Ara

AYDINLANMA YANLISI BİR “AYDIN KARŞITI” OLARAK ECEVİT

Okay Bensoy[1]

GİRİŞ
biz halkız
kıt da olsa okuyup yazmamız
bilgiyi işten
aydınlığı güneşten alırız
ay gibi girip de
güneşle aramıza
gölge etmeyin
karanlıkta kalırız
tek bir ağacız kökleri derinde
kopmayın bizden dallar gibi
kopan dallar kurur gider
tomurcuğu meyvesiz
Aydınlara Dilekçe, 1982

Bu araştırma, Türkiye’nin siyasal yaşamındaki önemli köşe taşlarında imzası bulunan Bülent Ecevit çizgisini bir “iktidar analizi” üzerinden tartışma amacını taşımaktadır. Değerlendirme süresince elimizde veri teşkil edecek önemli kaynaklar arasında, CHP’ye dışsal[2] ve içsel olarak değişim geçirten Ortanın Solu hareketi, İnönü’nün ayrılmasından sonraki CHP, muhtıra ve darbe döneminden sonra Ecevit’in takınmış olduğu tutum, 1980 sonrası kuracağı Demokratik Sol Parti çizgisi yer edinecektir. Ecevit portresi, genel bir yapı analizinin ardından, Türkiye’de, Batı kavramsallaştırmalarından özerk bir sol geleneğin de yaratılabileceği çerçevesi içine oturtulacaktır. Bu hedef doğrultusunda, Ecevit çizgisinin detaylı bir Osmanlı – Türk modernleşmesi tahliline ihtiyaç duyacağı görülecektir. Özellikle “yönetim-elit formasyonu[3]- sınıfsal yapı” üçgeninde şekillenecek bu yazı, CHP’nin değişim sancılarından mümkün oldukça yararlanacak, Ecevit imgesi ise, hem belirle’y’en hem de belirle’n’en özne olarak bu sürecin bir parçasını teşkil edecektir. Osmanlı modernleşmesinden Cumhuriyet modernleşmesine dek uzanan süreçte, aydının sarayda, Reis’ülküttaplık’ta ve palas koridorunda üstlendiği rol, bu bağlamda bir süreklilik arz etmekte, tepeden inmeci bakış, Ecevit’in ordu-bürokrasi-siyaset üçlemesinde aydını merkeze yerleştirmesine neden olmaktadır.

BELİRLE’N’EN VE BELİRLE’Y’EN ÖZNE: ECEVİT’İN GÖZÜNDEN TÜRKİYE TOPLUMU

Tarihin herhangi bir evresinde belirmiş kişiliklerin var olan yapının zıttı veya bu yapıya eklemlenecek biçimde hayatlarına yön verecekleri ön kabulünden hareketle, Ecevit’in siyaset sahnesine çıktığı dönemdeki genel dünya sistemine bakmakta fayda vardır. Türkiye’yi 1960’lara hazırlayan temel bölünmenin şehirdeki ve köydeki küçük burjuvaziyle sanayi burjuvazisi arasında yaşandığı söylenebilir. Bu bölünme, 17. yy.’dan itibaren gelişim gösteren küçük sermaye ideolojisiyle 1945 sonrası sınaî kalkınma faaliyetinde kendisini gösteren burjuva ideolojisinin tezahürüydü. Dönem, sanayi burjuvazisinin uluslararası bağlantılarıyla gelişmesinin artık devlet tarafından düzenlenmesini gerektirmekteydi ve Demokrat Parti’nin açık veren liberal dış ticaret rejimi, yeni sisteme uyum sağlayamayacak kadar katılaşmıştı. İhracatın salt tarım ürünlerine bağlı olmasının, yatırım ve tüketim mallarında artan talebi finanse etmeye yeterli olmadığı anlaşılmıştı. Uluslararası arenada ilişkileri bulunan sermayedarın, şehirde yer etmiş sanayicinin, Osmanlı döneminden 1950’lere kadar varlığını bir “sınıf” kimliği altında sürdürmüş olan seçkinlerin, ordunun ve talepleri henüz formüle edilmemiş işçi sınıfının çıkarları[4] bu ortak noktada buluşmuştu. Bu açıdan bakıldığında 27 Mayıs, restorasyondan (yenilenme) çok bir dönüşüme işaret ediyordu. Ortak çıkarların ekonomi alanındaki yansımasını, dövizin ve kıt kaynakların planlı, rasyonel biçimde tahsisi oluşturuyordu.[5] Dış ticaret serbestîsinden uzaklaşılarak planlı kalkınmaya geçilmesi, sadece Türkiye’ye özgü bir olay değildi ve neredeyse tüm dünyada benzer kurumlarla destekleniyordu.

