Ara
"Fuar"sız Fuar: Tüyap İzlenimleri
“Kitaplar kişiyi çoğaltmaz,
mahremiyeti artırır.”
Abdûlgaffar El-Hayatî
(Ayrıntı Yayınları Katalogundan)
Okay Bensoy
Fuarın son günü…
Yayıncıların birçoğunun kitapçılardan (böyle bir ayrım varsa, kol ve kafa emeğini beraber kullanabilen) daha az kümülatif bilgi yüklü olduğu yine ortada. Yenilerden kendi alanları bile olsa habersizler. Pazarın kurduğu bilinç, eleştirilerinin çapını belirliyor. ‘Çok satan’lara verip veriştirirken kendilerinin o çok satanlardan fazlasını bilmedikleri anlaşılıyor. Eleştirdikleri onları ayakta tutuyor. Küçük yayınevlerinin alana katkısından bihaberler. Hoş, küçükler bu ‘katkı’ için mi varlar, yoksa çarklarını döndürecek ‘motor kitap’ patlatamadıkları için mi yayınlarının ‘nitelikselliğini’ fetişleştiriyorlar, ‘anlam’ın gizine mi sığınıyorlar, bilinmez.
Toplasanız on beş kitap veya on yazar fuarı konuşturuyor. Geçen senenin fırtınalar estiren Metal Fırtına yazarları hemen her gün imza ‘mesaisi’ yapıyor, bu imza ‘haftası’ süresince okurla ‘yüz göz’ oluyor; satış adına sıradanlaşmayı göze alıyor ya da eski popülaritelerini tekrar kazanmak adına yüzlerini ön plana çıkarıyorlar. Hatta kendi kitaplarının fiyatını ve seriden üç kitap alınırsa indirim oranını söyleyip okuru kasaya yönlendiriyorlar. Ötesi var mı? Vural Savaş, Server Tanilli ‘memur’ yazarlardan… Her sabah güne gazeteyle başlıyor, öğle yemeklerini bir köşede yiyor ve okur yolu gözlüyorlar. Boş gözükmemek için kendi kitaplarını karıştırıyorlar. Arada gelen eş dost, üst düzey siyasetçi, bürokrat olmasa halleri harap… Vakit bolluğundan mı, mesai aşkı ve okura hazır ve nâzır bulunma sorumluluğundan mı, yoksa popülarite kaygısından mı oralara kadar üşenmeden geliyorlar, bilemiyorum…
‘Büyük’ler mekân tasarımıyla burnundan kıl aldırmıyor ama birçoğu dışarıdan tutulan satış elemanları kitaba karpuz muamelesi çekebiliyor. Genel yayın yönetmenleri, editörler ortada yok gibi. Yazar satış için, elemanlar ise okurla iletişim kurmak yerine daha çok hırsızlara engel olabilmek için kitaba odaklanınca yayınevleriyle okur arasında kitap merkezli bir bağın kurulması güçleşiyor. Hem kitap piyasasının birkaç kitap ve popüler yazar üzerinden dönmesi hem de güvenlik sorunu, araştırmacı okuru kataloglardan edineceği bilgiyle nasiplenmek durumunda bırakıyor. Fuara özel, nitelikli üretim ve piyasa koşullarında ‘yaratma cesareti’ sergileyen yayınevi nadir. Olabildiğince görsel çarpıcılık, stand ve kapak tasarımlarını makyaj yaptıkça daha da çirkinleştiriyor; sırıttıkça iki dişinin ortasındaki karalık beliren, koca yolu gözleyen geline çeviriyor. Tema, Akdeniz ancak Türkiye’yi içeriden anlama çabası güden yayın bile çok az. Bazı konferanslarda ve açık oturumlarda bu yara kapatılıyor. Bu açıdan Metis’i fuara yetiştirdiği Braudel çevirisinden ve Harem ve Kuzenler, Gecikmiş Modernlik, Elif Şafak, Murathan Mungan söyleşilerinden ötürü kutlamalıyım. Çok satanların birçoğunda rastlanan sözcük fakirliğine ve hap bilgi verme kaygısıyla kurulan kısa cümlelere ‘Klasikler neden okunmalı?’ başlıklı açık oturumda Tahsin Yücel, Seçkin Selvi ve Nükhet Güz tok sesle cevap verdiler. Hem de yukarıda bahsetmeye çalıştığım gibi, ‘varlığını çok satanların eleştirisi’ne borçlu olan ‘eleştiri’nin ötesinde, ‘çok satanlar’ın adını anmadan klasik’in ‘anlamı’nı açtılar.
