“Adımız Andımızdır”
27 Mayıs Sürecinde
Ulus Gazetesi ve Ulus İnşası
[1] Bkz. KONYAR, Hürriyet (1998), Ulus Gazetesi, CHP ve Kemalist İlkeler, İstanbul: Bağlam Yayınları.
[2] Erken seçim çağrısı, DP iktidarının çaresizliği ve bu çaresizlikten bir çıkış yolu olarak önerilir. CHP Milletvekili Hıfzı Oğuz Bekata, 21 Şubat’ta “Menderes kendi siyasi hayatını, demokrasinin istikbalini korumak istiyorsa tek vazifesi kalmıştır, o da beklemeden istifa etmektir” derken; İnönü, 22 Şubat’ta “Bu iktidar gidecek, değişecektir” manşetinin ardından verilen haberde “Rejim bahsinde Demokrat iktidarın vatandaşlar arasında huzuru temin etmesine imkan yoktur, zaten vatandaş münasebetlerinde en hazin olan taraf, huzuru ve iyi geçinmeyi bozan, zehirleyen taraf yalnız kendileri oldukları halde, bu davada, iktidar başkanının iftiralarla kendi politikasını yürütmekte ısrar etmesidir” demektedir.
[3] Ulus, 9 Şubat 1960.
[4] 16 Şubat 1960.
[5] 12 Şubat 1960; tekzip metni, 18 Nisan 1960.
[6] 7 Mart 1960.
[7] 19 Şubat 1960
[8] 11 Mart 1960.
[9] 14 Mart 2007.
[10] 24 Mart 1960
[11] 25 Mart 1960.
[12] 5 Nisan 1960.
[13] 7 Nisan 1960.
[14] 17 Şubat 1960.
[15] 13 Nisan 1960.
[16] 9 Nisan 1960.
[17] 18 Şubat 1960.
[18] 14 Nisan 1960.
[19] 18 Nisan 1960. Burada bahsi geçen ‘tek parti rejimi’ ifadesi, erken cumhuriyet dönemine özgülenmemektedir. Tek parti, olumsuzlanan ve ahlaki bir yargıyla, özünde demokrasi ve insan hakları karşıtlığıyla, tepeden inmeci bir otoriter yönetimle bağdaştırılmaktadır. Tek parti, bir döneme verilen adlandırmadan ziyade, şahıs düzeyindeki ‘hukuksal iktidar’ analizlerine takılıp kalmaktadır. Kemalizm, milletin isteklerini kavrayan ve onunla bütünleşen bir ideoloji olarak yansıtılır, DP ise bu ilkelerin ‘kıymet’ini bilemeyen, ülkeyi ‘vatan- nifak cephesi’ gibi suni ayrımlarla bölen, partizan işleyişiyle farklı sese tahammül edemeyen siyasi hareket olarak yansıtılır. Tek parti rejiminden kasıt, Türkiye tarihi açısından Jön Türkler, aynı dönemde ise sürekli ön plana çıkarılan De Gaulle Fransa’sıdır. “İktidar Partisi”, Namık Zeki Aral, 17 Şubat 1960. Kemalist erken cumhuriyet dönemi, ‘altın çağ’, arzulanan bir romantizm içinde ve ahlaki bir güzelleme olarak resmedilir. DP, eleştirilen her hamlesinde ‘asr- ı saadet’ devrinin örnek uygulamalarına sahip çıkmamakla bir tutulur.
[20] “Polis ve Silah”, 14 Şubat 1960.
[21] 28 Mart 1960.
[22] “Politika ve Ötesi”, 25 Mart 1960.
[23] 25 Mart 1960.
[24] 19 Şubat 1960.
[25] 14 Şubat 1960.
[26] “Zorbanın Budalası”, 22 Nisan 1960.
[27] 15 Şubat 1960.
[28] 26 Şubat 1960.
[29] 4 Mart 1960.
[30] Bu retrospektif okumanın en uç noktasını Yüksek Adalet Divanı Kararları’nda görebiliyoruz.
Bkz. Yüksek Adalet Divanı Kararları (2007), “Radyo Davası Kararı Gerekçesi”, İstanbul: Kabalcı Yayınları, Esas No: 960/20, s. 678- 95.
[31] “Demagoji neye, demagog kime denir?”,15 Şubat 1960.
[32] “Demokrat Borçlar”, 20 Şubat 1960.
[33] 17 Şubat 1960.
[34] 21 Şubat 1960.
[35] Özcan Ergüder, “Bütçe Görüşmeleri ve Radyo”, 21 Şubat 1960.
[36] “ ‘Devletin normal Cihazları’ ve DP”, 7 Nisan 1960.
[37] 4 Mart 1960.
[38] “Hapsolan Vicdanlar”, 8 Mart 1960.
[39] “Cezaevi Rejimi”, 12 Mart 1960.
[40] 16- 18 Mart 1960.
[41] Sadun Tanju, DP içindeki bu ayrışmayı partiyi kuran ilkelerin çöküşü, köprülerin atılışı olarak özetler. “Köprüler Atılınca”, 29 Mart 1960.
Eşzamanlı olarak parti teşkilatlarından DP’den CHP’ye geçenlerin ya da CHP’ye yeni kaydolan üniversiteli öğrencilerin haberleri yayımlanır. Gerek partilerin kurucu kadrosunda gerekse teşkilatlarda yaşanan bu kaymalar, DP’nin kan kaybetmesi, CHP’nin seçimde daha fazla başarı elde edeceğinin belirtisi olarak gösterilmiştir. Yukarıda belirttiğimiz gibi, Ulus’ta özellikle mart ayından itibaren tekzip metinlerinin sayısında ciddi bir artış gözlemlemek de mümkündür. CHP’ye geçiş yapan isimler hakkındaki tekzipler birkaç gün içinde DP yönetimi tarafından savcılık kanalıyla gazeteye ulaştırılmıştır. Kısacası, iki parti arasındaki üye çekişmesini Ulus’un ana sayfasından takip etmek mümkündür.
[42] 15 Nisan 1960.
[43] 20 Nisan 1960.
[44] 21 Nisan 1960.
[45] 10 Nisan 1960.
[46] 23, 24 Nisan 1960.
[47] İsmet İnönü’nün Ulus’a demeci, 24 Nisan 1960.
[48] 16 Nisan 1960.
[49] 22 Mart 1960.
[50] 27 Mart 1960.
[51] 25 Nisan 1960.
[52] 9 Şubat 1960.
[53] 12 Şubat 1960.
[54] 11 Şubat 1960.
[55] 23 Şubat 1960.
[56] 25 Şubat 1960.
[57] Bülent Ecevit, “Vatan Cephesi Başbakanı”, 25 Şubat 1960.
[58] 13 Şubat 1960.
[59] 1 Mart 1960.
[60] 1 Mart 1960.
[61] 29 Şubat 1960.
[62] 7 Mart 1960.
[63] 21 Mart 1960.
[64] 9 Şubat 1960.
[65] Emil Galip Sandalcı, “Bir Bu Eksikti”, 1 Mart 1960.
[66] 2 Temmuz 1960.
[67] 1 Temmuz 1960.
[68] 1 Temmuz 1960.
[69] Sadun Tanju, “Ordu ve Siyaset”, 6 Temmuz 1960.
[70] 3 Temmuz 1960.
[71] 7 Temmuz 1960.
[72] “Politikasız Demokrasi”, 7 Temmuz 1960.
[73] 8 Temmuz 1960.
[74] 5 Temmuz 1960.
[75] “1958 ve İşsizlik”, 2 Temmuz 1960.
[76] 2 Temmuz 1960.
27 Mayıs Sürecinde
Ulus Gazetesi ve Ulus İnşası
İspat Hakkı, Pahalılık, Radyo, Basın Kanunu,
Seçim Kanunu, Hakim Teminatı, 17 Mart 1960
Seçim Kanunu, Hakim Teminatı, 17 Mart 1960
Giriş
Türkiye’nin siyasal hayatında çok partili düzene geçişin öncesinde ve sonrasında yaşanan gerilimler, devleti ve milleti kurucu rol üstlenen CHP içi kaymalar, DP’yi oluşturan ana etkenler özel olarak ele alınmıştır. DP’nin 14 Mayıs ile başlayan “Söz Milletindir!” hamlesini dönemler halinde inceleyen çalışmalar farklı disiplinleri karşı karşıya getirmiş ve Türkiye’de merkez sağın rejimin resmi söylemine karşı geliştirdiği dil masaya yatırılmıştır. Ne var ki, yine bir disiplinlerarası çalışma olarak 1950- 60 döneminin ‘yayın’ faaliyetlerini hesaba katarak basındaki hareketlilik üzerinden bir siyasi analize gitmek, diğer araştırmalar kadar rağbet görmemiştir. DP- CHP kutuplaşmasının ilerleyen safhalarına ve en nihayetinde iki partinin söz düellolarına karşı bir basın organının nasıl tutum takındığı, siyasi çemberin neresine tutunduğu soruları gölgede kalmıştır. Bu sorulara verilebilecek yanıtların kısa ve öz olma ihtimali de basın üzerinden yürütülebilecek bir söylem tartışmasının ancak ve ancak siyasetin genel işleyişinin türevi olmasından kaynaklanabileceği yargısından ileri gelebilir. 1950- 60 dönemi açısından bu yargıyı sürdürürsek, özellikle DP’ye yakınlığıyla bilinen Zafer ve CHP’nin yayın organı konumundaki Ulus gazetelerinin tutumları, ilgili gazetelerin manşetlerinin taranmasıyla sınırlı kalabilir. Maksat DP- CHP gerilimini iki partinin koridorlarında dolaşarak okumaksa, kuşkusuz bu gazeteler ancak manşetlerinin çekiciliği kadar dipnotlarda yer bulabilecek, tartışmaların basit birer ileticiliğine indirgeneceklerdir. Bunun yerine gazetelerin yazı ve yazar akışının sistemin genel işleyişinden kopmadan ve ilgili yayın organının siyasi bağlantılarını hiçe saymadan kendi içinde özerk bir değerlendirmesini yapmak istiyorum. Bu sayede bir fikir dergisinin benzer bir süreci kemikleşmiş yazar kadrosuyla ve daha seyrek aralıklarla çıkmasından kaynaklanan anı yakalayamama, olaya soğuma ihtimalleri yerine ana kırılmaları ve CHP’nin darbe öncesi değişebilen söylemini daha net görebileceğimi sanıyorum. Ulus Gazetesi’nden çıkarılabilecek yorumların CHP’ye mal edilebilecek açıklıkta oluşu ve manşetlerin önemli bölümünün zaten parti yönetiminin demeçlerinden derlenmesi, gazetenin bir sayfasının CHP soru önergelerine, bir sayfasının parti teşkilatlarına ait haberlere ayrılması bizi ‘parti- yayın organı’ özdeşliğine götürebilir. CHP ile kurulan bu direkt bağlantı gazetenin yazar profiliyle de göz önüne serilebilir. Ne var ki, yukarıda da belirttiğim gibi, parti demeçleriyle manşetlerdeki bu dil ‘ikizliği’nin bir tehlikesi de görece yapısalcı bir yaklaşıma saplanıp kalarak Ulus’u 27 Mayıs sürecinde CHP’nin basit bir iletkeni, hatta maşası olarak okuma eksikliğidir.[1] Ulus, ‘etkilenen’, ‘belirlenen’ ve işlevi gereği ‘etkilendiğini ileten’ yönlerinden sıyrılarak ‘etkileyen, yeniden üreten’ bir çerçevede de görülebilmelidir. Bu yazıda manşetlerin ve belirli yazarların DP muhalefetinin bir adım ilerisine geçmeye çalışacağım, Ulus’un 27 Mayıs sürecindeki konumuna; orduya değişen aralıklardaki bakışına ve ‘inkılabın mantığı’ndan yoksun, belirli bir programa ve ciddi yapısal eleştiriye dayanmayan iktidar alternatifi arama ümitlerinin Kemalizm ile bağlantılarına, onu 27 Mayıs sürecinde yeni bir ulus inşası yoluyla yeniden üretmeyi düşleyen tutumuna değinmeye çalışacağım. DP iktidarına yöneltilen eleştirilerin odağına oturan karikatürler, köşe yazıları, yazı dizileri, teşkilat ve bürokrasi haberleri bu yazının ana malzemelerini oluşturacak, 27 Mayıs’a giden yolda Ocak ayından itibaren ne tür yaklaşımların gazete bünyesinde cereyan ettiğini gösterecektir.
Ulus’un DP’ye yönelik tüm eleştirilerinin tabanına yerleşen “plansız ve popülist kalkınma, milli iradeden yoksunluk, partizanlık, kendisine millet tarafından verilen emanetin değerini bilememe, kendisini yetiştiren CHP ocağından kopan asi ve büyümeyen çocuk” tamlamaları analize ışık tutabilir niteliktedir.
Gazetenin genel siyasi ortamdan özerk, içeriden bir okumasının yapılabilmesi ve bu okumanın CHP ile ilişkilendirilebilmesi için, parti içi haberlere ve DP’nin uyguladığı öne sürülen çıplak şiddetin gazeteye aktarılış biçimine özel olarak eğilmeye çalışacağım. Çıplak şiddetin ‘yayımlanması’nın parti merkez ve teşkilatlarına dönük ‘ortak mağduriyet, ezilmişlik’ söylemi sayesinde ‘türdeşleştirici’ yüzünün darbeye olası etkilerini tartışacağım. Bu türdeşlik algısının ilerleyen aşamalarda daha büyük bir ayrışmayı belirleyip ‘millet’ düzeyinde ülkede ikili bir ayrıma gidip gitmediğini, gazetenin ajitasyon içerikli haberlerle “DP- millet” olarak genişletilen ayrımı bizzat belirleyip belirlemediğini sorgulayacağım.
İkinci bölümde ise, Ocak- Temmuz 1960 döneminde Ulus ve CHP öncülüğünde DP kalkınmacılığına getirilen eleştirilerin niteliği tartışılacak, erken seçim talebini darbe ihtimalinin her zaman önünde tutan gazete kadrosunun kalkınmacı dönemle bürokrasi ve partizanlık arasında kurduğu ilişki irdelenecektir. Bürokrasiye getirilen alternatif bir yaklaşımın Ulus ve CHP özelinde nasıl yankı bulduğu, partizanlığın organik toplum tasarımına ve dolayısıyla milli bütünlüğe tehdit olarak sayılmasının Kemalizm açısından değeri bu bölümün diğer sorunlarından birisini oluşturacaktır.
Türkiye’nin siyasal hayatında çok partili düzene geçişin öncesinde ve sonrasında yaşanan gerilimler, devleti ve milleti kurucu rol üstlenen CHP içi kaymalar, DP’yi oluşturan ana etkenler özel olarak ele alınmıştır. DP’nin 14 Mayıs ile başlayan “Söz Milletindir!” hamlesini dönemler halinde inceleyen çalışmalar farklı disiplinleri karşı karşıya getirmiş ve Türkiye’de merkez sağın rejimin resmi söylemine karşı geliştirdiği dil masaya yatırılmıştır. Ne var ki, yine bir disiplinlerarası çalışma olarak 1950- 60 döneminin ‘yayın’ faaliyetlerini hesaba katarak basındaki hareketlilik üzerinden bir siyasi analize gitmek, diğer araştırmalar kadar rağbet görmemiştir. DP- CHP kutuplaşmasının ilerleyen safhalarına ve en nihayetinde iki partinin söz düellolarına karşı bir basın organının nasıl tutum takındığı, siyasi çemberin neresine tutunduğu soruları gölgede kalmıştır. Bu sorulara verilebilecek yanıtların kısa ve öz olma ihtimali de basın üzerinden yürütülebilecek bir söylem tartışmasının ancak ve ancak siyasetin genel işleyişinin türevi olmasından kaynaklanabileceği yargısından ileri gelebilir. 1950- 60 dönemi açısından bu yargıyı sürdürürsek, özellikle DP’ye yakınlığıyla bilinen Zafer ve CHP’nin yayın organı konumundaki Ulus gazetelerinin tutumları, ilgili gazetelerin manşetlerinin taranmasıyla sınırlı kalabilir. Maksat DP- CHP gerilimini iki partinin koridorlarında dolaşarak okumaksa, kuşkusuz bu gazeteler ancak manşetlerinin çekiciliği kadar dipnotlarda yer bulabilecek, tartışmaların basit birer ileticiliğine indirgeneceklerdir. Bunun yerine gazetelerin yazı ve yazar akışının sistemin genel işleyişinden kopmadan ve ilgili yayın organının siyasi bağlantılarını hiçe saymadan kendi içinde özerk bir değerlendirmesini yapmak istiyorum. Bu sayede bir fikir dergisinin benzer bir süreci kemikleşmiş yazar kadrosuyla ve daha seyrek aralıklarla çıkmasından kaynaklanan anı yakalayamama, olaya soğuma ihtimalleri yerine ana kırılmaları ve CHP’nin darbe öncesi değişebilen söylemini daha net görebileceğimi sanıyorum. Ulus Gazetesi’nden çıkarılabilecek yorumların CHP’ye mal edilebilecek açıklıkta oluşu ve manşetlerin önemli bölümünün zaten parti yönetiminin demeçlerinden derlenmesi, gazetenin bir sayfasının CHP soru önergelerine, bir sayfasının parti teşkilatlarına ait haberlere ayrılması bizi ‘parti- yayın organı’ özdeşliğine götürebilir. CHP ile kurulan bu direkt bağlantı gazetenin yazar profiliyle de göz önüne serilebilir. Ne var ki, yukarıda da belirttiğim gibi, parti demeçleriyle manşetlerdeki bu dil ‘ikizliği’nin bir tehlikesi de görece yapısalcı bir yaklaşıma saplanıp kalarak Ulus’u 27 Mayıs sürecinde CHP’nin basit bir iletkeni, hatta maşası olarak okuma eksikliğidir.[1] Ulus, ‘etkilenen’, ‘belirlenen’ ve işlevi gereği ‘etkilendiğini ileten’ yönlerinden sıyrılarak ‘etkileyen, yeniden üreten’ bir çerçevede de görülebilmelidir. Bu yazıda manşetlerin ve belirli yazarların DP muhalefetinin bir adım ilerisine geçmeye çalışacağım, Ulus’un 27 Mayıs sürecindeki konumuna; orduya değişen aralıklardaki bakışına ve ‘inkılabın mantığı’ndan yoksun, belirli bir programa ve ciddi yapısal eleştiriye dayanmayan iktidar alternatifi arama ümitlerinin Kemalizm ile bağlantılarına, onu 27 Mayıs sürecinde yeni bir ulus inşası yoluyla yeniden üretmeyi düşleyen tutumuna değinmeye çalışacağım. DP iktidarına yöneltilen eleştirilerin odağına oturan karikatürler, köşe yazıları, yazı dizileri, teşkilat ve bürokrasi haberleri bu yazının ana malzemelerini oluşturacak, 27 Mayıs’a giden yolda Ocak ayından itibaren ne tür yaklaşımların gazete bünyesinde cereyan ettiğini gösterecektir.