Aynı dönem aralığında, özellikle tarımda makineleşmenin artışı ve ortakçılıkla yarıcılığın kırda daha az gelir getiren işler haline dönüşmesiyle birlikte, kente göçler başladı. Gecekondulaşmanın bir kentleşme problemi haline gelmesi ve işsizliğin ciddi boyutlara ulaşması, Ecevit’in sahneye çıkmasından önce hazırlanmış bir dekordu. Öyle ki, gecekondu problemi bu dönemde siyasal partilerin gündemlerinde geniş yer tutacaktır.[6]

1960’ların Türkiyesi, şehirleşmeye de bağlı olarak işçileri bir araya getiren bir döneme tanıklık etti ve henüz tam anlamıyla şekillenmemiş işçi talepleri, sol akımlar içinde farklı seslerin yükselmesine ortam hazırladı. Milli Demokratik Devrim ve Türkiye İşçi Partisi kanatlarında beliren ayrışmaya, ülkenin kurucu iktidarı CHP, aynı zamanda 27 Mayıs’a “ev sahipliği” yapması dolayısıyla kayıtsız kalamazdı. Dışsal olarak, Avrupa’da yükselen sol muhalefet ve SSCB’nin sürdürdüğü komünist “tehlike”, içeride milli bakiye seçim sistemi sayesinde temsil şansı bulan TİP çizgisi karşısında CHP, bir kimlik krizi yaşıyordu. Yeni ülkenin kuruşundan beri “devlete millet bulmaya” çalışan “bürokrat-seçkin-ordu” kanadı, “sınıfsız ve kaynaşmış bir toplum” yaratma rüyasından sanayileşmenin sınıfsal ayrılıkları su yüzüne çıkaran keskin bıçağının sesiyle uyanıyordu. Bir tür tabula rasa[7] yaratarak iktisadi ve toplumsal koşulları belirleyen özne, ‘46’da kendi diyalektiğiyle karşılaşarak, yaratmış olduğu burjuvazinin kutsal iktidar fanusuna el sürmesiyle, süreç ve kimlik anlamında, ne olduğunu şaşırmıştı. İnönü’nün “en mutlu yenilgim!” diye isimlendirdiği bu tablo, aslında 1950 sonrası Türkiyesi’nde hiçbir iktidar analizinin eski tip siyaset sözlüğüyle yapılamayacağını kanıtlıyordu. 1960’ta, kadim dostu orduyla bu “rövanşı” alan CHP elitleri, artık karşılarında kendisini sağ çizgide tanımlayan bir muhalefetin yanı sıra, dışsal ve içsel alternatifler de bulmuşlardı ki, Ecevit mühürlü “Ortanın Solu” çizgisi, kelime itibariyle de bu konumlanmanın bir tür sancılanış olduğunu gözler önüne sermekteydi: Sağ ve sol yanından baskıya maruz kalan bir tortul kütlenin, ayrıca içeriden yukarıya doğru uygulanan bir etkiye de tepki vermek zorunda kalışı. “Ortanın Solu” CHP içinde öyle bir açılımdı ki, aynı zamanda parti içindeki sınıfsız toplum dolayımlı muhafazakâr eğilimleri de rahatsız etmiş, iktidar alanını ’60 sonrasının yeni yapısının zorladığı ölçülerde fakat eskiden tam bir kopuş gerçekleştir’e’meden düzenlemiştir. Sadece açılıma inananları değil, inanmayanları da uzun süre bu felsefeye eleştiri yöneltmelerine neden olarak parti içi iktidarı ve muhalefeti kendi ayakları üzerinden kurdurmuştur.

