Ara

Şahin Alpay'ın Steril Mülkiyesi












Şahin Alpay’ın aşağıda sunduğum “Herkül Millas'ın düşündürdükleri” (Zaman, 30 Eylül) başlıklı yazısına naçizane eleştirimdir.



Şahin Alpay, malum eski devrimcilerden. .. TİP'te Aren-Boran ikilisinin teorik duruşlarına başından beri karşı çıkmış ve Türk Solu çevresinde Mahir Çayan'la saf tutmuş bir isim.


Bu ara Alpay'ın Türk Solu'nda Cengiz Çandar ve Mahir Çayan'la fikirdaşlık yaptığı dönemdeki yazılarını okuyorum.

Ne günlermiş!..


Haftasonları da Çandar'la birlikte hazırladıkları "Küresel Bakış" programını izliyorum, Radikal ve Zaman'daki köşe yazılarını okuyorum.

Ne günler!..

Çandar ve Alpay'ın, bir 'çocukluk hastalığı' olarak gördükleri Marksizme laf arasında kondomsuz geçirmelerine şahit oluyorum. Bırakın liberal parlamenter demokrasiyi, zamanında parlamenter kazanımlarla sosyalizmi kurma iddiasındaki TİP'e bile tahammül edemeyen Çandar-Alpay ikilisinin değişimi, hem yazılarıyla hem de TRT'deki performansları yla parmak ısırtıyor.

Çandar, geçen haftaki tv programını biraz erkene aldırmış, çünkü cumhurbaşkanının sınırlı sayıda gazeteciyi kabul ettiği New York uçağına yetişmesi gerekiyormuş... Dönüş yazısı ise bu yakınlığı özetleyecek türden: "Central Park’ta yürüyoruz. Ortada Abdullah Gül, sol yanında ben, sağ yanında Mehmet Altan..." (Radikal, 23.09.2008)

Şahin Alpay'ın aşağıda sunduğum yazısı, Herkül Millas'tan yola çıkarak, demokrasinin bir yaşam biçimi olduğunu gösteriyor. Demokrasi kültürümüzün temellerinin okuduğumuz okullara da bağlı olduğunu savunuyor.

Alpay'ın derdini paylaşıyorum, ancak meramını anlatırken geçmişine sırtını bu kadar dönmesini, 'o günler'i 'tukaka' ilan etmesini yadırgıyorum.

Alpay, tüm yaşananları "Biz de geçtik bu yollardan"a indirgiyor.. . Siyasal terbiyesinin, hoşgörüsünün köklerini Robert'e ve Mülkiye'ye bağlıyor, sol kuşak içinde yazıp çizdikleri bu arada kaynayıp gidiyor. "Farklı olsak da beraberiz, biz bize benzeriz" tarzı "organik cemaatçi" Mülkiye havasının mezunlarına verdiği terbiye:


"Ne taraftan olursan ol, saygılı ol..."


Eee, tamam ama bir dönem savunulmuş ideolojiler bu şiarın neresinde duruyor? Geçmişinizin hesabından Mülkiyelik hoşgörüsüne sığınarak mı kurtulacaksınız? Mülkiye'nin o dönemdeki siyasal duruşunu nasıl kodlayacaksınız?

Siyasal'ın siyasal yanı olmadan, salt hoşgörü kültürüyle hatırlanması onun toplumsal işlevini köreltmedi mi? Bizatihi bu tavır Mülkiye'yi 4 Aralık toplantılarında tekrarlanan "Yetiştik çünkü biz..." nakaratlarına sıkıştırmadı mı?...

"Yaşandı ve bitti, şimdi gerçekleri görüyoruz... Bugünkü demokrasi anlayışımızın temelini bize katan meğerse okullarımızmış" diyerek geçmişinizdeki 'güzel' yanları ayıklayacaksını z, her yaşanmışlığı Mülkiye cemaatçiliğinin parantezine alacaksınız, ama iş, değişiminizin nedenlerini ortaya sermeye gelince duraksayacaksı nız... Türk Solu'ndaki yazılarınızı size yazdırabilen Mülkiye'nin siyasal tavrı, eski eylemciliği(niz) ayrı kaba, bugünkü hoşgörü anlayışınıza kök salan Robertlilik ve Mülkiyelilik ruhunuz ayrı kaba...


Öyleyse, can alıcı soru şu olabilir:


-Siyasal, siyasal duruşunu bu tip "hoşgörü ve demokrasi aşılayan yuva" söylemlerine terk ettiği anda mı bir "yüksek lise" olmaya başladı?..


Alpay'ın yaptığı bana bu yüzden biraz “steril bir demokrasi, hoşgörü ve Mülkiye” okuması gibi geliyor...




Herkül Millas'ın düşündürdükleri



Şahin ALPAY




Dostum Herkül Millas'ın "Boğaziçi Üniversitesi ve reflekslerimiz" (Zaman, 27 Eylül) başlıklı yazısı, bütün yazıları gibi, çok dikkate değerdi.

Herkül, bu yazısında, özetle şunları söylüyordu: Hepimiz şu veya bu ölçüde çevremizin, özellikle de okuduğumuz okulların ürünüyüz. Beni ben yapan, Robert Kolej'de (yüksek kısmı sonra Boğaziçi Üniversitesi oldu) aldığım eğitimdir. Bu okulda eğitildiğim için, doğru ya da yanlış, görüşümü çekinmeden söylemek benim için bir reflekse dönüştü; bu sayede farklı görüşlere her zaman açık oldum. Demokrasi, bir yaşam ve davranış biçimidir. Farklı düşünen ve davrananlara yasaklar koymaya kalkarsanız, egemenliğin halka ait ve özgürlüğün bir erdem olduğunu biliyor olmanızın hiçbir kıymeti yoktur. Medeniyet dediğimiz şey özünde farklılığa saygı ve hoşgörüdür...



Herkül, buradan kalkarak, Boğaziçi Üniversitesi' nin yeni rektörünü, okulun bütün geleneklerini hiçe sayarak, kurallar bunu gerektiriyor diyerek, kız öğrencileri başörtülerini çıkarmaya zorladığı için istifa etmeye çağırıyordu. Yeni rektör istifa etmedi ama gördüğü yaygın tepki üzerine öğrencilerin başörtüleriyle derslere devam etmelerini engellemeye son verdi. Ne var ki, bu insan haklarına, demokrasiye ve uygarlığa karşı yasak, yasalar değil ama yüksek yargı organları böyle diyor diye üniversitelerimizin büyük çoğunluğunda uygulanmaya maalesef devam ediyor. Türkiye özgürlükçü bir demokrasi, uygar bir ülke olma iddiasını sürdürecek ise bu yasağı kaldırmak zorunda. Bunun çok geçmeden gerçekleşeceğine inanıyorum.



Evet, eğer söz konusu yasak bunca yıllık demokrasi tecrübesine rağmen sürüyor ise bu sadece yüksek yargı organları kararlarının değil, ne yazık ki ailelerde, okullarda verilen eğitimden, genel kültürden beslenen farklılığa saygısız, hoşgörüsüz zihniyetin bir sonucu. Genel olarak okullarımızın, eğitim sistemimizin öğrencilere Robert Kolej'in Herkül Millas'a kazandırdığı refleksleri kazandırmadığı muhakkak.

Herkül'ün söyledikleri beni kendi eğitimim üzerine düşünmeye de sevk etti. Ben onun gibi "hazırlık sınıfından üniversiteye Robert Kolejli" değilim. Hazırlık sınıflarını ve ortaokulu, 1971'de kapanan İngiliz Erkek Lisesi'nde, sadece liseyi Robert Kolej'de, üniversiteyi ise Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, yani Mülkiye'de okudum. Robert Kolej'den Mülkiye'ye, İstanbul'dan Ankara'ya taşınma ciddi bir çevre değişikliğiydi. Ama yalnız İstanbul'daki okullarımdan değil, ailemden de aldığım hayli liberal değerlerle, Mülkiye'deki ilk yıllarda da soru sormayı, eleştirel bakmayı, araştırmayı, farklı fikirleri sınamayı, görünenin arkasındaki gerçeği aramayı sürdürmedim değil. Eleştirel düşünceyi telkin ve teşvik eden hocalar da yok değildi.

Ama bir süre sonra ne olduysa oldu... Robert Kolej'den gelenler dahil çoğu arkadaşlarım ve ben, mutlak doğruların keşfine yöneldik. Bu bizi sonunda "Küçük kırmızı kitabı oku, yeter" noktasına kadar götürdü. Robert Kolej'den gelmek, hiçbir şekilde ağır bir dogmatizme saplanmaya engel olmadı. Bunda o günlere damgasını vuran, "zamanın ruhu"nu çalmış olan otoriter ya da totaliter ideolojilerin bombardımanı altında kalmamızın büyük rolü olduğu muhakkaktı. Evet, çoğumuz zamanla söz konusu ideolojilerin tutsaklığından kurtulmayı başaracaktık, ama bu hiç de kolay olmayacaktı.



Demek istediğim, sadece okulların ürünü değiliz. Sadece okulların ürünü olmadığımız gibi, aynı okullar farklı kimselere farklı refleksler verebiliyor. Robert Kolej mezunları arasında bugün tanık olduğum, liberal eğilimlilerle otoriter Kemalist eğilimliler arasındaki bölünme hayret verici ölçüde derin. Yine de bugün dünden çok farklı. Bugün otoriter zihniyetin karşısında duran demokratik zihniyet, giderek yayılıyor ve güçleniyor. Giderek globalleşen dünyamızda otoriter ve totaliter ideolojilerin hakimiyeti hayli geride kaldı. "Geri dönüş kesinlikle olmaz" denemez elbette, ama edinilen tecrübelerin bir kenara bırakılacağını hiç sanmıyorum. Onun için geleceğe dair temkinli iyimserim.

geç gelen sefa...

















Stelios Kazantzidis’in Türkçe şarkılardan oluşan Ta Tragoudia Tis Anatolis / Anadolu Şarkıları albümü, Yunanistan’daki ilk yayınlanışından 48 yıl sonra Türkiye’de.

Hamiyet Yüceses’ten sonra Makber‘i ilk kez yorumlayan, etkileyici ve hüzün yüklü sesiyle Zeki Müren’i bile ağlatan Kazantzidis’in albümünde yer alan şarkılar ise şunlar:
Yesari Asım Arsoy’un ölümsüz eserleri Ümitlerin Hep Kırıldı ve Bekledim de Gelmedin, anonim İstanbul türküleri Çadırımın Üstüne Şıp Dedi Damladı ve Oğlan Oğlan Kalk Gidelim, anonim Anadolu türküleri Hani Benim Elli Dirhem Pastırmam, Kasap Nisak ve Asmaların Dalına;
anonim Rumeli türküleri Pınarda Buldum Seni, İndim Havuz Başına ve Alim,
anonim Karadeniz türküsü Hamsi Koydum Tavaya.

Bitmedi, iki de enstrümantal eser var:
Aptaliko Zeybeği ve Ayvalık Zeybeği. Albümdeki dört eseri Lena Stabouli ve Thodoros Dermitzoglou’nun yorumladığını da belirtelim.
Thodoros Dermitzoglou, Kasap Nisak ve Asmaların Dalına‘yı, Lena Stabouli ise Ümitlerim Hep Kırıldı ve İndim Havuz Başına‘yı söylüyorlar.

Sadece Yunanistan’da değil Türkiye’de de çok sevilen hatta bir dönem İstanbul’da direksiyon sallamış taksi ve dolmuş şoförlerinin şarkılarını en çok dinledikleri isim olan Stelios Kazantzidis’in Türkiyeli dinleyicilere yeni bir merhabası diyebiliriz bu albüme.

Dinlene...

Dübeşe Dua…
















Kıvanç’a…


gelirdi zaten, ne aksilik olabilirdi ki!
gelemedi… (1) Olsun…

gelsin’di artık,
gelmeliydi,
gelecekti her şey onunla sanki,
gelesi gelmemişti uçak kapısında… (2) Olamaaaz…

“gelmeliydim” dedi
“gelseydi keşke” dedik notunu okurken
“gelmiştim aslında, oradaydım” dedi… (3) Olsaydı…

“gelecek gibiyim” dedi ağlamaklı…
“geliyoruz” dedi babası önce davranarak
“gelin” dedi Mehmet Ali mektubunda
“gelsinler” demişti doktoru ailesine
gelmişler, haber verdi dün bana…
gelmeyecek misin artık, yoksa hepimiz sana mı gelelim?.. (4) Olsun artık…

“geleyim mi?” diye sordu bugün…
“gelmesen kabahat” diye sıvadım bi güzel…
geleyazarken son kez demek lazım sana,
geliver de sevimli olsun artık pazartesiler… Oluver…

Uğurlu sayım 5,
bu sefer de
gel’e atmayalım…
gel de marstan kurtulalım! (5) Ol…




29 Eylül’e ısmarlanmıştır.

En Uzak Yer


"Ben ve Kaminski" romanıyla Türkiye okurunu selamlayan Kehlmann, "En Uzak Yer"de bu kez iç sarsıntılar geçiren bireylerin dünyasına dalıyor.



Çevresinden uzaklaşmak isteyen bir adamın kaza sonucu ortadan kaybolmasını fırsat bilerek yeni bir hayata başlamaya çalışması, onun için kurtuluş sayılabilir mi?

İnsan, eski çevresine izini kaybettirdiği anda tüm dertlerinden kurtulabilir mi?
Yeni bir hayata başlamak için, eskisine sünger çekmek yeterli oluyor mu?..

Gitmek, terk etmek demek değildir...
Gitmek, sadece bir kaçıştır, kendiniz dahil her şeyi peşinizden sürüklersiniz,sadece mekânlar değişir...
Gitmek, olsa olsa terk edemeyeceğinizi bildiğinizi kendinize itiraf etmenizdir... Herkese yalan söyleyebilseniz de içinizde size inanmadığını anlatan bir 'siz' hep bulunur...
İçiniz, annenizdir; her şeyi sezer ama sizi kırmamak için sessizce yutmuş numarası yapar...

Gece...


Sıkıcı bir işin ortasındayım...
gözümü dinlendireyim,
sayfalara 'gör'ev icabı değil de zevkü sefa için bakınayım istedim.
Dinlenmek için okumak...
Şarapçının tövbesi biraymış...

Rafta yan yatmış "Üvercinka"ya tekrar uzanıverdim.
Elimdeki özel baskısı, sayılı basılmış. Numaram "858"...
İnternette kitabın 1958'deki ilk basımının ilanını buldum.
Nereden nereye!...

Bir haftadır masa lambasız çalışıyorum, gözüme bi şeyler batıyor, nedeni alerjiymiş. Fazla yormama ihtarı aldım, damla verdi doktor...
sıkıla pıkıla onu sıkınıyorum,
sabahları hafif pembe renkli ve şişmiş bir gözle uyanmak hoşuma gitmiyor
ama bi süre bu kıymalı pide tonundaki gözlere katlanacağız artık...

Liseden hatırladığım şu dizeler her okuduğumda farklı koyuyor bana...
Birkaç aydır anlamları daha ilginç işliyor içime...


(...)
Şurda da etin çoğalıyordu dokundukça lâfların
dünyaların
Öyle düzeltici öyle yerine getiriciydi sevmek
Ki Karaköy köprüsüne yağmur yağarken
Bıraksalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti
Çünkü iki kişiydik

Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git
Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.
Oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin
Oysa Allah bilir bugün iyi uyanmıştık
Sevgideydi ilk açılışı gözlerimizin sırf onaydı
Bir kuş konmuş parmaklarıma uzun uzun ötmüştü
Bir sevişmek gelmiş bir daha gitmemişti
Yoktu dünlerde evelsi günlerdeki yoksulluğumuz
Sanki hiç olmamıştı


Oysa bir bardak su yetiyordu saçlarını ıslatmaya
Bir dilim ekmeğin bir iki zeytinin başındaydı doymamız
Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu
İki kere öpeyim desem üçün boynu bükük
Yüzünün bitip vücudunun başladığı yerde
Memelerin vardı memelerin kahramandı sonra
Sonrası iyilik güzellik...


Bak bende yalan yok vallahi billahi
Sen o kadar güzelsin ki artık o kadar olur...

Cemal Süreya, Üvercinka, 1954.

İki kişi










“Sen iki kişisin” diyorum ona. “Sen ve diğeri.” “Sen de iki kişisin” diyor.
“Diğeri geldiğinde beni senden uzaklaştırıyor” diyorum.
“Senin diğerin de beni senden uzaklaştırıyor” diyor.
“Benim diğerim senin diğerin geldiğinde ortaya çıkıyor. Senin diğerin gelmese benim diğerim ortaya çıkmayacak” diyorum.
Susuyor. Düşünüyor. Muhakkak bir şey söyleyecek. Son sözü söyleyen hep o olsun ister.
Mutfak çekmecesindeki iki kaşık gibi yatıyoruz. Başım başına dayalı. Saçları burnumu gıdıklıyor. Sol göğsü sağ avucumun içinde. Bazen elimi oradan çekip karnına götürüyorum. Karnının yumuşaklığına dokunmak hoşuma gidiyor. Küçük bir göbeği var. Hatırlayamadığım bir şeyi hatırlatacak gibi. Sonra avucumu kalçasına dayıyorum.
Uyumaya çalışıyorum ama uyuyamıyorum. Beş dakika uyumak bile bana iyi gelecek, biliyorum. Ama uyku benden kaçıyor. Bilerek kaçıyor sanki. İsteyerek. Vereceği dinlenmeden domuzluk olsun diye mahrum bırakarak.
Uyumadığımın farkında. Uyumaya başladığımı ellerimin titremesinden anlıyormuş.
Birbirimizi anladık mı? Ben ona ne dedim? O bana ne dedi?
Perdeleri çekik, loş odada sevişme sona erince sesleri yeniden duymaya başlarsın. Kedinin tuvalette bir şeylerle oynadığını. Sokaktan geçen bir aracın kornasını. Martıları. Bir yerlerde pencereden seslenen ama ne dediği anlaşılmayan kadının sesini. Üst kattaki tıkırtıyı.
Uzanıp yatak kenarındaki komodinin üstünden klimanın uzaktan kumandasını alıyorum ve düğmeye basıyorum. Bir şey olmuyor.
“Ters tutuyorsun” diyor.
Doğru tutarak düğmeye basınca klima derin bir nefes alıp mesaiye başlıyor, diğer sesleri uzaklaştırarak.
Konuşurken mi daha iyi anlıyoruz birbirimizi, susarken mi?
Kelimeler nasıl icat oldu? Herhangi bir kelimeyi ilk kim, nerede konuştu?
Kelimeler yalan söylemek için mükemmel ama doğru söylemek için yetersiz. Kelimeler siperde yatmaya uygun, ortada dolaşmaya değil.
Uykunun faydası burada belki. Kelimelerden uzaklaştırıyor insanı. Aklı kelimelerden boşaltıyor. Dinlenmek bu kelimelerin meydana getirdiği boşlukta meydana geliyor.
Vücudumuz dilimizden daha iyi biliyor konuşmasını. Vücut dilinin dağarcığında daha az şey var ama bunlar daha açık ve kesin. Gözler konuşuyor. El bir yere dokununca verdiği mesajın ne olduğunu anlamamak imkânsız.
Anlaşmak için kelimelere ihtiyaç yok aslında. Anlaşmamak için ise var.
“Benim diğerim, sana karşı korunmam gerektiğini düşündüğümde çıkıyor ortaya” diyor.
Söylemiştim. Son sözü söyleyecek diye. Karşılık olarak bir şey söylemek istemiyorum. Birinin son sözü söyleyebilmesi için birinin susması lazım.
Aslında iki kişiden de çokuz, hem o, hem ben, hem herkes. Sanki kişilik -o ne ise- birçok odası olan bir saray. Ne zaman hangi odasından hangi “ben”in çıkacağını bazen ben bile bilmiyorum.
Bu konuyu daha sonra konuşuruz belki. Veya konuşmayız.
“Acıkmaya başladık mı?” diye soruyorum.
“Ehh” diyor.
“Sahilde yürüyüp her zamanki lokantamıza gidelim mi?”
“Olur” diyor.
Bir süre daha yerimizden kıpırdamıyoruz. Bostandaki karpuzlar gibi, ikiye bölünmeden önce, bir süre daha, bütün olmanın tadını tatmak istiyoruz, o da, ben de. Bu konuda bir fikir ayrılığı yok. O ve ben varız şimdi. Diğerleri yok.

Metin Münir

Modern Türkiye'nin Şifresi


Bu ara Fuat Dündar'ın İttihat ve Terakki'nin Anadolu'daki iskân politikalarında teknoloji ve mühendislik ilmini siyasetle birleştirdiklerini savunan, telgrafı da bu siyasetin işlemesinde en kilit araç olarak gören ("Modern Türkiye'nin Şifresi: İttihat ve Terakki'nin Etnisite Mühendisliği (1913-1918)" , İletişim, 2008, 536 s.) kitabını okuyorum.

Yayın, soykırım tartışmalarına girmeden, iskan kanunu'na uzanan süreci ayrıntılarıyla inceliyor. Derdi, resmi söylemin soykırım tartışmalarında kullandığı resmi belge ve yazışmaların aksine, bu tehcire yol açan sürecin sadece 1915'e odaklanılarak incelenemeyeceği; tersine İttihatçıların özellikle mühendis ve tıpçı kanadına hâkim olan eğilimin Anadolu'da telgraf haberleşmesini gizli yollardan kullanarak -resmi belgelerde yansıtılanın aksine- coğrafyada ciddi bir etnik türdeşleştirmenin projesini hazırladıkları. .. Bu bağlamda, Ahmed Rıza, Akçura, Gökalp ve Goltz Paşa'yı yeni bir okumadan geçiriyor, tarihyazımına "vatan ve millet" kavrayışı üzerinden de yaklaşmaya çabalıyor. Sosyal Darwinizme (Osmanlı aydınları üzerine bir inceleme için bkz. "Osmanlı Aydınları ve Sosyal Darwinizim", İstanbul Bilgi Üniv., 2006), istatistiklerin bir toplumu kurma ve yönetme aracı olarak kullanılmasına varan bu sistematik projenin, İstanbul'dan geniş bir coğrafyaya telgraflarla yayıldığına işaret ediyor Dündar. Resmi söylem, daha çok arşivlerdeki kurumlararası yazışmalara odaklanıp buradan sonuçlar çıkartırken Dündar, İttihatçıların kendi aralarındaki kişisel yazışmalarda bu etnik türdeşleştirmelerin temelini bulma ihtimalini sorguluyor. Telgrafın Anadolu'da savaş döneminde sadece savunma amaçlı değil, ilerleyen dönemlerde etnik bir türdeşleştirme işlevi taşıdığı yargısı yazarda egemen görüş... "Ayrışmış, pek kaynaşmamış, kaynaşacaksa bile hangi etnik grubun nerede ikamet edeceği oransal olarak düzenlenmişti. Sanıldığının aksine, dini cemaat temelli iskânlar olmadı, etnisiteye bakıldı" diyor yazar.

Haritalarla, telgraflarla ve anılarla desteklenen bu yargı, İttihatçıların kişisel bağlantılarını yeni bir toplum mühendisliği için kullandıkları biçiminde yorumlanabilir mi? Anadolu'da telgraf ağlarının bu kadar yaygın olduğu söylenebilir mi? Yazarın İttihatçılara yüklediği bu anlam (pozitivist yöntemi bir toplumun belli kurallar etrafında ve ancak matematik ve istatistiğin yordamıyla kurulabileceği fikri) acaba saraydan nasıl bir tepkiyle karşılaşmıştı? Saray, İttihatçıların etnik temelli toplum yaratma idealine nasıl baktı? "Anılar ve günlükler, İttihatçıların gerçek niyetlerini anlamamıza yardımcı mı yoksa tüm bu gelişmeleri görmemizi engeller mi? Bu vb. yanıtları yakalamak için okumaya devam ediyorum...

Hani...


Yıllarca, senin bir ülkü, bir uzak olanak, bir özlem olarak koruduğunu;
o, gerçekleştire, gerçekleştire yürüdü, sana doğru
- sen, o ülküyü güdükleştiren, o olanağı daha da uzaklaştıran,
o özleme hüsran getiren yerlere girip çıkarken;
o, onu saf, arı, dokunulmamış haliyle yaşadı - ve yürüdü...

Şimdi, sana ulaştığını sanmışken - sana "en çok senin olan"ı getirmişken
- gelmişken - , sende bulduğunu sandığı şey aslında bir 'hiç'miş...
bugünden sonra 'her şey' olmaya çalışsan da 'hiç'liğini değiştirebilir misin?

Kişi, en içten, en içteki sesine bile aykırı düşebilir mi?
Düşer'miş', anlıyorsun...

Oruç Aruoba, Hani, s. 42.