Ara

Bir Zamanlar Anadolu’da...




Benim büyük dedem, Keskinli bir bürokrattı. Belki o yüzden Keskin’deki bürokratların kıstırılmış dünyasını anlatan “Bir Zamanlar Anadolu’da” çok tanıdık geldi bana...






Nuri Bilge Ceylan’a “Niye Keskin” diye sordum.


Film için gereken çeşmeleri orada buldukları içinmiş.


Filmin açılışında, bir gece vakti uçsuz bucaksız bozkırı farlarıyla ışıtan üç eski araç görüyoruz.


Komiser, komutan, savcı, doktor ve kurbanını gömdüğü yeri arayan fail; yani suçlularla güçlüler aynı arabada...


Ve araba, bu ikisinin birbirine çok benzediği bir coğrafyada...


Ancak taşrada suç mahallini bulmak zor; her yer öylesine birbirine benziyor ki...


Reşat Nuri Güntekin’in, daha 1936’da “Anadolu Notları”nda yazdığı gibi: “Bu uçsuz bucaksız yolda ne kadar ilerlerseniz dönüp dolaşıp hep aynı yere varıyorsunuz.”

 Her çeşme aynı tepeye, her tepe aynı bozkıra çıkıyor.


Hayata da akseden bıktırıcı bir biteviyelik...


Ceylan’ın ilk kısa filmi “Koza”dan beri anlatageldiği durağanlık, sıradanlık...


* * *


Tanıl Bora’nın derlediği “Taşraya Bakmak” kitabını okumuş olanlara (İletişim, 2005), film çok şey söylemiştir.




 Ceylan’ın fotoğraflarıyla zenginleşen bu kitapta Tanıl, “taşra”nın olumsuz çağrışımlarından örnekler verir:


“Dar ufuklar, kahredici bir yeknesaklık, boğucu bir taassup, iletişim evreninin kısıtlılığı, cemaatlere sıkışmış kısır bir kamu âlemi, yabancı olan her şeyi tuhaf bir bitkiymiş gibi algılayan ‘yabani’ bir hal, vasatlığın hizaya sokucu egemenliği...”


Nurdan Gürbilek, “Yer Değiştiren Gölge”de, (Metis, 1995) bu iklimde yeşeren “taşra sıkıntısı”nı anlatır:


“Evde kalmanın, yaşlı bir anneyle paylaşılmak zorunda olunan bir hayatın, hep aynı yatakta istenmeyen bir kocayla birlikte yatmanın, yük olduğunu bile bile bir ağabeyin evinde yenen yemeklerin, akşamdan akşama görülen sert bir babanın huzurunda uzayıp giden çatal bıçak sesleri eşliğinde, hiç konuşmadan yenen akşam yemeklerinin sıkıntısı...”


 Bu sıkıntıyı bilen, filmdeki elmanın, neden derede öyle dakikalarca yuvarlanıp gittiğini de anlayabilir.


* * *


Ceylan, o hayatın yarım günlük bir kesitinde, taşranın kasvetini, taşralının ruh halini otopsi masasına yatırıyor.


Bir savcıda suçluluk duygusunu, bir doktorda kafese kısılmışlığı, bir komiserde güç gösterisini, bir muhtarda iktidar hissini, bir otopsi görevlisinde hissizleşmeyi anlatıyor.


Bitkin insan suretlerinin ardında sinsi iç çekişmeleri, üstünlük taslamaları, arkadan konuşmaları, suçları örtbas etmeleri, linç kültürünü, umudu yok eden vasatlığı, her öykünün içinde, ama hayatın dışında olan kadınları, coğrafyadan kopmuş, neredeyse huy olmuş taşralılığı sergiliyor.


Koyu bir can sıkıntısının, bodur bir gündelik hayatın ve diri diri gömülmüş insanların mükemmel ve evrensel bir fotoğrafını çekiyor.

 Ama yargılamıyor.


“Güzelim İstanbul’umuzu mahveden taşra” diye dövünmüyor.


İçerden, sahici bir fotoğraf çekiyor.


O fotoğraf ille bunaltıcı değil, arada sıcak ve komik...


İlle nostaljik de değil, arada kötücül, ikiyüzlü, kindar...


* * *


Tabii “bir zamanlar”ın taşrası da “koza”sından çıktı zamanla...


Dedemin taşrasının gözü şehirdeydi.


Bugünün taşrasının zihniyeti şehirde; hatta iktidarda...


O yüzden bu kez mücadele, bu kadar zorlu belki de...



Can Dündar, Milliyet, 29 Eylül










Rönesans Avrupası


Halil İnalcık, İş Bankası Yay., 2011


Rönesans tarihini Batı dillerinden çevrilmiş kaynaklardan okuyanlar, konuyu adeta tümüyle Batı ve Orta Avrupa'da, bu bölgenin iç dinamikleriyle başlayıp bitmiş bir süreç olarak algılar. Oysa Halil İnalcık'ın Ankara Üniversitesi'nde yıllarca okuttuğu, "Rönesans Tarihi" derslerini izleyenler, Osmanlı Türklerinin de bu sürecin ayrılmaz bir parçası olduğunu gözlemlemişlerdir.

Rönesans Avrupası, işte bu dersin notlarının, elden geçirilip kitaplaştırılmasıyla ortaya çıkmış bir yapıt. Rönesans ve Reform süreçlerinde, Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa tarihini nasıl etkilediğini vurgulamasıyla, benzerlerinden oldukça farklı bir çalışma. Bir yandan Bizans'tan Avrupa ülkelerine iltica ederek hümanizmin önünü açan bilim adamlarının öykülerini gerçeklik zeminine oturturken, bir yandan da Osmanlıların siyasi dengeler üzerinden, bu süreçte doğrudan ve nasıl önemli bir pay sahibi olduğunu gözler önüne seriyor. Bu çalışma Osmanlıların, bundan sonra yazılacak Avrupa tarihlerinde "karşı taraf" değil, taraflardan biri olarak yer alması gerektiğini belirterek, genç kuşak tarihçilerin ufkunu açmak savında.
Çalışmanın ikinci bölümü, Türkiye'nin Batı Medeniyetiyle Özdeşleşme Süreci ise, Rönesans'ın ve hümanizmin Osmanlı-Türk tarihindeki yansımalarına odaklanıyor:

Fatih Sultan Mehmed'in İtalya ve hümanizm öncüleriyle yakın ilişkisi, bu ilişkinin II. Bayezid ile zayıflayışı, Batılılaşmanın Osmanlı İmparatorluğu'nda topçuluk ve denizcilik gibi pratik alanlarda süregelişi, Lâle Devri ile Batı üstünlüğünün kabul edilişi, Tanzimat ile hukuk ve idarede güçlü bir Batılılaşma sürecinin başlayışı ve nihayet Atatürk devrimleriyle tam Batılılaşma hedefinin millî bir kültür dönüşümü haline gelişi...

Halil İnalcık bu eserinde, Batılılaşma hareketinin yakın tarihimizdeki gelişim sürecini, tanınmış sosyologların analizleriyle de değerlendirerek son gelişmelere ışık tutmaya çalışıyor. Bu süreçte Cumhuriyet tarihinde yaşanan çalkantılara değiniyor ve Suat Sinanoğlu'nun savunduğu, Türk hümanizm hareketinin tam Batılılaşmanın ön koşulu olduğu görüşünü de ayrıntılı biçimde ele alıyor.

(arka kapak)

Zulmün Bayrak Yarışı


Can Dündar'ın bu yazısına 12 Eylül Utanç Müzesi'nde çektiğim fotoğrafları eklemek istedim.
12 Eylül'de mahkûm kadınlar dışarıya mektup ya da kart yollarken,
çoğunlukla kendi çizimlerinden kart"postal" yaparlarmış.
2011 Eylül'ünde Doğan Yurdakul'un eşiyle son kez görüşmesine izin verilmemişti.
Dün getirildiği cenazede bu "kapalı kapı" aklıma geldi.




 Doğan Yurdakul ile 70’lerin sonuna uzanan bir tanışıklığımız var.


Yankı dergisinde beraberdik. Yan yana masalarda daktilo tuşladık.


Sonraki yıllarda, Paris sürgünündeyken evlerinde konuk olmuşluğum vardır. Bugün suçlandığı derin devleti, biraz da onun kitaplarından öğrendik.


Dün eşinin Ankara Kocatepe Camii’ndeki cenazesine cezaevi nakliye aracıyla getirildiğini gördüğümde “Sadece nesiller değişiyor, zulüm hep aynı” diye düşündüm.




Menderes’in asılışının 50. yıldönümüydü.


Adnan bey de eşi Berin hanımdan “Ankara’da Göreme Sokak’a taşındık” diye mektup alınca “Oradan taşınsanız; başka bir ev bulsanız” demişti.


 Aile, nedenini anlamamıştı başta... Yerini bile bilmediği bir evden neden taşınmalarını istiyordu ki?


Sonradan bunun sokağın adıyla ilgili olduğunu anlamışlardı.


Menderes, bu ismin, onları bir daha “göreme”me ihtimalini çağrıştırmasından tedirgin olmuştu.





Onun idamının 50. yılında biz bir cami avlusunda, eşini son kez görmesine izin verilmeyen Doğan Yurdakul’a taziyelerimizi sunuyorduk.


Menderes’in ailesiyle görüştürülmediğinden dert yananlar, Yurdakul’a bugün benzerini yaşatmaktan çekinmiyorlardı.


Nesiller değişiyordu.


Zulüm hep aynıydı.


* * *
insaflı infaz


 Cenaze çıkışı Yurdakul’un 12 Mart’tan hapishane arkadaşı Deniz Gezmiş’in ağabeyi Bora Gezmiş’le birlikte Çağdaş Sanatlar Merkezi’ndeki “Utanç Müzesi”ni gezdik.


Müze gibi değildi; ucu açık bir sergiydi adeta...


Bitmemişti; nesillerdir süren bir film gibiydi.






Öldürülen, asılan, işkence gören gencecik insanlardan kalan eşyalar sergileniyordu dizi dizi...


İlhan Erdost’un paltosu hâlâ kanlıydı.


Metin Göktepe’nin cepkeni de öyle...


Hırant Dink’in son gün giydiği ayakkabı yetişmemişti sergiye; ama Deniz Gezmiş’in parkası oradaydı.




Zulmü, sefil bir bayrak gibi kuşaktan kuşağa, darağaçlarından namlu uçlarına, elden ele taşımışlardı.




Utanç Müzesi'nde bir Erdal Eren karikatürü...
Asmayıp da beslememek için bıyık çizilir...


Darbede asılan gençlerin son mektuplarına baktım.


Deniz Gezmiş, “Baba...” diye başlamıştı yazmaya...


Hüseyin “Babama, anneme, kardeşlerime ve yakın arkadaşlarıma” diye girmişti söze...


Yusuf darağacına giderken “Bütün akrabalarına” hitap etmişti.


Necdet Adalı, “Sevgili anneciğim, babacığım” demişti ilk satırda...


Erdal Eren’inkinde, “Sevgili annem, babam, kardeşlerim” girizgâhı vardı.


hareketsiz bırakma...

Veysel Güney’inki de öyleydi.

Ali Aktaş’ınki de...

Kadir Tandoğan’ınki de...



Ömer Yazgan’ınki de...

İlyas Has’ınki de...

Hemen hepsi son mektuplarını giderayak ana babalarına yazmıştı.


çarmıha germe...

Eşleri yoktu ki... Muhtemelen kavga içinde sevdalanacak vakit de bulamamışlardı.


* * *



 Bulabilenler de son kez “göreme”den, bir veda edemeden, musalla taşından uğurladı eşlerini...


Üzerinde “zulüm” yazılı bayrak, kuşaktan kuşağa, elden ele geze geze paçavraya dönmüştü; ama eziyet yarışı bitmiyordu bir türlü...



Utanç Müzesi'nden bir karikatür daha...
yorumlu.

“Utanç Müzesi”ni gezerken boş duvarlarda 50 yıl sonra yer alacak fotoğrafları getirdim gözümün önüne...

Bizden sonraki nesillerin, serginin sonunda “Neyse ki hepsi mazide kaldı” diyeceklerini ümit ettim umarsızca...

Denizler'in idam fermanı... (Utanç Müzesi)


Can Dündar, Milliyet, 18 Eylül 2011






başa naylon geçirerek boğma...

Filistin Askısı



tam 12'den.






Savaş Türkiye Varlık Vergisi




"Batı devletleri arasındaki İkinci Dünya Savaşı 19'39'da başladı. Yedi yıl sürdü. Otuz bin asker ve kırk bin sivil yaşamını kaybetti. Türkiye'yi yönetenler bu savaşa katılmamak basiretini gösterdiler. Türkiye savaştan kaçan, kaçabilen ve ülkemize sığınanlara kanat gerdi, onları korudu.


Güçsüz Türk ekonomisi savaşın getirdiği olağanüstü ihtiyaçların finansmanını karşılamakta güçlük çekti. Aslında üreterek ekonomiyi besleyecek bir milyon genç insan askere alınmıştı ve ülkeyi korumak için sınırlarda bekliyordu.

 
Cumhuriyet hükümetleri bu dönemde katı, acı verici önlemler almak zorunda kaldılar. Bu önlemlerden biri de Varlık Vergisi idi. Devletin ayakta kalabilmesi için varlıklı insanlardan, kurulu vergilendirme düzenine uymadan alınan bu vergi,1942'de yürürlüğe kondu.314 milyon TL gelir getirerek yıkıcı bir krizin aşılabilnıesini sağladı ve 1943'te kaldırıldı."


Cahit Kayra, Tarihçi Yay., 3. baskı, 2011

Tv Programı:

Başka kahramanlar



Yorgo Hacıdimitriadis, kızları Fifi ve Adela'yla.




Ayhan Aktar’ın 2000’de yayımlanan ve daha sonra on baskısı yapılan ‘Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları’ (İletişim) başlıklı kitabı bugün, Türkiye siyasi tarihi çalışmalarında temel okumalardan biridir. Bu kitaptan sonra yayımlanan ve Türkiye’de vatandaşlık, kimlik, azınlıklar gibi temalara odaklanan neredeyse tüm önemli ulusal/uluslararası kitap ve makale, Aktar’ın bu eserine veya bu konuda yayımladığı makalelere atıfta bulunur. Aktar bu kitabı ile literatürde büyük bir boşluğu doldurdu ve akademide nadir sayılabilecek bir başarıyı yakalayarak kalıcı bir eser ortaya çıkardı.



Şaşırtıcı akademisyen

Aktar’ı tanıyanlar onun yazılarındaki sivri dili ve titizliğini bilirler. Onun sivri diline kızanlar dâhi, detaycılığı ve titizliği karşısında şapka çıkarır. Doğrusu bu ya, ben de sivri dili yüzünden sık sık onunla tartışırken bulurum kendimi. Ancak Aktar’ın dili sadece sivri değil, aynı zamanda çok da akıcıdır. Onun yeni hazırladığı ve geçtiğimiz günlerde yayımlanan “Yorgo Hacıdimitriadis’in Aşkale-Erzurum Günlüğü (1943)” (İletişim) başlıklı kitabın en önemli özelliklerinden biri de –bir akademisyen olarak gıpta ettiğim- akıcı dili. Aktar’ın bu kitap için Varlık Vergisi konusundaki çalışmalarını yeniden gözden geçirerek hazırladığı metin öylesine akıcı ki, insan akademik vasıfları böylesine yüksek bir metnin nasıl bu kadar hızlı okunabildiğine şaşırıyor.



Ümidin kaybı…

Aktar’ın yayına hazırladığı kitabın en özgün bölümünde, Varlık Vergisi borcunu ödeyemediği için 22 Mart 1943 tarihinde Haydarpaşa’dan trenle Erzurum Aşkale’deki çalışma kamplarına gönderilen un tüccarı Yorgo Hacıdimitriadis’in orada kaldığı süre içinde tuttuğu günlüğü bulunuyor. Bu günlüğü Aktar’a, 2005’te Atina’da katıldığı bir konferansta tanıştığı, Hacıdimitriadis’in torunu olan Niki Stavridi vermiş. Bu dönemde, son derece yüksek miktarlarda ve gayrihukuki, gayriahlaki yöntemler ile belirlenen Varlık Vergisi’ni ödeyemeyen mağdurlar Aşkale, Erzurum ve Sivrihisar’da oluşturulan çalışma kamplarında tutuluyorlar ve karayollarında kar temizlemek, şehrin sokaklarını süpürmek ya da yol inşaatında taş kırmak gibi işlerde çalıştırılıyorlar. Aşırı soğuk ve karlı hava koşulları özellikle yaşı ilerlemiş olan mağdurları çok zorluyor. Hacıdimitriadis, Aşkale ve Erzurum’a gönderildiği dönemde 60 yaşında. 22 Mart ile 10 Ağustos 1943 tarihleri arasında tuttuğu günlüğünde geçirdiği fiziksel ve duygusal travmaları anlatıyor.

Yazdığı mektuplarda sevdiklerine moral vererek kendi moralini yüksek tutmaya çalışıyor. Bu noktada, yazar Orhan Miroğlu’nun Diyarbakır Cezaevi’nden anne ve babasına yazdığı mektuplarda onlara moral verme çabasını hatırladım (Ölümden Kalıma: Diyarbakır Cezaevi’nden Mektuplar, Everest, 2010). Sanırım mağdur olan kişiler ancak sevdiklerine moral vererek kendi morallerini yüksek tutabiliyorlar. Erzurum’da çalışma kampındayken, bulunduğu yerden “El-zulum” diye söz eden Hacıdimitriadis, sokakları süpürürken yerli halktan bazı insanların nasıl onları alayla izlediğini anlatıyor. Ancak yerli gençler arasında yaşlı mağdurların kamptaki görevlerini onların yerine ücret karşılığı yapan ve böylece mağdurları daha yakından tanıyarak onların durumlarına kederlenenler de var. Bunların bazıları, yıllar sonra olanları anlatmışlar. Kendisinden daha yaşlı bir mağdur, bir gün Hacıdimitriadis’e şöyle diyor: “Malın kaybı hiçbir şey, cesaretin kaybı az bir şey, ümidin kaybı ise her şey.” Hacıdimitriadis’in günlüğünde adaletsiz bir şekilde mağdur edilen kişilerin nasıl ümidi kaybetmeden yaşama tutunduklarının öyküsü var.



Türk tüccarları için

Kitabın ikinci bölümünde Aktar’ın Varlık Vergisi konusundaki çalışmalarını yeniden gözden geçirdiği, yukarıda da sözünü ettiğim, oldukça uzun ve detaylı bir metin var. Bu metni okuyunca, “fevkalade” kazançları vergilendirmek üzere kurgulanmış olan Varlık Vergisi’nin nasıl dönemin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu tarafından “bize iktisadi istiklalimizi kazandıracak bir fırsat”, bir “ihtilal kanunu” olarak sunulduğunu görüyoruz (s. 106). Bu kanun ile yine Saraçoğlu’nun ifadesiyle, nasıl “piyasamıza hâkim olan gayri Türk unsurları bu sayede bertaraf ederek Türk piyasasını Türk tüccarlarının ve Türklerin eline” vermenin amaçlandığını ve daha işin başında “gayrimenkullere tarh edilecek (kesilecek) vergilerin ancak dörtte birinin Türklere” kesileceğinin ilan edildiğini görüyoruz (s.106). Saraçoğlu, gayrimüslimlerden gelen uzlaşma önerilerini, Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş bir devlet olduğunu söyleyerek reddediyor. Ancak öte yandan da, itiraza yani bir üst mahkemeye başvurmaya yönelik hiçbir hüküm içermeyen bir kanunu meclisten geçirmek ile çağdaş bir devlet olmak arasında bir çelişki görmüyor.



Hamal ve tarihsel süreklilik

Aktar’ın metninin bence en önemli bölümü, İstanbul’da Varlık Vergisi miktarlarını tespit etmek üzere kurulan 1 Numaralı Komisyon ile ilgili. Bu komisyonun üyeleri arasında Mahmut Ferit Hamal (1877-1951) isimli bir zat da var. Aktar, aynı Ferit Hamal’ın 1915’te Konya’da Ermeni tehcirinin gerçekleştirilmesinde (Konya Valisi Celal Bey’in tüm itiraz ve direnişine rağmen) en etkin rolü oynayan kişi olduğuna işaret ediyor. Bence Aktar’ın bu metinle literatüre yaptığı en önemli katkı, Ferit Hamal’ın kişiliğinde yakaladığı ve Türkiye’de gayrimüslimleri dışlamaya, horlamaya ve tehcir etmeye yönelik eğilimin sürekliliği. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bu sürekliliğin tek örneğinin Ferit Hamal olmadığı açık. Tarihle yüzleşmek sadece mağdurları anlamayı değil, onlara bu eziyetleri reva görenlerin düşüncesine ışık tutmayı da gerektiriyor. Çünkü hep söylüyorum, usanmadım yine söyleyeceğim, faşizmi uzaklarda, bize benzemeyenlerin arasında aramak yerine, bize benzeyenlerin, yanımızdakilerin, soframızdakilerin söyleminde yani en sıradan haliyle yakalamak önemli. Sıradan faşizm çok yaygın. İnsan bu eziyetleri yapanların tanıdığı, bildiği insanlara benzeyen kişiler olduğunu fark ettiğinde çok sarsılıyor. Eziyetleri canavarlar değil, sıradan insanlar yapıyor. Ayrımcılıkla savaşmak için öncelikle bunun farkında olmak gerek.

Bir başka sürekliliği ise kitaptaki bir dipnotta yakalamak mümkün. Hacıdimitriadis 19 Mayıs 1943’te günlüğüne yazdığı notta, çalışma kampında bulunanların Erzurum’un Pasinler (Hasankale) ilçesinin batısındaki Deveboynu dağına doğru sürüleceklerini duyduğunu aktarır. Aktar bu bilginin altına düştüğü dipnotta I. Dünya Savaşı sırasında aynı yerde Ermeniler ile Türkler arasında kanlı çatışmalar olduğundan söz etmiş (s. 57). Aktar gibi sosyal bilimciler bu memleketin taşının, toprağının, dağının, ovasının ve bir zamanlar farklı nedenlerle kızıl akan derelerinin tarihine dikkat çekerek tarihle yüzleşebilmenin önünü açıyorlar.

Aktar’ın hazırladığı kitabın önemli bölümlerinden biri de Varlık Vergisi uygulaması sırasında İstanbul Defterdarı olan Faik Ökte ile ilgili. Faik Ökte, bugün bu konuyu çalışanlara (Aktar dâhil) rehberlik eden en önemli kitaplardan birini (Varlık Vergisi Faciası) 1951’de “ülkemize demokrasi geldi zannederek” yayımlıyor. Aktar, Ökte’nin yaşamına ışık tutarken, devletin zulmünü halının altına süpürmeyi reddeden ve hatta bir de kitap yazarak bunu anlatan bir bürokratı, Türkiye’de nelerin beklediğini gösteriyor. Aktar’ın yazdıkları, gecikmiş de olsa, Faik Ökte’ye iade-i itibar niteliğinde. Ben özellikle Faik Ökte’nin kendisine neden istifa etmediği konusunda yöneltilen suçlamalara verdiği samimi ve insani yanıttan etkilendim. Bu yanıtı okurken geçmişle yüzleşmek için hiçbir zaman geç kalınmayacağı gerçeğini bir kez daha idrak ettim.







Ayhan Aktar 2006’da yayımladığı “Türk Milliyetçiliği, Gayrimüslimler ve Ekonomik Dönüşüm” başlıklı kitabı, 1915’te İttihat ve Terakki hükümetinin aldığı tehcir kararına direnen Osmanlı bürokratlarının saygıdeğer anısına ithaf etmişti. Çünkü onlar belki de çoğunluğun sürü psikolojisiyle ortak olduğu bir zulmün karşısına dikilme cesaretini göstermişlerdi. Aktar, hazırladığı “Yorgo Hacıdimitriadis’in Aşkale-Erzurum Günlüğü (1943)” başlıklı kitabı ise Varlık Vergisi mükelleflerine yapılan zulme şahit olup görevlerinden istifa eden iki maliye müfettişinin (İhsan Arat ve Ekrem Türkay) anısına ithaf etmiş. Çünkü onlar insanın kendi aklını kullanma cesaretinin abidesidirler. Gözlerinin önünde yanlış işler yapıldığını görüp de buna “dur” demek insan olmaya dairdir. Umarım bu duyguyu yitirmeden tarihle yüzleşmeyi başarabiliriz. Aktar’ın yıllardır ısrarla kitaplarını ithaf ettiği kahramanların Türkiye’si kesinlikle farklı bir Türkiye. İşte o Türkiye’ye olan özlemle… Ayhan Aktar’ın ellerine, aklına sağlık.
 
Ayşe Kadıoğlu, Radikal 2, 4 Eylül 2011.