Ecevitçi bu çizgi, ilk dönemlerde, gelenekle gelecek arasında hakem olma amacını güden İnönü’den destek görürken, ilerleyen aşamalarda, gerçek kimliğini İnönü’nün o ana kadar üzerinde yükseldiği temellere balyoz indirerek göstermiştir. İnönü’ye göre; ordu, ülkenin temel bileşenlerinden biriydi ve ‘71 Muhtırası, desteklenmesi gereken bir hareketti. Ecevit ise, bu hareketin demokrasiyle bağdaşmayan yanlarını ortaya sererken, Atatürk’ün gölgesinden faydalanmaktaysa da, bir tür ikincil ödipal imge olan İnönü’nün bu iktidar arayışına karşı tavrını genel sekreterlikten ayrılarak somutlaştırıyordu. Özünde bu hareket, ideolojik çatallanmaları bir kenara koyarsak, Terakkiperver Fırka, Demokrat Parti deneyimlerinden sonra İnönü cephesindeki statükoya karşı yeni bir başkaldırı olarak isimlendirilebilir. Ecevit’in, “Ortanın Solu” ile parti içine saldığı “korku” tohumları, bu kez muhtıraya karşı olmak gibi tam bir gelenek dışılıkla bezenince, iktidarın yeniden tanımlanmasının kapısı aralanmıştır. CHP içindeki diğer muhalefet oluşumlarından farkını, parti içi çözüm bulma adına genel sekreterlikten istifa etmekle koyan Ecevit, elitlerin en büyük anti- tezi olarak beliren yerel örgütlerle temasa geçme yolunu kullanarak merkezi sarsmayı başarmıştır. Bu doğrultuda Mayıs 1972 Kurultayı’na çıkarken 43 il başkanının, 8 il temsilcisinin, 55 il gençlik kolu temsilcisinin, 7 gençlik kolu başkanının desteğini arkasına aldı.[8] Muhafazakâr kanattan (ki son dönemde bu önermeye İnönü de katılacaktır) partiyi sosyalist yapma noktasında eleştiri toplayan Ecevit, “Ortanın Solu” tarifini getirirken, teorik arka planını ‘aşırı sağ’- ‘aşırı sol’ yelpazesinden yararlanarak çizmiştir.[9]

Konumuz açısından burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta da, CHP içinde yerele, halk katılımına verilen önemin bu elit formasyona rağmen gerçekleştiğini hatırlatmak, iktidarın tanımlanışının artık sokaktaki insan üzerinden yükseldiğini CHP’ye duyurmaktır: “Daha açık söylüyorum, vereceğimiz karar şudur: Demokratik bir partinin kanunlar(ın)a saygılı özgür üyeleri mi olacağız, yoksa kapıkulları mı olacağız?[10] Bu açıdan Ecevit’in, Osmanlı modernleşmesinden günümüze dek uzanan aydın-halk ikiliğine kulak vermenin anlamlı olacağını düşünüyoruz. Ecevit, Karagöz-Hacivat metaforunu (eğretilemesi) kullanarak yapmış olduğu bir çözümlemede, Hacivat’ı kendi toplumuna yabancılaşmış, seçkinci ve aydın Türk yönetici sınıfının bir temsilcisi olarak yorumlar, Türk halkının, seçkinlerle Karagöz sayesinde alay ettiği sonucuna ulaşır. Karagöz, bu sayede, yüzyıllardır yönetim kademesinden dışlanan Türkler için tepkilerini dile getirecek alternatif bir iktidar alanını, sivil toplumu oluşturmuştur. Karagöz ile Osmanlı rejimi eleştiriye tabi tutulmuş, devletin “sen benim işime karışma, ben de senin ne konuştuğuna” şeklinde özetlenebilecek felsefesi, meddahta kendisini göstermiştir.[11]

Yukarıda belirtildiği üzere, seçkin kadrolar içinde gerek CHP içinden gerekse Milli Demokratik Devrim kanadından ordu müdahalesine “olumlu” bakan gözlerle Ecevit’in hesaplaşması henüz sürmektedir. Ona göre, demokratik rejimde iktidarın sahasını halktan başka paylaşacak bir güç olmamalıdır; uzun vadede ordu, gerçekleşecek sosyal reformların önünde bir engel olarak belirecektir. Halkla devlet arasına örülen duvarların en önemli tuğlalarını din, dil ve yönetime erişememek olarak betimleyerek, Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetim anlayışında Türk topluluğuna karşı bilinçli bir sindirme politikasının varlığından bahseder. Dini, iktidarın önemli bir mayası sayan Osmanlı hanedanı, Arapça’ dan farklı bir mealin okunmasını günah addederek, kutsal kitap üzerinde okuma tekeli kurmuş, metinleri halkın anadilinde anlayarak tartışması durumunda “düzen”in bozulacağını ve çevrenin kendisine karşı bir alternatif malzeme çıkaracağını düşünmüştür. İktidarın kendini tekrar üretmesinin, meşruiyet zincirini kurmasının yolu ise, medresede Arapça ve Farsça öğretmekle sağlanmıştır.[12] Aynı hedef doğrultusunda, saray çevresinde konuşulan dili, Divan Edebiyatı’nı ‘Osmanlıca’ olarak belirleyerek “anlaşılamayanın gizemi ve ulaşılamayanın kutsallığı”nı yaratmıştır. Soy üzerinden devlet kademelerine erişmenin önünü mümkün olduğunca kapatarak devşirme usulünü yaygınlaştırmış, Müslüman-Türk olmayan unsurlara ağırlık vermiştir.[13] Matbaa, tarih incelemelerinde her ne kadar hattatların kazançlarının engellenmemesi için ülkeye getirilmediği biçiminde yorumlansa da, aslında olası tartışma zeminini baştan yok etmek amacıyla kurulmamıştı.[14] Kahvehanelerin Orta Doğu coğrafyasında ayrı bir işlev üstlendiği dönemde, 4. Murad tarafından kapatılan bu mekânlara Arapça metinlerin tartışılması gibi ikinci bir tehlikeyi sokmak, merkezin, çevre karşısındaki saygınlığını ayaklar altına almak demekti.[15]

Aydın-halk ayrışması üzerinden devam edecek olursak, Ecevit’e göre, Türk halkı bilinçli olarak cahil bırakılmış, kendi kendini hor görmeye alıştırılmıştır. Osmanlı yöneticisi, Türk’e karşı “sürü” muamelesinde bulunmuş ve kendisini de “etrak- ı bi idrak”in “çoban”ı olarak kabul ettirmiştir. Devam edegelen bu sanal iktidar paylaşımında halk, “doğduğu gibi bir yaşamı sürdürmekle yetinir, bulduğundan başka hakları ve malları olabileceğini düşünmemesinden de öte, doğumundaki durumu doğal durum olarak kabul eder. Yeri hiç değişmeyen, hep efendiye kulluk kölelik etmek için doğan ve onu yerinde tutmak uğruna canını veren”[16] bir kimliğe bürünmüştür.

Ecevit’in ‘80 sonrası açılımında dikkat çeken husus, Türklük vurgusunu mazlum bir özne olarak tasvir ederek, onu Osmanlı havuzu içinden çıkarıp cumhuriyet içinde tekrar var kılmaya dayalı bir düşünce akımı geliştirmiş olmasıdır. Aydın-halk ikileminden demokrasi kültürünün tam olarak yerleşememesine, cahillikten kalkınamamaya kadar birçok sorunun temeline Osmanlı’daki yönetim felsefesini koyar ve Türk- İslam sentezinde görülen mazlum öznenin kendisini tekrar üretmek adına “şanlı Osmanlı-Türk” geçmişine yaslanışının tersine, Türkiye Cumhuriyeti’ni yükseltme adına Osmanlı’nın Türk politikasının “olumsuzlanmasının olumsuzlamasına”[17] yönelir. “Türk Ulusu, Kurtuluş Savaşı ile bağımsızlık mücadelesi veren tüm uluslara öncülük etmiştir. Şimdi, Türk ulusunu bekleyen ödev, demokratik rejim içinde, insanlık onuruna saygılı, adil bir düzende kalkınabilmenin mümkün olduğunu da, bağımsızlığına yeni kavuşmuş ve gelişme halindeki uluslara göstermek, bu yönde öncülük etmektir”[18]. “Cumhuriyet Türkü”, geçmişine baktıkça bugününe ve atasına minnettar kalır, geçmişine döndükçe bir daha eski günlere dönmek istemez. Türkler, Osmanlı’da iktidarın merkezinde olamadıkları oranda dışlanmışlığın merkezine taşınırlar. Cumhuriyet, bir diğer ifadeyle, ezilmiş çoğunluğun öç alma anını resmeder. Türk’ün eski dönemdeki hor görülüşü, yeni moralizmin ana besinini oluşturacaktır. Sorun, Türk-İslam sentezinin hamurunda karılmış bir dış düşman tehlikesinde değil, tam tersine, kendi insanının, çoğunlukla da aydınının, Türk kavramını ayaklar altına alan yaklaşımında yatmaktadır: “Atatürk’ün Türk Ulusuna bence en büyük katkısı, halkı bu zehirden arındırmaya uğraşmış olmasıdır. ‘Türk, öğün, çalış, güven!’ O, hiç kuşkusuz, sıralamayı bile bile yapmıştı. Halkın yüzyıllar boyunca bilinçaltına işlenen kendini hor görme alışkanlığından kurtulup da, Türklüğüyle öğünür duruma gelmeden, çalışmak için gerekli hevesi bile duyamayacağını düşünmüştü. Bazı aydınlar bu sıralamayı değiştirirler ve ‘Neden öğünecek mişiz? Türk, çalış, güven, öğün! ’ biçiminde kullanırlar.”[19] Ecevit, Fatih’in, İstanbul’un Fethi’nin ardından, Türk sadrazamı Çandarlı Halil Paşa’yı öldürtüp yerine devşirme kökenli Zaganos Paşa’yı geçirmesini ve bu tarihten başlayarak iki yüzyıl sürecek Türk sadrazamı noksanlığını kültüralist bir analize tabi tutarak, çizmiş olduğu Osmanlı’nın anti-Türkist yönetici tercihi tezini süsler.[20]

Modernleşmenin öncü kadroları olarak bilinen “asker-bürokrat-aydın”ların toplumun bilinçaltına yerleştirmiş oldukları bir olgu da, Ecevit’e göre, “askercil demokrasi geleneği”dir. Sivil yönetime ait kamusal alanın “çizme izleri” ile donatılması, “ordu millet” söylemiyle açıklandığı müddetçe gerçek anlamda demokrasinin yerleşemeyeceğinden dem vurmaktadır. ’71 ve ’80 müdahalelerine sonuna kadar karşı çıktığını hatırda tutarak, Osmanlı döneminde kullanılan ‘paşa’ unvanının bugün hala geçerli olmasını farklı bir toplumsal perspektiften yorumladığına şahit oluyoruz. 23 Nisan’larda çocuklara sembolik koltuk teslim etme törenleri, özünde, yüceltilmiş özne olan “devlet baba”nın, küçük yaştan itibaren yarının büyüğüne kendisini kanıtlama eğitimine verilen addır. Eğitim hayatı boyunca birgün o koltuğa oturacağı ümidiyle yaşayan ezik “birey”, iktidara karşı dayanabileceği sınırların her geçen gün farkına varır. [21]

Türkiye’ye özgü sol anlayışı Batı tipi sınıf çatışmasından farklı yorumlayan Ecevit, ‘30’ların “sınıfsız, solidarist” Kemalist çizgisinden ayrılır, ama milli burjuvazi yaratan bir devlette sınıfsal çelişkilerin, henüz işçi sınıfının olgunlaşmadığı bir ortamda devletin tek sınıfın hâkimiyetine evirilemeyeceğini belirtir. Kaldı ki, ona göre, Türk toplumu farklı sınıfların birbiriyle hiçbir zaman uzlaşmayacak çıkarları etrafında şekillenmemiştir. Batı tipi bir sol anlayışın özgürlükçü, sosyal adalete dayanan, paylaşımcı ilkelerinden yararlanılabilir, ancak nüfusunun önemli bölümü köylü olan bir ülkede böylesi bir proletarya diktatörlüğü çözüm yolu olarak öngörülemez. Bu yapı doğrultusunda, Türkiye’de iktidarın yükseleceği sınıfların en önünde köylülük gelecektir; Türk halkının üçte ikisi köylüdür. Köylünün özgür üretimi için, iktidar, toprak ve su ağalığına son verecektir.[22]

SONUÇ

Ecevit, Türkiye’nin toplumsal yapısı üzerinde “aydın-bürokrat-ordu” üçgeninin devletteki değiştirici ve dönüştürücü işlevine sorgulayıcı bir tarzda yaklaşarak, sivil toplumun, Osmanlı geleneğinden beri, halk katmanlarının sığındığı bir çatı olduğunu savunur. Bu sivil toplum geleneğidir ki, Ecevit’in gözünde bizzat aydınlar tarafından dönem dönem askeri müdahalelere ışık yakılarak daraltılmaya çalışılmıştır. Oysa Türk halkı, Osmanlı’nın Türkler’e karşı uygulamış olduğu kısıtlayıcı tavrı cumhuriyet geleneğinde tersine çevirerek, imparatorluk yapısında biriktirmiş olduğu bu potansiyel enerjiyi harekete geçirebilmiştir. Daha irdeleyici bir ifadeyle Ecevit, kalkınma sancıları yaşayan bir ulusa, Türk-İslam sentezinde görülen geçmişe özlem, saadet devri, şanlı geçmiş ve düzeni bozan dış düşmanlardan alınacak intikam ile eski mutlu günlere erişme hedefini, yitik ve ezik öznenin geçmişin değerlerini bugünün kapitalist toplumunun maddi süreçleriyle uyumlulaştırma hülyasını, tersi biçimde algılatmaya çalışır. Onun için Osmanlı yönetim yapısı, anti-Türkist çizgisiyle en yoğun nüfusa saray kapılarını kapatmış, dini, iktidarın en önemli araçlarından kabul ederek hem yönetici sınıfı devşirme yoluyla kendisinin şekil verdiği bir İslam ile donatmış hem de Kur’an- ı Kerim’i uzun süre halkın kullandığı dile çevirtmeyerek çevrenin alternatif iktidarını engellemiştir.

Osmanlı anlayışını, modernleşme sürecindeki Batı’cı’ aydınlar üzerinden eleştirirken amacı, cumhuriyetçi kadroların getirmiş olduğu “halkçılık” anlayışını negatifiyle olumlamaktır. Bu açıdan, Osmanlı tarihine dönen bir Türk, bugünün değerini daha fazla kavrayacak, tarihe döndükçe cumhuriyet iktidarının sınırlarına daha fazla meşru gözle eğilecek ve aydının tepeden bakan tavrını daha fazla sorgulayacaktır.


KAYNAKÇA

AÇIKEL, Fethi (1996), “Kutsal Mazlumluğun Psikopatolojisi”, Toplum ve Bilim, 1996/ Güz, s.153- 196.
AKŞİN, Sina (2001), Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi, 4. Baskı, Ankara: İmaj Yayınevi.
AYATA, Ayşe (1992), CHP Örgüt ve İdeoloji, Ankara: Gündoğan Yayınları.
CHP (1969), İnsanca Bir Düzen Kurmak İçin Halktan Yetki İstiyoruz, Ankara: Ulusal Basımevi.
ECEVİT, Bülent (1968), Bu Düzen Değişmelidir, İstanbul: Tekin Yayınevi
ECEVİT, Bülent (1968), Ortanın Solu, İstanbul: Tekin Matbaası.
ECEVİT, Bülent (1972), Kurultaylar ve Sonrası, Ankara: İleri Yayınları.
ECEVİT, Bülent (1995), Toplumsal Kültürün Türk Siyasal Yaşamına Etkisi, Ankara: Sistem Ofset.
HATTOX, Ralph (1998), Kahve ve Kahvehaneler… çev: Nurettin Elhuseyni, 2. Baskı, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
IŞIKLI Alpaslan (2003), Gerçek Örgütlenme: Sendikacılık, Ankara: İmge Kitabevi.
KELEŞ, Ruşen (1972), Türkiye’de Şehirleşme, Konut ve Gecekondu, İstanbul: Gerçek Yayınevi.
KEYDER, Çağlar (1995), Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, 4. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları.
LA BOETİE, Etienne (1995), Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, çev: M. Ali Ağaoğulları, 2. Baskı, Ankara: İmge Kitabevi.
MARDİN, Şerif (?), Türk Modernleşmesi, İstanbul: İletişim Yayınları.


[1] AÜ SBF Kamu Yönetimi Bölümü, 02080936.
[2] Dışsal terimiyle, “Ortanın Solu”na yön veren hareketlenmenin, Türkiye içindeki farklı bölüntülerde (fraksiyonlarda) filizlenen sol akımların CHP’ye yeni bir kimlik aramayı artık zorunlu kıldığı kastedilmektedir.
[3] seçkin biçimlenişi
[4] “Türkiye’de işçi hareketinin gelişiminin başta gelen özelliği, örgütlenme hakkını düzenleyen mevzuatın daha önce doğmuş olması, örgütlü işçi hareketinin doğuşunun ise daha sonra, yani mevzuatın oluşumunun ardından gerçekleşmiş olmasıdır.” IŞIKLI, Alpaslan (2003), Gerçek Örgütlenme: Sendikacılık, Ankara: İmge Kitabevi, s.79.
Ecevit’in 1963’te, sendika özgürlüğü ve grev hakkını düzenleyen tasarıya dair yaptığı konuşma, yukarıdaki önermeyi doğrulamaktadır:
“Batı demokrasilerinin hemen hepsinde bu kanunla Türk işçisine tanımak üzere bulunduğumuz haklar, ancak uzun ve kanlı mücadeleler sonunda elde edilmiştir.(…) Şu birkaç gün içinde bu hakları, bu tür mücadelelere gerek kalmaksızın, Türk işçisine tanımak suretiyle topluma ve tarihe büyük bir hizmette bulunacağımız şüphesizdir. Batı ülkelerinde tatbikat önden, kanunlar arkadan gelmiştir. Bizde önce kanun gelecek, tatbikat arkadan gelecek.” IŞIKLI, Alpaslan (2003), s.62.
[5] KEYDER, Çağlar (1995), Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, 4. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 197- 200.
[6] KELEŞ, Ruşen (1972), Türkiye’de Şehirleşme, Konut ve Gecekondu, İstanbul: Gerçek Yayınevi, s.200–2
[7] Platoncu manada filozof kralın, elindeki tuvalle tüm eseri yeniden inşa edişi.
[8] AYATA, Ayşe (1992), CHP Örgüt ve İdeoloji, Ankara: Gündoğan Yayınları, s. 85.
[9] ECEVİT, Bülent (1968), Ortanın Solu, İstanbul: Tekin Matbaası, s.20.
[10] ECEVİT, Bülent (1972), Kurultaylar ve Sonrası, Ankara: İleri Yayınları, s. 57.
[11]ECEVİT, Bülent (1995), Toplumsal Kültürün Türk Siyasal Yaşamına Etkisi, Ankara: Sistem Ofset, s.18- 20.
[12] MARDİN, Şerif (?), Türk Modernleşmesi, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 43.
[13] AKŞİN, Sina (2001), Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi, 4. Baskı, Ankara: İmaj Yayınevi, s.15.
[14] ECEVİT, Bülent (1995), s.27.
[15] HATTOX, Ralph (1998), Kahve ve Kahvehaneler…, çev: Nurettin Elhuseyni, 2. Baskı, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, passim.
[16] LA BOETİE, Etienne (1995), Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, çev: M. Ali Ağaoğulları, 2. Baskı, Ankara: İmge Kitabevi, s.36.
[17] AÇIKEL, Fethi (1996), “Kutsal Mazlumluğun Psikopatolojisi”, Toplum ve Bilim, 1996/ Güz, s.179.
[18] ECEVİT, Bülent (1968), Bu Düzen Değişmelidir, İstanbul: Tekin Yayınevi, s. 219.
[19] ECEVİT, Bülent (1995), Toplumsal Kültürün Türk Siyasal Yaşamına Etkisi, Ankara: Sistem Ofset, s.36-7.
[20] ECEVİT, Bülent (1995), s.23.
[21] ECEVİT, Bülent (1995), s. 8, 45.
[22] CHP (1969), İnsanca Bir Düzen Kurmak İçin Halktan Yetki İstiyoruz, Ankara: Ulusal Basımevi, s. 2- 9.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder