Ara

Karşıt Hafızalar...

Dan Diner, Karşıt Hafızalar...,
çev. Hulki Demirel, İletişim, 2011.

Dan Diner'in çalışması, holokost tarihinin geçmişte nasıl ele alındığından hareketle bir tür soykırım "tarihinin tarihi"ni işliyor. Tarih ve antropoloji disiplinlerinin, sırasıyla "neden" ve "nasıl" soruları üzerinden yaşadıkları gerilimden yola çıkarak, Batı-merkezli tarih analizlerindeki Batı-dışı toplumlara uygulanan eşzamanlı soykırımlara ya da bastırma politikalarına ışık tutuyor.

Ayrıca, tarihin "neden"i ile antropolojinin "nasıl"ının ötesine geçerek, soykırıma "kaç kişi öldü" üzerinden sayısal hesaplarla yaklaşan Batı mekanizmini kıyasıya eleştiriyor. Diner'in 8 Mayıs 1945'i Nazilerin teslimiyeti olarak okuyan Batı dünyasına, aynı tarihte Cezayir'de Fransızlar tarafından öldürülen Cezayirlileri hatırlatması manidar... Zira bu soykırım gerçeğinin Batılı hafızalarda Nazilere karşı kazanılmış "büyük zafer" uğruna silikleştirilmesini, Batılı hafızanın kendisini Batı-dışı toplumlara, sömürgelere yapılanlara aynı "suskunlukla" karşılık vermesi anlamında yeni Batı tarihinin yazılmasında önemli bir dönemeç olarak görüyor.  

Metnin bende bıraktığı en kritik sorular şunlar:

-"Nazi mağlubiyeti/çöküşü" olarak adlandırılan bir tarih, ne oldu da "Almanların zaferi" olarak kodlanmaya başladı?

-Antropolojinin "nasıl" sorusunun doğası gereği, holokostu belli bir tarihsel evrimin en uç noktası olarak okuma tercihine karşılık, holokostun belli bir modernizm, emir-komuta, bürokrasi ve sanayi toplumu kültürünün her şeyin en rezil ve uç noktası olamayabileceğini, holokostun aslında bu gibi büyük teorilerin de ötesine geçen bir medeniyet kırılması olarak değerlendirilmesini sağlamada tarih disiplininin "neden"i nerelerde sorulabilir?

-Frankfurt Okulu'nun Amerika'ya yerleşmeden önce ve sonraki yazınında holokost analizlerinde gözlemlenen değişimi neye bağlayabiliriz? "Akıl Tutulması" ile başlayan içeriden okuma gayretli analiz, nasıl oldu da -"Aydınlanmanın Diyalektiği"ndeki gibi- "araçsal akla yöneltilmiş eleştirinin, rasyonelitenin bütün formlarını paramparça eden Auschwitz fenomenini ıskalamaya" evrildi? Arendt'in holokostun özgünlüğü üzerine geliştirdiği fenomenolojiden Frankfurt Okulu neden faydalanamadı? Dan Diner'in Arendt'in özgünlüğünden bahsederken kullandığı "Auschwitz'in kendini idame ilkesinin kırılmasında ve faydacılık temeline oturmuş rasyonelitenin hükümsüz kılınmasında" Frankfurt Okulu'nu eksik bulduğu yanlar nelerdi? 

-Arendt "Şiddet Üzerine"sinde fenomenoloji yoluyla holokostu içeriden okuyabilme başarısını yakalayabilmişken, "Adolf Eichmann Kudüs'te"yi yazdığı tarihlerde neden Frankfurt Okulu'nun çok da uzak durmayacağı bir yöne savruldu, Arendt'teki bu soykırım geri çekilişinin hatları nasıl izlenebilir?  



Yahudi Soykırımı, yani holokost, gerçekleştikten ancak onyıllar sonra Batı kamuoyunun kolektif hafızasının yüzeyine çıktı ve yoğun bir hesaplaşmanın konusu oldu. Dan Diner’in bu kitaptaki sorgulamasına yön veren temel sorunun buradan türediği söylenebilir: Nedendi bu gecikme? Peşinden, bir soru daha: Öncesindeki tarih anlatıları Holokost’u dünya savaşının bir tür ‘yan etkisine’ indirgemişken, bu insanlık suçunun eşsiz vahametinin bilincine varıldıktan sonra da bu kez tarihsel ve siyasal bağlam tamamen gözden yitiyor mu? Tarih bilinci açısından bu da tehlikeli değil midir?

Zamanımızın önemli tarihçilerinden Dan Diner, Holokost’un yanı sıra, İkinci Dünya Savaşı ve sonrasının başka hafıza politikalarına da aynı sorunun ışığında eğiliyor. Batı ve Doğu Avrupa’nın Soğuk Savaş çağındaki farklı ‘zamanlarıyla’ ilgili, Batı–dışı dünya ve sömürgecilik karşıtı hareketlerin tarihsel deneyimleriyle ilgili hafıza kırılmalarına bakıyor. Diner’in temel meselesi, 20. yüzyılın büyük insanlık felaketlerini kimlerin ne zaman görüp tanıdığını incelemek, bu büyük mağduriyetlerin tanınmamasının, göz ardı edilmesinin arkasındaki tarihsel bağlamı ve politik zihniyet yapılarını araştırmak. Geçmişle hesaplaşma politikalarının hararetli tartışmalara konu olduğu bir dünyada ufuk açıcı, yol gösterici bir eser.

(arka kapak)





Vergi gelirleri üzerine

vergi geliri-kişi başına düşen gelir ilişkisi


Gelirden sonra sıra, uluslararası vergi karşılaştırmasına geldi. Bu tür bir incelemeyi Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı’nın (OECD) verilerine dayanarak daha önce bu köşeye taşımıştım. O karşılaştırmada en güncel veri 2007 yılına aitti. Artık 2008 ve kısmen de 2009 için veriler var. Bir daha bu önemli konuya dönmekte yarar var.

Tabloda üç büyük ekonomi (ABD, Japonya ve Almanya), Avrupa Birliği’nin sorunlu ülkeleri (İrlanda, Yunanistan, Portekiz ve İspanya) ile İsrail, Kore, Meksika ve Türkiye’nin bilgileri yer alıyor. 2007-2009 dönemi için vergi gelirlerinin gayri safi yurtiçi hasılaya (GSYH) oranları var. Ayrıca her ülkenin 2008 yılına ait kişi başına gelirleri yer alıyor. Vergi gelirleri OECD’den, satın alma gücü ile ölçülen kişi başına gelirler ise IMF’den alınma.

En düşük vergi gelirleri

Önce vergi gelirlerine bakalım. İki nokta: Birincisi, hem tablodaki ülkeler hem de tüm OECD ülkeleri içinde GSYH’sine oranla en düşük vergi gelirleri Meksika ve Türkiye’de. ABD’nin vergi gelirleri de düşük. İkincisi, Türkiye’nin GSYH’sine oran olarak vergi geliri OECD ortalamasının çok altında.

Bu karşılaştırma sonucunda ilk akla gelen şu: Türkiye’nin GSYH’sine oranla vergi gelirlerini biraz daha arttıracak manevra alanı var. Vergi gelirinin GSYH’ye oranına dayanılarak yapılan bu tür bir analize genellikle getirilen bir eleştiri var. Karşılaştırma yapılan ülkelerin kişi başına gelirlerinin, dolayısıyla vergi ödeme kapasitelerinin yüksek olduğu belirtiliyor. Oysa Türkiye için aynı durumun geçerli olmadığı belirtiliyor.

Tabloda son sütunda bu nedenle kişi başına gelir düzeylerini verdim. Gerçekten de tabloda yer alan ülkeler içinde en düşük kişi başına gelir düzeyi Türkiye’de. Bu durumda Türkiye’nin vergi gelirlerini arttırabileceğini ileri sürmek hatalı mı?

Türkiye fakir ülke değil

Uç bir durumu alın. Bir ülkenin tüm vatandaşları yoksulluk sınırının altında yaşıyor olsun. Vatandaşlarının açlığa itilmediği varsayımı altında, bu ülkede toplanan vergilerin GSYH’ye oranının çok düşük olması gerekir. Bu ülkenin vergi gelirlerinin GSYH’ye oranının düşüklüğüne bakıp, bu ülke vergi gelirlerini arttırabilir demenin bir anlamı yok elbette.

Ama Türkiye için geçerli değil bu durum. Birincisi, Türkiye zengin bir ülke olmasa da fakir bir ülke de değil; orta gelir grubunda. İkincisi, benzer gelir düzeyinde olup çok farklı vergi geliri-GSYH oranına sahip ülkeler var. Mesela Japonya ve Almanya’ya bakın. Ya da Portekiz ve Kore’ye. Ortada ‘tercih’ sorunu var. Bazı ülkeler daha yüksek vergi geliri elde etmek üzere kullanmışlar o tercihi.

Son nokta şu: Türkiye için yüzde 35’e yakın olan OECD ortalamasına ulaşılmasından söz etmiyorum. 2008’i temel alırsanız, mesela İrlanda düzeyine getirebilmeliyiz vergi geliri-GSYH oranını. Bu durumda, GSYH’mize oranla 4.6 puanlık bir artış sağlamış olacağız. Doğru kullanmak koşuluyla büyük bir kaynak. Elbette bir çırpıda olacak bir şey değil; yıllara yayarak elde edilebilecek bir sonuç.

Fatih Özatay, Radikal, 22 Şubat

Bir Dönem İki Kadın...

Can Yayınları, 2011


Oya Baydar, dünya sosyalist hareketini 1960'lardan bugüne ânı ânına izleyebilen, "kendini yenileme"yi hesaplaşma ve özeleştiriyle birlikte yürütebilen, üstelik "özeleştiri" kültürünü "yargıla(n)ma"yla eşleştirerek saplantıya dönüştüren örgüt kurumsallığından uzak durabilen entelektüellerden...

Bugünkü değişimini meşru kılmak adına geçmişte yaptıklarını "hata" parantezinden okumuyor, hayatını dönemselleştiriyor -belki de en zoru-, öykü ve romanlarına kimi zaman bir karakter olarak usulca sızıyor, kimi zaman ise bir ara paragrafla hem okurunu hem de kendisini günlerce düşündüren muhasebelere sürükleyebiliyor...

Askerde onu uzun uzadıya okuma fırsatı bulmuş, komutan denetiminden geçen kitaplarda "yasaklı yayın" listesinde olmasına karşın, Baydar'ın "zararsızlığı"nı bir şekilde izah edebilmiştim. Kütüphanemdeki bazı kitapları, komutan kaşeli, "uygundur" paraflı... "Kayıp Söz" gibi muhteşem bir vicdan ve empati romanını, gece nöbetlerimde okumuşumdur, iki defa... Tüfeği çapraz asar, garajda en ışıklı kısma kayar, park etmiş ciplerin arasına tüner, kitabı gerip namlunun üstüne yerleştirirdim; silahı rahle niyetine kullanırdım. Romanda geçen çatışma sahnelerini, bir tüfeğin "üzerinden" okumanın ironisi farklı bir tecrübeydi... Devriye için yaklaşan subayın aracını uzaktan görünce kitabı parkamın cebine tıkıştırır, hazırola geçer, tekmil vermeye hazırlanırdım...

"Elveda Alyoşa", "Hiçbiryer'e Dönüş", "Sıcak Külleri Kaldı" kitaplarında reel sosyalizm sonrası dünyada solun gelgitleri üzerine geliştirdiği roman kurgusu ise "üretken direniş"in imkânlarını düşünmemi sağladı. Almanya yıllarını Türkiye ile karşılaştırırken "yerlilik" fetişine saplanıp kalmayan, evrenselcilik'i halı altına süpürmeyen, Sovyet-sonrası dönemde solu milliyetçilikle sınırlamaya ve devletin kadim kusurlarını "anti-küreselleşme" uğruna sineye çekmeye çalışanlara karşı algısını sürekli açık tutan bir kalem onunkisi... Otorite, hiyerarşi, hukuk, iktidar, şiddet, birey ve dayanışma kavramlarını kendi sol tarihini de eleştirerek bugün yeniden tanımlamayı öneriyor Baydar.

Bilindik "tek-kurtuluşçu" söylemlerin barındırdığı gizil şiddeti ve otoriterizmi didikliyor, şiddet söz konusu olduğunda "önce faşistler saldırdı" kronolojisinin beyhudeliğine dikkat çekiyor. Örgütlü sol geçmişi olanları, çatıkkaşlı bürokrasi kurallarına/parti "doğruları"na adanmaya değil, insan-insan'a konuşmaya ve dikte etmeden iletişim kurmaya davet ediyor. Bu açıdan, 19 Ocak tarihli "Hrant'ın Dili" başlıklı yazısı pek manidar (T24.com.tr). Kamusal alanda birey'i silikleştiren, kendi yalıtkan cemaatini kuran, "kalıp doğrular"dan insanyaratan değil; insan'dan yola çıkarak yeni "hakikat"i yaratan, demokratik karar-alıcı bir sol paradigmasını önemsiyor. Kendi açımdan, bu duruşunu Ernst Blochçu bir romantizm'e yakın görerek mutluluk duyuyor, "umut"lanıyorum. Bloch'un insan yaklaşımının Türkiye örneğini ise yakınlarda Tanıl Bora "Hrant'ı Neden Özlüyoruz?"u ile dokudu (Birikim, S. 262 ve Birikim Güncel Makaleler; ayrıca bkz. E. Bloch, Umut İlkesi, çev. T.Bora, c.1, İletişim, 2007; T.Bora, "Romantik Anti-kapitalizme İhtiyacımız Yok mu?", Birikim, S. 228, s. 14-22; T. Bora, "Peygamberâne ve 'Geveze': Ernst Bloch ve Eleştirel Teori...", Toplum ve Bilim, S. 107/2007, s. 132-152. )  

Ordu-siyaset-toplum ilişkisine odaklanan "Çöplüğün Generali" romanı ise, sosyalizm idealinden yine uzaklaşmıyor, aksine asker-sivil ilişkilerinin farklı sınıf ve tabakalardaki izdüşümlerine şahitlik ediyor. Üstelik bu defa edebiyat eleştirmenleri için ayrı bir kanal açarak: siyasal bir romanda "tanrı-yazarlık" nasıl işler? Yani romanda bir yazar karakteri var, roman Oya Baydar'a değil, bu romancıya yazdırılacak ama nasıl? Bir roman yazarının gözlemlerinin anlatıldığı bu romanda, romancı karakteri kendi karakterlerine nasıl müdahale edecek? Bir yazar, romancı karakterininin kendi karakterlerine müdahale edip etmeme noktasında yaşadığı sancıları dipnotlarda nasıl kurgular, roman iskeleti bunu nasıl taşır? Roman'ın mutfak hali roman'a nasıl yedirilir? Romandaki yazar'ın çiziktirdiği müsvedde örneklerini, "üst-yazar" olarak Oya Baydar'ın siyasal tutumundan ne kadar muaf tutabiliriz? Oya Baydar'ın mutfak sırlarını roman yazarına söyletme tercihini, bu teknik bağlamında, edebiyata bakışında bir değişim olarak adlandırabilir miyiz, yoksa bir romanlık denemeyle mi karşı karşıyayız? Oya Baydar, yazarlık sürecinde bir değişim yaşıyorsa, postmodernizme ve postyapısalcılığa edebi ve siyasal açıdan artık nasıl yaklaşıyor? Romanının karakterlerini bağlantılandırırken katlı kurgusunda denediği teknik ile siyasal yaşamında şiddet, hiyerarşi, otorite ve "özne"   kavramlarını sorgulayışı arasında postyapısalcılık bağlamında bir paralellik olduğu söylenebilir mi?

"Çöplüğün Generali"nin konusuna dönersek; Oya Baydar, "birey mi, yoksa toplum mu önce gelir?" gerilimine saplanmadan, romanında bir anlamda demokrasinin ekonomi-politik'ini kurguluyor. Rejimin tutunamayanlarına uzanıyor; denize-tarlaya-kışlaya-şehir çöplüğüne gömülen, saklanan mühimmatın, hiçbir şeyden habersiz fakirlerin elinde patladığı, canların hiç uğruna yitirildiği bir alanı resmediyor... Ne olduğunun farkında değilsiniz ama "bu da neymiş?" diye elinize aldığınız cismin patlamasıyla ölüyorsunuz..! Bu kadar basit(siniz)...   

İşte o kadının ve Melek Ulagay'ın dertleşmelerini, bir Türkiye tarihi olarak okumak için bire bir, bol "konuşma çizgili" roman tadında... 


Oya Baydar ve Melek Ulagay...





Dünyanın ve Türkiye’nin, 1940’lardan günümüze uzanan macerasına tanıklık etmiş, tanıklıkla kalmayıp olayların içinde yaşamış iki kadın. Gençliği, umudu, devrimci mücadeleyi, sol örgütleri, hapishaneleri, işkenceleri, sevdiklerini yitirmenin acısını, mülteciliği, sürgünü, eve dönüşleri, İstanbul’dan Filistin kamplarına, Güneydoğu’dan Avrupa kentlerine savrulan yaşamlarını anlatıyorlar.


27 Mayıs’a, 68 olaylarına, solun yükselişine, 1 Mayıs’lara, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerine, katliamlara, Kürt hareketinin başlangıç günlerine, kontrgerillaya, Ortadoğu’da Amerika ve İsrail’in Filistin halkını yok etme planlarına, Doğu Bloku’ndaki yaşama, Berlin Duvarı’nın yıkılışına, sosyalist sistemin çöküşüne, yakın tarihin daha nice olayına tanıklık etmişler.


Günümüz Türkiyesi’nde ve dünyada adları bilinen, bugün hâlâ önemli konumlarda, siyaset sahnesinde ya da yaşamın türlü alanlarında karar noktalarında olan pek çok insanı yakından tanımışlar. Dostluğu, yoldaşlığı, sevgiyi, aşkı, örgüt ve parti içi sorunları yoğun duygularla yaşamışlar. Ve şimdi kendileriyle, geçmişle, tarihle hesaplaşarak o günleri anlatırken, geleceğe sesleniyorlar.

 
“Tarihi sadece erkekler yazmamalı, tarih erkeklerin insandan çok siyasete odaklı resm tarihi olmamalı. Bizimki bir başlangıç, geçmişi yansıttığımız ayna da bizim kendi aynamız. Umarız devamı gelir, başkaları da kendi aynalarını tutarlar tarihimize,” diyor Melek Ulagay ve Oya Baydar.

“Bunca insan geçti hayatımızdan, acı tatlı bunca olay, anlatılanlar ve anlatılamayanlar, hatırlananlar hatırlanmayanlar, unuttuklarımız, unutmak isteyip de unutamadıklarımız ya da unutmaktan korktuklarımız. Bizimki; farklı duygular, farklı dürtülerle, farklı ortamlarda ama aynı amaca doğru, paralel çizgiler gibi kesişmeden akıp geçen iki yaşam; iki kadın hikâyesi işte...





Babacan’ın doğruları, eksikleri, yanlışları

Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Ali Babacan Davos’a gitti ve orada iktisat politikası sorunları üzerindeki görüşlerini açıkladı. Önemli gördüğüm ifadelerini 27 ve 28 Ocak ANKA Ekonomi Bülteni’nden (iki konuşmayı birleştirerek) aktarıyorum:

“Dünyada çok büyük likidite bolluğu var. Gelişmiş ülkelerde likiditenin geri çekileceği dönem gelecek. Bugünkü para bolluğuna bağlı büyüme ve risk iştahı kimseyi yanıltmamalı.”

“Türkiye aslında sermaye akımlarına ihtiyacı olan bir ülke. Kendi tasarruflarımız yüksek büyüme oranlarına ulaşmak için yeterli değil. ‘Sermaye istemeyiz’ diyecek bir lüksümüz yok. Türkiye’nin etrafına yüksek duvarlar örücü bir yaklaşım kesinlikle söz konusu olmaz. Bunu bir defa yaparsınız on sene unutulmaz. Türkiye’ye sermayenin girişi çıkışı serbest olacaktır. Ancak bunu yaparken daha uzun vadeli sermaye akışının Türkiye’ye gelmesini; kısa vadeli giriş çıkışlarla kâr etmeye çalışan; [ekonomiyi] rahatsız edebilecek türden sermaye hareketlerini caydırıcı hale getirmeyi [istiyoruz].”

“Türkiye’de serbest kur rejiminden taviz verilmeyecektir. Kur için bir alt ya da üst sınır yoktur.”

Ali Babacan doğru şeyleri eksik bırakarak söylüyor ve bu yüzden çizmeye çalıştığı genel tablo sadece yanıltıcı değil, yanlış da oluyor. Rahatsızlıkların teşhisi doğru olmadığı için, benimsenen reçeteler ya sadece geçici “ağrı kesiciler” olacak; daha da kötüsü rahatsızlığı hastalığa dönüştürecektır.
Kısaca gözden geçirelim.

Uluslararası kriz sonrasında Batı’da uygulanan likidite genişlemesinin çevre ekonomilerine spekülatif fon akımları biçiminde taşması, geçici ve tehlikeli bir canlanmaya yol açmaktadır…

Babacan’ın bu saptaması artık orta malı haline gelmiştir ve doğrudur. Keşke benzer bir saptamayı aşağı yukarı aynı olguların geçerli olduğu 2003-2007 dönemi için de (ve o tarihlerde) yapsaydı. AKP iktidarı, o yıllar boyunca, uluslararası sermaye hareketlerine sıcak / serin ayrımı yapmadan kendini teslim etmiş; Türkiye ekonomisi bu nedenle “likiditenin geri çekildiği” 2008-2009 ortamından şiddetli boyutlarda etkilenmiştir.

Yurt-içi tasarruf oranları yüksek bir büyüme hızına ulaşmak için yetersiz olduğu için dış kaynak gereksinimi doğmaktadır ve sermaye giriş-çıkışları bu nedenle serbest bırakılmalıdır…

Evet, yurt-içi tasarruf oranları sadece “yetersiz” değildir; zaman içinde de aşınmış; yüzde 20’nin altına inmiştir. Bu olguyu sineye çekerseniz, “yüksekçe” bir büyüme hızının gerektirdiği sermaye birikimiyle tasarruf oranı arasındaki farkı yabancı sermaye girişleriyle ve cari açık vererek kapatmanız gerekecektir.

Babacan’ın muhakeme zinciri tanım gereği (“totolojik” olarak) doğrudur; ancak eksiktir ve son yıllarda gerçekleşen süreçleri yansıtmamaktadır.

Bir kere, 1998 sonrasında tasarruf oranları aşınırken gelir dağılımı genel olarak emek aleyhine, sermaye lehine dönüşmüş; bu süreç AKP’li yıllarda da süregelmiştir. Bu dönemden fazlasıyla nemalanan burjuvazinin artan oranlarda vergilenmesini ve böylece sağlanabilecek tasarruf artışlarını gündem dışı bırakınız; “tasarruflarımız yetersizdir; yabancı sermayeye mahkûmuz” yavesine teslim olursunuz.

Babacan, ayrıca, dış kaynak girişlerinin sermaye birikimini, dolayısıyla ekonominin büyüme potansiyelini desteklediğini ima ediyor ve yanılıyor. 2001-2002 krizinde çöküntüye uğrayan sermaye birikim oranı, AKP’nin ilk dört yılında artmış; sonraki üç yıl boyunca kesintisiz inişe geçmiş; 2009’da yüzde 17’nin altına düşmüştür. Zirveye ulaştığı 2006 oranı (yüzde 22), bir önceki zirve yılı olan 1998’in (yüzde 23’ün) altındadır. Bu süreç Türkiye’ye 240 milyar dolar net yabancı sermaye girişinin gerçekleştiği bir zaman dilimiyle çakışmaktadır ve aynı sonuç tekrar karşımıza çıkmaktadır: Dış kaynak girişleri Türkiye’de sermaye birikimini değil, tüketimi beslemiştir; yani yurt-içi tasarrufların yerine geçmiştir. Kısa dönemli canlanma konjonkürlerine katkı yapmış; büyüme potansiyelini yukarı çeken, kalıcı bir etki yaratmamıştır.

Babacan’ın görüşlerindeki en önemli boşluk Türkiye ekonomisinin giderek ağırlaşan cari açık sorununu “es geçmesi” olmuştur. Büyüme ile dış açık arasındaki bağlantı giderek artmıştır ve bu eğilim AKP’li yıllarda yoğunlaşmıştır. Bir durgunluk (2008), bir de küçülme (2009) yılı içeren 2003-2009 döneminde kesintisiz cari açık verilmiş; dönemin tümünde bu açıkların milli gelire oranı yüzde 4.6 olmuştur. Önceki yirmi yıllık döneme bakınız: Milli gelir hareketlerinin olumsuz seyrettiği altı yıl içinde ekonomi dış fazla vermiştir. Bu durum artık tarihe karışmıştır.

Ağırlaşan dış açık sorununu çözmeden “sınırsız sermaye hareketlerine devam; sadece sıcak parayı caydıralım” önerisi havanda su dövmektir. Zira, 2010’un onbir ayı boyunca 45 milyar dolarlık cari işlem açığının 37 milyarı (yüzde 81’i) yabancı kökenli sıcak para girişleriyle kapatılmıştır. Kökten hiçbi revizyon yapmazsanız; bugünkü ortamı olduğu gibi sürdürürseniz cari açığı ve büyümeyi sürdürmek için sıcak paraya mahkûm olursunuz. Merkez Bankası’nın dolambaçlı yöntemleri başarı kazansa ve sıcak para girişleri sıfırlansa, bugünkü dış açık düzeyini ancak bir-iki ay ve rezervleri eriterek sürdürebilirsiniz. Bunun sonunda da döviz fiyatlarında hızlı bir tırmanma finansal sistemi sarsacak; büyüme hızı, hatta milli gelir aşağıya çekilecektir.

Peki, sıcak parayla cebelleşmek bir yana, doğrudan doğruya cari açık sorununa yüklenmek mümkün müdür? Babacan, “serbest kur rejiminden taviz yok; döviz kurunu hedeflemiyoruz” diyor ve dış ticaret rejimini, örneğin Gümrük Birliği kurallarını sorgulamıyor. Bu durumda dış açığa karşı tek seçenek olarak IMF reçeteleri kalır: Maliye ve para politikalarını iyice sıkılaştırınız; durgunlaşan ekonomi cari açığı da aşağı çekecektir. Bu reçeteyi, isterseniz, “oburluk çeken hastayı koma haline sokarak gıda tüketimini azaltmak” diye de yorumlayabilirsiniz.

Kısacası, Babacan’ın görüşleri, geçmişe ilişkin sağlam bir değerlendirmeden yoksun olduğu ve stratejik bir perspektif içermediği için “derde deva” olamaz.

Korkut Boratav, Birgün, 8 Şubat 2011.

Wikileaks ya da Terbiyesiz Olmak Ne Zaman Vazifemiz Olur?

Slavoj Žižek




Slavoj Žižek’in London Review of Books dergisinde Good Manners in the Age of WikiLeaks adıyla yayımlanan yazısının, Žižek’in kendisinden alınan Wikileaks, Or, When It Is Our Duty To Disturb The Appearances adlı versiyonundan çeviren: Sabri Gürses



Wikileaks tarafından açığa çıkarılan diplomatik telgraflardan birinde Rus Putin ve Medvedev çifti Batman ve Robin olarak niteleniyor. Bu benzetmenin izini sürmek lazım: Wikileaks’i örgütleyen Julian Assange da Christopher Nolan’ın oynadığı Karanlık Şövalye’deki Joker’in gerçek yaşamdaki karşılığı değil mi? Filmde, yozlaşmış ve saplantılı bir kabadayı olan, kendisi de cinayetler işleyen bölge savcısı Harvey Dent, Batman tarafından öldürülür. Batman ve arkadaşı polis memuru Gordon, Dent’in cinayetlerini halk duyacak olursa şehrin moralinin bozulacağını fark ederler. Batman Gordon’u cinayetlerden Batman’i sorumlu göstererek Dent’in imgesini korumaya ikna eder; Gordon Bat-Sinyali bozar ve şehirde Batman avı başlar. Filmin son mesajı halkın moralini bozmamak için yalan söylemenin zorunlu olduğudur: sadece bir yalan kurtarabilir bizi. Paradoksal bir şekilde, filmdeki tek doğruluk figürünün Joker, yani filmin baş haydutu olmasına şaşmamak gerek. Onun Gotham Şehri’ne saldırılarının hedefi açıkça söylenir: Batman maskesini çıkarıp da gerçek kimliğini gösterinceye kadar sürdürecektir saldırmayı; bu ifşayı engellemek ve Batman’i korumak isteyen Dent, basına kendisinin Batman olduğunu söyler – bir yalan daha. Joker’i tuzağa düşürmek için, Gordon kendi (sahte) ölümünü sahneler – yalanın bini bir para.

Peki, öyleyse, Maskenin altındaki gerçeği ortaya çıkarmak isteyen, bu ifşanın toplum düzenini bozacağına inanan bu Joker nedir? Bir terörist mi? Filmin sıra dışı popülerliği de onun bizim ideolojik-politik burcumuzun bir damarını yakaladığını göstermiyor mu: yani gerçeğin istenen bir şey olmamasını? Bu açıdan, Karanlık Şövalye aslında Vahşi Batı’yı uygarlaştırmak için Yalanın Doğru seviyesine çıkarılması gerektiğini, kısacası bizim uygarlığımızın bir Yalan üzerinde yükseldiğini gösteren iki John Ford westerninin (Apaçi Kalesi ve Liberty Valance’ı Vuran Adam) yeni bir versiyonudur. Burada sorulacak soru şu: Neden, tam da bu anda, toplumsal sistemi sürdürmek için bir Yalana yeniden ihtiyaç duyulur? Leo Strauss’un yeniden güncel olması nereden gelir?

Demokrasinin içkin krizi aynı zamanda Leo Strauss’un yeniden popüler olmasının nedenidir: onun politik düşüncesinin bugün önemli olan yanı elitist demokrasi fikri, yani “zorunlu yalan” düşüncesi, elitlerin yönetmesi gerekir, neler olup bittiğini (iktidarın acımasız maddeci mantığını vb.) gerçekten bilerek ve insanları tatlı cehaletleri içinde mutlu tutmak için masallarla beslemesi gerekir düşüncesidir. Strauss’a göre, Sokrates’in dava ve idam edilmesinden çıkacak ders Sokrates söylenen suç işlediğiydi: felsefe topluma bir tehdittir. Tanrıları ve şehrin ethosunu sorgulayan felsefe, yurttaşların sadakatini ve böylece normal toplumsal yaşamın temelini kırar. Yine de felsefe ayrıca insanca işlerin en yüksek, en değerli olanıdır. Bu çelişkinin çözümü filozofların öğretilerini sır olarak saklaması, onları ezoterik “satır aralarında” yazma sanatıyla aktarmalarıydı. Felsefenin Platon’dan Hobbes ve Locke’ye uzanan “Büyük Geleneğinde” bulunan gerçek, saklı mesaja göre tanrılar yoktu, ahlak temelsiz önyargıdan ibaretti ve toplum doğaya yaslanmıyordu...

Öyleyse, Wikileaks ile ABD İmparatorluğu arasındaki mücadeleyi nasıl değerlendireceğiz – Wikileaks’in gizli ABD devlet belgelerini yayınlaması bilgi özgürlüğünü desteklemek için yapılmış bir eylem mi, yoksa dengeli uluslararası ilişkilere tehdit oluşturan terörist bir eylem mi? Fakat ya asıl mücadele bu değilse, ya can alıcı bir ideolojik ve politik mücadele Wikileaks’in kendi içinde yürüyorsa: gizli devlet belgelerini yayınlama gibi radikal bir eylemle, bu eylemin içinde Wikileaks’in de yer aldığı hegemon ideolojik-politik alana, yeniden yerleşme tarzı arasında bir mücadele varsa? (...)

devamı için bkz.
http://sabitfikir.com/dosyalar/wikileaks-ya-da-terbiyesiz-olmak-ne-zaman-vazifemiz-olur

çevirisinden bir parça aktarmama izin veren Sabri Gürses'e teşekkürler...

'Yüksek' milli duygu...

Oğuz Çetin, "Trabzon milli duyguları yüksek bir kent. Maçı orada yapacak olmaktan mutluyuz" demiş. Oğuz Hoca’nın, o ‘yüksek’ milli duygularla Trabzon’da neler olduğundan haberi olmayabilir. Kimse kusura bakmasın, milli duygular ve Trabzon sözcükleri yan yana geldiğinde, şehrin gençlerine o milli duygularla nelerin yaptırıldığını fazlasıyla gördük. Bu köşede yeteri kadar söz ettik onlardan. Ayrıca, öyle görünüyor ki bundan sonra grupta her maç çok zor olacak. Hazırlık maçında milli duyguları yardıma çağıran bir hoca, gruptaki kritik maçları Pelitlispor’un sahasında oynamayı düşünmez mi? Ehil olmak, kâmil olmak başka bir şey. Bunu Oğuz Hoca’ya nasıl anlatabiliriz? Sanırım imkânsız.



şenol güneş
Trabzon’dan laf açmışken, şehrin mahalli basınının, Fenerbahçe maçı sonrası en önemli malzemesi, Şenol Hoca’nın, Aykut Hoca’nın yanına giderek başarı dilemesiydi. Şenol Hoca’nın, Aykut Hoca’nın ‘ayağına gitmesini’ beğenmediler. Büyük bir hocaya sahip, Trabzonspor. Büyüklük, sportif başarı demek değildir. Bizim meşrebimizin Mourinho ve onun ‘yerli işbirlikçileri’ne itibar etmemesi, bu yüzdendir. Trabzon futbol basınında çakma Mourinho hasretiyle yanıp tutuşan sesler, ne yazık ki hiç de az değil.
Aynı basının bu haftaki sakızı da, Antalyaspor maçında hakemin üç puanlarını yediği yönündeki iddiaydı. Onlar da Trabzon üzerinde oynanan oyundan şikâyetçiler. Bu oyunlar hiç bitmez, zaten. Türkiye üzerinde oynanan oyunlar, bizim liglerimizde birçok takım için de oynanır. O kirli emeller, hiç bitmez.

Ama kim ne derse bu haftanın en umut veren yayınevi sahibi adayı, tartışmasız Serdal Adalı’ydı. Serdal Adalı, Çukurovalı işadamı bir babanın işadamı oğlu. NATO müteahhidi, Beşiktaş Futbol Komitesi Başkanı. “Soyunma odasının kralını biz basarız” dedi. 240 gram kuşe kâğıda, şömiz kapak bir ‘Soyunma Odası’ kitabı. Para sıkıntısı yok nasıl olsa, basarlar harbiden de. Şöyle bol resimli, tanıklıklarla bezeli, okuyana “Ne lezzetli bir çalışma olmuş” dedirten cinsten bir kitap. Evet, bence de bir ilk olur.

Erkan Goloğlu, Radikal, 9 Şubat 2011.

Biz Mısır’daki devrimi çok sevmiştik!

Aslında bu hep böyledir, birileri mücadele eder, birileri de, ‘devrim’in, ‘demokrasi mücadelesi’nin, ‘halkların uyanışı’nın ‘tadını çıkarır’. Ama, biz artık bu işin de, ‘suyunu çıkarmış’ vaziyetteyiz!

Özellikle 12 Eylül buldozeri siyasal mücadele zeminini ezip geçtiğinden bu yana, ‘devrim’, ‘demokrasi’, ‘mücadele’ ne varsa, hep birilerinin üzerinden veriliyor. Uzun bir süre, sol siyaset de, demokratlık da, ‘Kürt siyasal hareketi’nin rantının üzerine oturdu. Bir yandan, Kürtler ölüyor, hapse düşüyor, köylerinden ediliyor, kayıp nesiller yetişiyor, diğer yandan birileri onlara sözle ‘sahip çıkarak’, çok solcu, çok demokrat, çok ‘insan’ oluyor. Sonra, işler sarpa sarınca, Kürtlerden buz gibi soğumuyor, ‘ama siz de şiddetten vazgeçin’, ‘siz de az baskıcı değilsiniz!’, ‘bırakın bu Stalinist dili’ deniliyor.

En AB’ci en demokrat!

Demokrasi mücadelesi, zor, meşakkatli bir iş, kim uğraşacak? ‘İç dinamikler yetersiz’ fermanı veriliyor, demokrasi mücadelesi AB’ye devrediliyor. En AB’ci olan otomatik olarak en demokrat oluyor! Sonra, AB süreci sarpa sarıyor, en AB’ciler ara sıra AB’den söz ederek durumu geçiştirmenin yolunu buluyor, hatta, ‘Avrupasız Türkiye’ci oluyor.

Eski İslamcılar, 28 Şubat cenderesinden çıkmanın yolunu buluyor, ‘muhtar bile olamaz’ denilen liderleri tüm badireleri aşıyor, gücü tartışılmaz hale geliyor, muhafazakârlığın ‘değişimci, ‘demokratikleştirici’ dinamiği keşfediliyor. 28 Şubat’ta ‘ne cami, ne kışla diyenler’, şimdi muhafazakârlara ‘gözünün üstünde kaşın var’ diyene göz açtırmıyor! ‘28 Şubat ile hesaplaşma’nın ötesine gidemeyen ‘Ergenekon süreci’, tüm yakın tarihle yüzleşme diye yutuluyor, yutturuluyor!

‘Devrim ve demokrasi âşıkları’, dünyada olup bitenle de son derece ilgili (!), taş atıp da kolları yorulmadığı için, demokrasilerden demokrasi, devrimlerden devrim beğeniyor. Eski Sovyet havzasında zuhur eden renkli devrimlerden demokrasi adına bin bir mana çıkarılıyor, kah Turuncu, kah Gül devrimiyle coşuluyor. Onlar kesmezse, daha radikal takılmak isteyenler için nasılsa Latin Amerika’daki devrimler, yeni sosyal hareketler, Zapatistalar var! Ukrayna’da müthiş sivil şahlanıştan beş sene sonra ne olmuş, Gürcistan’ın gülü nasıl solmuş, aslında Latin Amerika’nın hali nedir?

Düşünme gereği duyan yok!

Son umut Ortadoğu! Ne de olsa ‘Ortadoğu, eski Ortadoğu değil!’ Peki ‘yeni’si nedir, nelere gebedir? Kimsenin umuru değil! Devrimci coşku, demokrasi aşkı yeni bir mecra bulmuşken akmadan duramıyor. Altı sene sonra Lübnan’daki ‘Sedir Devrimi’nin suyu çıkmış, ne gam! Tunus’ta Yasemin kokulu devrim var. Daha iyisi, Mısır’da halk şahlanmış ‘Mübarek rejimi’ni yıkıyor, haydi Tahrir Meydanı’na!

Sıkıysa, bu coşkuyu gölgeleyecek bir laf et! Ne Baascılığın kalıyor, ne statükoculuğun. Baas Mısır’da hiç iktidar olmamış, Nasır tartışması yüzünden, Baas hareketi bölünmüş ne fark eder? Baascılık, Nasırcılık, Kemalizm, bu kafaya göre hepsi aynı şey. Model benziyor ama, Soğuk Savaş dönemi boyunca benzer modellerle yönetilen ülkeler birbirine karşı mevzilenmiş, dünyanın gölgesi bölgeye böyle düşen, çarkı böyle dönüyor, kimin umurunda.

Önemli olan, Ortadoğu’da olanları şimdi bulunulan yerden yorumlamak, manidar benzerlikler kurmak. Bu formata göre, Ortadoğu’nun yakın tarihinde temel çelişki, ‘asker destekli, laik diktatörlükler’ ile, ‘demokrasi aşkı ile ölen, mazlum muhafazakâr halk’ ve onların doğru yolu bulmuş, liberal müttefikleri arasında görülüyor. Gerisi, demokratik İslamcı dinamiği öcü gibi göstermeye çalışan, ‘sandıktan korkan’ statükocu kafalar!

Ortadoğu’da işler sarpa sararsa ne olacağı kimin umurunda, dünyada peşine takılacak başka devrim, halk hareketi, demokrasi aktörü kıtlığı mı olacak. Sırası gelen, bizimkilerin demokrasi ve devrim aşkını alevlendirecek. Ateşi küllenen devrimlerden, mücadelelerden geriye ne kalacak, demokrasi dekoru olarak bağırlara basılan kalabalıklar neye mahkûm olacak kime ne? Dünya yanacak, birilerin bir kalbur samanı yanmayacak.

Torba Yasa dayağı

Bu arada, Türkiye’de emekçileri köleliğe mahkûm eden yasalar çıkıyormuş, Torba Yasa’ya direnenler dövülüp, sövülüyormuş. Zaten hali hazırda, insan emeğinin, canının değeri pula dönmüş durumda. Tam da bu esnada, denetimsizlikten, tedbirsizlikten ve bunun sonucu olan fütursuzca işleyen çalışma koşulları altında, iki işyerinde çıkan patlamalarda yirmi emekçi can vermiş. Belli ki, daha öncekilerde olduğu gibi, bu canların hesabı da kimseden sorulmayacak. Ama, bunların devrimle, demokrasi ile alakasına neden kafa yorulsun? Şık bir halk hareketinin parçası olmayan direniş de, ölüm de artık çok banal

Nuray Mert, Milliyet, 8 Şubat 2011

İdeal "Yönetim"i...


Kurthan Fişek, "Yönetim", Kilit Yay., 3. Baskı, 2011.

Vaktimin çoğunu hayallerime mahcup olmamaya ayırıyorum. İlerleyen yaşlarda, "düzen kurduk"tan sonra gençlik hayallerimi gerçekleştirmek yerine, üstünden çok geçmeden, "hazır vakit varken", belki de geleceğimi riske ederek, aklımın gerisine itmeden onlara öncelik tanıyorum... İdeallerin "Anı" parantezine yerleşmeden gerçekleştirilmesi, "nostaljik bir gençlik düşü"ne düşmeden anlam bulması, hayat telaşesinin önceliklerine yenik düşürülmeden "tastamamlanması" gerektiğine inanıyorum. Bu, hayata bakışla ilgili bir tutum belki de... Yarım kalmışlığın/yüzüstü bırakmışlığın kâbus olarak size dönmesi, hedeflerinize nokta koymadan gençlikten ayrılmanıza izin vermiyor, virgüle bile tahammül ettirmiyor. "Halletme"den bambaşka bir alana geçemeyeceğime dair sabitfikirliliğim sürüyor... Geriye baktığımda, isteyip de yapamadığım az şey kalsın diye didiniyorum. "Sakin emekliliğe yatırım yaptığımı" düşünerek kendimi kandırıyorum... 

"Keşke"cilerin ülkesinde doğdum, "çoklafaziş"çilerin masasında büyüdüm. "Hallederiz"cilerin esnemelerine bakarken nice otobüsü kaçırdım. "Bi' düşünelim"cilerin beni de içine çeken rahatlığa davetkâr boheminde önümü göremediğim günler oldu, oluyor... 

Neyse ki, yayıncılığın iki yanı var... "Hallederizciler" ile "yapalım,beklemeye gelmezciler"in kıyasıya gerilimi bu. "Beğenmezcilik"e bulanmış sinizmle "ucunu nereden tutarsak anlamlıdır, neden olmasın!" üretkenlik telaşının ikiliği, hayata bakışın belki de ta kendisidir... Üstelik ideolojiler üstü olan, onları belirleyen ve insan'a dair bir yüce-ideoloji...

Yayıncı olmayı öğrenciyken aklıma koydum, bazı hazırlıklar yaptım. Mesela en ciddi hazırlığım/tercihim, iş sınavlarına hazırlanmama kararını vererek, sadece okuma-yazmayı öğrenme yolunu tutmaktı... Sonra iş başvurularımı ve ilk aylarımda yaşadığım o heyecanı, her ortamı ve işin her kademesini görme arzumu hiç unutamam. Bazen günün bitmemesini isteyen bir açgözlülükle işe gerek masada gerek raflar arasında, gerekse okulda ve evde devam edişim... Sabah 8-Sabah 3 "mesailerim"... Bunlar, "hazırladığım" ilk kitabın bugün henüz yayınlanmamış olmasının vereceği üzüntüyü bile hafifletebiliyor. Zira bir şeyin "piyasa"ya çıkmasından ziyade, sizin "eliniz"den çıkması, o metinle bir hesabınızın kalmadığının sizce "netleşmesi", bitirdiğinize dair kendinize verdiğiniz teselli, haz ile gazın bütünleşmesi başlı başına anlamlı. Yayıncı biraz da bu yüzden yalnız insan belki de... 

Geçen hafta, öğrenciyken kurduğum hayallerden biri daha gerçekleşti... 

Siyasal kütüphanesinden üzerine "iptal" kaydı düşürülerek "gözden çıkarılan", sepetten bulup da "ben bu kitabı ileride aynen bu kapakla yayınlayacağım" dediğim "Yönetim"i "gözden geçirilmiş" bir baskıyla hazırladım. Kapak, Ersinhan Ersin'in sayesinde aslına rücû etti, kütüphaneden aldığım nüshası taranarak hazırlandı. Öğrencilerin 30 sene boyunca iç kapağa düştüğü çalışma notları aynen korundu... Kurthan Hoca'nın, Oğuz Aral çizimi kartvizitini -hâlâ kullanır- kapağa yerleştirme fikrime Ersin itiraz etmedi, sağolsun. Bıyığından barkod yapmamıza belki tavır alır diye içimden geçirmiştim, en çok o kısmını sevdi Kurthan Hoca...

Birgül Ayman Güler Hoca, güncel ve kapsayıcı bir sunuşla kitaba destek verdi, minnettarım. Bu sunuşu, tek başına bir dersin genel çerçevesini verebilecek iç bütünlüğe sahip... Kitabı hatırda tutarak onun bağlamını ve tarihselliğini bugüne "sündüren" nitelikte az sunuşa rastlanan yayın dünyasında, hocanın bu yazısının özgün değerinin tartışılmasını umuyorum.   


(arka kapak)


 Türkçe’de temel olguların felsefi kuramsal irdelemesini yapan yayın sayısı sınırlıdır. Yönetim, bu sınırlı sayıdaki etkileyici çalışmalardan biridir.

Yönetim, yönetim olgusu ve düşüncesinin toplumsal içeriğe sahip olduğunu, bunun ancak maddi ve teknik temellere bakılarak açıklanabileceğini savunur. Böylece, kitap Türkçe yönetim alanyazınına, tarihsel maddeci bakış açısının örneği olarak yerleşir.

Yönetim, yönetimi özü bakımından tanımlar: Yönetim, her biri birbirinden zorunlu olarak doğan “işbölümü – otorite – hiyerarşi” ilişkilerinin bağıntısıdır. Farklı tarihsel tipleri, özgün bağıntılar temelinde belirleyebileceğimizi ileri sürer. Bunlardan çağımıza ait olan ikisini, “bürokrasi” ile “dev tekeller” tiplerini irdeleyerek savını somutlar.

Kitap, 20. yüzyılda yönetim düşüncesine egemen olmuş bulunan “örgüt yaklaşımı” ve “süreç yaklaşımı” açıklamalarını görüş alanına çeker; bunları tanıtmakla yetinmez, maddi ve teknik temelleri ile ilişkilerini kurarak eleştirme işleminden geçirir.

Prof. Dr. Kurthan FİŞEK’in ilk olarak 1975 yılında yayınlanmış olan bu kitabı, yönetim olgusu ile uğraşanlar için klasik değere ve öğrenciler için temel niteliğe sahip bir çalışmadır.








"Yakupyan Apartmanı", yeniden...

Alâ El Asvani, çev. Avi Pardo, Merkez Kitap, 2008.

Mısır’ın toplumsal gerçekçi yazarlarından Alâ El Asvani’nin romanı,90’lı yılların Mısır’ında, 1950’li ve 60’lı yıllarda geçerli olan Arap milliyetçiliğinin çoktan geride kaldığı, siyasal İslam’ın filizlendiği bir dönemde geçer. Her sınıftan ve çeşitten insanın yaşadığı, geçmişin görkeminin izlerini yitirmekte olan Yakupyan Apartmanı, bir anlamda farklı kültürlerin bir arada barındığı Kahire’nin ve Mısır’ın geçirdiği değişimin simgesidir. Masumu ve günahkârıyla, dolandırıcısı ve teröristiyle, kadını ve erkeğiyle kitaptaki karakterler modern Mısır’ın farklı yönlerini, değişen değerlerini olağanüstü bir gerçeklikle canlandırmışlardır.

Alâ El Asvani’nin romanı 2002 yılında yayımlandığında ülkesinde büyük tartışmalara yol açtı, o günden beri dünyada en çok okunan, en çok dile çevrilen Arap romanı oldu. Beyazperdeye de uyarlanan "Yakupyan Apartmanı", 2006 yılı Oscar Ödülleri’nde en iyi yabancı film adayları arasında seçildi.

Türkçe baskısıyla birlikte 2008'de "Doğudan" dergisi yayın kurulunda birkaç hafta tartıştığımız bu roman, bizi çok etkilemişti. Bir arkadaşımız da kitabın ayrıntılı incelemesini yazmıştı. Şimdi, Mısır'da halkın bu olağanüstü isyanı sırasında romanı yeniden okumakta, filmini izlemekte ve Doğu'nun alışıldık sınıflandırılmalarına tüm içtenliğimizle direnmekte yarar var...