Ara
kış uykusu
Ayşegül Devecioğlu, Kış Uykusu, Metis Kitap, 2009, 88 s.
12 Eylül'le ve devamındaki zihniyet dünyasıyla
imgelere boğulmuş bir hesaplaşma değil, cepheden verilen bir mücadelenin ürünü Kış Uykusu'ndaki öyküler...
Edebiyatı sözcüklerin içinde kaybolmak, anlamı esrarlı göstereyim derken hayattan büsbütün kopmak sayan yazma üslubundan sıyrılmanın en güzel örneklerinden biri belki de bu öyküler...
Ağlayan Dağ Susan Nehir romanını askerdeyken nöbetlerim sırasında okuyordum. Bu çingene romanını bitirdiğimde sayfalar dolusu not çıkarttığımı, bu notlardan bir de öykü yazmaya başladığımı fark ettim.
Kullandığı birkaç sözcük nedeniyle günlerce pejmurde bir halde dolaştığımı hatırlarım.
Kış Uykusu'ndaki öyküler de dil yönünden romandaki tercihlerinden hiçbir şey kaybetmediğini ortaya koyuyor.
Üstüne üstlük daha keskin, net ve yaralamaktan, yaralanmaktan imtina etmeyen bir dil...
Kadınlık halleri, Kürt sorunu, feminizm, ötekilikler, dışlanmışlıklar, kapanmışlıklar, sessizlikler ve yırtılmalar... Hemen hepsini şu 15'er sayfalık öykülerin içinde bulabiliyorsunuz. Toplumsal sorunların edebiyattaki izdüşümünü sunuyor bize Devecioğlu; kıvırmadan, sahtece sırıtmadan, "mış" gibi yapmadan, gevşemeden, gevişlemeden, içten ve doğrudan...
Ey darbe, sen nelere kadirsin..!
Kendisiyle yapılan bir söyleşiyi aşağıda aktarıyorum...
Kış Uykusu' adlı yeni kitabı yayımlanan Ayşegül Devecioğlu: 'Öyküler gibi kitabın ismi de ima etmiyor, açıkça söylüyor. Biz bu ülkede yaralarla yaşıyoruz. 12 Eylül'ün hâlâ hüküm sürmesi, darbeci generallerin, işkencecilerin yargılanmamış olması gibi...' diyor.
SEMA ASLAN, Radikal Kitap, 30 Mayıs
İlk iki romanıyla büyük ilgi görmüştü Ayşegül Devecioğlu. 2004’te Kuş Diline Öykünen romanı çıktı. Ardından 2007’de çıkan Ağlayan Dağ Susan Nehir’le, 2008 Orhan Kemal Roman Armağanı’nı kazandı. Devecioğlu, yeni kitabı Kış Uykusu’nda beş öyküsünü bir araya getiriyor: Kitaba adını da veren ve daha önce yayımlanmış bir Almanca seçkinin içinde yer alan Kış Uykusu, Veremli, Ziyaret, Bir Öykü Yazmalıyım ile Beşmeşelik. Öykülerin her birinde yaralı bir durum var. Devecioğlu ile bu yaralı durum ve onun etrafında olup bitenler üzerine konuştuk...
Kış Uykusu, ‘ince’ denilebilecek bir kitap. Ancak en azından benim tecrübemde, her bir öykü üzerinde uzun uzun düşünmek, hatta belki tekrar tekrar okumak gerekti. Çünkü bir yanıyla ağır ve sert bir kitap. Bu öyküler, nasıl geldi bir araya?
Bu öyküler benim içimde büyüdü, belirgin hiç bir şey amaçlamadan ortaya çıktı. Bu sözlerle şunu anlatmaya çalışıyorum. Ben bu ülkede yaşıyorum. 12 Eylül sonrası Türkiye’de, bütün görünen ve görünmeyen veçheleriyle... Kürt sorunu diye kodlayıp geçmeye alıştığımız o devasa insani-siyasi-toplumsal-ekonomik durumun belirlediği bir zamanda. Bu öyküler bu zamanın ve benim tarihimin ürünü. 12 Eylül’le hesaplaşmak gibi bir derdim var. Kürt halkının mücadelesinde kendimi taraf olarak görüyorum. Ancak yazar sıfatını taşıyan kişi bunları anlatmayı, bildiğimiz anlamda amaçlamaz. Amaç, dünyayla kurduğu ilişkide, yazarın içinde bir tür kendiliğindenlik halinde oluşur.
Kış Uykusu’nun dili üzerinde de konuşmak gerekir; sakınımsız bir dil kullanmışsınız. Kitabınızdaki öykülerden birinde de ifade ettiğiniz gibi, ‘imgelerin kırıldığı’, imgeleri kırdığınız bir kitap diye düşündüm. Edebî dil konusundaki fikrinizi merak ediyorum.
Güvercinlerin imgelerinin sonsuza dek parçalandığından söz etmiştim. İmgelerin kırılması dediğiniz şeye gelince, biz imgelerle konuşur, anlaşırız, her sözcük bir imgedir, bir şeyi imler. Öyküde anlattığımdan biraz farklı bir bağlamda, mesela beyaz güvercin barışı imler. Bunlar da büyük ölçüde uydurmadır. Güvercin’in barışı temsil ettiği de gerçeklikle ilgisi olmayan bir şeydir. İletişim dediğimiz şey, hatta yazı dediğimiz şey bile zihnimizdeki bu ortak imgelerin varlığı üzerine kurulur. Edebiyatın yapması gereken, herkes için benzer şeyleri temsil eden bu imgeleri parçalamaktır bir yandan da. Özellikle Türkiye’de güçlü bir eğilim var, dilin edebi addedilmesi için bir şeyi doğrudan söylememesi gerekiyor. Dolandırarak, tersinden, mırıldanarak, sayıklayarak söylediğinizde bu edebiyat sayılıyor. Beylik imgelerin edebiyat addedildiği bir edebiyat ortamında ortaya çıkanların insanlara hiçbir şey anlatmıyor hale gelmesinden doğal bir şey yok. Belki de insanların artık neden eskisi kadar kitap okumadığı üzerine düşünürken bunu da dikkate almak gerek. Edebiyat bir dil gösterisi, dil mimarisi değil. Dili bir şey anlatmak için kullanırız. Daha imgesel bir anlatımı olduğu söylenen Ağlayan Dağ Susan Nehir, sadece dilin iyi kullanıldığı bir roman olarak kalsaydı, hakikate dair hiçbir şey söylememiş olurdu.
Öykülerin her biri, bir yara içeriyor. Darbeler ve Kürt sorunu, öykülerin odak noktalarından. Kitabın adının Kış Uykusu olmasını da manidar buldum...
Öyküler gibi kitabın ismi de ima etmiyor, açıkça söylüyor. Biz bu ülkede yaralarla yaşıyoruz. 12 Eylül’ün hâlâ hüküm sürmesi, darbeci generallerin, işkencecilerin yargılanmamış olması... 12 Eylül’ün -sol tarafından bile- bir sermaye hareketi değil, doğal afet gibi algılanıyor olması... Kürt halkının yaşadıkları, Diyarbakır cezaevinde olup bitenler, taş attıkları için kolları kırılan, senelerce hapse mahkûm edilen çocuklar, kuyulardaki cesetler, faili meçhuller, sürgünler, yakılan ormanlar, insanların kendi dilinde gülmesinin ve ağlamasının yasaklanması... Bu yaraları yok sayamayız. Bunlar bizim sezgilerimizi keskinleştiren, inancımızı pekleştiren, hayal gücümüzü besleyen yaralar. Bu insanlık suçlarının ortadan kaldırılması, yargılanması ve hesap sorulması için mücadele etmeli ve bu ülkenin yaralarını kendi yaramız gibi taşımalıyız, kapandılar mı da kanatmalıyız. Biz insanlık durumlarını yara gibi taşımazsak, gelecek umudumuz da olmaz.
Daha önce de 12 Eylül’ü odağınıza aldınız; politik geçmişiniz de düşünülürse, edebiyat dışına itilmek gibi kaygılar yaşıyor musunuz?
Tarihsiz yazar olmaz. 12 Eylül benim tarihim. Kolum, bacağım da değil, ben neysem o. Kesilip atılmaz. Ben kocamı ve birçok arkadaşımı kaybettim. Ama kaybımızın ölümlerden çok büyük olduğunu, anlatılamaz ölçüde büyük olduğunu biliyorum. 12 Eylül askeri darbesi, bu toplum başka bir hayat arayışına çıktığı, politikleştiği için yapıldı ve bu anlamda insanları politikadan korkar hale getirerek başarılı oldu. Edebiyat alanında bu, edebiyatın politika dışında olması gerektiği ve yazarların politik kimliğinin edebiyatlarını olumsuz etkilediği düşüncesiyle gösterdi kendini. Ve son otuz yılın korkunç insanlık suçları karşısındaki sessizlik buradan beslendi. Hatta 12 Eylül bizzat edebiyat alanındaki bu görüşleri yarattı. Yazar dünyadadır ve kendisi istese de istemese de, bunun bilincinde olsa da olmasa da politikanın ve ideolojilerin içinden konuşur. Tarihimin, politik düşüncelerimin duyarlılık ve sezgilerimi geliştirdiğini, bu anlamda yazarlığıma katkıda bulunduğunu düşünüyorum. Edebiyat dışına itiliyorsam bile, neticede bu kişisel olarak kaygı duyacağım bir şey değil. Tam tersine, bu, politik durumdan hiç de ayrı görmediğim edebiyat alanına, 12 Eylül’ün neler yaptığı konusunda önemli bir ipucu. Kuş Diline Öykünen’de dünyanın yaşlanması olarak tanımladığım gerçekliğin, 12 Eylül sonrasındaki karanlığın, toplumun ifadesine, hayal gücü ve yaratıcılığına ket vurulmasının sonuçları üzerine düşünmeliyiz. Bunu kişisel kaygılardan epey uzakta, içinden hep birlikte çıkmamız gereken bir durum olarak görüyorum.
“... bir öykü yazmam gerek; başka hayatlara, başka insanlara dair bir öykü... Ne var ki, insan başkalarını anlatamaz; yalnızca kendini anlatabilir”, diyorsunuz...
İnsan yalnızca kendini anlatabilir derken, bire bir yaşadığımız şeyleri, anlatmaktan söz etmiyorum. Kış Uykusu gibi Kuş Diline Öykünen’de, Ağlayan Dağ Susan Nehir de kurguydu. Kurgu dediğimiz de, görünenden, olandan fazlasını anlatabilmenin bir yolu zaten. Işık kadar karanlığa, gerçek kadar yalana ihtiyaç duyan hakikati, dile sığdırabilmek, hikâye etmek. Anlattığımız şey bizim içimizde mayalanmadıysa, yer etmediyse, bizim olmadıysa ya da biz onunla aynı şey olmadıysak, karşıdan, uzaktan baktığımız bir şeyse, bir tür malzemeyse, yazarla dünya arasındaki bu mesafenin bir bedeli vardır diyorum. Bu bedel çok ağır. Çünkü dünya malzeme haline geldiğinde, ne söze bürünebilir ne de bize görünebilir.
Ziyaret, gerilla annelerinin çocuklarını ziyaretini anlattığınız bir öykü. Öyküyü, Kürtçe bir cümleyle tamamlıyorsunuz. Neden?
İnsan kendine yabancı bir dilde acı çekemez. Türkçe konuşmaya zorlansalar da Kürtler on yıllardır ağıtlarını kendi dillerinde yakıyorlar. Ben Kürt halkının yıllardır verdiği mücadele konusunda düşünceleri ortada olan biriyim. Elimden geldiğince, gücüm yettiğince bu konuda tavır aldım. Bu konunun tarafı olarak görüyorum kendimi. Ama yıllar önce Özgür Gündem’de yazdığım gibi, üçüncü tarafı. Bu işin bir yanı, önemli bir yanı... Daha önemlisi yasaklanmış dilden yana tavır alıyorum. Dilin tarafındayım. Çünkü herkes dilin içine doğar. Kelimeler olmadan zihin de olmaz. Dili yasaklamak, zihni gasp etmek demektir. Bunu en iyi anlaması gereken yazarlarken, yıllardır Kürt dilinin uğradığı baskılar karşısında yazar sıfatı taşıyanlar ne kendilerinde ne toplumda bir duyarlık geliştirebildiler. Bunun günümüz Türk edebiyatı diye tanımlanan şeydeki niteliksizliği, düşkünlüğü de açıkladığını düşünüyorum. Çünkü eğer bu yazarların dille hakiki bir ilişkisi olsaydı, Kürt dili üstündeki baskılarda en cansiperane tavrı onların alması gerekirdi. (Kürt PEN’ine ki PEN dil esaslı bir örgüt- karşı çıkan da bu ülkedeki yazarlardır.) Oysa bir ülkede yasaklanmış ve açıkça zulmedilen bir dil varsa, yazarın bundan daha esaslı ve büyük bir meselesi olamaz.
Veremli, verem olmuş bir kadına reva görülmüş muameleyi anlattığınız bir hikâye gibi başlarken, bir intikam adalet öyküsüne dönüşüyor. Fakat o noktada bile, aslında söylediğinden fazlasını söylüyor, akılcılığı ile politik sancı ve acılardan uzak kalmayı başarmış öykü kahramanının, muhasebesini yapamayacağı bambaşka bir acıya esir düşüşünü anlatıyor.
O bir kadın öyküsü. Ben eski bir arkadaşımdan bu öyküye kaynaklık eden tek minik bir cümlecik duydum. Bu öyle büyük bir haksızlık, öylesine büyük bir zalimlikti ki, öykü olarak yazmayı falan aklıma getirmeden, çok uzun bir süre içimde can yakan bir kadınlık bilgisi olarak taşıdım. Bu kadının başına gelen sıradan zalimliği, bu denli yakıcı bir biçimde hissedebilmiş olmamda feminizme inanmamın da etkisi vardır. Bunun ötesinde dünyayı salt akılla algılamaya anlamaya çalışmanın anlamı üzerine epeydir kafa yoruyorum. Aslında Türkiye’de eğitim görmüş, cumhuriyetçi ailelerde yetişmiş pek çok kişi gibi, bunun ne demek olduğunu taa çocukluğumdan beri biliyorum. Bu beni dini inanış sahibi ya da mistik filan da yapmıyor. Tam tersine dinin insanları nasıl büyüleyebildiğini, kalplerini çalabildiğini ve aldatabildiğini daha iyi kavramamı sağlıyor.
Beşmeşelik’te Bazı Tuhaf İşaretler, farklı bir öykü... Dile gelen duvarlar var... Biraz bu öyküden söz eder misiniz?
Beşmeşelik hayali bir mahalle. Ama 12 Eylül öncesinde Türkiye’sinde bu Kızılbaş mahallelerden çok vardı. Büyük sermaye sahiplerini, egemenleri en çok rahatsız eden, her fırsatta söylediğim gibi sayıları yüz bini bile bulmayan devrimci hareket mensupları değil, bu Kızılbaş mahallelerdi. Tabii bu sözcükleri temsili olarak kullanıyorum. 12 Eylül’ün asıl hedefi onlardı. Kimilerinin duvarları bile kalmadı. Yine de duvarlara bakmak lazım. Beşmeşelikler’in yıkıntılarında ya da şehirden arta kalanda, mucize kabilinden hayatta kalmış bir çay bahçesinin, bir evin, dükkânın duvarına dikkatle bakmak lazım. Duvar varsa, mutlaka yıllar öncesinden bir hikâye anlatıyordur. Duvarlar çok uzun yaşar ve çok şeye tanık olur. Yaşlı ağaçlar gibi. Kitabı dünyanın bütün Beşmeliklerine ithaf ettim. Beşmeşelikler ithaf cümlesinde yazdığım gibi yalnızca solcuların değil, yazarların da tek vatanıdır. Çünkü edebiyat, milliyetçilikler gibi ırklar gibi, sınıflar, hatta cinsiyetler gibi sonradan kurulmuş olanın ötesinden türer. Her şeyin öncesinden ve üstünden konuşur. Bunları yok saydığı için değil, evrensellik diye tanımladığımız ve edebiyattan beklediğimiz şey tam da, bunlara büyük bir itiraz olduğu için.
Eşik
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)