Kimisi geçmişe duyduğu özlemi bugün tarih yoluyla yeniden diriltecek, ‘mukaddesatçı reenkarnasyon’unu pekiştirecek tarih kitap setlerini bir pazarcının domates sergisi gibi özenle üst üste yığıyor, fiyatı düşürüp imza günü düzenliyor. Kimisi ise zaten yıllardır aynı ‘duygusallık’la belli bir kuşağın gönlünü bir o yana bir bu yana savuran isimleri ‘yeniden’ şişiriyor. Klasik eser basmak ve kısaltılmış çevirilerle işi daha ucuza getirip okulların ilgisini çekmek, özellikle ilköğretim ve liselerin haftaiçi ziyaretlerinde yayıncıları sevindiriyor. Ne var ki, hediye şapka, ayraç, balon, bez poşet bolluğunda çocuklar kitabı ikinci planda düşünüyor ya da öğretmenlerince verilen listenin dışına pek çıkılamıyor. Bu da ‘aranan’ın bulunması ve ‘listenin tamam edilmesi’ için yayınevi standlarının ‘danışma’ya dönüşmesine neden oluyor. Hediye, mekân ve poşet tasarımı, dil dökme gibi etkili satış yöntemleri yayının önüne geçiyor. Hayatı bürokratik, çocukları da oradan oraya taşınabilecek bir nesne gibi gören “milli eğitim” aklımız, saat 11’de açılan fuardan bir saat önce öğrencileri fuar kapısına asker gibi diziyor. Kumanyaları ellerine tutuşturulan çocuklar, kapıların açılmasıyla beraber bağrışarak salona koşmaya başlıyorlar. Bu koşuşturmayı çocuk kitaplığı oturmuş yayınevlerinden gözleri gülerek ve bir yandan da ellerini ovuşturarak izleyenler takip ediyor. 100 Temel Eser’in değişen içeriği dışında ilköğretim hoca ve öğrencilerine yeni açılımlar pek sunulmuyor, belki de MEB çemberi, farklılığı ve yeniliği bir arada hedefleyen yayınevlerini içine alacak denli geniş değil.
Yemek faslında kitapla aynı standda yenen kebabın flörtü görülmeye değer. Binlerce çalışana yetecek kadar geniş bir yemek hizmetini sunamayan fuar işletmesi, ‘alo paket’e el açtırıyor. Bir şeyler atıştıran ama müşterisine soğan kokmamaya çalışan görevliler, dişleri yeni çekilmişlerin elini ağzına çekinircesine siper etmesine benzer kareler oluşturuyor. Müşteri kaçırmama adına iki ay önce piyasaya çıkıp da alıcı bulamayan yayınlar iyiden iyiye fiyatlarını aşağı çekiyor. Ne var ki, bir yayıncının işaret ettiği gibi, geçen senelerden farklı olarak fiyatın düşmesinin ötesinde, okurlar artık ucuzluğa değil, genelde popüler kitaba odaklanıyorlar. Aslında fuar, on ya da on beş kitabın üzerinde dönse de bana bir başka gerçeği fısıldadı: Kıyıda köşede kalmış ya da yeni diye sunulmuş, fuar temasıyla uyum da taşıyabilen ürünlerin pazarı olması gereken fuar, kendi tanımına aykırı biçimde, bu türde fazla takipçi bulamadı. Elde listelerle dolaşan okur, televizyon merkezli –dizileşen romanlar, tartışma programlarında tanıtılan kitaplar- bir ‘fuar’a imza attı. Diziler, evlerde siyaset’in konuşulmasına, babaların oğullarına siyasi içerikli kitapları daha rahat almasına ortam hazırladı. Televizyon, ne kadar kötülesek de, yakın dönem siyasi hayatını evlerde ‘makul bir hatırlanabilirlik, konuşulabilirlik’ parantezine aldı. Bu diziler, yakın dönem popüler tarih kitaplarının birçoğunun satışını da artırdı. Televizyonda tanıtılmayan, meşhurların elinde dolaşmayan, söyleşisi yapılmayan, köşelerde adı anılmayan yayına pek de “el sürülmedi”. “El ile kitabın teması”nı kesen bu yeni dönüşüm, fuarın tanımını değiştirdi. Kitabın dışında gibi görülen dijital görsellik olarak televizyon, aslında kitabın ömrünü biçti. Televizyonda görülen ve bir köşeye adı ‘not edilen’, ancak bu sayede yazıya dökülen fakat “kitap” olduğu için değil, televizyonda göze çarptığı için fuarda “bakılan, göz atılan” nesne olarak kitap, anlam değiştirdi; ekranın kuması haline geldi, göz’ün değer kayması fuar’ın anlamını belirledi. Nitelikli okur sayısının düşmesinden yakınan yayıncılar, acaba televizyonun bu etkileyici gücü olmasaydı bu kadar okuru bile çekebilecekler miydi? Bir özeleştiri getirmekten yoksun duran ve yayın içerikleriyle piyasayı gün geçtikçe içine buyur eden yayın dünyası, televizyonun kitabı bu kadar yönetmesinde hiç mi sorumluluk sahibi değil? Hem televizyonda her çıkanın ertesi gün kitapçılarda sorulması ile başlayan yeniden baskı ve sipariş telaşı, hem de hap bilgi verme kaygısıyla kitap’ın değerinin düşürülmesi; onun insanları her tür gündelik tehlikeye karşı hazır tutacak bir nevi ‘cephane’ ya da ‘c vitamini’ niyetine sunulması yayın dünyasının ettiğini bulması değil mi? Ya da bunların dışında kalsa bile belli yazarları ön plana çıkartmakta ısrar ederek yeni çalışmaları ıskalayabilen yayıncılar hata paylarını hiç sorgulamayacaklar mı?
Metis, Can, İstanbul Bilgi Üniversitesi’ni başarılı; Doğan Kitap ve Yapı Kredi’yi mekânı yayını gölgede bırakacak biçimde tasarladıkları için zayıf buldum. Ne var ki Can Yayınları Nobel Ödüllü Doris Lessing için ayrı bir düzenlemeye gidebilirdi. Ayrıntı, kitlesini genişletmek varken çapında yüzmeye devam ediyor fakat yüksek tuttuğu fiyat politikasına rağmen piyasanın popüler yayınlarına tuş olmayan çok nitelikli çalışmalara imza atıyor. İletişim’in ‘emek-yoğun’ armağan kitaplar dizisi sürüyor, ‘Porof. Zihni Sinir’ de kafa karıştırmaya birebir. Merkez Kitaplar, diğer yayınevlerinden kopan bazı yazarları ve Naipaul gibi Nobel Ödüllü bir yazarı, ‘Esrarengiz Kitaplar’ dizisini bünyesine katıp ‘piyasa mı, nitelik mi?’ kıskacında durduğunu bilerek –bastıkları Guantanamo anıları bu sancının bir örneği sayılabilir- hoş kapak tasarımlarıyla yoluna devam ediyor. Sosyal bilimler, Türkiye Tarihi, anı-söyleşi dizilerine ağırlık verebilirlerse daha ilgi çekici olabilirler. Geçen seneden beri otuzun üstünde yayınıyla ciddi atılım kaydeden ve sol yayıncılık adına klasik eserlerle güncel Marksist tartışmalara ev sahipliği yapan Yordam, fuara yakın dönemde çıkarttığı yayınlarla derinden ve emin adımlarla ilerliyor. İş Bankası, geç Osmanlı ve erken cumhuriyet dönemine ilişkin anı dizilerinin devamını getirdi, sahaflarda aranan birçok kaynağa ulaşma şansımızı artırdı, Hasan Âli Yücel çeviri dizisine eklemeler yaptı, ‘Nehir Söyleşi’ dizisine en son Doğan Kuban kitabı ile ‘durmak yok’ dedi. Yapı Kredi’nin son dönemde şiir raflarını besleyen çalışmalarını beğeniyle takip ediyordum, fuarda da bu alanda ciddi fark yarattığını kanıtladı. Büyük Doğu’nun Necip Fazıl derlemelerinde epeyce ilerlediğinin, Büyük Doğu’da yayımlanmış makalelerinin hacimli bir derlemesini hazırladığının haberini aldım. Agora, ‘bilimsel değini’ tadındaki söyleşi dizilerinde yakaladığı başarıyı en son Ömer Marda ile taçlandırmış ve çevre sorunlarına eğilim göstermişti. Fuara da bu söyleşileri ve aylık kitap dergisi Mesele’yi öne çıkartarak hazırlanmış. Agora ile aynı standda boy gösteren Versus’un önemli derlemesi Sosyalizmin Milliyetçilikle İmtihanı ve Marksizmin Marksist Eleştirisi ne yazık ki ‘hareket görmediğinden’ raflarda boynu bükük duruyordu. Fuar öncesi dönemin en iyi çeviri biyografilerinden birisi olan Kalkedon yayını Parvus Efendi’yi konu edinmiş Devrim Taciri’ni Türkiye’de modernleşmenin tarihsel materyalist kaynaklarına inmek isteyenlere öneririm… Öykü dergisinde yakaladığı başarıyı kitapta da göstermeye başlayan Notos, mütevazı standı ve başarılı kapak çalışmalarıyla -Proust, Okuma Üzerine’nin çevirisindeki akıcılığa değil ama kapak tasarımına soru işareti koyarak- ilgimi çekti. Timaş, gerçekten ciddi tahlil edilmeli, analiz’in olası soğuk ve önyargılı, tepeden bakışından kaçarak içeriden bir okuma gerçekleştirilebilmeli. Yayın içeriği, Mesnevî’deki fiyat politikasıyla piyasada aynı eserin çevirilerini bir nebze soluksuz bırakan ve bu sayede daha fazla kesime açılmasını sağlayan kampanyası, İlber Ortaylı ile cumhuriyetçilere de “Allah Allah, ne iş!” dedirten ve kendini okutabilen duruşu, imza günlerindeki okur profilinin çeşitliliği, çalışanlarının el ovuşturup buyur eden geleneksel, bir bakıma İslam’la iç içe tüccar tavrından uzak bir müşteriyle ilişki biçimi ayrı değerlendirme gerektirebilir. Hatta ve hatta benzer bir eğilimin bu fuar salonunun dışına taşarak Türkiye’de muhafazakârlığın ve İslamcılığın dönüşümünün bir partide kendisini bulan seçmen çeşitliliğiyle bağlantısı da sorgulanabilir. Bu okur profilinde gözlenebilecek çeşitliliğin benzer bir izdüşümü de Elif Şafak okurlarında takip edilebilir. Rejime eleştirel bakışın özellikle solun bir bölümüyle muhafazakâr kesim arasında yakınlaşmaya neden olduğu, dirsek temaslarının sağlandığı, temel hak ve özgürlükler konusunda –özelde kadının rolü, rejimin dine bakışındaki alerjik tavrı ve kamusal alanda türban yasağı- belli ortak paydaların seslendirildiği bir ortamda resmi söylemin pek de uzağına düşmeyen -yazarların özgün tavırlarının bu genellemem altında ezilmesinden üzüntü duyarım; sadece yayın politikalarına dikkat çekmek istiyorum- yayınevlerinin –Bilgi, Cumhuriyet, Kaynak, Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk, resmi söylemin çok ötesine geçebilen İleri; bir bakıma Remzi, Cem, İnkılâp ve Alfa- ‘geçerli ve son’ sözü söyleme tekelleri kırılmış oluyor.
Sivil toplum kuruluşlarının standı bir hayli sönüktü, yayın sayısındaki azlığın da ötesinde kuruluşların kendilerini ifade etmekten uzak bir duruşlarının olduğu, masa başında oturup saatlerin geçmesini bekledikleri kanısına kapıldım. Belki burada görme engellilerin dernekleri için özverili gazete satışlarını ve TEMA’nın 2B Yasası’na karşı başlattığı ısrarlı imza kampanyasını not düşmeliyim.
Ne bileyim, çizmeye çalıştığım bu karamsar tabloyu belki de bir hışımla parçalamalıyım! Televizyonun açtığı fuar kapısının anahtarı ve iki ayda bir sönmeye mahkûm olduğu için birçok yayınevinin patlatmak adına birbirleriyle yarıştığı ‘motor kitaplar’ın gölgesinde Türkiye’de arttığı iddia edilen okur kitlesine selam durmalıyım. ‘Dersini alan’ ve onlardan birini patlatamadığı için hafif mızmız gözlerle etrafını izleyen yayıncıların eve döner dönmez ortalığı kasıp kavuracak bir ‘motor’ tasarımına başlayacaklarını ummalıyım. Bu sayede ‘satmayacak’ nitelikli yayınların maliyetini karşılamalarını beklemeliyim.
Her neyse, bu fuar da böyle yitti, gitti…
Vakit bol, Akdeniz’e açılmalı şimdi!
Ey ekran, sen nelere kadirsin!...
4 Kasım 2007
Kül Öykü, Aralık 2007.
mahremiyeti artırır.”
Abdûlgaffar El-Hayatî
(Ayrıntı Yayınları Katalogundan)
Okay Bensoy
Fuarın son günü…
Yayıncıların birçoğunun kitapçılardan (böyle bir ayrım varsa, kol ve kafa emeğini beraber kullanabilen) daha az kümülatif bilgi yüklü olduğu yine ortada. Yenilerden kendi alanları bile olsa habersizler. Pazarın kurduğu bilinç, eleştirilerinin çapını belirliyor. ‘Çok satan’lara verip veriştirirken kendilerinin o çok satanlardan fazlasını bilmedikleri anlaşılıyor. Eleştirdikleri onları ayakta tutuyor. Küçük yayınevlerinin alana katkısından bihaberler. Hoş, küçükler bu ‘katkı’ için mi varlar, yoksa çarklarını döndürecek ‘motor kitap’ patlatamadıkları için mi yayınlarının ‘nitelikselliğini’ fetişleştiriyorlar, ‘anlam’ın gizine mi sığınıyorlar, bilinmez.
Toplasanız on beş kitap veya on yazar fuarı konuşturuyor. Geçen senenin fırtınalar estiren Metal Fırtına yazarları hemen her gün imza ‘mesaisi’ yapıyor, bu imza ‘haftası’ süresince okurla ‘yüz göz’ oluyor; satış adına sıradanlaşmayı göze alıyor ya da eski popülaritelerini tekrar kazanmak adına yüzlerini ön plana çıkarıyorlar. Hatta kendi kitaplarının fiyatını ve seriden üç kitap alınırsa indirim oranını söyleyip okuru kasaya yönlendiriyorlar. Ötesi var mı? Vural Savaş, Server Tanilli ‘memur’ yazarlardan… Her sabah güne gazeteyle başlıyor, öğle yemeklerini bir köşede yiyor ve okur yolu gözlüyorlar. Boş gözükmemek için kendi kitaplarını karıştırıyorlar. Arada gelen eş dost, üst düzey siyasetçi, bürokrat olmasa halleri harap… Vakit bolluğundan mı, mesai aşkı ve okura hazır ve nâzır bulunma sorumluluğundan mı, yoksa popülarite kaygısından mı oralara kadar üşenmeden geliyorlar, bilemiyorum…
‘Büyük’ler mekân tasarımıyla burnundan kıl aldırmıyor ama birçoğu dışarıdan tutulan satış elemanları kitaba karpuz muamelesi çekebiliyor. Genel yayın yönetmenleri, editörler ortada yok gibi. Yazar satış için, elemanlar ise okurla iletişim kurmak yerine daha çok hırsızlara engel olabilmek için kitaba odaklanınca yayınevleriyle okur arasında kitap merkezli bir bağın kurulması güçleşiyor. Hem kitap piyasasının birkaç kitap ve popüler yazar üzerinden dönmesi hem de güvenlik sorunu, araştırmacı okuru kataloglardan edineceği bilgiyle nasiplenmek durumunda bırakıyor. Fuara özel, nitelikli üretim ve piyasa koşullarında ‘yaratma cesareti’ sergileyen yayınevi nadir. Olabildiğince görsel çarpıcılık, stand ve kapak tasarımlarını makyaj yaptıkça daha da çirkinleştiriyor; sırıttıkça iki dişinin ortasındaki karalık beliren, koca yolu gözleyen geline çeviriyor. Tema, Akdeniz ancak Türkiye’yi içeriden anlama çabası güden yayın bile çok az. Bazı konferanslarda ve açık oturumlarda bu yara kapatılıyor. Bu açıdan Metis’i fuara yetiştirdiği Braudel çevirisinden ve Harem ve Kuzenler, Gecikmiş Modernlik, Elif Şafak, Murathan Mungan söyleşilerinden ötürü kutlamalıyım. Çok satanların birçoğunda rastlanan sözcük fakirliğine ve hap bilgi verme kaygısıyla kurulan kısa cümlelere ‘Klasikler neden okunmalı?’ başlıklı açık oturumda Tahsin Yücel, Seçkin Selvi ve Nükhet Güz tok sesle cevap verdiler. Hem de yukarıda bahsetmeye çalıştığım gibi, ‘varlığını çok satanların eleştirisi’ne borçlu olan ‘eleştiri’nin ötesinde, ‘çok satanlar’ın adını anmadan klasik’in ‘anlamı’nı açtılar.
Kimisi geçmişe duyduğu özlemi bugün tarih yoluyla yeniden diriltecek, ‘mukaddesatçı reenkarnasyon’unu pekiştirecek tarih kitap setlerini bir pazarcının domates sergisi gibi özenle üst üste yığıyor, fiyatı düşürüp imza günü düzenliyor. Kimisi ise zaten yıllardır aynı ‘duygusallık’la belli bir kuşağın gönlünü bir o yana bir bu yana savuran isimleri ‘yeniden’ şişiriyor. Klasik eser basmak ve kısaltılmış çevirilerle işi daha ucuza getirip okulların ilgisini çekmek, özellikle ilköğretim ve liselerin haftaiçi ziyaretlerinde yayıncıları sevindiriyor. Ne var ki, hediye şapka, ayraç, balon, bez poşet bolluğunda çocuklar kitabı ikinci planda düşünüyor ya da öğretmenlerince verilen listenin dışına pek çıkılamıyor. Bu da ‘aranan’ın bulunması ve ‘listenin tamam edilmesi’ için yayınevi standlarının ‘danışma’ya dönüşmesine neden oluyor. Hediye, mekân ve poşet tasarımı, dil dökme gibi etkili satış yöntemleri yayının önüne geçiyor. Hayatı bürokratik, çocukları da oradan oraya taşınabilecek bir nesne gibi gören “milli eğitim” aklımız, saat 11’de açılan fuardan bir saat önce öğrencileri fuar kapısına asker gibi diziyor. Kumanyaları ellerine tutuşturulan çocuklar, kapıların açılmasıyla beraber bağrışarak salona koşmaya başlıyorlar. Bu koşuşturmayı çocuk kitaplığı oturmuş yayınevlerinden gözleri gülerek ve bir yandan da ellerini ovuşturarak izleyenler takip ediyor. 100 Temel Eser’in değişen içeriği dışında ilköğretim hoca ve öğrencilerine yeni açılımlar pek sunulmuyor, belki de MEB çemberi, farklılığı ve yeniliği bir arada hedefleyen yayınevlerini içine alacak denli geniş değil.
Yemek faslında kitapla aynı standda yenen kebabın flörtü görülmeye değer. Binlerce çalışana yetecek kadar geniş bir yemek hizmetini sunamayan fuar işletmesi, ‘alo paket’e el açtırıyor. Bir şeyler atıştıran ama müşterisine soğan kokmamaya çalışan görevliler, dişleri yeni çekilmişlerin elini ağzına çekinircesine siper etmesine benzer kareler oluşturuyor. Müşteri kaçırmama adına iki ay önce piyasaya çıkıp da alıcı bulamayan yayınlar iyiden iyiye fiyatlarını aşağı çekiyor. Ne var ki, bir yayıncının işaret ettiği gibi, geçen senelerden farklı olarak fiyatın düşmesinin ötesinde, okurlar artık ucuzluğa değil, genelde popüler kitaba odaklanıyorlar. Aslında fuar, on ya da on beş kitabın üzerinde dönse de bana bir başka gerçeği fısıldadı: Kıyıda köşede kalmış ya da yeni diye sunulmuş, fuar temasıyla uyum da taşıyabilen ürünlerin pazarı olması gereken fuar, kendi tanımına aykırı biçimde, bu türde fazla takipçi bulamadı. Elde listelerle dolaşan okur, televizyon merkezli –dizileşen romanlar, tartışma programlarında tanıtılan kitaplar- bir ‘fuar’a imza attı. Diziler, evlerde siyaset’in konuşulmasına, babaların oğullarına siyasi içerikli kitapları daha rahat almasına ortam hazırladı. Televizyon, ne kadar kötülesek de, yakın dönem siyasi hayatını evlerde ‘makul bir hatırlanabilirlik, konuşulabilirlik’ parantezine aldı. Bu diziler, yakın dönem popüler tarih kitaplarının birçoğunun satışını da artırdı. Televizyonda tanıtılmayan, meşhurların elinde dolaşmayan, söyleşisi yapılmayan, köşelerde adı anılmayan yayına pek de “el sürülmedi”. “El ile kitabın teması”nı kesen bu yeni dönüşüm, fuarın tanımını değiştirdi. Kitabın dışında gibi görülen dijital görsellik olarak televizyon, aslında kitabın ömrünü biçti. Televizyonda görülen ve bir köşeye adı ‘not edilen’, ancak bu sayede yazıya dökülen fakat “kitap” olduğu için değil, televizyonda göze çarptığı için fuarda “bakılan, göz atılan” nesne olarak kitap, anlam değiştirdi; ekranın kuması haline geldi, göz’ün değer kayması fuar’ın anlamını belirledi. Nitelikli okur sayısının düşmesinden yakınan yayıncılar, acaba televizyonun bu etkileyici gücü olmasaydı bu kadar okuru bile çekebilecekler miydi? Bir özeleştiri getirmekten yoksun duran ve yayın içerikleriyle piyasayı gün geçtikçe içine buyur eden yayın dünyası, televizyonun kitabı bu kadar yönetmesinde hiç mi sorumluluk sahibi değil? Hem televizyonda her çıkanın ertesi gün kitapçılarda sorulması ile başlayan yeniden baskı ve sipariş telaşı, hem de hap bilgi verme kaygısıyla kitap’ın değerinin düşürülmesi; onun insanları her tür gündelik tehlikeye karşı hazır tutacak bir nevi ‘cephane’ ya da ‘c vitamini’ niyetine sunulması yayın dünyasının ettiğini bulması değil mi? Ya da bunların dışında kalsa bile belli yazarları ön plana çıkartmakta ısrar ederek yeni çalışmaları ıskalayabilen yayıncılar hata paylarını hiç sorgulamayacaklar mı?
Metis, Can, İstanbul Bilgi Üniversitesi’ni başarılı; Doğan Kitap ve Yapı Kredi’yi mekânı yayını gölgede bırakacak biçimde tasarladıkları için zayıf buldum. Ne var ki Can Yayınları Nobel Ödüllü Doris Lessing için ayrı bir düzenlemeye gidebilirdi. Ayrıntı, kitlesini genişletmek varken çapında yüzmeye devam ediyor fakat yüksek tuttuğu fiyat politikasına rağmen piyasanın popüler yayınlarına tuş olmayan çok nitelikli çalışmalara imza atıyor. İletişim’in ‘emek-yoğun’ armağan kitaplar dizisi sürüyor, ‘Porof. Zihni Sinir’ de kafa karıştırmaya birebir. Merkez Kitaplar, diğer yayınevlerinden kopan bazı yazarları ve Naipaul gibi Nobel Ödüllü bir yazarı, ‘Esrarengiz Kitaplar’ dizisini bünyesine katıp ‘piyasa mı, nitelik mi?’ kıskacında durduğunu bilerek –bastıkları Guantanamo anıları bu sancının bir örneği sayılabilir- hoş kapak tasarımlarıyla yoluna devam ediyor. Sosyal bilimler, Türkiye Tarihi, anı-söyleşi dizilerine ağırlık verebilirlerse daha ilgi çekici olabilirler. Geçen seneden beri otuzun üstünde yayınıyla ciddi atılım kaydeden ve sol yayıncılık adına klasik eserlerle güncel Marksist tartışmalara ev sahipliği yapan Yordam, fuara yakın dönemde çıkarttığı yayınlarla derinden ve emin adımlarla ilerliyor. İş Bankası, geç Osmanlı ve erken cumhuriyet dönemine ilişkin anı dizilerinin devamını getirdi, sahaflarda aranan birçok kaynağa ulaşma şansımızı artırdı, Hasan Âli Yücel çeviri dizisine eklemeler yaptı, ‘Nehir Söyleşi’ dizisine en son Doğan Kuban kitabı ile ‘durmak yok’ dedi. Yapı Kredi’nin son dönemde şiir raflarını besleyen çalışmalarını beğeniyle takip ediyordum, fuarda da bu alanda ciddi fark yarattığını kanıtladı. Büyük Doğu’nun Necip Fazıl derlemelerinde epeyce ilerlediğinin, Büyük Doğu’da yayımlanmış makalelerinin hacimli bir derlemesini hazırladığının haberini aldım. Agora, ‘bilimsel değini’ tadındaki söyleşi dizilerinde yakaladığı başarıyı en son Ömer Marda ile taçlandırmış ve çevre sorunlarına eğilim göstermişti. Fuara da bu söyleşileri ve aylık kitap dergisi Mesele’yi öne çıkartarak hazırlanmış. Agora ile aynı standda boy gösteren Versus’un önemli derlemesi Sosyalizmin Milliyetçilikle İmtihanı ve Marksizmin Marksist Eleştirisi ne yazık ki ‘hareket görmediğinden’ raflarda boynu bükük duruyordu. Fuar öncesi dönemin en iyi çeviri biyografilerinden birisi olan Kalkedon yayını Parvus Efendi’yi konu edinmiş Devrim Taciri’ni Türkiye’de modernleşmenin tarihsel materyalist kaynaklarına inmek isteyenlere öneririm… Öykü dergisinde yakaladığı başarıyı kitapta da göstermeye başlayan Notos, mütevazı standı ve başarılı kapak çalışmalarıyla -Proust, Okuma Üzerine’nin çevirisindeki akıcılığa değil ama kapak tasarımına soru işareti koyarak- ilgimi çekti. Timaş, gerçekten ciddi tahlil edilmeli, analiz’in olası soğuk ve önyargılı, tepeden bakışından kaçarak içeriden bir okuma gerçekleştirilebilmeli. Yayın içeriği, Mesnevî’deki fiyat politikasıyla piyasada aynı eserin çevirilerini bir nebze soluksuz bırakan ve bu sayede daha fazla kesime açılmasını sağlayan kampanyası, İlber Ortaylı ile cumhuriyetçilere de “Allah Allah, ne iş!” dedirten ve kendini okutabilen duruşu, imza günlerindeki okur profilinin çeşitliliği, çalışanlarının el ovuşturup buyur eden geleneksel, bir bakıma İslam’la iç içe tüccar tavrından uzak bir müşteriyle ilişki biçimi ayrı değerlendirme gerektirebilir. Hatta ve hatta benzer bir eğilimin bu fuar salonunun dışına taşarak Türkiye’de muhafazakârlığın ve İslamcılığın dönüşümünün bir partide kendisini bulan seçmen çeşitliliğiyle bağlantısı da sorgulanabilir. Bu okur profilinde gözlenebilecek çeşitliliğin benzer bir izdüşümü de Elif Şafak okurlarında takip edilebilir. Rejime eleştirel bakışın özellikle solun bir bölümüyle muhafazakâr kesim arasında yakınlaşmaya neden olduğu, dirsek temaslarının sağlandığı, temel hak ve özgürlükler konusunda –özelde kadının rolü, rejimin dine bakışındaki alerjik tavrı ve kamusal alanda türban yasağı- belli ortak paydaların seslendirildiği bir ortamda resmi söylemin pek de uzağına düşmeyen -yazarların özgün tavırlarının bu genellemem altında ezilmesinden üzüntü duyarım; sadece yayın politikalarına dikkat çekmek istiyorum- yayınevlerinin –Bilgi, Cumhuriyet, Kaynak, Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk, resmi söylemin çok ötesine geçebilen İleri; bir bakıma Remzi, Cem, İnkılâp ve Alfa- ‘geçerli ve son’ sözü söyleme tekelleri kırılmış oluyor.
Sivil toplum kuruluşlarının standı bir hayli sönüktü, yayın sayısındaki azlığın da ötesinde kuruluşların kendilerini ifade etmekten uzak bir duruşlarının olduğu, masa başında oturup saatlerin geçmesini bekledikleri kanısına kapıldım. Belki burada görme engellilerin dernekleri için özverili gazete satışlarını ve TEMA’nın 2B Yasası’na karşı başlattığı ısrarlı imza kampanyasını not düşmeliyim.
Ne bileyim, çizmeye çalıştığım bu karamsar tabloyu belki de bir hışımla parçalamalıyım! Televizyonun açtığı fuar kapısının anahtarı ve iki ayda bir sönmeye mahkûm olduğu için birçok yayınevinin patlatmak adına birbirleriyle yarıştığı ‘motor kitaplar’ın gölgesinde Türkiye’de arttığı iddia edilen okur kitlesine selam durmalıyım. ‘Dersini alan’ ve onlardan birini patlatamadığı için hafif mızmız gözlerle etrafını izleyen yayıncıların eve döner dönmez ortalığı kasıp kavuracak bir ‘motor’ tasarımına başlayacaklarını ummalıyım. Bu sayede ‘satmayacak’ nitelikli yayınların maliyetini karşılamalarını beklemeliyim.
Her neyse, bu fuar da böyle yitti, gitti…
Vakit bol, Akdeniz’e açılmalı şimdi!
Ey ekran, sen nelere kadirsin!...
4 Kasım 2007
Kül Öykü, Aralık 2007.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)