Ara

Bir Zamanlar Anadolu’da...




Benim büyük dedem, Keskinli bir bürokrattı. Belki o yüzden Keskin’deki bürokratların kıstırılmış dünyasını anlatan “Bir Zamanlar Anadolu’da” çok tanıdık geldi bana...






Nuri Bilge Ceylan’a “Niye Keskin” diye sordum.


Film için gereken çeşmeleri orada buldukları içinmiş.


Filmin açılışında, bir gece vakti uçsuz bucaksız bozkırı farlarıyla ışıtan üç eski araç görüyoruz.


Komiser, komutan, savcı, doktor ve kurbanını gömdüğü yeri arayan fail; yani suçlularla güçlüler aynı arabada...


Ve araba, bu ikisinin birbirine çok benzediği bir coğrafyada...


Ancak taşrada suç mahallini bulmak zor; her yer öylesine birbirine benziyor ki...


Reşat Nuri Güntekin’in, daha 1936’da “Anadolu Notları”nda yazdığı gibi: “Bu uçsuz bucaksız yolda ne kadar ilerlerseniz dönüp dolaşıp hep aynı yere varıyorsunuz.”

 Her çeşme aynı tepeye, her tepe aynı bozkıra çıkıyor.


Hayata da akseden bıktırıcı bir biteviyelik...


Ceylan’ın ilk kısa filmi “Koza”dan beri anlatageldiği durağanlık, sıradanlık...


* * *


Tanıl Bora’nın derlediği “Taşraya Bakmak” kitabını okumuş olanlara (İletişim, 2005), film çok şey söylemiştir.




 Ceylan’ın fotoğraflarıyla zenginleşen bu kitapta Tanıl, “taşra”nın olumsuz çağrışımlarından örnekler verir:


“Dar ufuklar, kahredici bir yeknesaklık, boğucu bir taassup, iletişim evreninin kısıtlılığı, cemaatlere sıkışmış kısır bir kamu âlemi, yabancı olan her şeyi tuhaf bir bitkiymiş gibi algılayan ‘yabani’ bir hal, vasatlığın hizaya sokucu egemenliği...”


Nurdan Gürbilek, “Yer Değiştiren Gölge”de, (Metis, 1995) bu iklimde yeşeren “taşra sıkıntısı”nı anlatır:


“Evde kalmanın, yaşlı bir anneyle paylaşılmak zorunda olunan bir hayatın, hep aynı yatakta istenmeyen bir kocayla birlikte yatmanın, yük olduğunu bile bile bir ağabeyin evinde yenen yemeklerin, akşamdan akşama görülen sert bir babanın huzurunda uzayıp giden çatal bıçak sesleri eşliğinde, hiç konuşmadan yenen akşam yemeklerinin sıkıntısı...”


 Bu sıkıntıyı bilen, filmdeki elmanın, neden derede öyle dakikalarca yuvarlanıp gittiğini de anlayabilir.


* * *


Ceylan, o hayatın yarım günlük bir kesitinde, taşranın kasvetini, taşralının ruh halini otopsi masasına yatırıyor.


Bir savcıda suçluluk duygusunu, bir doktorda kafese kısılmışlığı, bir komiserde güç gösterisini, bir muhtarda iktidar hissini, bir otopsi görevlisinde hissizleşmeyi anlatıyor.


Bitkin insan suretlerinin ardında sinsi iç çekişmeleri, üstünlük taslamaları, arkadan konuşmaları, suçları örtbas etmeleri, linç kültürünü, umudu yok eden vasatlığı, her öykünün içinde, ama hayatın dışında olan kadınları, coğrafyadan kopmuş, neredeyse huy olmuş taşralılığı sergiliyor.


Koyu bir can sıkıntısının, bodur bir gündelik hayatın ve diri diri gömülmüş insanların mükemmel ve evrensel bir fotoğrafını çekiyor.

 Ama yargılamıyor.


“Güzelim İstanbul’umuzu mahveden taşra” diye dövünmüyor.


İçerden, sahici bir fotoğraf çekiyor.


O fotoğraf ille bunaltıcı değil, arada sıcak ve komik...


İlle nostaljik de değil, arada kötücül, ikiyüzlü, kindar...


* * *


Tabii “bir zamanlar”ın taşrası da “koza”sından çıktı zamanla...


Dedemin taşrasının gözü şehirdeydi.


Bugünün taşrasının zihniyeti şehirde; hatta iktidarda...


O yüzden bu kez mücadele, bu kadar zorlu belki de...



Can Dündar, Milliyet, 29 Eylül










Hiç yorum yok:

Yorum Gönder