Ulus’un DP’ye yönelik tüm eleştirilerinin tabanına yerleşen “plansız ve popülist kalkınma, milli iradeden yoksunluk, partizanlık, kendisine millet tarafından verilen emanetin değerini bilememe, kendisini yetiştiren CHP ocağından kopan asi ve büyümeyen çocuk” tamlamaları analize ışık tutabilir niteliktedir.
Gazetenin genel siyasi ortamdan özerk, içeriden bir okumasının yapılabilmesi ve bu okumanın CHP ile ilişkilendirilebilmesi için, parti içi haberlere ve DP’nin uyguladığı öne sürülen çıplak şiddetin gazeteye aktarılış biçimine özel olarak eğilmeye çalışacağım. Çıplak şiddetin ‘yayımlanması’nın parti merkez ve teşkilatlarına dönük ‘ortak mağduriyet, ezilmişlik’ söylemi sayesinde ‘türdeşleştirici’ yüzünün darbeye olası etkilerini tartışacağım. Bu türdeşlik algısının ilerleyen aşamalarda daha büyük bir ayrışmayı belirleyip ‘millet’ düzeyinde ülkede ikili bir ayrıma gidip gitmediğini, gazetenin ajitasyon içerikli haberlerle “DP- millet” olarak genişletilen ayrımı bizzat belirleyip belirlemediğini sorgulayacağım.
İkinci bölümde ise, Ocak- Temmuz 1960 döneminde Ulus ve CHP öncülüğünde DP kalkınmacılığına getirilen eleştirilerin niteliği tartışılacak, erken seçim talebini darbe ihtimalinin her zaman önünde tutan gazete kadrosunun kalkınmacı dönemle bürokrasi ve partizanlık arasında kurduğu ilişki irdelenecektir. Bürokrasiye getirilen alternatif bir yaklaşımın Ulus ve CHP özelinde nasıl yankı bulduğu, partizanlığın organik toplum tasarımına ve dolayısıyla milli bütünlüğe tehdit olarak sayılmasının Kemalizm açısından değeri bu bölümün diğer sorunlarından birisini oluşturacaktır.
I. Demokrat Parti Şiddetinin ve Partizanlığının ‘Yaratıcılığı’
Ulus Gazetesi’nin Ocak- Temmuz 1960 gündeminde belirleyici rol oynayan etken, parti yönetiminin mecliste ve yurt içi gezilerinde; parti teşkilatlarının ise şehirlerde çıplak şiddete maruz kalmalarıdır. Şiddet içerikli haberlerin gazetede sürekli yer edişi, CHP’lilerin bir tehdit altında demokrasi savaşımı veriyor olmalarına yorulur. Şiddetin gerek meclis içinde ‘aykırı’ söz söyleyen CHP milletvekillerine, bir ili ziyaret eden parti yönetimine DP ocakları ve Vatan Cephesi üyelerince yöneltilmesi, gerekse bu müdahalelerin polis ve valilik tarafından engellenmeyişi, siyaseti zora sokan bir kriz olarak yansıtılır. Bu süreç içinde şiddetin artış gösteren hali, meclis ve taşra teşkilatları arasında paralellik göstermektedir. Mecliste kendisine söz hakkı tanınmayan, konuşmaları radyo eliyle kesilen, itirazları şiddet yoluyla engellenen partililerin yanında teşkilatlarda rahat bırakılmayan, binaları DP sempatizanlarınca basılan, tahrip edilen, yurt gezilerinde şehre sokulmak istenmeyen CHP, her yerden kuşatılmışlık içinde sunulur. DP şiddetinin bu sınır tanımaz niteliği, devlet kurumlarının partizan yönelimleriyle bağlantılandırılır; sempatizanların müdahalelerine karşılık vermeyen polis ve emir komuta merkezi olarak vali, ciddi eleştiriye tabi tutulur. Ne var ki, bu eleştiri, bir modern devlet örgütlenmesinin masaya yatırılması anlamında ‘polis erki’nin eleştirisi değil, özünde cumhuriyetin kurumu olan emniyetin yetki ve sorumluklarının bir hükümet tarafından bürokrasinin kendi kuralları dışına çıkartılarak haksız biçimde kullanılması yönündedir. Kurumların özünden ziyade son on yıllık yönelimleri herhangi bir dönemselliğe gidilmeden, salt DP iktidarı olmalarından ötürü eleştiriye tabi tutulur. Bu sayede iktidarın yoğun baskısı altında hem merkezde hem de yerel örgütlenmelerde hareket edemeyecek konuma terk edilen, kendi kurduğu rejimin ilkelerini başka bir partiye teslim etmiş olmanın on yıllık burukluğunu ‘partizanlık’ ve ‘çıplak şiddet’ mağdurluğuyla açıklamaya yönelen bir yayın çizgisi sürdürülür.
Ocak ayından itibaren erken seçim çağrısı yapan[2] ve bu çağrıya uygun biçimde yurt gezilerine ağırlık veren CHP’yi izleyen gazete, parti otobüsünün Konya girişinde taşlanmasını ve polisin bu kanunsuz eyleme tepkisiz kalmasını rejim açısından iki parti arasındaki ciddi uçurum üzerinden değerlendirir. Menderes’e alkış tutmanın serbest sayıldığı hoparlörle ilan edilirken, İnönü’yü alkışlayan vatandaşların atlı polislerce zorla dağıtılması, “örf ve adetlere uygun” karşılama törenine aykırı bir eylem olarak yorumlanır.[3] Çıplak şiddetin DP’nin çekim alanına giren polis erki elinde orantısız kullanımı ve bunun belli bir kitleye yöneltilmesi ‘ahlakilik ve kanunilik’ çerçevesinde değerlendirilir. Kanunun “örf ve adet” ile eşleştirilerek sunulması, siyasetin ahlak penceresinden okunuşu, kendi çizdiği kurallarla bürokrasinin ilkelerini ve rejimi buluşturmaya çalışan, fakat ilkelerin elinden kaymakta olduğunu gören partinin bu denklemi ahlakla yeniden örmek istediğini göstermektedir. Bir ‘kanun ve nizam’ partisi olarak CHP’nin anarşiye bakışını Turhan Feyzioğlu şöyle belirtmektedir:
“Anarşi, Uşak’ta vatan kahramanı İnönü’ye çiçek atılması değil, çiçek atanlara saldıranlara polisin, zabıtanın müdahale etmemesidir.”[4]
Konya’da CHP teşkilatına ateş edilmesi[5], Aydın’da CHP il kongresine mani olunmak istenmesi, CHP ocağı açılışının jandarma tarafından zorla dağıtılması, dağıtılan kongrede kadınların coplanması[6], DP Gençlik Bürosu’nun talebe ve gençlik teşekküllerine baskısı, devlet yardımı alabilmek için DP teşkilatlarından izin kağıdı alma mecburiyetinin getirilmesi[7], CHP’ye oy veren bazı doktor ve öğretmenlerin merkez emrine alınması[8], taşrada vatandaşların DP’ye geçmeleri için zorlanmaları[9], DP yönetimince CHP’lilerin telefonlarının PTT’ye dinletilmesi[10], Kayseri’de DP emriyle üç CHP’linin polisçe vurulması[11], İnönü’nün Kayseri gezisi sırasında DP tarafından askere kendisi için “vur!” emrinin verilmesi[12], Kayseri’nin il sınırlarından başlayarak şehir merkezine dek süren tahrik ve teyakkuzda bulunma hali[13], Yakup Kadri’nin Ankara’ya dönen İsmet İnönü’ye ‘Geçmiş olsun mu diyeyim, 2. İnönü’den dönüşünüzü tebrik mi edeyim?’ sorusu, CHP’lilerin yolunu kesen parti il başkanı ve DP tesirindeki valinin müdahalesi[14], DP’nin ‘son koz’ olarak radyoda İnönü’nün konuşmalarının tamamını yayınlatmaması[15], DP’nin siyasete yönelik yıldırma ve çıplak şiddet içeren hamlelerinin ötesine geçerek İnönü’nün karizmasını sağlığındaki bozulma ve ağır hastalık ‘söylentisi’ ile zedeleme uğraşısı[16], olay çıkmaması için çaba harcayan CHP’lilerin mecliste saldırıya uğramaları[17], Ulus’a verilen resmi ilanların kesilmesi[18], DP’nin ‘yalan ve iftira’ dolu kampanyalarla insan haklarını da hiçe sayarak demokrasiye ve kanuna dayalı bir uygarlık arayışının tarihi seyrini değiştirmeye, tek parti rejiminin ilkelerini diriltmeye yönelmesi[19] gazetede çıplak şiddetin ne denli önemsendiğini ve bu şiddetin parti teşkilatlarıyla merkez arasında ciddi bir ‘kader birliği’, ‘birbirine tutunarak karşı koyma’ vesilesi olduğunu göstermesi bakımından önemli mağduriyet sembollerindendir. DP’nin ‘hukuk ve ahlak dışı’ müdahalelerinin, devlet kurumlarını kendi emelleri doğrultusunda partizan bir yapılanmaya sevk etmesinin, şiddet içerikli haberlerle daha meşru kılınmaya çalışıldığı söylenebilir. Şiddet, hem parti içi türdeşliği ve ortak mağduriyeti pekiştirir, hem de hukuk ve ahlak ‘adına’ konuşmanın zeminini kurarak partinin ötesinde ulusa mal edilebilecek popülizmin ve milli iradeyi ‘yeniden’ tesis edebilecek olası bir meşruiyetin zeminini hazırlar.
Bülent Ecevit, gelişmiş Batı ülkelerindeki örnekleriyle evrensel bir demokrasi kültürü çizmeye çalışır, DP uygulamalarını bu örneklerle karşılaştırır.[20] Ecevit’e göre, demokrasinin en geniş haliyle uygulandığı yerlerde polis, yaşamın her alanına müdahale etmez, halkın sisteme tepkisi de buna bağlı olarak daha sınırlı ve oturmuştur. Devlet içi bir örgütlenme olarak polis, hükümetlerden özerk ve onların siyasi bağlantılarından bağımsız işleyişe sahiptir. DP iktidarında ise bu işleyiş tersine dönmüştür. Partinin hedefleri doğrultusunda CHP’yi ve kendisine karşı hareket eden her toplumsal gücü bir tehdit olarak algılayarak polise orantısız, ölçüsüz müdahalede bulunma yönünde teşvikte bulunması, rejimi yönelmek istediği gelişmiş demokrasilerden geride bıraktırmıştır. İnönü’ye yapılan saldırılarla ilgili görüşülmekte olan “Uşak Davası” hakkında yazan Ecevit, “Bir memleket büyüğünü selamlamak için kışın soğuğunda yollara dökülen vatandaşları polis atlarının nallarıyla tekmeletip copla dövdürmek, polise vatandaş kırbaçlatmak hiçbir hukuk devletinde akıldan geçirilmeyecek iktidar hamleleridir” biçiminde görüş bildirmiştir. DP kaynaklı şiddeti güncel bir örnekle olumsuzlayan Ecevit, bir yandan da ‘DP yandaşı olan- olmayan’ ayrımının daha sonra alacağı adlandırmalara ortam hazırlamış olur. Afrika kurtuluş hareketlerinin gündemde bulunduğu bu dönemde Ecevit, polis müdahalesinin tutulan partiye göre değiştiğini vurgulayabilmek adına “apartheid” rejimine başvurur. Ecevit için Afrika’da hüküm süren ırk ayrımı neyse, Türkiye’de partizan idarenin etkisine aldığı polisin vatandaşın toplantı ve gösteri yürüyüşlerine müdahalesi de odur.[21] Sadun Tanju, polisi kendi emelleri doğrultusunda kullanan DP yönetimine “iktidar kabadayıları” yakıştırmasında bulunur.[22] Modern devlet içi bir yapılanma olarak polis erkinin eleştirisine gitmeyip, evrensel bir demokrasi kültürü içinde meşru şiddet tekelinin partizanlıktan özenle uzak ‘tutulan’ idare tarafından tesis edilebilmesinin yollarını sorgulayan Ecevit’in yazısı, şiddeti devletten ve bürokrasiden sıyırarak onu bir partiye özgülemekte, şiddeti DP’nin polisi ‘akıldışı’ kullanımıyla bağdaştırmaktadır. Yakup Kadri, Kayseri’de DP emriyle polis tarafından vurulduğu iddia edilen üç CHP’linin ardından, “polis rejimi”nin sürmesinin ülkede öncelikle polisin ve hükümetin güvenilirliğine zarar vereceğinden bahseder.[23] Devletten kaynaklanan şiddetin ancak ‘kötü’ niyetli ve demokrasiyi içselleştirememiş mecralarca yolundan saptırılabileceği, idarenin salt hukukla rayına sokulabileceği, kanun ve onun sağlayacağı nizamın milli iradeyi, bütünlüğü sağlayacağı fikri, kapsamlı devlet eleştirisini gölgeler, gazetenin ve yazar profilinin zaten böyle bir sorununun olmadığı da iddia edilebilir. Örneğin, Yakup Kadri de “Uşak Davası”nı konu edindiği bir yazısında DP’li milletvekilinin görülmekte olan dava hakkında mecliste konuşurken meseleyi bir anda ört bas etmeye yönelik sözler sarf ettiğini, haklıyı haksız göstermeye çalıştığını, Şark milletlerini ilerlemekten alıkoyan münakaşayı bir mugalatanın karanlığında boğma alışkanlığına yöneldiğini savunur.[24] Bu ‘menfur zihniyet’in hak ve adaletle, hukuk devleti, amme vicdanı ile bir ilgisinin olmaması gerekir. “O, durduğu noktanın ötesini göremez: görse de partizan zihniyetiyle onu tanınmaz hale sokar.” Hukukun ahlakilikten yoksun kanunsuzlukları ve dolayısıyla düzensizliği önleyebileceği düşüncesi, CHP milletvekili Fahri Karakaya öncülüğünde verilen kanun teklifiyle zirveye ulaşır. “Demokraside Vatandaş Ahlakını Koruma Kanunu” adını taşıyan teklif, gerekçesinde nüfus artışının sonucunda vatandaşın ihtiyaçlarına cevap verebilecek büyüyen bir idarenin vatandaşa yakınlığını nasıl sağlayabileceği sorusuna cevap arar. Gerekçenin devamında bu kanunun siyasette partizanlık yapmadığı sürece ilden ilçeye dönüştürülmeye kadar sürüklenen yönetim birimlerinin, köprü yapımı için toplu oyu istenen vatandaşın sorunlarına çözüm bulunacağı umulmaktadır.[25] Hukukun ahlakı içinde barındıran bu efsunlu değneğinin her değdiği yerde topluma ve siyasete ‘doğru’yu, ‘akılcı’ olanı göstereceği düşüncesi, yeni bir kurucu iktidarın da habercisi sayılabilir. Gazetenin de olumladığı biçimiyle bu yeni pozitivizm, demokrasiyi dışlayan DP popülizmiyle mücadelede kullanılabilecektir. Ecevit, ‘zorbalık- kanun tanımazlık’ ilişkisini tabiatın düzenine varacak kadar genişletir, kanunun gerçek sınırının tabiat olduğunu savunur. Ona göre, kanunun gerçek sınırı anayasa değildir, tabiattır. Bir kurul, anayasaya aykırı düzenleme yapsa dahi tabiatın kendisini kuşatan zırhını parçalayamaz. Zorba yönetim, bir kanun tasarlayacaksa bunu tabiatla ilişkilendirmeli, hem koruyanı hem de korunanı gözetecek yola yönelmelidir. Yöneten, bu dengeyi bozmaya kalkarsa- ki DP bu noktadadır- tabiat onu çıplak ve güçsüz hale sokar, iktidar, çaresizce parçalanır.[26] Bu ana çizgiyi görmeyen idareye karşı zaten “nizama bürünmüş nizamsızlıkları kahretmeye azimli olan seçmen vatandaş”[27] ile bütünleşilecektir. Şiddetin bizzat DP eliyle ya da onun aracılığıyla uygulanması, bir noktadan sonra sembolikleşir, DP’ye yönelik asılsız haberler ‘öfke’yi kalıba sokar, siyasallaştırır; Ulus, ilerleyen günlerde savcılık aracılığıyla ilk sayfadan yayınlayacağı tekzip metinlerini yeni bir şiddet içerikli müdahale haberinin yanında verir.
‘Haber- tekzip’ sarmalında dönen haberlerin yine şiddet açısından bakıldığında görülebilecek bir yönü de Ulus ve CHP’nin bizatihi hukukun ve bürokrasinin toplumu kurucu rolüne yaptıkları vurgudur. Bir ‘kanun ve nizam partisi’[28] olarak sunulan CHP, ülke genelini saran DP müdahaleciliği eleştirilirken iktidarın karşısına hukuk ve partizanlıktan arındırılmış bir bürokrasi hedefiyle çıkartılır. Bürokrasinin liyakat ilkesine göre işlemesi gereken ve kendi kurallarını önceden belirlenmiş bir sisteme göre yürütmeyi hedefleyen şeması, Ulus’a göre DP dönemiyle beraber sarsıntı geçirmiştir. DP, her kademeye uygun gördüğü isimleri yerleştirerek, milletvekillerinin KİT’lerdeki idare meclisi üyeliklerinin eşzamanlı devam etmesine müsaade ederek[29] bu ana şemayı sarsmış, demokrasinin bürokrasiyle birlikte işleyecek çemberini yarmıştır. Bir kayıp olarak DP iktidarı, partizanlığın ve devlete ‘sızmışlığın’ on yıllık tablosu içinde aktarılır. Güncel örnekler, 1950- 60 döneminin kesintisiz sürekliliğinde okura sunulur.
Partizanlığın bir söylem düzeyinde kuruluşunda yayma faaliyeti ve geniş kitlelere seslenmede basın- yayın organları önemli yer tutar. DP ileri gelenlerinin iktidara gelmeden verdikleri demeçler, devlet radyosunun yansızlığı, basın organlarında ifade özgürlüğünün teminat altına alınması yönündedir. Bu demeçler, on yıllık sürecin sonunda geriye dönük biçimde yeniden okunur ve Ulus, özellikle radyonun etkileyici konumunu hesaba katarak DP ve Vatan Cephesi’nin bir sesi haline getirilen devlet radyosu yayınlarını mercek altına alır.[30] Yazar kadrosu, manşetler, karikatürler, CHP milletvekillerinin mecliste konu hakkında verdikleri soru önergeleri gazetede geniş yer bulur. Yakup Kadri, ‘demagoji’ kavramı üzerine yürüttüğü kısa tartışmada DP’nin 1950 öncesi tutumunun ‘demokrasi, insan hakları ve hayatı ucuzlatma’ ile ilgiliyken, bugün toplumu ikiye ayıran Vatan Cephesi oluşumunun ve içi boş vaatlerle dolu kalkınma, imar hareketlerinin demagojiyle ilişkili olduğunu belirtir.[31] CHP ve Ulus penceresinden bakıldığında, hapse atılan yazarlar ve yayını durdurulan gazeteler ‘çağı’nda ülkede nefes aldırabilecek en önemli gözenek radyodur.
Radyonun kamusal rolünün dışlanarak CHP aleyhine propagandaya yöneltilmesi, Vatan Cephesi üyelerini takdim etmesi, Menderes’in açıklamalarının tamamını verirken CHP’li vekillerin ve Genel Başkan İnönü’nün konuşmalarını yarıda kesmesi, DP’nin israflarla ve gösterişle dolu on yıllık bütçe harcamalarını anlatan CHP’li Ferit Melen’in konuşmaları yarıda kesilirken maliye bakanının konuşmasının tamamının yayınlanması[32], ‘millet malı olan radyonun kuvvetlerce işgal olunduğu’[33]nun kanıtlarındandır.
Özcan Ergüder, “her şeyi toz pembe görmeye kendisini alıştırmış DP’lilerin bu renge halel getirecek herhangi bir sözü duymama azmiyle Melen’i dinlemediklerini, kapısına ‘DP Radyosu’ yazılabilecek devlet radyosundan da halka dinletmek istemediklerini” bildirir.[34] “Madem ki iktidar muhalefeti konuşturmuyor, o halde iktidar muhalefetin sözlerinden korkuyor. Bu, konuşandan çok konuşmayana kuvvet verir.”[35] Ecevit, “devletin normal cihazları” olarak sınıflandırdığı kanunla sınırlandırılmış zor kullanma tekeli ve anayasayı radyo, partizanlık ve plansızlıkla karşı karşıya getirir. ‘Milli vicdan’ı içeren devletin normal cihazları aynı zamanda insan haklarıyla bütünleşmektedir. DP, milli vicdanla eşleştirilen “devletin normal cihazları”na aykırı düşecek hamlelerde bulunmuş, kendisine karşı gelişen tepkiyi sindirmek adına radyoyu, polisi partizan bir yöne sevk etmiştir.[36] Hayal ve ihtimallerin bile ülkeyi “Vatan Cephesi- nifak cephesi” olmak üzere ikiye ayıran DP tarafından sansürlenmek istenmesi, Ulus tarafından toplumun ikiye bölünmesine neden olacak bir gelişme olarak aktarılır. 4 Mart tarihinde CHP’nin hazırlamış olduğu basına yönelik “ispat hakkı”nı içeren yasa teklifi, yeni bir ikili ayrım üzerinden gazetenin sütunlarından duyurulur. Bu teklife meclisin göstereceği tepki, diktatörlük ile hürriyetçi bir rejim arasında yapılacak tercihtir. Hürriyetçi ve demokratik bir rejimin dayanması gereken ‘alenilik’ ilkesinin basın hürriyetiyle tamamlanması, CHP ve Ulus açısından radyo aygıtını elinden kaybetmiş bir partinin kendisini yaymak için kullanabileceği son araç olma özelliğini de taşır. Cephe ayrışmasının ötesinde basının ciddi sınırlamalara maruz kaldığı bir dönemde CHP ve Ulus açısından demokratik yönetimin zemini kadar propaganda yapılacak bir alanın da bulunması gerekmektedir. İşte bu dar, sıkıştırılmış alanı bir nebze olsun açacak ya da seçim dönemi devlet radyosundan sesini duyurmasını sağlayacak bir düzenleme partinin ve gazetenin profiline bakıldığında, yasallık ve meşruluk taşıyacaksa, ancak hukuk yoluyla mümkün görünmektedir. DP iktidarından önce Menderes ve arkadaşlarının özenle üzerinde durduğu, CHP’yi eleştirdiği devlet radyosunun tek yanlı yayın yapmaması ilkesi, DP döneminde tersi yönde işletilmiş ve CHP bu kez ‘mağdur’ konumuna sürüklenerek benzer açıklamaları yapmak durumunda kalmıştır. Esasında ‘ispat hakkı’ da ilk kez Hürriyet Partisi tarafından hazırlıkları yapılan bir yasa teklifiydi ve erken seçim sürecinde propaganda faaliyetlerini duyuramayacak olan CHP için zaman açısından stratejik değer taşıyordu. CHP yönetimi açısından basının elinde bulunacak ‘ispat hakkı’, iktidarlardan bağımsız biçimde kamuoyuna ‘gerçeği söyleme’nin bir aracısı olacaktı. Yasa teklifinin gerekçesinde, teklifin rejim açısından yaratacağı “diktatörlük- demokrasi” ayrımı anlatıldıktan sonra, ‘kötülerin günahlarının bilinmesi hem lüzumlu hem de faydalıdır’ ifadesi kullanılmıştır.[37] Böylesi bir ‘görev’in basının ispat ‘hakkı’ ile beraber işlenmesi ve DP baskısına karşı direnişin merkezine basın yoluyla yayılmanın konması, dönemin şartları göz önünde tutulduğunda meclis dışında hükümeti yıpratma ve daha rahat, meşru yollardan yeni bir popülizme sarılmakla ilişkilendirilebilir.
Gazetelerin kapatılması, yazarların hapis cezası alması, Ulus’ta ilk sayfadan verilirken, bunun bir demokrasi mücadelesi olduğu her fırsatta hatırlatılmakta, DP bu yönden de demokrasi ve özgürlük yanlılarının karşısında olmakla eleştirilmektedir. Vatan Gazetesi Yazarı Ahmet Emin Yalman’ın, Tercüman Gazetesi Yazarı Peyami Safa’nın, Akis Dergisi yazı işleri müdürünün yazıları nedeniyle hüküm giymesinin ardından Yakup Kadri, basına yönelik müdahaleler altında ‘vicdanların hapsolduğu’nu[38], DP idaresi altında ülkede bir tür ‘cezaevi rejimi’[39] yaşandığını belirtecektir.
En az “Vatan Cephesi- nifak cephesi” ayrımı kadar sertleşecek bir ayrıma imza atacak Ulus, mücadeleyi ‘millet’ ile ‘milletin haklarını gasbetmeye çalışan bir avuç azınlık’ arasında görecektir. Yakup Kadri, milli iradeye karşı gelerek devlet hizmetini üstlenirken milletin kaynaklarıyla vatandaşı etkilemeye çalışanları karşı kategoriye sokmuş; Ecevit ise, Türk milletinin ‘karakteristik’ özelliklerini anakronik ve araçsal bir okumaya tabi tutarak ‘haysiyetine bağlı, haklarını korumasını bilen geniş görüşlü, açık sözlü’ millet tanımıyla DP’nin on yıllık iktidarını karşılaştırma ihtiyacı hissetmiştir. Ecevit’e göre, DP bu karakteristik özelliklere uymayan, yönetimi süresince eleştiriyi göğüsleyemeyen ve müsamahayı bitiren tavırlarıyla ‘milli irade’nin karşısına dikilmiş, kendisine tevdi edilen emaneti doğru kullanamamıştır. Bu iki yorum, bir yandan gazetenin iç tutarlılığını sağlayıp Milli Muhalefet Cephesi’ne açılan yolda Ulus’un tavrını netleştirirken, diğer yandan erken seçim isteyen CHP’ye ‘2000 yılına kadar iktidardayız’ cevabını veren DP’li Tevfik İleri’ye de yön göstermiştir.[40] ‘Kanun ve nizam partisi’ olarak takdim edilen CHP, bu mücadelede DP’nin ana kadrosundan kopmuş Fuad Köprülü’yle sıkı temas kurmuş, Ulus ise DP ile mücadelenin tarihi vazife gereği olduğunu bildirerek Milli Muhalefet Cephesi’nin seslenişini yapmıştır.[41] Köprülü, parti ayrılığı nedeniyle İnönü’ye muhalif olmanın doğal karşılanabileceğini, ne var ki hiçbir Türk’ün Atatürk’ün arkadaşı ve Garb Cephesi kumandanına laf söylemeye cüret edemeyeceğini belirtmiştir.[42] Yine Köprülü, bu mücadelenin bir partilerarası çekişme olmadığını, bunun bir ‘ideal savaşı’ olduğunu, ideal savaşından alınacak neticenin İnönü’ye şükran borcunu ödemekle eş tutulması gerektiğini belirtmiştir.[43] Osman Bölükbaşı, benzer bir yönelimle, Ulus’un eleştiriye tahammül edemeyen DP’nin Kırşehir’i ilçeye dönüştürmesine karşılık kendisine verdiği destekten yararlanarak, gazeteye “Vatanseverlerin basiretleri, uyanıklıkları ve tesanütleri nöbettedir” demecini vermiştir.[44] Bu tetikte bekleme ve her şeyin farkında olma halini halka hatırlatma fısıldayışı, 23 Nisan öncesinde önem taşımaktadır, zira 23 Nisan, milli iradeye, egemenliğe yapılan vurgunun en üst düzeye çıktığı, ayrışmanın İnönü öncülüğünde bir ‘milli kurtuluş mücadelesi’ olarak algılatıldığı güne denk düşmektedir. Milli Muhalefet Cephesi’nin yurt gezileri sürerken, 23 Nisan ile beraber ülkedeki ikili ayrışma şiddetlenecektir. Mücadele, Ulus’un teşhisiyle, milletin şahlanmış iradesine boyun eğecek, kaba kuvvetin tesirine inanmış biçare partizanlarla millet arasında yürütülecektir. Yürüttüğü hukuk mücadelesinde bütün yurt İnönü’nün yanındadır.[45]
Ulus, 23 Nisan manşetini “Yeryüzünde mücadele eden tüm milletlerin mücadeleleri hayırlı olsun” diye atar ve diğer yandan “Milli hakimiyete uzanan eller kırılacaktır” notunu düşer. Milli mücadelenin böyle bir evrensel atıfla tanımlanması aslında içe dönük bir mesaj taşımaktadır. Ulus, milli iradenin sekteye uğramasından, toplumun kutuplaşmaya sürüklenmesinden sorumlu tuttuğu DP yönetimine karşı tüm toplumsal güçleri birleştirmek için 23 Nisan’a özel bir önem atfetmektedir. İnönü, “İster içeride gayr-ı meşru haldeki idare, ister vatanı istilaya kalkışan yabancı bir kuvvet olsun, her ikisi de aynı derecede yıkıcıdır ve aynı şiddetle karşılanmalıdır” beyanatını vererek milli hakimiyetin prensiplerini anlatmıştır.[46]
‘Anlatılması gereken bir kavram’ olarak milli hakimiyet, gazetenin tutumundan da anlaşılacağı üzere, ‘tehlike’nin farkında olma halini sürekli canlı tutar, dış ve iç düşman ayrımını taktik icabı kaldırır. Milli iradenin teşekkül ettiği andan beri istilacıların tehdidi altında olduğu, milli irade için düşmandan sonra gayr-ı meşru irade ve idareyle savaşıldığı hatırlatılır[47], bir anlamda Kurtuluş Savaşı atmosferi ve birliktelik inancı, ihtiyacı ‘Kahraman İsmet Paşa’ imgesiyle yeniden üretilir. İnönü’yü ziyaret eden emekli subayların kendisine şükranlarını sunmaları, Köprülü ve Bölükbaşı’nın dirsek temaslarıyla meseleye ‘milli bir çerçeve’ katmaları, her geçen gün sayıları arttığı bildirilen CHP üyesi üniversitelilerin huzursuzluklarını ve görev için hazır olduklarını İsmet İnönü’ye bildirmeleri[48], yurt gezisi sırasında yaşlı bir yurttaşın DP rozetini yere atarak “paşa”dan af dilemesi[49], gazetenin CHP’ye oy vermenin artık ‘vatan borcu’[50] olduğunu savunması bölünmeyi keskinleştiren olaylar olarak karşımıza çıkar. Bölünmede DP- CHP geriliminin ötesinde meşruiyetinin söndüğüne inanılan bir iktidarın karşısında milli irade savunmasının ölüm kalım savaşımı olarak aktarılması en çok üzerinde durulması gereken noktadır. Milli iradenin fetişleştirilmesi ve ‘partizanlık, hukuk tanımazlık, ahlaki iradeden yoksunluk, demokrasi karşıtlığı’ ile altının doldurulması haklı mağdurluğun, baskıya uğramışlığın olağan sonucu sayılır. Ulus, DP’yi neo- Osmanlı olarak gösteren tabloyu, CHP’lilerin mücadele azimleriyle taçlandırır: “Dün istiklal mücadelesinde babalarımız, bugün hürriyet mücadelesinde biz varız!”[51]
Askeri müdahale söylentilerine her defasında ‘hayır’ yanıtı veren Ulus Gazetesi, ön plana çıkardığı haberlerin içerikleriyle esasında müdahalenin psikolojik ayrışma ortamını yaratmış, militer bir zemin kurmuştur. Tarihi mücadelenin yeniden ‘millet’ ile ‘milletin haklarını gasbetmeye çalışan azınlık’ arasında cereyan ediyor olması, sorumlulukların cumhuriyetin kuruluşundan beri değişmeden korunmasını fakat tarihten daha fazla ders alınması gerektiğini hatırlatır. Özgürlük adına mücadelenin bir tür kurtuluş savaşı olarak yansıtılması ve iktidarın ‘hukuk nizamı’yla sandıkta durdurulabileceğinin güvencesini bu köklü ayrıştırma faaliyetinden sonra kim verebilir? Daha ilginci, erken seçim taleplerini Ocak ayından bu yana sıralayan CHP’nin milli iradeyi yeniden tesis ederken Kemalizm’in ‘kaynaşmış, imtiyazsız, sınıfsız kitle’ şiarını sadece DP karşıtlığı ve bir anlamda onun şiddet politikasından beslenen mağdurluğuyla sağlama imkanı var mıdır? ‘Altın çağ’ı, “Ataçağ”ı, “asr- ı saadet”i geri getirme fikrini özlemle savunan bu romantik pozitivist tavrın olası iktidarı için tartıştığı, üzerinde ayrıntılı biçimde durduğu bir programı var mıdır? CHP iktidarının ya da ‘ihtilal’ sonrasındaki rejimin ‘inkılab’a dönüşebilme olasılığı nedir?
Bu soruların yanıtını diğer bölümde gazetenin aynı dönemde eleştirdiği ‘DP kalkınmacılığı’ üzerinden aramaya çalışacağım.
Ulus Gazetesi’nin Ocak- Temmuz 1960 gündeminde belirleyici rol oynayan etken, parti yönetiminin mecliste ve yurt içi gezilerinde; parti teşkilatlarının ise şehirlerde çıplak şiddete maruz kalmalarıdır. Şiddet içerikli haberlerin gazetede sürekli yer edişi, CHP’lilerin bir tehdit altında demokrasi savaşımı veriyor olmalarına yorulur. Şiddetin gerek meclis içinde ‘aykırı’ söz söyleyen CHP milletvekillerine, bir ili ziyaret eden parti yönetimine DP ocakları ve Vatan Cephesi üyelerince yöneltilmesi, gerekse bu müdahalelerin polis ve valilik tarafından engellenmeyişi, siyaseti zora sokan bir kriz olarak yansıtılır. Bu süreç içinde şiddetin artış gösteren hali, meclis ve taşra teşkilatları arasında paralellik göstermektedir. Mecliste kendisine söz hakkı tanınmayan, konuşmaları radyo eliyle kesilen, itirazları şiddet yoluyla engellenen partililerin yanında teşkilatlarda rahat bırakılmayan, binaları DP sempatizanlarınca basılan, tahrip edilen, yurt gezilerinde şehre sokulmak istenmeyen CHP, her yerden kuşatılmışlık içinde sunulur. DP şiddetinin bu sınır tanımaz niteliği, devlet kurumlarının partizan yönelimleriyle bağlantılandırılır; sempatizanların müdahalelerine karşılık vermeyen polis ve emir komuta merkezi olarak vali, ciddi eleştiriye tabi tutulur. Ne var ki, bu eleştiri, bir modern devlet örgütlenmesinin masaya yatırılması anlamında ‘polis erki’nin eleştirisi değil, özünde cumhuriyetin kurumu olan emniyetin yetki ve sorumluklarının bir hükümet tarafından bürokrasinin kendi kuralları dışına çıkartılarak haksız biçimde kullanılması yönündedir. Kurumların özünden ziyade son on yıllık yönelimleri herhangi bir dönemselliğe gidilmeden, salt DP iktidarı olmalarından ötürü eleştiriye tabi tutulur. Bu sayede iktidarın yoğun baskısı altında hem merkezde hem de yerel örgütlenmelerde hareket edemeyecek konuma terk edilen, kendi kurduğu rejimin ilkelerini başka bir partiye teslim etmiş olmanın on yıllık burukluğunu ‘partizanlık’ ve ‘çıplak şiddet’ mağdurluğuyla açıklamaya yönelen bir yayın çizgisi sürdürülür.
Ocak ayından itibaren erken seçim çağrısı yapan[2] ve bu çağrıya uygun biçimde yurt gezilerine ağırlık veren CHP’yi izleyen gazete, parti otobüsünün Konya girişinde taşlanmasını ve polisin bu kanunsuz eyleme tepkisiz kalmasını rejim açısından iki parti arasındaki ciddi uçurum üzerinden değerlendirir. Menderes’e alkış tutmanın serbest sayıldığı hoparlörle ilan edilirken, İnönü’yü alkışlayan vatandaşların atlı polislerce zorla dağıtılması, “örf ve adetlere uygun” karşılama törenine aykırı bir eylem olarak yorumlanır.[3] Çıplak şiddetin DP’nin çekim alanına giren polis erki elinde orantısız kullanımı ve bunun belli bir kitleye yöneltilmesi ‘ahlakilik ve kanunilik’ çerçevesinde değerlendirilir. Kanunun “örf ve adet” ile eşleştirilerek sunulması, siyasetin ahlak penceresinden okunuşu, kendi çizdiği kurallarla bürokrasinin ilkelerini ve rejimi buluşturmaya çalışan, fakat ilkelerin elinden kaymakta olduğunu gören partinin bu denklemi ahlakla yeniden örmek istediğini göstermektedir. Bir ‘kanun ve nizam’ partisi olarak CHP’nin anarşiye bakışını Turhan Feyzioğlu şöyle belirtmektedir:
“Anarşi, Uşak’ta vatan kahramanı İnönü’ye çiçek atılması değil, çiçek atanlara saldıranlara polisin, zabıtanın müdahale etmemesidir.”[4]
Konya’da CHP teşkilatına ateş edilmesi[5], Aydın’da CHP il kongresine mani olunmak istenmesi, CHP ocağı açılışının jandarma tarafından zorla dağıtılması, dağıtılan kongrede kadınların coplanması[6], DP Gençlik Bürosu’nun talebe ve gençlik teşekküllerine baskısı, devlet yardımı alabilmek için DP teşkilatlarından izin kağıdı alma mecburiyetinin getirilmesi[7], CHP’ye oy veren bazı doktor ve öğretmenlerin merkez emrine alınması[8], taşrada vatandaşların DP’ye geçmeleri için zorlanmaları[9], DP yönetimince CHP’lilerin telefonlarının PTT’ye dinletilmesi[10], Kayseri’de DP emriyle üç CHP’linin polisçe vurulması[11], İnönü’nün Kayseri gezisi sırasında DP tarafından askere kendisi için “vur!” emrinin verilmesi[12], Kayseri’nin il sınırlarından başlayarak şehir merkezine dek süren tahrik ve teyakkuzda bulunma hali[13], Yakup Kadri’nin Ankara’ya dönen İsmet İnönü’ye ‘Geçmiş olsun mu diyeyim, 2. İnönü’den dönüşünüzü tebrik mi edeyim?’ sorusu, CHP’lilerin yolunu kesen parti il başkanı ve DP tesirindeki valinin müdahalesi[14], DP’nin ‘son koz’ olarak radyoda İnönü’nün konuşmalarının tamamını yayınlatmaması[15], DP’nin siyasete yönelik yıldırma ve çıplak şiddet içeren hamlelerinin ötesine geçerek İnönü’nün karizmasını sağlığındaki bozulma ve ağır hastalık ‘söylentisi’ ile zedeleme uğraşısı[16], olay çıkmaması için çaba harcayan CHP’lilerin mecliste saldırıya uğramaları[17], Ulus’a verilen resmi ilanların kesilmesi[18], DP’nin ‘yalan ve iftira’ dolu kampanyalarla insan haklarını da hiçe sayarak demokrasiye ve kanuna dayalı bir uygarlık arayışının tarihi seyrini değiştirmeye, tek parti rejiminin ilkelerini diriltmeye yönelmesi[19] gazetede çıplak şiddetin ne denli önemsendiğini ve bu şiddetin parti teşkilatlarıyla merkez arasında ciddi bir ‘kader birliği’, ‘birbirine tutunarak karşı koyma’ vesilesi olduğunu göstermesi bakımından önemli mağduriyet sembollerindendir. DP’nin ‘hukuk ve ahlak dışı’ müdahalelerinin, devlet kurumlarını kendi emelleri doğrultusunda partizan bir yapılanmaya sevk etmesinin, şiddet içerikli haberlerle daha meşru kılınmaya çalışıldığı söylenebilir. Şiddet, hem parti içi türdeşliği ve ortak mağduriyeti pekiştirir, hem de hukuk ve ahlak ‘adına’ konuşmanın zeminini kurarak partinin ötesinde ulusa mal edilebilecek popülizmin ve milli iradeyi ‘yeniden’ tesis edebilecek olası bir meşruiyetin zeminini hazırlar.
Bülent Ecevit, gelişmiş Batı ülkelerindeki örnekleriyle evrensel bir demokrasi kültürü çizmeye çalışır, DP uygulamalarını bu örneklerle karşılaştırır.[20] Ecevit’e göre, demokrasinin en geniş haliyle uygulandığı yerlerde polis, yaşamın her alanına müdahale etmez, halkın sisteme tepkisi de buna bağlı olarak daha sınırlı ve oturmuştur. Devlet içi bir örgütlenme olarak polis, hükümetlerden özerk ve onların siyasi bağlantılarından bağımsız işleyişe sahiptir. DP iktidarında ise bu işleyiş tersine dönmüştür. Partinin hedefleri doğrultusunda CHP’yi ve kendisine karşı hareket eden her toplumsal gücü bir tehdit olarak algılayarak polise orantısız, ölçüsüz müdahalede bulunma yönünde teşvikte bulunması, rejimi yönelmek istediği gelişmiş demokrasilerden geride bıraktırmıştır. İnönü’ye yapılan saldırılarla ilgili görüşülmekte olan “Uşak Davası” hakkında yazan Ecevit, “Bir memleket büyüğünü selamlamak için kışın soğuğunda yollara dökülen vatandaşları polis atlarının nallarıyla tekmeletip copla dövdürmek, polise vatandaş kırbaçlatmak hiçbir hukuk devletinde akıldan geçirilmeyecek iktidar hamleleridir” biçiminde görüş bildirmiştir. DP kaynaklı şiddeti güncel bir örnekle olumsuzlayan Ecevit, bir yandan da ‘DP yandaşı olan- olmayan’ ayrımının daha sonra alacağı adlandırmalara ortam hazırlamış olur. Afrika kurtuluş hareketlerinin gündemde bulunduğu bu dönemde Ecevit, polis müdahalesinin tutulan partiye göre değiştiğini vurgulayabilmek adına “apartheid” rejimine başvurur. Ecevit için Afrika’da hüküm süren ırk ayrımı neyse, Türkiye’de partizan idarenin etkisine aldığı polisin vatandaşın toplantı ve gösteri yürüyüşlerine müdahalesi de odur.[21] Sadun Tanju, polisi kendi emelleri doğrultusunda kullanan DP yönetimine “iktidar kabadayıları” yakıştırmasında bulunur.[22] Modern devlet içi bir yapılanma olarak polis erkinin eleştirisine gitmeyip, evrensel bir demokrasi kültürü içinde meşru şiddet tekelinin partizanlıktan özenle uzak ‘tutulan’ idare tarafından tesis edilebilmesinin yollarını sorgulayan Ecevit’in yazısı, şiddeti devletten ve bürokrasiden sıyırarak onu bir partiye özgülemekte, şiddeti DP’nin polisi ‘akıldışı’ kullanımıyla bağdaştırmaktadır. Yakup Kadri, Kayseri’de DP emriyle polis tarafından vurulduğu iddia edilen üç CHP’linin ardından, “polis rejimi”nin sürmesinin ülkede öncelikle polisin ve hükümetin güvenilirliğine zarar vereceğinden bahseder.[23] Devletten kaynaklanan şiddetin ancak ‘kötü’ niyetli ve demokrasiyi içselleştirememiş mecralarca yolundan saptırılabileceği, idarenin salt hukukla rayına sokulabileceği, kanun ve onun sağlayacağı nizamın milli iradeyi, bütünlüğü sağlayacağı fikri, kapsamlı devlet eleştirisini gölgeler, gazetenin ve yazar profilinin zaten böyle bir sorununun olmadığı da iddia edilebilir. Örneğin, Yakup Kadri de “Uşak Davası”nı konu edindiği bir yazısında DP’li milletvekilinin görülmekte olan dava hakkında mecliste konuşurken meseleyi bir anda ört bas etmeye yönelik sözler sarf ettiğini, haklıyı haksız göstermeye çalıştığını, Şark milletlerini ilerlemekten alıkoyan münakaşayı bir mugalatanın karanlığında boğma alışkanlığına yöneldiğini savunur.[24] Bu ‘menfur zihniyet’in hak ve adaletle, hukuk devleti, amme vicdanı ile bir ilgisinin olmaması gerekir. “O, durduğu noktanın ötesini göremez: görse de partizan zihniyetiyle onu tanınmaz hale sokar.” Hukukun ahlakilikten yoksun kanunsuzlukları ve dolayısıyla düzensizliği önleyebileceği düşüncesi, CHP milletvekili Fahri Karakaya öncülüğünde verilen kanun teklifiyle zirveye ulaşır. “Demokraside Vatandaş Ahlakını Koruma Kanunu” adını taşıyan teklif, gerekçesinde nüfus artışının sonucunda vatandaşın ihtiyaçlarına cevap verebilecek büyüyen bir idarenin vatandaşa yakınlığını nasıl sağlayabileceği sorusuna cevap arar. Gerekçenin devamında bu kanunun siyasette partizanlık yapmadığı sürece ilden ilçeye dönüştürülmeye kadar sürüklenen yönetim birimlerinin, köprü yapımı için toplu oyu istenen vatandaşın sorunlarına çözüm bulunacağı umulmaktadır.[25] Hukukun ahlakı içinde barındıran bu efsunlu değneğinin her değdiği yerde topluma ve siyasete ‘doğru’yu, ‘akılcı’ olanı göstereceği düşüncesi, yeni bir kurucu iktidarın da habercisi sayılabilir. Gazetenin de olumladığı biçimiyle bu yeni pozitivizm, demokrasiyi dışlayan DP popülizmiyle mücadelede kullanılabilecektir. Ecevit, ‘zorbalık- kanun tanımazlık’ ilişkisini tabiatın düzenine varacak kadar genişletir, kanunun gerçek sınırının tabiat olduğunu savunur. Ona göre, kanunun gerçek sınırı anayasa değildir, tabiattır. Bir kurul, anayasaya aykırı düzenleme yapsa dahi tabiatın kendisini kuşatan zırhını parçalayamaz. Zorba yönetim, bir kanun tasarlayacaksa bunu tabiatla ilişkilendirmeli, hem koruyanı hem de korunanı gözetecek yola yönelmelidir. Yöneten, bu dengeyi bozmaya kalkarsa- ki DP bu noktadadır- tabiat onu çıplak ve güçsüz hale sokar, iktidar, çaresizce parçalanır.[26] Bu ana çizgiyi görmeyen idareye karşı zaten “nizama bürünmüş nizamsızlıkları kahretmeye azimli olan seçmen vatandaş”[27] ile bütünleşilecektir. Şiddetin bizzat DP eliyle ya da onun aracılığıyla uygulanması, bir noktadan sonra sembolikleşir, DP’ye yönelik asılsız haberler ‘öfke’yi kalıba sokar, siyasallaştırır; Ulus, ilerleyen günlerde savcılık aracılığıyla ilk sayfadan yayınlayacağı tekzip metinlerini yeni bir şiddet içerikli müdahale haberinin yanında verir.
‘Haber- tekzip’ sarmalında dönen haberlerin yine şiddet açısından bakıldığında görülebilecek bir yönü de Ulus ve CHP’nin bizatihi hukukun ve bürokrasinin toplumu kurucu rolüne yaptıkları vurgudur. Bir ‘kanun ve nizam partisi’[28] olarak sunulan CHP, ülke genelini saran DP müdahaleciliği eleştirilirken iktidarın karşısına hukuk ve partizanlıktan arındırılmış bir bürokrasi hedefiyle çıkartılır. Bürokrasinin liyakat ilkesine göre işlemesi gereken ve kendi kurallarını önceden belirlenmiş bir sisteme göre yürütmeyi hedefleyen şeması, Ulus’a göre DP dönemiyle beraber sarsıntı geçirmiştir. DP, her kademeye uygun gördüğü isimleri yerleştirerek, milletvekillerinin KİT’lerdeki idare meclisi üyeliklerinin eşzamanlı devam etmesine müsaade ederek[29] bu ana şemayı sarsmış, demokrasinin bürokrasiyle birlikte işleyecek çemberini yarmıştır. Bir kayıp olarak DP iktidarı, partizanlığın ve devlete ‘sızmışlığın’ on yıllık tablosu içinde aktarılır. Güncel örnekler, 1950- 60 döneminin kesintisiz sürekliliğinde okura sunulur.
Partizanlığın bir söylem düzeyinde kuruluşunda yayma faaliyeti ve geniş kitlelere seslenmede basın- yayın organları önemli yer tutar. DP ileri gelenlerinin iktidara gelmeden verdikleri demeçler, devlet radyosunun yansızlığı, basın organlarında ifade özgürlüğünün teminat altına alınması yönündedir. Bu demeçler, on yıllık sürecin sonunda geriye dönük biçimde yeniden okunur ve Ulus, özellikle radyonun etkileyici konumunu hesaba katarak DP ve Vatan Cephesi’nin bir sesi haline getirilen devlet radyosu yayınlarını mercek altına alır.[30] Yazar kadrosu, manşetler, karikatürler, CHP milletvekillerinin mecliste konu hakkında verdikleri soru önergeleri gazetede geniş yer bulur. Yakup Kadri, ‘demagoji’ kavramı üzerine yürüttüğü kısa tartışmada DP’nin 1950 öncesi tutumunun ‘demokrasi, insan hakları ve hayatı ucuzlatma’ ile ilgiliyken, bugün toplumu ikiye ayıran Vatan Cephesi oluşumunun ve içi boş vaatlerle dolu kalkınma, imar hareketlerinin demagojiyle ilişkili olduğunu belirtir.[31] CHP ve Ulus penceresinden bakıldığında, hapse atılan yazarlar ve yayını durdurulan gazeteler ‘çağı’nda ülkede nefes aldırabilecek en önemli gözenek radyodur.
Radyonun kamusal rolünün dışlanarak CHP aleyhine propagandaya yöneltilmesi, Vatan Cephesi üyelerini takdim etmesi, Menderes’in açıklamalarının tamamını verirken CHP’li vekillerin ve Genel Başkan İnönü’nün konuşmalarını yarıda kesmesi, DP’nin israflarla ve gösterişle dolu on yıllık bütçe harcamalarını anlatan CHP’li Ferit Melen’in konuşmaları yarıda kesilirken maliye bakanının konuşmasının tamamının yayınlanması[32], ‘millet malı olan radyonun kuvvetlerce işgal olunduğu’[33]nun kanıtlarındandır.
Özcan Ergüder, “her şeyi toz pembe görmeye kendisini alıştırmış DP’lilerin bu renge halel getirecek herhangi bir sözü duymama azmiyle Melen’i dinlemediklerini, kapısına ‘DP Radyosu’ yazılabilecek devlet radyosundan da halka dinletmek istemediklerini” bildirir.[34] “Madem ki iktidar muhalefeti konuşturmuyor, o halde iktidar muhalefetin sözlerinden korkuyor. Bu, konuşandan çok konuşmayana kuvvet verir.”[35] Ecevit, “devletin normal cihazları” olarak sınıflandırdığı kanunla sınırlandırılmış zor kullanma tekeli ve anayasayı radyo, partizanlık ve plansızlıkla karşı karşıya getirir. ‘Milli vicdan’ı içeren devletin normal cihazları aynı zamanda insan haklarıyla bütünleşmektedir. DP, milli vicdanla eşleştirilen “devletin normal cihazları”na aykırı düşecek hamlelerde bulunmuş, kendisine karşı gelişen tepkiyi sindirmek adına radyoyu, polisi partizan bir yöne sevk etmiştir.[36] Hayal ve ihtimallerin bile ülkeyi “Vatan Cephesi- nifak cephesi” olmak üzere ikiye ayıran DP tarafından sansürlenmek istenmesi, Ulus tarafından toplumun ikiye bölünmesine neden olacak bir gelişme olarak aktarılır. 4 Mart tarihinde CHP’nin hazırlamış olduğu basına yönelik “ispat hakkı”nı içeren yasa teklifi, yeni bir ikili ayrım üzerinden gazetenin sütunlarından duyurulur. Bu teklife meclisin göstereceği tepki, diktatörlük ile hürriyetçi bir rejim arasında yapılacak tercihtir. Hürriyetçi ve demokratik bir rejimin dayanması gereken ‘alenilik’ ilkesinin basın hürriyetiyle tamamlanması, CHP ve Ulus açısından radyo aygıtını elinden kaybetmiş bir partinin kendisini yaymak için kullanabileceği son araç olma özelliğini de taşır. Cephe ayrışmasının ötesinde basının ciddi sınırlamalara maruz kaldığı bir dönemde CHP ve Ulus açısından demokratik yönetimin zemini kadar propaganda yapılacak bir alanın da bulunması gerekmektedir. İşte bu dar, sıkıştırılmış alanı bir nebze olsun açacak ya da seçim dönemi devlet radyosundan sesini duyurmasını sağlayacak bir düzenleme partinin ve gazetenin profiline bakıldığında, yasallık ve meşruluk taşıyacaksa, ancak hukuk yoluyla mümkün görünmektedir. DP iktidarından önce Menderes ve arkadaşlarının özenle üzerinde durduğu, CHP’yi eleştirdiği devlet radyosunun tek yanlı yayın yapmaması ilkesi, DP döneminde tersi yönde işletilmiş ve CHP bu kez ‘mağdur’ konumuna sürüklenerek benzer açıklamaları yapmak durumunda kalmıştır. Esasında ‘ispat hakkı’ da ilk kez Hürriyet Partisi tarafından hazırlıkları yapılan bir yasa teklifiydi ve erken seçim sürecinde propaganda faaliyetlerini duyuramayacak olan CHP için zaman açısından stratejik değer taşıyordu. CHP yönetimi açısından basının elinde bulunacak ‘ispat hakkı’, iktidarlardan bağımsız biçimde kamuoyuna ‘gerçeği söyleme’nin bir aracısı olacaktı. Yasa teklifinin gerekçesinde, teklifin rejim açısından yaratacağı “diktatörlük- demokrasi” ayrımı anlatıldıktan sonra, ‘kötülerin günahlarının bilinmesi hem lüzumlu hem de faydalıdır’ ifadesi kullanılmıştır.[37] Böylesi bir ‘görev’in basının ispat ‘hakkı’ ile beraber işlenmesi ve DP baskısına karşı direnişin merkezine basın yoluyla yayılmanın konması, dönemin şartları göz önünde tutulduğunda meclis dışında hükümeti yıpratma ve daha rahat, meşru yollardan yeni bir popülizme sarılmakla ilişkilendirilebilir.
Gazetelerin kapatılması, yazarların hapis cezası alması, Ulus’ta ilk sayfadan verilirken, bunun bir demokrasi mücadelesi olduğu her fırsatta hatırlatılmakta, DP bu yönden de demokrasi ve özgürlük yanlılarının karşısında olmakla eleştirilmektedir. Vatan Gazetesi Yazarı Ahmet Emin Yalman’ın, Tercüman Gazetesi Yazarı Peyami Safa’nın, Akis Dergisi yazı işleri müdürünün yazıları nedeniyle hüküm giymesinin ardından Yakup Kadri, basına yönelik müdahaleler altında ‘vicdanların hapsolduğu’nu[38], DP idaresi altında ülkede bir tür ‘cezaevi rejimi’[39] yaşandığını belirtecektir.
En az “Vatan Cephesi- nifak cephesi” ayrımı kadar sertleşecek bir ayrıma imza atacak Ulus, mücadeleyi ‘millet’ ile ‘milletin haklarını gasbetmeye çalışan bir avuç azınlık’ arasında görecektir. Yakup Kadri, milli iradeye karşı gelerek devlet hizmetini üstlenirken milletin kaynaklarıyla vatandaşı etkilemeye çalışanları karşı kategoriye sokmuş; Ecevit ise, Türk milletinin ‘karakteristik’ özelliklerini anakronik ve araçsal bir okumaya tabi tutarak ‘haysiyetine bağlı, haklarını korumasını bilen geniş görüşlü, açık sözlü’ millet tanımıyla DP’nin on yıllık iktidarını karşılaştırma ihtiyacı hissetmiştir. Ecevit’e göre, DP bu karakteristik özelliklere uymayan, yönetimi süresince eleştiriyi göğüsleyemeyen ve müsamahayı bitiren tavırlarıyla ‘milli irade’nin karşısına dikilmiş, kendisine tevdi edilen emaneti doğru kullanamamıştır. Bu iki yorum, bir yandan gazetenin iç tutarlılığını sağlayıp Milli Muhalefet Cephesi’ne açılan yolda Ulus’un tavrını netleştirirken, diğer yandan erken seçim isteyen CHP’ye ‘2000 yılına kadar iktidardayız’ cevabını veren DP’li Tevfik İleri’ye de yön göstermiştir.[40] ‘Kanun ve nizam partisi’ olarak takdim edilen CHP, bu mücadelede DP’nin ana kadrosundan kopmuş Fuad Köprülü’yle sıkı temas kurmuş, Ulus ise DP ile mücadelenin tarihi vazife gereği olduğunu bildirerek Milli Muhalefet Cephesi’nin seslenişini yapmıştır.[41] Köprülü, parti ayrılığı nedeniyle İnönü’ye muhalif olmanın doğal karşılanabileceğini, ne var ki hiçbir Türk’ün Atatürk’ün arkadaşı ve Garb Cephesi kumandanına laf söylemeye cüret edemeyeceğini belirtmiştir.[42] Yine Köprülü, bu mücadelenin bir partilerarası çekişme olmadığını, bunun bir ‘ideal savaşı’ olduğunu, ideal savaşından alınacak neticenin İnönü’ye şükran borcunu ödemekle eş tutulması gerektiğini belirtmiştir.[43] Osman Bölükbaşı, benzer bir yönelimle, Ulus’un eleştiriye tahammül edemeyen DP’nin Kırşehir’i ilçeye dönüştürmesine karşılık kendisine verdiği destekten yararlanarak, gazeteye “Vatanseverlerin basiretleri, uyanıklıkları ve tesanütleri nöbettedir” demecini vermiştir.[44] Bu tetikte bekleme ve her şeyin farkında olma halini halka hatırlatma fısıldayışı, 23 Nisan öncesinde önem taşımaktadır, zira 23 Nisan, milli iradeye, egemenliğe yapılan vurgunun en üst düzeye çıktığı, ayrışmanın İnönü öncülüğünde bir ‘milli kurtuluş mücadelesi’ olarak algılatıldığı güne denk düşmektedir. Milli Muhalefet Cephesi’nin yurt gezileri sürerken, 23 Nisan ile beraber ülkedeki ikili ayrışma şiddetlenecektir. Mücadele, Ulus’un teşhisiyle, milletin şahlanmış iradesine boyun eğecek, kaba kuvvetin tesirine inanmış biçare partizanlarla millet arasında yürütülecektir. Yürüttüğü hukuk mücadelesinde bütün yurt İnönü’nün yanındadır.[45]
Ulus, 23 Nisan manşetini “Yeryüzünde mücadele eden tüm milletlerin mücadeleleri hayırlı olsun” diye atar ve diğer yandan “Milli hakimiyete uzanan eller kırılacaktır” notunu düşer. Milli mücadelenin böyle bir evrensel atıfla tanımlanması aslında içe dönük bir mesaj taşımaktadır. Ulus, milli iradenin sekteye uğramasından, toplumun kutuplaşmaya sürüklenmesinden sorumlu tuttuğu DP yönetimine karşı tüm toplumsal güçleri birleştirmek için 23 Nisan’a özel bir önem atfetmektedir. İnönü, “İster içeride gayr-ı meşru haldeki idare, ister vatanı istilaya kalkışan yabancı bir kuvvet olsun, her ikisi de aynı derecede yıkıcıdır ve aynı şiddetle karşılanmalıdır” beyanatını vererek milli hakimiyetin prensiplerini anlatmıştır.[46]
‘Anlatılması gereken bir kavram’ olarak milli hakimiyet, gazetenin tutumundan da anlaşılacağı üzere, ‘tehlike’nin farkında olma halini sürekli canlı tutar, dış ve iç düşman ayrımını taktik icabı kaldırır. Milli iradenin teşekkül ettiği andan beri istilacıların tehdidi altında olduğu, milli irade için düşmandan sonra gayr-ı meşru irade ve idareyle savaşıldığı hatırlatılır[47], bir anlamda Kurtuluş Savaşı atmosferi ve birliktelik inancı, ihtiyacı ‘Kahraman İsmet Paşa’ imgesiyle yeniden üretilir. İnönü’yü ziyaret eden emekli subayların kendisine şükranlarını sunmaları, Köprülü ve Bölükbaşı’nın dirsek temaslarıyla meseleye ‘milli bir çerçeve’ katmaları, her geçen gün sayıları arttığı bildirilen CHP üyesi üniversitelilerin huzursuzluklarını ve görev için hazır olduklarını İsmet İnönü’ye bildirmeleri[48], yurt gezisi sırasında yaşlı bir yurttaşın DP rozetini yere atarak “paşa”dan af dilemesi[49], gazetenin CHP’ye oy vermenin artık ‘vatan borcu’[50] olduğunu savunması bölünmeyi keskinleştiren olaylar olarak karşımıza çıkar. Bölünmede DP- CHP geriliminin ötesinde meşruiyetinin söndüğüne inanılan bir iktidarın karşısında milli irade savunmasının ölüm kalım savaşımı olarak aktarılması en çok üzerinde durulması gereken noktadır. Milli iradenin fetişleştirilmesi ve ‘partizanlık, hukuk tanımazlık, ahlaki iradeden yoksunluk, demokrasi karşıtlığı’ ile altının doldurulması haklı mağdurluğun, baskıya uğramışlığın olağan sonucu sayılır. Ulus, DP’yi neo- Osmanlı olarak gösteren tabloyu, CHP’lilerin mücadele azimleriyle taçlandırır: “Dün istiklal mücadelesinde babalarımız, bugün hürriyet mücadelesinde biz varız!”[51]
Askeri müdahale söylentilerine her defasında ‘hayır’ yanıtı veren Ulus Gazetesi, ön plana çıkardığı haberlerin içerikleriyle esasında müdahalenin psikolojik ayrışma ortamını yaratmış, militer bir zemin kurmuştur. Tarihi mücadelenin yeniden ‘millet’ ile ‘milletin haklarını gasbetmeye çalışan azınlık’ arasında cereyan ediyor olması, sorumlulukların cumhuriyetin kuruluşundan beri değişmeden korunmasını fakat tarihten daha fazla ders alınması gerektiğini hatırlatır. Özgürlük adına mücadelenin bir tür kurtuluş savaşı olarak yansıtılması ve iktidarın ‘hukuk nizamı’yla sandıkta durdurulabileceğinin güvencesini bu köklü ayrıştırma faaliyetinden sonra kim verebilir? Daha ilginci, erken seçim taleplerini Ocak ayından bu yana sıralayan CHP’nin milli iradeyi yeniden tesis ederken Kemalizm’in ‘kaynaşmış, imtiyazsız, sınıfsız kitle’ şiarını sadece DP karşıtlığı ve bir anlamda onun şiddet politikasından beslenen mağdurluğuyla sağlama imkanı var mıdır? ‘Altın çağ’ı, “Ataçağ”ı, “asr- ı saadet”i geri getirme fikrini özlemle savunan bu romantik pozitivist tavrın olası iktidarı için tartıştığı, üzerinde ayrıntılı biçimde durduğu bir programı var mıdır? CHP iktidarının ya da ‘ihtilal’ sonrasındaki rejimin ‘inkılab’a dönüşebilme olasılığı nedir?
Bu soruların yanıtını diğer bölümde gazetenin aynı dönemde eleştirdiği ‘DP kalkınmacılığı’ üzerinden aramaya çalışacağım.
II. Demokrat Parti Kalkınmacılığının
Kapsamlı Olmayan Eleştirisi:
İhtilalden İnkılaba Uzanan Bir Yol Görünür mü?
Ocak- Temmuz 1960 dönemi açısından bakıldığında Ulus’un DP’ye yönelik eleştirilerinde yukarıda ele alınan şiddet ve partizanlık söylemi üzerinden parti merkez ve taşra teşkilatlarıyla başlayan, daha sonra tüm milleti kapsayacak bir türdeşlik içeren “haklı mağduriyet” temasındaki geçmişi özlemle arayan romantik dili kalkınmacılık bahsinde görülemez. Şiddet ve partizanlıkla ilişkilendirilen mağdur olma hali, ekonomi politikasında bu kez verilere yaslanılarak yansıtılmak istense de makro politikalar, kamu maliyesi alanında zayıf kalır, popülist bir dille halkın gündelik tüketim mallarındaki fiyat artışının on yıllık periyodu ağırlıkla işlenir. Şubat ayının sonu ve Mart ayının başının mecliste bütçe görüşmelerine ayrılması, gazete sütunlarında ekonomiye ağırlık verilmesine neden olacaktır, fakat bu ara dönemde dahi meclis görüşmelerinin ve CHP milletvekillerinin soru önergelerinin haberleştirilmesinden öte ekonomi analizlerine dair bir adım atılmaz. DP kalkınmacılığının plansızlığa dayanan yönü eleştirilir, ancak kapsamlı bir analize gidilmediği gibi, olası CHP iktidarında bu eksikliklerin nasıl düzeltileceği de tartışılmaz. Bu ortam içinde sürekli erken seçim çağrısı yapılır ve kısır bir döngü içinde hazine kaynaklarının, bütçenin dağılımı, bölüşüm ilişkileri partizanlık vurgusuna takılır. Partizanlık, her alanda olduğu üzere ekonomi alanında da kalkınamamanın merkezine yerleştirildiğinde, sonuç ister istemez DP’nin kaynak israfının ve yönetim zafiyetinin önlenmesi halinde ekonominin düzlüğe çıkartılabileceği sonucuna ulaşılır.
Ulus, CHP merkezinden derlediği haberlerinde makroekonomik göstergelerde bütçe açığına, dış ticaret oranlarına, toplam borç yüküne, vergilerin sektörlere göre dağılımına önem vermektedir. Parti üyelerinin açıklamaları esas alınarak ülke ekonomisinin gidişatı takip edilmekte, bu verilerin üzerine tüketim mamullerinin fiyat artış oranları DP iktidarının on yıllık dönemi üzerinden hesaplanmaktadır. Bütçe açığı, Şubat verilerine göre 500 milyon TL, 1950- 59 dönemi ithalatı yıllık 427 milyon TL dolaylarında seyretmiştir. 1960 varidatının 7.300 milyon TL olabilmesi için GSMH’nin %21’inin vergilerden oluşması gerekecektir. Halbuki 1955’ten beri bu oran %12 olduğundan, kalan %9’luk kısmın kitlelere yük olarak bineceğinin haberi verilmiştir.[52] CHP’li Ferit Melen, DP’nin vergi- kalkınma arasındaki ilişkiyi sağlıklı kuramayarak girişimcinin sırtına yük bindirdiğini, üretimi düşürdüğünü belirterek yeni bütçede sanayi elektriğinden, çiftlik akaryakıtından alınan vergilerin düşürülmesini savunur. Damga resmi ve harçların şirket kurmayı engellediği savunularak girişimin öldürüldüğü belirtilir. KİT’lerin gelir- gider kalemlerinin devlet bütçesinde yer almamasının sene sonunda Merkez Bankası’nı zarar finansmanının tesbiti açısından zorladığı eklenir. Hıfzı Oğuz Bekata, altın ve dolar fiyatlarındaki yükselişe, tedavüldeki para miktarındaki artışın enflasyonu tetikleyişine, fiyat istikrarının bozuluşuna dikkat çeker.[53]
Bu eleştiriler, DP’nin kalkınmada plancılığa verdiği değerden ziyade, CHP’li vekilleri kürsüde konuşturmadığı, devlet radyosunda yayınlarını kestiği ve kaynakları partizan harcamalara aktardığı yönündeki yorumlara kaydığı müddetçe ekonomi başlıklı konuların ekseni değişir. Gazete, bu kez ya makroekonomik dengeler üzerine ciddi analizler yapmak yerine DP’nin popülist siyasetine ve antidemokratik hamlelerine odaklanır ya da CHP’lilerin görüşmelerdeki popülist dilini ana sayfadan aktarmaya uğraşır. Örneğin; Selim Soley, “Ben sadece yetim haklarını ayaklar altından biraz yukarıya çıkartmak için mücadele ediyorum” demiştir.[54] Bütçe dengeleri, yerini günlük tüketim mallarındaki alımgücünün azalmasına dair haberlere bırakmıştır. 4 Ağustos kararlarından itibaren şekillenen tablolarda, geçim düzeyinin %258 düştüğü, köylünün 10 kg buğdayı ile ne kadar çay, şeker, sigara ve gazyağı alabildiği karşılaştırmalı fiyatlarla tespit edilmeye çalışılır.[55] DP’nin askeri araçları emrinde kullandığı[56], Vatan Cephesi’ne bilinmeyen paralar aktarması[57], ilaç fiyatlarını arttırması[58], kamu araçlarıyla sinemaya hanımları taşıtması[59], Vakıflar Genel Müdürlüğü bütçesini DP harcamalarına aktarması[60], bir dava olarak görülen milli eğitimin bütçe görüşmeleri sırasında öğretmenlere haklarını vermemesi, bursları arttırmaması ve sonunda 1950’ye göre bütçenin on yıllık performansında vergi yükünün beş misli arttığı iddia edilerek bunun sorumluluğunun politik bütçe yaptığı düşünülen iktidara bina edilmesi gazetede yankı bulmuştur.[61] Bütçeye güvenoyu vermeyen CHP, erken seçim konusunda diretmiş ve “buhran” ile “düzlüğe çıkma” arasındaki tercihi seçmenin belirleyeceğini savunmuştur. CHP yönetimi, gelen eleştirilere DP’nin ekonomi politikasının kökenlerinin kendilerine ait olduğu savıyla karşılık vermektedirler. 1936 yılında CHP tarafından hayata geçirilen ilkelerin aynen devam ettirildiği savunulurken, DP, ekonomi politikasının özgün yanını CHP’nin uyuşuk enflasyon politikası yerine dinamik, yatırıma dayalı, kredi hacmi yüksek anlayış olarak ifade etmiştir.[62]
Bu noktada ilginç olan husus, erken seçimde direten CHP’nin ve yayın organı Ulus’un bütçe yönündeki karşı görüşlerini belli program dahilinde yansıtmayarak, konuyu mutlak surette DP partizanlığına dayalı harcamalara ve özellikle Vatan Cephesi’nin ülkede yarattığı huzursuzluğa çevirmeye çalışmalarıdır. Çarpıcı bir örnek olarak DP’nin konut politikası tartışılabilir. CHP, bütçe görüşmeleri sırasında üzerinde durduğu konut politikası ve özelde gecekondu sorunu ile ilgili Ulus’ta DP’ye yüklenmiştir. İktidar partisinin bir konut politikası olmadığından, kaçak yapılanmalara seçim döneminde göz yumulduğundan ve bazı bölgelerde tapu dağıtma işlemleri yapıldığından bahseden gazete, ilerleyen günlerde CHP’nin geçici bir süre gecekondu sakinlerinin konutları tahliyesine yönelik düzenleme yapılmaması talebini sütunlarına taşıyacaktır. Seçimin yaklaştığı hissi ve buna yönelik iktidar- muhalefet ayrışmasında gecekondu sorunu iki partinin bir süreliğine dokunmamak üzere anlaşmaya vardığı istisnai unsurlardan birisidir. Aynı günlerde İnönü gecekondu bölgelerine geçerek ‘burada yaşayanlar’ın sorunlarını dinlemiş, göçmenleri de kapsayacak yeni bir açılım üzerinde çalıştıklarını anlatmıştır. Yakup Kadri’ye göre İnönü’nün hareketi, onun bu sosyal meseleyi önemsediğini gösterir.
Menderes’in tapu dağıtıp gönül okşadığı bir devirde, İnönü soruna kalıcı çözüm getirmeyi hedeflemektedir.[63]
Kalkınma anlayışı açısından dikkat çekici unsur, CHP’nin planlı kalkınma olmadan popülizm yoluyla gerçekleşen icraatları eleştiren tavrına DP’nin yanıtıdır. DP, seçim gezileri sırasında CHP kafilesinin geçtiği her yolun, içtiği her suyun kendi dönemlerinde yapıldığını beyan ederek hizmeti fetişleştirme yoluna giderken, CHP kanadı, tarihsel arka plana yaslanarak DP’nin milletvekili çıkarttığı her şehri savaşta kurtaran kişinin İsmet “Paşa” olduğunu vurgulamıştır.[64] DP’nin somut icraatlarını popülizm ve ‘yoz’, ‘hurdacı’ kalkınma olarak eleştiren Ulus ve CHP çevresinin ülke üzerinde bu denli tarihi bir zafer duygusuyla siyaset yapmaya çalışması, ‘siyaseti tarihle imtihan etmesi’ ilgi çekicidir. Ülkeyi kurtarmış ve kurmuş olma ediminin siyasetin de hamisi olmayı teminat altına alacağı, hem lider hem de parti açısından ebedilik değeri taşıyacağı yargısı, iktidar olan partinin muhalefeti konumunda olduğunu unutturabilmektedir. Dengelerin tersine dönebileceğinin ve kalkınma hamlesinin farklı bir gözle okunabileceğinin kavranması, belki de bürokratik kanalların kurucu parti olarak CHP’nin elinden kayma tehlikesi geçirdiği zaman gerçekleşebilecektir. Partizanlığa yapılan vurgunun neden kalkınmayı öncelediği, kalkınma tartışmalarının neden önünde sonunda partizanlığa ve bürokrasi kanalına yöneldiği sorusunun cevabı da burada duruyor olabilir. Hatta kalkınmacılığın bürokrasinin bizatihi ilkeleriyle topluma yön veren biçiminin buluşması anlamında CHP’nin DP’ye eleştiri getirmesinin anlamı da burada yatıyor olabilir. Bürokrasideki ‘yansız’ olma halinin millet tasarımındaki tepedencilik, biriciklik açısından taşıdığı anlamla DP eleştirisini, her tartışmanın nihayetinde bürokrasiye sızarak organik toplum tasarımını gölgeleyebilecek bir partizanlığa yönelmesi tehlikesini birlikte düşünmenin faydalı olacağını sanıyorum. “Düzen ve ilerleme”nin alternatiflerinden biri olarak partizanlığın yaratacağı kaymalar, toplum ve devlet örgütlenmesinde hesaplanamayan, kestirilemeyen farklılıklar yaratabilecektir. Yine bu açıdan kalkınmada farklı bir söylemin kurulmasının yarattığı rahatsızlık, mümkün olduğunca ana fikirleri CHP içinden çıkmış olmakla kapatılmaya çalışılır. DP’nin kalkınma anlayışının 1936 CHP tasarısının bir tür devamı olduğunu söyleyerek bütçe eleştirisine girişmek, alternatif söylemi kendi içinde önce CHP’nin büyük kurucu tarihselliğine boğarak, daha sonra DP ileri gelenlerini ve programını da kendi içinden çıkararak sıradanlaştırmaktadır. Normalleştirme, Ulus’ta Emil Galip Sandalcı’da belirginleşir ve Adnan Menderes, bir başbakandan ziyade devleti, milleti kurucu ihtişamından kaynaklanan iktidarı hiç sönmeyecek CHP’nin bir zamanlar “genç, çalışkan fakat bu kadar yükseleceği umulmayan evladı”[65] olarak tasvir edilir. CHP’nin siyasetin üzerinde salınıp duran bu ‘tarih ipoteği’ babacan bir paternalizmle, belirleyen fakat belirlenmeyen bir edayla birleşerek bürokrasiye herhangi bir alternatif otoritenin sızmasını engellemeyi hedefler.
Ulus, 27 Mayıs sürecinde seçimleri ve parlamenter sistemi ön plana alan tutumunu darbenin işlerlik kazanmasıyla yeniden kurmaya yönelmiştir. 27 Mayıs ve devamında ordunun rejimin yılmaz bir bekçisi, toplumu düzenleyen gücü olduğu ısrarla vurgulanır. 27 Mayıs öncesinde ordunun siyasetin dışında tutulmasının kendi saygınlığı açısından da faydalı olacağı görüşü Ulus’ta ağırlık kazanmış bir yargı iken, ordu mensupları, 27 Mayıs’la beraber her zamankinden fazla ilgi görmeye başlayan, toplum mühendisliğini de içeren bir kimlikle karşımıza çıkarlar. DP’nin bırakmış olduğu düzenin toptan ilgasına, bir tür tabula rasa’sına gidilerek, bu partinin siyaset yapma usulleri dahi belleklerden silinmeye çalışılır. Menderes’in lüks düşkünlüğü sadece siyaset temelli yorumlanmaz, gazete, meydanı ‘boş’ bulmanın avantajını da kullanarak İstanbul’da kalınan otelin faturalarının da hazineye karşılatıldığını yazar, iktidar mensuplarını memleket parasını harcayan düşük kişilikler olarak sunar.[66] Darbe öncesi Vatan Cephesi ile ilişkilendirilen para aktarma mevzuları, yargılama öncesinde kişisel harcamaların ön plana çıkartılmasıyla yeniden gündeme oturur. 28- 29 Nisan Olayları’nın aynı günlerde haber konusu yapılmasını yasaklayan ordu, Temmuz ayında gazetenin bu olayı bir yazı dizisi halinde aktarmasını engellemez. Ulus, gençlerin tepkilerinin oluştuğu yerlerde bir hükümet- ordu çatışmasının da bulunduğunu belirterek süreci ‘askerle beraber hareket eden gençlik, hükümeti lanetliyordu’ biçiminde işler. Beyazıt Meydanı’ndaki arbedelerin hürriyet muharebesi olduğunu belirten gazete, partizan idarenin gölgesindeki eli silahlı polisle elinde taş tutan öğrencileri karşı karşıya getirir. 28 Nisan Olayları’nın işleniş biçimi, askerle gazete arasındaki yakınlığı göstermesi bakımından değer taşımakta, partizan idarenin hakimiyetindeki polisin yerine gençleri koruyan ordu mensubunun “Bir gencin bir yeri çizilirse bu süngüleri size yuttururum” sözleri öne çıkarılmaktadır.[67] Milli Birlik Komitesi (MBK), DP kalıntısı saydığı karşılama ve uğurlama törenlerini törpüler, Cemal Gürsel için her ayağını bastığı yerde kurban kesilmesini yasaklar, el öpmek isteyenlere mani olunur. Darbe öncesinde gazetenin en çok işlediği devlet radyosunda partizanlık sorunu, Müdür Binbaşı Nusret Altuğ nezaretindeki heyetin imtihanla radyo sanatkarı almasıyla ‘hallolur’. Gazete, bu uygulamayı “Sezar’ın hakkı Sezar’a!” [68] başlığıyla duyurur, son on yılın buhranını müdahalesiyle durduran ve demokratik düzeni emniyet altına almak için çaba sarf eden ordu yüceltilir.[69] 1950- 60 döneminde iktidardan gerektiği kadar yardım göremediği düşünülen Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü’nün ve diğer kültür müesseselerinin faaliyetleri yeniden canlandırılmaya çalışılır, bu sayede sekteye uğradığı düşünülen milli iradenin, bir kayıp olarak nitelenen DP döneminin ardından yaraları sarılmaya çalışılır. Milli kültür dernekleri kurularak bunlara Halkevleri’nin eski binaları tahsis edilir.[70]
Ordu içinde yönetimin ne zaman devredileceğine dair tartışmalar süredursun, Ulus bu süreci iyimserlikle karşılar ve demokratik düzeni emniyet altına alan ordunun bundan sonraki idarelere sağlam, ‘iyi bir malzeme’ bırakacağını söyler. Ordu, sadece DP’nin siyasal hayattan dışlanmasını değil, özlenen idare ve vatandaş etiğinin de cumhuriyete kazandırılması için birincil rol üstlenecektir. İyi malzemeden kast edilen de bu olsa gerekir. Kültür kurumlarının hayata geçirilmesi, demokrasinin bilinçli yurttaş profiliyle işlerlik kazanacağının düşünülmesi buna yönelik yeni eğitim hamlelerini gerektirmiştir. Ordu, binlerce subayını cehaletle mücadele edilmesi ve eski günlere geri dönülmemesi için köylerde seferber ederek okuma- yazma kursları başlatmıştır.[71] Vatandaş etiğinde özlemlenen erken cumhuriyet dönemi romantik bir dille yakalanmaya çalışılırken, bir yandan da partizanlığa ‘bulaştırılmış’ köylerin bu eğitim sürecine nasıl eklemlendirileceği düşünülmüştür.
Eğitime ‘katma’ faaliyetinin başlı başına bir sorun olarak belirmesi, ordunun siyasetin üzerinde ve onu belirleyen bir konuma yerleşmesiyle mümkün görünmüştür. Sorun, sadece MBK’nın yeni siyasal sistem içindeki pozisyonu olmayıp, genel olarak ordunun topluma düzen verme işlevinin nasıl gerçekleşeceği noktasında belirince, yerel siyasetle merkezden yürütülen siyasi faaliyet arasında ciddi bir gerilim yaşanacağı kaçınılmaz gerçek olarak düşünülmüştür. DP’nin Vatan Cephesi aracılığıyla popülist siyasetini köylere, bucaklara ulaştırması, destek toplaması, bu eğitim sürecine direniş gösterilmesi sonucunu doğurabilecek, siyasete bulaşmış kitlelerin eğitimle paklanması özel bir görev halini alacaktır.
MBK ve bazı aydınların siyasetin kendisine soğuk bakmalarından da kaynaklanan tutumları, 7 Temmuz günü tüm siyasi partilerin ocak ve bucak teşkilatlarının kapatılmasına neden olmuştur. Haber, İnönü’nün “CHP’nin tüm ocak ve bucak tabelaları inecek!” talimatıyla duyurulmuştur. Ulus, süreç hakkında net bir yorumda bulunmaktan kaçınırken, gazetede Ecevit’in aykırı sesi yükselmiştir. Ecevit, ocak ve bucak teşkilatlarının kapatılması kararının demokrasiye özgü katılım unsurunun bitirileceği anlamına geldiğini, bunun da ancak ve ancak DP benzeri biçimsel demokrasi yanlısı, halkı sandıkta görmek isteyen partilerce kabul görebileceğini belirtmiştir. Köylüye danışmamanın ve siyaseti merkezde kodlayarak ülke geneline yaymanın, siyaseti çirkin ve zararlı bir faaliyet olarak düşünen bazı aydınlara özgülenebileceğini düşünen Ecevit, MBK’nın bu kararı alırken işin içeriğini bilen, yerel coğrafyayı tanıyan aydınlara danışmamasını eksiklik sayar.[72] Bu yakınmanın ardından MBK, yeni bir çizgiye yönelerek içeriğini ‘27 Mayıs İnkılabı’nın belirlediği siyaseti Ankara köylerine tanıtmaya başlar.[73]
Eğitime ‘katma’nın bir sorun olarak algılanmasıyla birlikte siyasetten uzaklaştırılması gereken kitlelerin de yeni ve ‘müsaade edilen’ siyaset biçimine kanalize edilmeleri ayrı bir sorun olarak belirmiştir. Siyasetin kapsamını belirleyen ordunun ve dirsek temasında bulunduğu CHP’nin nasıl bir yol izleyebileceği erken seçim ve darbe öncesinde ayrıntılı biçimde tartışılmadığından, ihtilalin heyecanının sönmesinden, bunun bir inkılap kadar kapsamlı olamamasından endişe duyulmaktadır.
Ekonomi politikası da eklektik düzeyde tartışılmakta, uluslararası bağlantılar korunarak dış kredi ve uzman destekleri alınmaya çalışılmaktadır. Yeni dış ticaret rejimi açıklanarak fiyat istikrarının sağlanacağı duyurulur. ABD’den serbest bırakılan yardım öncelikle milli savunmaya ve KİT’lere aktarılacaktır.[74] Gazete etrafında dönen tartışmalarda incelenen dönemin en nitelikli yazı dizisinin Doğan Avcıoğlu’na ait olduğu söylenebilir.[75] DP dönemi iktisadi politikalarının ayrıntılı tahliline gidilen bu dizide 27 Mayıs sonrası iktisadi anlayışının nasıl olması gerektiği tartışmaya açılır. Avcıoğlu, DP’nin kredi tahditlerini genişletip kamuda gereksiz harcamalara gittiğini, zirai ihracatın mamul mal fiyatlarını arttırdığını, talepteki daralma sonucunda 27 Mayıs sonrası kredi limitlerini aşan bankaların kredi hududuna dönmek istediklerini, fakat alacaklarını tahsil etme sorunu yaşadıklarını anlatır. Alınacak bu dersle, uzun vadede, yeni ekonomi politikasının temelini oluşturacak sanayinin rasyonelleştirilmesi için, piyasa mekanizmasını değil, ufak iş yerlerinin birleştirilmesini ve yeni yatırımlarla işgücünün başka sahalara aktarılmasını önerir. Önerinin temelinde DP kalkınmacılığına alternatif olarak sunulan planlı kalkınmacılığın ilk örneklerini görmek mümkündür. Bu önerinin planlı kalkınmanın da ötesinde küçük işletmeciliğin kontrollü, dayanışmacı gelişimini savunan bir neo- korporatizme yöneldiğini söylemek de mümkündür. Üreticiyi kendi imkanlarıyla üretime ve devlet kontrollü bir emek örgütlenmesine teşvik eden sürecin işletilmesi halinde, kapitalist, dışa açık bir liberal kalkınmanın dışında ithal ikameci ve büyümeyi sınırlı tutan bir rejimin hayata geçirilebileceği düşünülmektedir. Bu büyüme perspektifinin uzun vadede bölüşüm ilişkilerine olumlu yönde yansıyacağı tahmin edilmekte, ordunun da savunduğu gönüllülük içeren yeni bir milli iradeciliğin (voluntarism) temeli atılabilmektedir.
Ulus, akademik dünyaya karşı duruşunda, 147’ler Olayı’ndan önce askeri rejimin bilime ve üniversiteye bakışını haber veren çizgisini paylaşarak bilimde bağımsızlık bahanesiyle ‘neme lazımcılığa sarılan’ bir üniversite anlayışının kabul edilemeyeceğini, bilim adamlarına musallat olan ayrıksı otların temizlenmesi gerektiğini bildirmiştir. Gazetenin ‘makbul bilim’ arayışı, ilerleyen aylarda üniversitelerde yaşanacak uzaklaştırma olaylarının habercisi olarak okunabilir.[76]
SONUÇ
Gazete, çıplak şiddetten mağdur olan, zor durumda bırakılan, kötü işleyen idarenin partizan eğilimleri karşısında mazlumluğa itilen, ülkenin her yanını kapladığı düşünülen mazlumluktan eşit oranda ezilmişlik duygusu üreten bir ideolojik işlev üstlenmektedir. Gazetenin parti içi tüm ayrışmaları yatay kesmeye ve kendisini DP karşısında hukuku ve ahlakı beraber işleten ‘haklı mağduriyet’i ile tanımlama derdi bu ideolojik yönelime daha fazla ışık tutabilir. Ulus’un parti teşkilatları ve merkez organları arasındaki hiyerarşinin her alanına buladığı bu ‘türdeş mağdurluk’ söylemi, benzer bir yönelimle DP sempatizanları dışındakilere yeni bir ‘ulus’ formu verme uğraşısı içinde de kendisine yer bulur. Menderes’in ülkede bir “vatan cephesi- nifak cephesi” ayrımı yaparak siyasetini sürdürmesine getirilen eleştirilerin ardından, Ulus öncülüğünde “milletin haklarını gasp eden bir avuç azınlık- millet” ayrımına gidilmesi, özel olarak ‘gasp etme’ ve ‘çıplak şiddet’ eylemlerinin merkezi konuma yerleştirilmesi, olası CHP iktidarının kapsamlı program hazırlıklarına gitmek yerine bu ana ayrıma odaklanılması, 27 Mayıs rejiminin gerek ordu, gerekse sivil CHP kanadında darbeden inkılaba geçişin nasıl olabileceği yönündeki tartışmaların esasında geçmişe yönelik ne kadar cılız kökleri bulunduğunu göstermesi açısından ilgi çekicidir.
“İnkılabın mantığı”nın bir türlü oturtulamamasından kaynaklanan sancıları aşmanın yolu kapsamlı olmayan düzenlemelerden geçirilir ve ordu, sekteye uğradığı düşünülen milli iradenin yeniden tesisi için düzenleyici rolü üstlenir. Partizanlığın kaynağı olarak görülen alanlar, ‘yansız’ bir ordu bürokrasisiyle donatılır, imtihanlar DP rejimine karşı işletilen ilk liyakat rejimi örneği olarak sunulur. Ulus da bu sürece moral destek sağlayarak bürokrasiye karşı gelişebilecek alternatif bir iktidarın önüne geçmenin, yeniden milli birliği sağlamış olmanın huzurunu “yayar”. Kalkınma hamlelerinin cılız gelişen neo- korporatist önermeleri arasında ‘milli birlik’ fikri, gönüllülüğü besleyeceği, Kemalizm’in erken dönem “asr- ı saadet”ine ulaşmayı sağlayacağı düşünülen bir değer olarak gazete tarafından yüceltilir. Darbe öncesi yaşanan gelişmeler, Ulus açısından bu kez görece rahat ve ‘sansürsüz’ bir dille aktarılır. Gelişmelerin odağına yerleşen ordunun düzenleyici hamleleri, DP döneminin olumsuzlanmasıyla pekiştirilir.
Kapsamlı Olmayan Eleştirisi:
İhtilalden İnkılaba Uzanan Bir Yol Görünür mü?
Ocak- Temmuz 1960 dönemi açısından bakıldığında Ulus’un DP’ye yönelik eleştirilerinde yukarıda ele alınan şiddet ve partizanlık söylemi üzerinden parti merkez ve taşra teşkilatlarıyla başlayan, daha sonra tüm milleti kapsayacak bir türdeşlik içeren “haklı mağduriyet” temasındaki geçmişi özlemle arayan romantik dili kalkınmacılık bahsinde görülemez. Şiddet ve partizanlıkla ilişkilendirilen mağdur olma hali, ekonomi politikasında bu kez verilere yaslanılarak yansıtılmak istense de makro politikalar, kamu maliyesi alanında zayıf kalır, popülist bir dille halkın gündelik tüketim mallarındaki fiyat artışının on yıllık periyodu ağırlıkla işlenir. Şubat ayının sonu ve Mart ayının başının mecliste bütçe görüşmelerine ayrılması, gazete sütunlarında ekonomiye ağırlık verilmesine neden olacaktır, fakat bu ara dönemde dahi meclis görüşmelerinin ve CHP milletvekillerinin soru önergelerinin haberleştirilmesinden öte ekonomi analizlerine dair bir adım atılmaz. DP kalkınmacılığının plansızlığa dayanan yönü eleştirilir, ancak kapsamlı bir analize gidilmediği gibi, olası CHP iktidarında bu eksikliklerin nasıl düzeltileceği de tartışılmaz. Bu ortam içinde sürekli erken seçim çağrısı yapılır ve kısır bir döngü içinde hazine kaynaklarının, bütçenin dağılımı, bölüşüm ilişkileri partizanlık vurgusuna takılır. Partizanlık, her alanda olduğu üzere ekonomi alanında da kalkınamamanın merkezine yerleştirildiğinde, sonuç ister istemez DP’nin kaynak israfının ve yönetim zafiyetinin önlenmesi halinde ekonominin düzlüğe çıkartılabileceği sonucuna ulaşılır.
Ulus, CHP merkezinden derlediği haberlerinde makroekonomik göstergelerde bütçe açığına, dış ticaret oranlarına, toplam borç yüküne, vergilerin sektörlere göre dağılımına önem vermektedir. Parti üyelerinin açıklamaları esas alınarak ülke ekonomisinin gidişatı takip edilmekte, bu verilerin üzerine tüketim mamullerinin fiyat artış oranları DP iktidarının on yıllık dönemi üzerinden hesaplanmaktadır. Bütçe açığı, Şubat verilerine göre 500 milyon TL, 1950- 59 dönemi ithalatı yıllık 427 milyon TL dolaylarında seyretmiştir. 1960 varidatının 7.300 milyon TL olabilmesi için GSMH’nin %21’inin vergilerden oluşması gerekecektir. Halbuki 1955’ten beri bu oran %12 olduğundan, kalan %9’luk kısmın kitlelere yük olarak bineceğinin haberi verilmiştir.[52] CHP’li Ferit Melen, DP’nin vergi- kalkınma arasındaki ilişkiyi sağlıklı kuramayarak girişimcinin sırtına yük bindirdiğini, üretimi düşürdüğünü belirterek yeni bütçede sanayi elektriğinden, çiftlik akaryakıtından alınan vergilerin düşürülmesini savunur. Damga resmi ve harçların şirket kurmayı engellediği savunularak girişimin öldürüldüğü belirtilir. KİT’lerin gelir- gider kalemlerinin devlet bütçesinde yer almamasının sene sonunda Merkez Bankası’nı zarar finansmanının tesbiti açısından zorladığı eklenir. Hıfzı Oğuz Bekata, altın ve dolar fiyatlarındaki yükselişe, tedavüldeki para miktarındaki artışın enflasyonu tetikleyişine, fiyat istikrarının bozuluşuna dikkat çeker.[53]
Bu eleştiriler, DP’nin kalkınmada plancılığa verdiği değerden ziyade, CHP’li vekilleri kürsüde konuşturmadığı, devlet radyosunda yayınlarını kestiği ve kaynakları partizan harcamalara aktardığı yönündeki yorumlara kaydığı müddetçe ekonomi başlıklı konuların ekseni değişir. Gazete, bu kez ya makroekonomik dengeler üzerine ciddi analizler yapmak yerine DP’nin popülist siyasetine ve antidemokratik hamlelerine odaklanır ya da CHP’lilerin görüşmelerdeki popülist dilini ana sayfadan aktarmaya uğraşır. Örneğin; Selim Soley, “Ben sadece yetim haklarını ayaklar altından biraz yukarıya çıkartmak için mücadele ediyorum” demiştir.[54] Bütçe dengeleri, yerini günlük tüketim mallarındaki alımgücünün azalmasına dair haberlere bırakmıştır. 4 Ağustos kararlarından itibaren şekillenen tablolarda, geçim düzeyinin %258 düştüğü, köylünün 10 kg buğdayı ile ne kadar çay, şeker, sigara ve gazyağı alabildiği karşılaştırmalı fiyatlarla tespit edilmeye çalışılır.[55] DP’nin askeri araçları emrinde kullandığı[56], Vatan Cephesi’ne bilinmeyen paralar aktarması[57], ilaç fiyatlarını arttırması[58], kamu araçlarıyla sinemaya hanımları taşıtması[59], Vakıflar Genel Müdürlüğü bütçesini DP harcamalarına aktarması[60], bir dava olarak görülen milli eğitimin bütçe görüşmeleri sırasında öğretmenlere haklarını vermemesi, bursları arttırmaması ve sonunda 1950’ye göre bütçenin on yıllık performansında vergi yükünün beş misli arttığı iddia edilerek bunun sorumluluğunun politik bütçe yaptığı düşünülen iktidara bina edilmesi gazetede yankı bulmuştur.[61] Bütçeye güvenoyu vermeyen CHP, erken seçim konusunda diretmiş ve “buhran” ile “düzlüğe çıkma” arasındaki tercihi seçmenin belirleyeceğini savunmuştur. CHP yönetimi, gelen eleştirilere DP’nin ekonomi politikasının kökenlerinin kendilerine ait olduğu savıyla karşılık vermektedirler. 1936 yılında CHP tarafından hayata geçirilen ilkelerin aynen devam ettirildiği savunulurken, DP, ekonomi politikasının özgün yanını CHP’nin uyuşuk enflasyon politikası yerine dinamik, yatırıma dayalı, kredi hacmi yüksek anlayış olarak ifade etmiştir.[62]
Bu noktada ilginç olan husus, erken seçimde direten CHP’nin ve yayın organı Ulus’un bütçe yönündeki karşı görüşlerini belli program dahilinde yansıtmayarak, konuyu mutlak surette DP partizanlığına dayalı harcamalara ve özellikle Vatan Cephesi’nin ülkede yarattığı huzursuzluğa çevirmeye çalışmalarıdır. Çarpıcı bir örnek olarak DP’nin konut politikası tartışılabilir. CHP, bütçe görüşmeleri sırasında üzerinde durduğu konut politikası ve özelde gecekondu sorunu ile ilgili Ulus’ta DP’ye yüklenmiştir. İktidar partisinin bir konut politikası olmadığından, kaçak yapılanmalara seçim döneminde göz yumulduğundan ve bazı bölgelerde tapu dağıtma işlemleri yapıldığından bahseden gazete, ilerleyen günlerde CHP’nin geçici bir süre gecekondu sakinlerinin konutları tahliyesine yönelik düzenleme yapılmaması talebini sütunlarına taşıyacaktır. Seçimin yaklaştığı hissi ve buna yönelik iktidar- muhalefet ayrışmasında gecekondu sorunu iki partinin bir süreliğine dokunmamak üzere anlaşmaya vardığı istisnai unsurlardan birisidir. Aynı günlerde İnönü gecekondu bölgelerine geçerek ‘burada yaşayanlar’ın sorunlarını dinlemiş, göçmenleri de kapsayacak yeni bir açılım üzerinde çalıştıklarını anlatmıştır. Yakup Kadri’ye göre İnönü’nün hareketi, onun bu sosyal meseleyi önemsediğini gösterir.
Menderes’in tapu dağıtıp gönül okşadığı bir devirde, İnönü soruna kalıcı çözüm getirmeyi hedeflemektedir.[63]
Kalkınma anlayışı açısından dikkat çekici unsur, CHP’nin planlı kalkınma olmadan popülizm yoluyla gerçekleşen icraatları eleştiren tavrına DP’nin yanıtıdır. DP, seçim gezileri sırasında CHP kafilesinin geçtiği her yolun, içtiği her suyun kendi dönemlerinde yapıldığını beyan ederek hizmeti fetişleştirme yoluna giderken, CHP kanadı, tarihsel arka plana yaslanarak DP’nin milletvekili çıkarttığı her şehri savaşta kurtaran kişinin İsmet “Paşa” olduğunu vurgulamıştır.[64] DP’nin somut icraatlarını popülizm ve ‘yoz’, ‘hurdacı’ kalkınma olarak eleştiren Ulus ve CHP çevresinin ülke üzerinde bu denli tarihi bir zafer duygusuyla siyaset yapmaya çalışması, ‘siyaseti tarihle imtihan etmesi’ ilgi çekicidir. Ülkeyi kurtarmış ve kurmuş olma ediminin siyasetin de hamisi olmayı teminat altına alacağı, hem lider hem de parti açısından ebedilik değeri taşıyacağı yargısı, iktidar olan partinin muhalefeti konumunda olduğunu unutturabilmektedir. Dengelerin tersine dönebileceğinin ve kalkınma hamlesinin farklı bir gözle okunabileceğinin kavranması, belki de bürokratik kanalların kurucu parti olarak CHP’nin elinden kayma tehlikesi geçirdiği zaman gerçekleşebilecektir. Partizanlığa yapılan vurgunun neden kalkınmayı öncelediği, kalkınma tartışmalarının neden önünde sonunda partizanlığa ve bürokrasi kanalına yöneldiği sorusunun cevabı da burada duruyor olabilir. Hatta kalkınmacılığın bürokrasinin bizatihi ilkeleriyle topluma yön veren biçiminin buluşması anlamında CHP’nin DP’ye eleştiri getirmesinin anlamı da burada yatıyor olabilir. Bürokrasideki ‘yansız’ olma halinin millet tasarımındaki tepedencilik, biriciklik açısından taşıdığı anlamla DP eleştirisini, her tartışmanın nihayetinde bürokrasiye sızarak organik toplum tasarımını gölgeleyebilecek bir partizanlığa yönelmesi tehlikesini birlikte düşünmenin faydalı olacağını sanıyorum. “Düzen ve ilerleme”nin alternatiflerinden biri olarak partizanlığın yaratacağı kaymalar, toplum ve devlet örgütlenmesinde hesaplanamayan, kestirilemeyen farklılıklar yaratabilecektir. Yine bu açıdan kalkınmada farklı bir söylemin kurulmasının yarattığı rahatsızlık, mümkün olduğunca ana fikirleri CHP içinden çıkmış olmakla kapatılmaya çalışılır. DP’nin kalkınma anlayışının 1936 CHP tasarısının bir tür devamı olduğunu söyleyerek bütçe eleştirisine girişmek, alternatif söylemi kendi içinde önce CHP’nin büyük kurucu tarihselliğine boğarak, daha sonra DP ileri gelenlerini ve programını da kendi içinden çıkararak sıradanlaştırmaktadır. Normalleştirme, Ulus’ta Emil Galip Sandalcı’da belirginleşir ve Adnan Menderes, bir başbakandan ziyade devleti, milleti kurucu ihtişamından kaynaklanan iktidarı hiç sönmeyecek CHP’nin bir zamanlar “genç, çalışkan fakat bu kadar yükseleceği umulmayan evladı”[65] olarak tasvir edilir. CHP’nin siyasetin üzerinde salınıp duran bu ‘tarih ipoteği’ babacan bir paternalizmle, belirleyen fakat belirlenmeyen bir edayla birleşerek bürokrasiye herhangi bir alternatif otoritenin sızmasını engellemeyi hedefler.
Ulus, 27 Mayıs sürecinde seçimleri ve parlamenter sistemi ön plana alan tutumunu darbenin işlerlik kazanmasıyla yeniden kurmaya yönelmiştir. 27 Mayıs ve devamında ordunun rejimin yılmaz bir bekçisi, toplumu düzenleyen gücü olduğu ısrarla vurgulanır. 27 Mayıs öncesinde ordunun siyasetin dışında tutulmasının kendi saygınlığı açısından da faydalı olacağı görüşü Ulus’ta ağırlık kazanmış bir yargı iken, ordu mensupları, 27 Mayıs’la beraber her zamankinden fazla ilgi görmeye başlayan, toplum mühendisliğini de içeren bir kimlikle karşımıza çıkarlar. DP’nin bırakmış olduğu düzenin toptan ilgasına, bir tür tabula rasa’sına gidilerek, bu partinin siyaset yapma usulleri dahi belleklerden silinmeye çalışılır. Menderes’in lüks düşkünlüğü sadece siyaset temelli yorumlanmaz, gazete, meydanı ‘boş’ bulmanın avantajını da kullanarak İstanbul’da kalınan otelin faturalarının da hazineye karşılatıldığını yazar, iktidar mensuplarını memleket parasını harcayan düşük kişilikler olarak sunar.[66] Darbe öncesi Vatan Cephesi ile ilişkilendirilen para aktarma mevzuları, yargılama öncesinde kişisel harcamaların ön plana çıkartılmasıyla yeniden gündeme oturur. 28- 29 Nisan Olayları’nın aynı günlerde haber konusu yapılmasını yasaklayan ordu, Temmuz ayında gazetenin bu olayı bir yazı dizisi halinde aktarmasını engellemez. Ulus, gençlerin tepkilerinin oluştuğu yerlerde bir hükümet- ordu çatışmasının da bulunduğunu belirterek süreci ‘askerle beraber hareket eden gençlik, hükümeti lanetliyordu’ biçiminde işler. Beyazıt Meydanı’ndaki arbedelerin hürriyet muharebesi olduğunu belirten gazete, partizan idarenin gölgesindeki eli silahlı polisle elinde taş tutan öğrencileri karşı karşıya getirir. 28 Nisan Olayları’nın işleniş biçimi, askerle gazete arasındaki yakınlığı göstermesi bakımından değer taşımakta, partizan idarenin hakimiyetindeki polisin yerine gençleri koruyan ordu mensubunun “Bir gencin bir yeri çizilirse bu süngüleri size yuttururum” sözleri öne çıkarılmaktadır.[67] Milli Birlik Komitesi (MBK), DP kalıntısı saydığı karşılama ve uğurlama törenlerini törpüler, Cemal Gürsel için her ayağını bastığı yerde kurban kesilmesini yasaklar, el öpmek isteyenlere mani olunur. Darbe öncesinde gazetenin en çok işlediği devlet radyosunda partizanlık sorunu, Müdür Binbaşı Nusret Altuğ nezaretindeki heyetin imtihanla radyo sanatkarı almasıyla ‘hallolur’. Gazete, bu uygulamayı “Sezar’ın hakkı Sezar’a!” [68] başlığıyla duyurur, son on yılın buhranını müdahalesiyle durduran ve demokratik düzeni emniyet altına almak için çaba sarf eden ordu yüceltilir.[69] 1950- 60 döneminde iktidardan gerektiği kadar yardım göremediği düşünülen Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü’nün ve diğer kültür müesseselerinin faaliyetleri yeniden canlandırılmaya çalışılır, bu sayede sekteye uğradığı düşünülen milli iradenin, bir kayıp olarak nitelenen DP döneminin ardından yaraları sarılmaya çalışılır. Milli kültür dernekleri kurularak bunlara Halkevleri’nin eski binaları tahsis edilir.[70]
Ordu içinde yönetimin ne zaman devredileceğine dair tartışmalar süredursun, Ulus bu süreci iyimserlikle karşılar ve demokratik düzeni emniyet altına alan ordunun bundan sonraki idarelere sağlam, ‘iyi bir malzeme’ bırakacağını söyler. Ordu, sadece DP’nin siyasal hayattan dışlanmasını değil, özlenen idare ve vatandaş etiğinin de cumhuriyete kazandırılması için birincil rol üstlenecektir. İyi malzemeden kast edilen de bu olsa gerekir. Kültür kurumlarının hayata geçirilmesi, demokrasinin bilinçli yurttaş profiliyle işlerlik kazanacağının düşünülmesi buna yönelik yeni eğitim hamlelerini gerektirmiştir. Ordu, binlerce subayını cehaletle mücadele edilmesi ve eski günlere geri dönülmemesi için köylerde seferber ederek okuma- yazma kursları başlatmıştır.[71] Vatandaş etiğinde özlemlenen erken cumhuriyet dönemi romantik bir dille yakalanmaya çalışılırken, bir yandan da partizanlığa ‘bulaştırılmış’ köylerin bu eğitim sürecine nasıl eklemlendirileceği düşünülmüştür.
Eğitime ‘katma’ faaliyetinin başlı başına bir sorun olarak belirmesi, ordunun siyasetin üzerinde ve onu belirleyen bir konuma yerleşmesiyle mümkün görünmüştür. Sorun, sadece MBK’nın yeni siyasal sistem içindeki pozisyonu olmayıp, genel olarak ordunun topluma düzen verme işlevinin nasıl gerçekleşeceği noktasında belirince, yerel siyasetle merkezden yürütülen siyasi faaliyet arasında ciddi bir gerilim yaşanacağı kaçınılmaz gerçek olarak düşünülmüştür. DP’nin Vatan Cephesi aracılığıyla popülist siyasetini köylere, bucaklara ulaştırması, destek toplaması, bu eğitim sürecine direniş gösterilmesi sonucunu doğurabilecek, siyasete bulaşmış kitlelerin eğitimle paklanması özel bir görev halini alacaktır.
MBK ve bazı aydınların siyasetin kendisine soğuk bakmalarından da kaynaklanan tutumları, 7 Temmuz günü tüm siyasi partilerin ocak ve bucak teşkilatlarının kapatılmasına neden olmuştur. Haber, İnönü’nün “CHP’nin tüm ocak ve bucak tabelaları inecek!” talimatıyla duyurulmuştur. Ulus, süreç hakkında net bir yorumda bulunmaktan kaçınırken, gazetede Ecevit’in aykırı sesi yükselmiştir. Ecevit, ocak ve bucak teşkilatlarının kapatılması kararının demokrasiye özgü katılım unsurunun bitirileceği anlamına geldiğini, bunun da ancak ve ancak DP benzeri biçimsel demokrasi yanlısı, halkı sandıkta görmek isteyen partilerce kabul görebileceğini belirtmiştir. Köylüye danışmamanın ve siyaseti merkezde kodlayarak ülke geneline yaymanın, siyaseti çirkin ve zararlı bir faaliyet olarak düşünen bazı aydınlara özgülenebileceğini düşünen Ecevit, MBK’nın bu kararı alırken işin içeriğini bilen, yerel coğrafyayı tanıyan aydınlara danışmamasını eksiklik sayar.[72] Bu yakınmanın ardından MBK, yeni bir çizgiye yönelerek içeriğini ‘27 Mayıs İnkılabı’nın belirlediği siyaseti Ankara köylerine tanıtmaya başlar.[73]
Eğitime ‘katma’nın bir sorun olarak algılanmasıyla birlikte siyasetten uzaklaştırılması gereken kitlelerin de yeni ve ‘müsaade edilen’ siyaset biçimine kanalize edilmeleri ayrı bir sorun olarak belirmiştir. Siyasetin kapsamını belirleyen ordunun ve dirsek temasında bulunduğu CHP’nin nasıl bir yol izleyebileceği erken seçim ve darbe öncesinde ayrıntılı biçimde tartışılmadığından, ihtilalin heyecanının sönmesinden, bunun bir inkılap kadar kapsamlı olamamasından endişe duyulmaktadır.
Ekonomi politikası da eklektik düzeyde tartışılmakta, uluslararası bağlantılar korunarak dış kredi ve uzman destekleri alınmaya çalışılmaktadır. Yeni dış ticaret rejimi açıklanarak fiyat istikrarının sağlanacağı duyurulur. ABD’den serbest bırakılan yardım öncelikle milli savunmaya ve KİT’lere aktarılacaktır.[74] Gazete etrafında dönen tartışmalarda incelenen dönemin en nitelikli yazı dizisinin Doğan Avcıoğlu’na ait olduğu söylenebilir.[75] DP dönemi iktisadi politikalarının ayrıntılı tahliline gidilen bu dizide 27 Mayıs sonrası iktisadi anlayışının nasıl olması gerektiği tartışmaya açılır. Avcıoğlu, DP’nin kredi tahditlerini genişletip kamuda gereksiz harcamalara gittiğini, zirai ihracatın mamul mal fiyatlarını arttırdığını, talepteki daralma sonucunda 27 Mayıs sonrası kredi limitlerini aşan bankaların kredi hududuna dönmek istediklerini, fakat alacaklarını tahsil etme sorunu yaşadıklarını anlatır. Alınacak bu dersle, uzun vadede, yeni ekonomi politikasının temelini oluşturacak sanayinin rasyonelleştirilmesi için, piyasa mekanizmasını değil, ufak iş yerlerinin birleştirilmesini ve yeni yatırımlarla işgücünün başka sahalara aktarılmasını önerir. Önerinin temelinde DP kalkınmacılığına alternatif olarak sunulan planlı kalkınmacılığın ilk örneklerini görmek mümkündür. Bu önerinin planlı kalkınmanın da ötesinde küçük işletmeciliğin kontrollü, dayanışmacı gelişimini savunan bir neo- korporatizme yöneldiğini söylemek de mümkündür. Üreticiyi kendi imkanlarıyla üretime ve devlet kontrollü bir emek örgütlenmesine teşvik eden sürecin işletilmesi halinde, kapitalist, dışa açık bir liberal kalkınmanın dışında ithal ikameci ve büyümeyi sınırlı tutan bir rejimin hayata geçirilebileceği düşünülmektedir. Bu büyüme perspektifinin uzun vadede bölüşüm ilişkilerine olumlu yönde yansıyacağı tahmin edilmekte, ordunun da savunduğu gönüllülük içeren yeni bir milli iradeciliğin (voluntarism) temeli atılabilmektedir.
Ulus, akademik dünyaya karşı duruşunda, 147’ler Olayı’ndan önce askeri rejimin bilime ve üniversiteye bakışını haber veren çizgisini paylaşarak bilimde bağımsızlık bahanesiyle ‘neme lazımcılığa sarılan’ bir üniversite anlayışının kabul edilemeyeceğini, bilim adamlarına musallat olan ayrıksı otların temizlenmesi gerektiğini bildirmiştir. Gazetenin ‘makbul bilim’ arayışı, ilerleyen aylarda üniversitelerde yaşanacak uzaklaştırma olaylarının habercisi olarak okunabilir.[76]
SONUÇ
Gazete, çıplak şiddetten mağdur olan, zor durumda bırakılan, kötü işleyen idarenin partizan eğilimleri karşısında mazlumluğa itilen, ülkenin her yanını kapladığı düşünülen mazlumluktan eşit oranda ezilmişlik duygusu üreten bir ideolojik işlev üstlenmektedir. Gazetenin parti içi tüm ayrışmaları yatay kesmeye ve kendisini DP karşısında hukuku ve ahlakı beraber işleten ‘haklı mağduriyet’i ile tanımlama derdi bu ideolojik yönelime daha fazla ışık tutabilir. Ulus’un parti teşkilatları ve merkez organları arasındaki hiyerarşinin her alanına buladığı bu ‘türdeş mağdurluk’ söylemi, benzer bir yönelimle DP sempatizanları dışındakilere yeni bir ‘ulus’ formu verme uğraşısı içinde de kendisine yer bulur. Menderes’in ülkede bir “vatan cephesi- nifak cephesi” ayrımı yaparak siyasetini sürdürmesine getirilen eleştirilerin ardından, Ulus öncülüğünde “milletin haklarını gasp eden bir avuç azınlık- millet” ayrımına gidilmesi, özel olarak ‘gasp etme’ ve ‘çıplak şiddet’ eylemlerinin merkezi konuma yerleştirilmesi, olası CHP iktidarının kapsamlı program hazırlıklarına gitmek yerine bu ana ayrıma odaklanılması, 27 Mayıs rejiminin gerek ordu, gerekse sivil CHP kanadında darbeden inkılaba geçişin nasıl olabileceği yönündeki tartışmaların esasında geçmişe yönelik ne kadar cılız kökleri bulunduğunu göstermesi açısından ilgi çekicidir.
“İnkılabın mantığı”nın bir türlü oturtulamamasından kaynaklanan sancıları aşmanın yolu kapsamlı olmayan düzenlemelerden geçirilir ve ordu, sekteye uğradığı düşünülen milli iradenin yeniden tesisi için düzenleyici rolü üstlenir. Partizanlığın kaynağı olarak görülen alanlar, ‘yansız’ bir ordu bürokrasisiyle donatılır, imtihanlar DP rejimine karşı işletilen ilk liyakat rejimi örneği olarak sunulur. Ulus da bu sürece moral destek sağlayarak bürokrasiye karşı gelişebilecek alternatif bir iktidarın önüne geçmenin, yeniden milli birliği sağlamış olmanın huzurunu “yayar”. Kalkınma hamlelerinin cılız gelişen neo- korporatist önermeleri arasında ‘milli birlik’ fikri, gönüllülüğü besleyeceği, Kemalizm’in erken dönem “asr- ı saadet”ine ulaşmayı sağlayacağı düşünülen bir değer olarak gazete tarafından yüceltilir. Darbe öncesi yaşanan gelişmeler, Ulus açısından bu kez görece rahat ve ‘sansürsüz’ bir dille aktarılır. Gelişmelerin odağına yerleşen ordunun düzenleyici hamleleri, DP döneminin olumsuzlanmasıyla pekiştirilir.
[1] Bkz. KONYAR, Hürriyet (1998), Ulus Gazetesi, CHP ve Kemalist İlkeler, İstanbul: Bağlam Yayınları.
[2] Erken seçim çağrısı, DP iktidarının çaresizliği ve bu çaresizlikten bir çıkış yolu olarak önerilir. CHP Milletvekili Hıfzı Oğuz Bekata, 21 Şubat’ta “Menderes kendi siyasi hayatını, demokrasinin istikbalini korumak istiyorsa tek vazifesi kalmıştır, o da beklemeden istifa etmektir” derken; İnönü, 22 Şubat’ta “Bu iktidar gidecek, değişecektir” manşetinin ardından verilen haberde “Rejim bahsinde Demokrat iktidarın vatandaşlar arasında huzuru temin etmesine imkan yoktur, zaten vatandaş münasebetlerinde en hazin olan taraf, huzuru ve iyi geçinmeyi bozan, zehirleyen taraf yalnız kendileri oldukları halde, bu davada, iktidar başkanının iftiralarla kendi politikasını yürütmekte ısrar etmesidir” demektedir.
[3] Ulus, 9 Şubat 1960.
[4] 16 Şubat 1960.
[5] 12 Şubat 1960; tekzip metni, 18 Nisan 1960.
[6] 7 Mart 1960.
[7] 19 Şubat 1960
[8] 11 Mart 1960.
[9] 14 Mart 2007.
[10] 24 Mart 1960
[11] 25 Mart 1960.
[12] 5 Nisan 1960.
[13] 7 Nisan 1960.
[14] 17 Şubat 1960.
[15] 13 Nisan 1960.
[16] 9 Nisan 1960.
[17] 18 Şubat 1960.
[18] 14 Nisan 1960.
[19] 18 Nisan 1960. Burada bahsi geçen ‘tek parti rejimi’ ifadesi, erken cumhuriyet dönemine özgülenmemektedir. Tek parti, olumsuzlanan ve ahlaki bir yargıyla, özünde demokrasi ve insan hakları karşıtlığıyla, tepeden inmeci bir otoriter yönetimle bağdaştırılmaktadır. Tek parti, bir döneme verilen adlandırmadan ziyade, şahıs düzeyindeki ‘hukuksal iktidar’ analizlerine takılıp kalmaktadır. Kemalizm, milletin isteklerini kavrayan ve onunla bütünleşen bir ideoloji olarak yansıtılır, DP ise bu ilkelerin ‘kıymet’ini bilemeyen, ülkeyi ‘vatan- nifak cephesi’ gibi suni ayrımlarla bölen, partizan işleyişiyle farklı sese tahammül edemeyen siyasi hareket olarak yansıtılır. Tek parti rejiminden kasıt, Türkiye tarihi açısından Jön Türkler, aynı dönemde ise sürekli ön plana çıkarılan De Gaulle Fransa’sıdır. “İktidar Partisi”, Namık Zeki Aral, 17 Şubat 1960. Kemalist erken cumhuriyet dönemi, ‘altın çağ’, arzulanan bir romantizm içinde ve ahlaki bir güzelleme olarak resmedilir. DP, eleştirilen her hamlesinde ‘asr- ı saadet’ devrinin örnek uygulamalarına sahip çıkmamakla bir tutulur.
[20] “Polis ve Silah”, 14 Şubat 1960.
[21] 28 Mart 1960.
[22] “Politika ve Ötesi”, 25 Mart 1960.
[23] 25 Mart 1960.
[24] 19 Şubat 1960.
[25] 14 Şubat 1960.
[26] “Zorbanın Budalası”, 22 Nisan 1960.
[27] 15 Şubat 1960.
[28] 26 Şubat 1960.
[29] 4 Mart 1960.
[30] Bu retrospektif okumanın en uç noktasını Yüksek Adalet Divanı Kararları’nda görebiliyoruz.
Bkz. Yüksek Adalet Divanı Kararları (2007), “Radyo Davası Kararı Gerekçesi”, İstanbul: Kabalcı Yayınları, Esas No: 960/20, s. 678- 95.
[31] “Demagoji neye, demagog kime denir?”,15 Şubat 1960.
[32] “Demokrat Borçlar”, 20 Şubat 1960.
[33] 17 Şubat 1960.
[34] 21 Şubat 1960.
[35] Özcan Ergüder, “Bütçe Görüşmeleri ve Radyo”, 21 Şubat 1960.
[36] “ ‘Devletin normal Cihazları’ ve DP”, 7 Nisan 1960.
[37] 4 Mart 1960.
[38] “Hapsolan Vicdanlar”, 8 Mart 1960.
[39] “Cezaevi Rejimi”, 12 Mart 1960.
[40] 16- 18 Mart 1960.
[41] Sadun Tanju, DP içindeki bu ayrışmayı partiyi kuran ilkelerin çöküşü, köprülerin atılışı olarak özetler. “Köprüler Atılınca”, 29 Mart 1960.
Eşzamanlı olarak parti teşkilatlarından DP’den CHP’ye geçenlerin ya da CHP’ye yeni kaydolan üniversiteli öğrencilerin haberleri yayımlanır. Gerek partilerin kurucu kadrosunda gerekse teşkilatlarda yaşanan bu kaymalar, DP’nin kan kaybetmesi, CHP’nin seçimde daha fazla başarı elde edeceğinin belirtisi olarak gösterilmiştir. Yukarıda belirttiğimiz gibi, Ulus’ta özellikle mart ayından itibaren tekzip metinlerinin sayısında ciddi bir artış gözlemlemek de mümkündür. CHP’ye geçiş yapan isimler hakkındaki tekzipler birkaç gün içinde DP yönetimi tarafından savcılık kanalıyla gazeteye ulaştırılmıştır. Kısacası, iki parti arasındaki üye çekişmesini Ulus’un ana sayfasından takip etmek mümkündür.
[42] 15 Nisan 1960.
[43] 20 Nisan 1960.
[44] 21 Nisan 1960.
[45] 10 Nisan 1960.
[46] 23, 24 Nisan 1960.
[47] İsmet İnönü’nün Ulus’a demeci, 24 Nisan 1960.
[48] 16 Nisan 1960.
[49] 22 Mart 1960.
[50] 27 Mart 1960.
[51] 25 Nisan 1960.
[52] 9 Şubat 1960.
[53] 12 Şubat 1960.
[54] 11 Şubat 1960.
[55] 23 Şubat 1960.
[56] 25 Şubat 1960.
[57] Bülent Ecevit, “Vatan Cephesi Başbakanı”, 25 Şubat 1960.
[58] 13 Şubat 1960.
[59] 1 Mart 1960.
[60] 1 Mart 1960.
[61] 29 Şubat 1960.
[62] 7 Mart 1960.
[63] 21 Mart 1960.
[64] 9 Şubat 1960.
[65] Emil Galip Sandalcı, “Bir Bu Eksikti”, 1 Mart 1960.
[66] 2 Temmuz 1960.
[67] 1 Temmuz 1960.
[68] 1 Temmuz 1960.
[69] Sadun Tanju, “Ordu ve Siyaset”, 6 Temmuz 1960.
[70] 3 Temmuz 1960.
[71] 7 Temmuz 1960.
[72] “Politikasız Demokrasi”, 7 Temmuz 1960.
[73] 8 Temmuz 1960.
[74] 5 Temmuz 1960.
[75] “1958 ve İşsizlik”, 2 Temmuz 1960.
[76] 2 Temmuz 1960.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder