Ara

Devlete Pedagojik 'Düşman' Aranıyor...



İlhan Tekeli ve Katılımcı Eğitim,
Alevi Çalıştayı'na Ne Katabilir?




İzleyebildiğim kadarıyla, din kültürü dersinin mecburi alınmasından ve devletçe verilmesinden yana olanlarla olmayanlar arasında laiklikliğe kadar varan tartışmalarda eğitim sisteminin içeriğini sorgulayanların sayısı çok az. Asıl itirazı, derslerin içeriğindeki tekbiçimlilik -İslam'ın Sünni Müslümanlık boyutu- olanların büyük bölümü de derslerde tektanrılı dinlere ve özelde İslam'a “doğru” yaklaşılması halinde sorunun çözülebileceği, nüfus cüzdanındaki “din hanesi” kaldırılınca devletin tarafsızlığa yaklaşacağı kanaatindeler...

Arada özgün öneriler getirip din kültürü dersinin zorunlu, mezhep bilgisi dersinin ise çocuğun ailesi hangi mezheptense ona uygun biçimde seçimlik verilmesini söyleyenler var... Yani "zorunlu seçmeli" gibi bir tekerlemeyle karşı karşıyayız. Tıpkı kredi doldurmak için seçtiğimiz seminer dersleri gibi... Hangi seminer dersine gireceğimiz bizim seçimimiz, ama mezuniyet için mutlaka bir seminer vermek zorundayız... Din kültürü dersinin tamamen kalkmasından yana olanlar dışında genel eğilim şu: Devlet, bu din kültürü dersini verecek, "ailenin çocuğu" ise alacak. Pozisyonlar net; alan-veren razı gibi... Üstüne de çocuk "ailesinin mezhebi" mucibince seçmeli ders alacak: “zorunlu seçmeli”... Özgürlükçü yorumları tercih edenler ise; anayasanın, din eğitiminin devlet tarafından verilmesini zorunlu tuttuğunu, ama vatandaşların bunu almak zorunda olmadıklarını belirtiyorlar. Kısacası, devlet her durumda verir, zira anayasa hükmü ama veli, yeni kanuni düzenlemeye gerek olmaksızın bir dilekçeyle çocuğunu bu dersten muaf saydırabilir. 

Sadece bu kadar mı? Kanımca tartışma, bizi iki uçtan birine çekmekte ısrarcı davranıyor, ama o kadar çok ara yol var ki, tartışmanın harareti bu ara yolları buğuluyor. Görmeye çalıştığım büyük resim şu: Çocuğa hâlâ inat ve ısrarla ailenin dini tercihlerine veya etnik-mezhepsel kimliğine bağlı olarak ders “biçiyoruz”. Çocuğun özgür iradesini bulabilmesi adına sokağa salınması ya da elimizi bırakıp yola fırlaması, güvenlik merkezli bilinçaltımızı sarsıyor. Çocuğun bir şeyleri sürekli pasif öğrenmesini istiyoruz; makbul çocukların peşindeyiz... Ne verirsek onu almalılar çünkü... Otoriter modernleşme algılarımız, farklı ideolojilerden gelsek de, ortak paydamızı kuruyor ve belki de uzlaşamayacağımızı baştan beri bilsek de “âmâ diyaloglarımız” varlık nedenlerimizi katmerliyor... Bu otoriter kandaşlığımız, dinlemekten çok konuşmayı bize meziyet saydırıyor. Ses çok, söz yok...

Din dersi bahane, eleştirel pedagoji şahane...
Devlet denen mekanizmanın bizdeki ceberutluğunu eleştirirken, eğitimin içeriğine müdahale etmekten imtina ediyoruz. Çoğunlukla laik hassasiyetlerimizi devreye sokuyoruz ama “eleştirel bir pedagoji” gündemimizi işgal etmiyor. Eğitime araçsal bakıyoruz; Cumhuriyet'in kalesi sayılan eğitim kurumlarını laisizimle boğuyoruz... Kale muhafızı öğretmenlere verilen şu müfredatın, öğrencilere dayatılan o kitapların esasında hurdalığa ayrılması gereken birer mühimmat olduklarını pek hesaplamıyoruz. Derdimiz, kaleyi teslim etmemek, savunma metotlarıyla beynimizi meşgul etmiyoruz...

Böyle olunca da en az devlet kadar bu işin “bürokratik”, “savunma” merkezli boyutuna takılıp yerimizde sayıyoruz. