuslu bu eyalette verilmiş. İntiharların nedeni, kredi taksitlerini ödeyemeyen yoksullara evlerine gelerek baskı uygulayan mikro kredi kuruluşları görevlileri. Eyalet yönetimi bu intihar patlaması karşısında, bu görevlilerin borçluların evlerine gitmesini yasakladı. Ama ortak kefalet sistemine dayandığı için mikro kredi intiharlarının devam etmesi riski yüksek.

1970’lerde başladı
Mikro kredi fikrini liberal ekonomistler, 1970’lerde ortaya attılar. 1990’larda yoksullukla mücadele politikalarının sihirli aracı konumuna getirildi. Normal olarak bankaların uğraşmak istemedikleri çok küçük miktarların, malvarlığı veya düzenli geliri olmadığı için kredi alması imkânsız olan yoksullara borç verilerek, iş sahibi olmalarının sağlanmasına dayanıyor mikro kredi. Bu fikrin Hindistan ve Bangladeş’te yaygın biçimde uygulanmasını sağlayan Muhammed Yunus, kredilerin esas olarak kadınlara verilmesini öğütlüyor. Altı kişinin kefil olduğu yoksul borçlu, her hafta kredi taksitini faiziyle ödüyor.


Mikro kredilerde uygulanan faiz oranları, tefeci faizleri kadar yüksek olmasa bile, genellikle onlara yakın. Kredilerin geri ödenme oranları ise yakın tarihe kadar yüzde yüze yakındı. Bu iki olgu yan yana gelince, ortaya cazibeli bir mali yatırım alanı çıkıyor. Son on yılda sadece Hindistan’da değil, bütün yoksul ülkelerde ve hatta başta ABD olmak üzere, gelişmiş ülkelerde mikro kredi kuruluşlarının sayısı hızla arttı. Bugün Hindistan’da 27 milyon mikro kredi borçlusu var. Üç bin civarında da mikro kredi kuruluşu.


2008 mali krizinde diğer spekülatif yatırım araçları devre dışı kalınca, finans sektöründe kârlı yatırım arayanlar gözlerini daha fazla mikro kredi alanına diktiler. Böylece Hindistan’ın en önemli mikro finans kuruluşu olan SKS Microfinance, 16 Ağustos 2010’da gösterişli bir törenle Bombay borsasına girip, hisselerinin dörtte birinin satışından 350 milyon dolar topladı. Bu törenden birkaç hafta sonra şirketin 17 müşterisi intihar ediyordu!

Patlamanın nedeni
Mikro kredi patlamasının nedeni, bu tür kredi peşinde koşan yoksulların sayısının artması değil, yüksek kârlı yatırım alanı arayan finans kuruluşlarının ellerindeki likiditeleri buraya yatırmaları. Neredeyse zorla mikro kredi satmaları ve geleneksel tarım kredisi alanından kamu bankalarının çekilmeleri için siyasal baskı uygulamaları. Hindistan’da 2004’ten 2009’a mikro kredi stoku yılda ortalama % 105 arttı. Mikro kredi kuruluşlarının kâr oranları ise % 5’ten % 18’e çıktı. SKS gibi sektörün lider kuruluşlarının uyguladıkları faiz oranları % 30’dan düşük değil.


Kaynaklarının yarısına yakınını kamu bankalarından, üçte birini özel bankalardan, geri kalanı uluslararası yatırım kuruluşlarından sağlayan Hint mikro kredi kuruluşları şimdi Andrah Pradesh eyalet yönetiminin aldığı bir karar nedeniyle iflasın eşiğine gelmiş durumdalar. Devlet kamu bankaları aracılığıyla yeniden % 3 faiz oranıyla yoksul köylülere kredi vermeye başladı. SKS hisseleri bir anda borsa değerinin dörtte birini kaybetti. Andrah Pradesh eyaleti komünist partisi yoksulların borçlarını bu ağır koşullarda değil, kamu bankalarının uyguladığı kredi koşullarında ödemeleri için geniş bir ‘sivil başkaldırı’ hareketi başlatmış durumda. Birçok köyde köylüler borçlarını ödemeyeceklerini ilan ettiler.


Hindistan Mikro Finans Kuruluşları Birliği Başkanı Vijay Mahajan, alacakların tahsil edilmemesi ve bankaların sektöre yeni kredi vermemeleri nedeniyle “mikro finans sanayiinin bildiğimiz şekliyle şimdiden ölmüş olduğunu” ilan etti.


Mikro kredi kuruluşlarının olası iflası yoksulları daha az yoksul kılmayacak. Ama böyle bir ‘sanayi’ dalının ölmesi insanlık açısından herhalde bir kayıp olmayacak.


Ahmet İnsel, Radikal, 9 Kasım 2010.

Kapının Eşiğindeki Kadın:



Marksizm ve Feminizm-Ötesi


Bir “Toplumsal Cinsiyet” Yorumu*





Sheila Margaret Pelizzon, Kadının Konumu Nasıl Değişti?: Feodalizmden Kapitalizme,


çev. Cem Somel ve İhsan Ercan Sadi,


İmge Kitabevi Yayınları, 2009, 439 s.*



Okay Bensoy




“(...) Feodalizmden kapitalizme geçiş, feodalizm içindeki kapitalist öğelerin feodal kabuğu kırıncaya kadar güçlenmesiyle açıklanabilecek türden basit bir süreç değildir.” E.J. Hobsbawm



“Kapitalizm, daha önce hiç var olmamış, bugün ise cinsiyetçilik ve ırkçılık adını verdiğimiz ideolojik bir ezici aşağılama çerçevesi geliştirdi.


(...) Doğru olan şu ki, cinsiyetçilik ve ırkçılık yapıları, kendilerini yaratan ve işleyişleriyle kritik biçimlerde ayakta kalmasını sağladıkları bütün tarihsel sistem parçalanmadan parçalanamazdı, bugün de parçalanamaz. ” I. Wallerstein



“Devlet, birçok ailenin ve bu ailelere ortak olan şeylerin egemen erk tarafından doğrulukla (adaletle) yönetilmesidir.” J. Bodin


Marksizm ile Feminizmin Mutsuz Evliliği


Yargıtay İlâmı: “Tarihsel Geçimsizlik Boşanma Sebebidir!”



Feminist teorideki genel eğilim; ataerki kurumunun her yerde ve her zaman mevcut olduğuna vurgu yaparak ataerkiyi veri alır, onu sabit kabul eder. Bu kurumun hangi tarihsel dönemlerde ne gibi değişiklikler geçirdiğine, hangi özgün içeriklerle bugüne eriştiğine dair bir yorum getirmekten sakındığı olur. Çünkü tarihsel uğraklarda kadının konumuna dair olası iyileşmeler ya da belli coğrafyalarda kadınların erkeklerle ilişkilerinde eşite yakın duran ya da anaerkil (anahanlık değil) konumları, feminist anlatının düz ve kadın aleyhine aktığı düşünülen tarih'ini sekteye uğratabilir. Kapitalizmin feminist yorumunda ataerki, kadının tâbi konumunun hem ezeli sorumlusu, hem bunun gerçekleştiği süreç, hem de sonucudur: Ataerki, bir ilkgünah gibidir, felaket simgesidir... Dolayısıyla, 'köktenci' feministler -“ahlaki” bir yargıya kayarak- ataerkiyi tarihdışı bağlamda yargılayabilirler, özcülüğe yaslanarak onun maddi ilerleme süreçlerine gözlerini kapatma tehlikesine düşebilirler.



Marksistler ise, genelde, kadın sorununu özel mülkiyet oluşumlarının bir altkümesi-türevi-sonucu olarak görme eğilimindedir. Yine Marksizmde mülkiyet ve sermaye birikim süreçlerindeki geçişler-kırılmalar-dönüşümler üzerinden türetilen kapitalizm yorumları, kadını da aynı üretim ilişkilerinin uzantısı sayar. Kadının toplumsal işbölümünde nasıl kodlandığı, bir burjuva anlatısı olarak “özel alan-kamusal alan” ayrımında rolünün neden evle ve çocukları eğitmekle sınırlandı”rıldı”ğı, modern devlet'e geçiş sürecinde ekonomik-siyasal açıdan bunun özel anlamı (örneğin bir geçiş figürü olarak Jean Bodin'in devlet tanımında evin içiyle kapıdan dışarı adım atıldığı anda karşılaşılan kamusal otorite arasında kurduğu eril bağlantıda kadının evcilleştirilmesi hususu), Marksist tarih algısında arka koltuklarda kendisine yer bulur.



Marksizmle feminizmin bu “mutsuz evliliği”, birbirlerinden ödünç kavramlar alsalar da, ilgi alanlarının -uzun vadede- başka mekânlara ve süreçlere kaymasına neden oldu. Özellikle ev içi emek süreçleri, kadına “özel alan” denen muğlak yerde değişmez roller biçilmesi ve bunun fizyonomiyle, tarihdışı antropolojiyle, aileden öğrenilen kültür ve geleneklerle olağanlaştırılması; kamusal alanın ise kadına uzun süre yasaklanması, 'eşit işe eşit ücret ilkesi' ve iş yerinde cinsel ayrımcılık-taciz üzerinden istihdam sorunlarının kadın-erkek ayrımına gelindiğinde Marksistlerce yeterince sorgulanmaması, feministlerin Marksist eşlerinden yana başlıca dertleriydi. Feministler, Marksistlerin fabrikadan temellenen eşitlik ve örgütlenme vurgusunun ev içi emeğe de yansımasını, sınıf mücadelesine kadının tâbiyet sorununun da dahil edilmesini talep ettiler. Devlet teorisi bağlamında özel-kamusal alan ayrımını aşmak adına, bu direniş mücadelesinin ev içi rolleri de hesaba katarak yürütülmesini istediler. İş açısından, kadında duygusallığın psikolojik olarak toplumsal uyuma yatkınlık içerdiği, fakat iş değerlemesinde kadınların duygularından öte “rasyonel gerçekler” etkili olduğu için karar mekanizmalarında erkeklere ücret ve pozisyon avantajı sağlanmasını eleştirdiler. Ne var ki, birçok feminist, bu eril devlet dilinin ezeli olduğunu savundu, kapitalizmi yaratan süreçteki uzun erimli (longe-dureé) değişimleri ve özgün örnekleri, direniş noktalarını görmezden gelerek mücadele etti.



Özetle; bu iki ideolojinin ana akımları, genel toplumsal süreçler üzerinden erkek-kadın ilişkilerinin tarihselliğini okuyamadı, kadını tarihsel bağlamlarından soyutladı. Cinsiyete dayalı işbölümünün hiyerarşileşmesine dönük zaman-mekân analizi görece az önemsendi. Örneğin, kadının çalışmasının ev işleriyle sınırlanmasına dönük girişimler kadim düzene ait değildi. Kadının ev içi emekle sınırlanışı, Ortaçağ'ın son dönemlerinden bugüne kalan bir mirastı ve cinsiyete dayalı hiyerarşi ancak 16. yüzyılda farklı yöntemlerle pekişip bilim ile gerekçelendirilecekti (akt. Pelizzon, 2009; 29, 33).



Her kuram, tarihi kendi penceresinden yorumlayıp bir diğeriyle etkileşime girmeyince, tartışma bir “sağırlar diyaloğu”na dönüştü. Kadının üretken-olmayan ve ev içine sıkıştırılan emeği, psikolojik yönden duygusallığı ve anaçlığı, “biyolojik” gerekçelere dayandırıldı. “Toplumsal cinsiyet” sorunu, ya Marksistlerce sınıf analizi içinde silikleştirildi ya da feministlerin tarihsel algıyı donduran ahlak kaynaklı eşitsizlik yorumlarıyla önemini kaybetti.



Halbuki sorun, Pelizzon'un belirttiği üzere, önemli tarihsel dönemeçlere çıkan gelişmeleri bir “sistem analizi” etrafında araştırmak ve özgünlükleri yakalayabilmektedir. Feministlerin ve Marksistlerin eksik bıraktıkları hususların üzerinden geçerken, bu eşitsizliklerin kadim, sadece mülkiyete bağlı, hiyerarşik ve doğal, olağan değil; “modern dünya-sistemi”nin kuruluş sürecine içkin olduğunu belirtebiliriz. Wallerstein'ın danışmanlığında hazırlanan bu doktora tezinin savı işte buradan temelleniyor: “Cinsiyete dayalı işbölümü zaman ve mekânda yaygın olmakla birlikte, kadınların şimdiki tâbi konumu cinsiyete dayalı işbölümünün hiyerarşileşmesine bağlıdır. Bu hiyerarşik işbölümünde kadının emeği düşük nitelikli (beceriksiz-becerisiz ve üretken olmayan) addedilip erkeklerden daha az 'istihkak'a layık görülmektedir. Bir de toplumda genel olarak erkeğin tercih edilmesini buna eklersek; 'toplumsal cinsiyet' dediğimiz şeye varırız” (Pelizzon, 2009; 30-31). Bu açıdan bakıldığında, biyolojik cinsiyet, deri rengi gibi daha alt konumdaki zümrelerden insanları imleyen bir damga olan “toplumsal cinsiyet”, bu damgalardan kurtulmayı da imkânsızlaştırmaktadır (Pelizzon, 2009; 30). Zira biyolojik damgalar, cinsel ayrımcılık ve ırkçılıkla iç içedir. “Cinsel ayrımcılık” ve “ırkçılık”la; dünya-sisteminin kendisini kurması ve “ötekiler”den ayrıştırması, netleştirmesi anlamında baskın ideolojilerden bahsediyoruz. Bu ideolojiler, belli bir sürecin ürünü ve kadının emeğinin eve hapsedilmesini, annelik rolüyle sınırlandırılmasını, emeğinin değersiz ve üretken-olmayan biçiminde sınıflandırılmasını; dışarıda ise eşit işe eşit ücret, siyasal katılım, iş yerinde karar verici pozisyonlardan yalıtılmayı ifade ediyor. Bu ideolojinin tahakküm kurma ve kadının konumunu belirleme süreçlerini Batı Avrupa özelinde anlamak, özgün örnekleri tarihsel dönemlendirmelerle çizmek, Pelizzon'un önemli bir uğraşısı... Kitabın bölümleri tarihsel sosyoloji disiplini üzerinden bunu tartışıyor ve propagandatif bir sonuçla “otonomist” hareketi selamlıyor, Wallerstein'a akademik sadakatini kadının konumu üzerinden pekiştiriyor, ancak modern dünya-sistemi analizine “toplumsal cinsiyet” kavramı üzerinden bir eleştiri de getiriyor.



Pelizzon'un modern-dünya sisteminde “toplumsal cinsiyet” üzerinden kapitalist kurumsallaşma dinamiklerini sorgulayan uyarısına dikkat etmekte yarar var. Ona göre; “Wallerstein, ırkçılığın yanında 18-19. yüzyıllarda kurumsallaşan bir cinsiyet ayrımcılığından bahseder ama 'toplumsal cinsiyet' terimini hiçbir yazısında kullanmaz.” Ayrıca Pelizzon, tezi boyunca, savunduğu Wallersteincı modern dünya-sistemi analizindeki tabakalaşma teorilerinin “toplumsal cinsiyet” yönüne ait zayıf taraflarını kuvvetlendirmeye çalışıyor. Okumalarımdan anladığım kadarıyla Wallerstein, “toplumsal cinsiyet”i değil, fakat “toplumsal” kavramını kullandığı bir çalışmasında, “cinsiyetçilik” terimini ayrıca belirtiyor. “Toplumsal cinsiyet” kavramını ise bilinçli olarak bir arada kullanmıyor. Kadının Konumu Nasıl Değişti?’nin çevirmeni Cem Somel’le, kitaplaşan bu doktora tezinin yazım ve savunma sürecine dair bir söyleşi yapmıştım. Somel’in aktardığına göre Pelizzon, bu çalışmasında, aralarında Wallerstein’ın bulunduğu jüriye modern dünya-sistemi analizinde eksik bırakılan yanları da işaret etmişti. Modern dünya-sistemi analizi, Wallerstein’ın Tarihsel Kapitalizm adlı kitabında da görüleceği üzere (Historical Capitalism, 1983; 103), “cinsiyetçilik-sexism” kavramı üzerinden konuya yaklaşıyor ve “cinsiyet” ile “cinsiyetçilik” arasında derinleştirilmiş bir ayrım gütmüyordu. Cem Somel’in yorumuyla sürdürürsek;



“Burada iki kavramı ayırt etmek lazım: ‘Cinsiyet ayrımcılığı’ (ya da cinsiyetçilik) bir tavırdır, davranıştır. Cinsiyet ayrımcılığı pekâlâ bir kadın düşmanlığından da kaynaklanabilir. Buna İngilizcede ‘sexism’ deniyor. ‘Toplumsal cinsiyet’ ise kadınların mizacı, yeteneği, zaafları üzerine bir kuram, bir ‘ideolojidir’. Bunun İngilizcesi ise ‘gender’dır. ‘Sex’ ile ‘gender’, Türkçede ‘cinsiyet’ kelimesine tekabül etmekle beraber, ‘sex’ daha biyolojiktir (erkek-dişi farkını işaret eder); ‘gender’ daha çok kavramsal, sosyolojiktir (eril, dişil kelimelerinin kullanıldığı bağlamlardaki farktır)…”



Wallerstein, toplumsal hiyerarşileşme süreçlerini ve bunların kurumsallaşmalarını analiz ederken, “cinsiyetçilik” kavramına en az “ırkçılık” kadar değer veriyor, fakat “toplumsal cinsiyet” üzerinden konuya yaklaşmayı tercih etmeyerek, cinsiyeti daha biyolojik(leştirilen) bir kategori olarak okuyup ırkçılık ile bağlantılandırıyor. Tarihsel Kapitalizm (Historical Capitalism, 1983; Türkçesi 1992; 87-88) adlı eserinde, “cinsiyetçilik-sexism” terimini şöyle anıyor:



“Tarihsel kapitalizm, daha önce hiç var olmamış, bugün ise cinsiyetçilik ve ırkçılık adını verdiğimiz ideolojik bir ezici aşağılama çerçevesi geliştirdi. Açıklayayım. (...) Önceki tarihsel sistemlerde gerek erkeğin kadın karşısındaki egemen konumu, gerekse genelleştirilmiş yabancı düşmanlığı, yaygın ve hemen hemen evrenseldi. Ama cinsiyetçilik, erkeğin kadın karşısındaki egemen konumundan; ırkçılık ise, genelleştirilmiş yabancı düşmanlığından fazla bir şeydir. Cinsiyetçilik, kadınların yeniden, kendilerinden istenen fiili işin belki daha da yoğunlaşması ve kapitalist dünya ekonomisinde üretken emeğin insan tarihinde ilk kez olmak üzere ayrıcalığın meşrulaştırılmasında temel duruma gelmesi bakımlarından katmerli bir aşağılayıcılığı olan üretken-olmayan emek alanına indirilmesidir. Bu durum, sistemin içinde çözülmesi olanaksız bir düğüm oluşturmuştur.


(...) Cinsiyetçilik ve ırkçılık, 'biyoloji'nin konum sağladığı toplumsal süreçlerdir. Biyoloji her tür dolayımsız anlamıyla toplumsal açıdan değiştirilemez olduğundan, görünüşe bakılırsa önümüzde toplumsal olarak yaratılmış ama toplumsal olarak parçalanmaya elvermeyen bir yapı vardır. Kuşkusuz gerçekte böyle değil. Doğru olan şu ki, cinsiyetçilik ve ırkçılık yapıları, kendilerini yaratan ve işleyişleriyle kritik biçimlerde ayakta kalmasını sağladıkları bütün tarihsel sistem parçalanmadan parçalanamazdı, bugün de parçalanamaz. Hem maddi hem de ruhsal (cinsiyetçilik ve ırkçılık) bakımdan mutlak yoksullaşma olmasının nedeni budur.“ (italik vurgular bana ait)



Şimdi de Wallerstein’ın bu analizinin Pelizzon tarafından nasıl eleştirildiğini Cem Somel aracılığıyla görelim:



“Wallerstein, yukarıda alıntılanan kısımlarda ‘sexism’ kelimesini kullanmaktadır (Historical Capitalism, 1983: 103; Türkçesi 1992; 87-88). ‘Toplumsal’ kelimesiyle ‘cinsiyetçilik’ kelimesinin aynı metinde geçmesi, Wallerstein’ın ‘toplumsal cinsiyet’ kavramını kullandığı ve bunu cinsiyet ayrımından (cinsiyetçilikten) tefrik ettiği anlamına gelmiyor. Bu bakımdan Pelizzon, Wallerstein’ın önemli bir kavramsal farkı gözden kaçırdığını tespit etmiştir. Wallerstein ve jürideki diğer üyeler, tezi kabul ederek bu eleştiriyi kabul etmiştir.”



“Toplumsal cinsiyet”, Pelizzon'un paylaştığı geniş toplumsal tabakalaşma sisteminin bir boyutu. Tabakalaşma açısından coğrafi etkinin, ilerlemeci ve indirgemeci tarih anlatısına karşı farklı ülkelerde feodalizmden kapitalizme geçiş tartışmalarına kritik veriler sunduğunu söyleyebiliriz. Batı Avrupa'da çizgisel, türdeş bir kapitalizm ya da feodalizm tarihi olmadığına -vulger Marksizmin üretim ilişkileri şablonu beni andı!- bizi inandıracak kadar ayrıntıya inilmesi gerekiyor ki, Pelizzon kitap boyunca bunun izini sürmüş, birincil ya da ikincil kaynaklarda tıkandığı yerlerde ise çıkarsamalarla yoluna devam etmek istemiş. Pelizzon (2009; 33-34), “toplumsal cinsiyet”le birlikte, coğrafyayı, kır-kent ilişkilerini, ırk ve sınıf bağlantılarını da toplumsal tabakalaşma içinde sayıyor. İtalya'nın geç merkezileşen, birçok yönden modernleşmeye direnen ve ilkel-feodal-kapitalist formasyonları uzun süre bir arada yaşatan yapısı tezde ayrıksı örnek olarak sürekli hatırlatılıyor.



Modern Dünya-Sistemi Analizine Sorularla


“Toplumsal Cinsiyet” Boyutu Katmak



Biyolojik belirlenimcilikle ve liberal iyimser ilerlemecilik teorileriyle iç içe geçen kadının toplumsal rollerini annelikle, duygusallıkla, yapıcılıkla, genetikle, bahşedilmiş fizyonomilerle, üretken-olmayan ev emeğiyle sınırlayan bu anlayışların karşısına Marksistler, sanayi üretimine fabrikada proleter olarak katılan “kaslı-yoldaş kadınlar”ın savaşımını önemsemek dışında ne koyabildi? Kadın üzerinden de ilerletilebilecek, fakat büyük resmi görmeyi ihmal etmeyen bir feodalizmden kapitalizme geçiş tartışması neden sönük kaldı? Modern devletin ata'nın hâkimiyetiyle değil de, erkekler eliyle sürdürülen genel egemenliğine dair neler tartışıldı? Kapitalizmin erkek ve kadın tarihi -özellikle feodalizmden kapitalizme geçiş çağında- yalnızca bu “cins”lerin özel tarihine odaklanmadan nasıl yazılabilir? Toplumun kadına bakışının zaman içindeki değişimlerinin analizi, genel yasal-kurumsal düzenlemeler ve toplumsal ritüellerdeki değişim hesaba katılarak nasıl yapılabilir? Sadece Batı Avrupa özelinde örnekler vererek süreci izlesek de, Avrupa kapitalizminin yayılarak modern dünya-sistemi haline gelmesinde ve diğer tüm üretim biçimlerini kendi kodları doğrultusunda değiştirmesinde “öteki” algı”lar”ı (coğrafi, ırki, kültürel, siyasal, ekonomik açı”lar”dan sömürgecilik ve emperyalizm) nasıl değişimler geçirmiş olabilir?



Pelizzon, bu soru(n)lar ve saptamalar doğrultusunda, kadının edilgenleştirilişini 1100'lerden 1600'lere dek Batı Avrupa’da dönemler halinde irdeliyor. Farklı tarihsel kesitlerde ve coğrafyalarda kadının konumunun sürekli kötüleştiğine ya da iyileştiğine dair mutlak bir yorum yapamayacağımızı savunurken, kapitalist geçiş süreçlerine direnen yerel güçleri ve varlığını sürdüren anahanlıkları (ataerki değil) da hesaba katıyor, merkezi modern devlet'in “doğum sancıları”na kulak dayıyor. Antropoloji, sosyoloji ve tarih disiplinlerinden beslenerek ortodoks Marksizm ve feminizm-ötesi bir Wallersteincı modern dünya-sistemi yorumu getirmeye çalışıyor. Belgelerin yetersiz kaldığı yerde, bulgularını varsayımlarla genişleterek -kimi yerlerde aşırıyorum'a kaçarak- bir dönemi aydınlatmaya uğraşıyor. Feodalizmden kapitalizme geçiş tartışmalarına kendinden önceki literatürün katkılarını göz ardı etmeden yeni yaklaşımlar katıyor, boşlukları disiplinlerarası bakışın tanıdığı fırsatla dolduruyor. Bu açıdan, Wallersteincı modern dünya-sistemi analizinin kadın ve “toplumsal cinsiyet” konusunda açık bıraktığı teorik boşluğa önemli bir katkı koyuyor.



Kaynakça



Ağaoğulları, Mehmet Ali, “Jean Bodin: Egemen Devletin Belirmesi”, Kral-Devlet ya da Ölümlü Tanrı, içinde, İmge Kitabevi Yayınları, 4. Baskı, 2009, s. 9-63.



Hobsbawm, Eric, “Feodalizmden Kapitalizme”, Feodalizmden Kapitalizme Geçiş, içinde, çev. Müge Gürer ve Semih Sökmen, Metis Kitap, 3. Baskı, 1984, s. 172-178.



Pelizzon, Sheila Margaret, Kadının Konumu Nasıl Değişti?: Feodalizmden Kapitalizme, çev. Cem Somel ve İhsan Ercan Sadi, İmge Kitabevi Yayınları, 2009.



Wallerstein, Immanuel, Tarihsel Kapitalizm, çev. Necmiye Alpay, Metis Kitap, 3. Baskı, 2002; (Özgün İngilizce) Historical Capitalism, Verso Books, 1983.






*"Rosinante", ODTÜ Ekonomi Topluluğu Dergisi, Kasım 2010.

Bu eleştiri-tanıtım yazısını hazırlarken birkaç yerde tıkandım. Ustam Cem Somel imdadıma yetişti, çevirisi üzerine uzun uzadıya konuştuk. Önceden aldığım notlar beni siyasal düşünce tarihine ve antropolojiye doğru çekiştirirken, söyleşi sonunda bir de baktım ki, hoca beni çoktan ekonomi-politiğe yönlendirmiş bile; yönetmeden! Özgün İngilizce metne dair çocuk ısrarcılığı taşıyan usandırıcı sorularıma her zamanki anlayışlı tavrıyla yanıt verdi. Kendisine müteşekkirim.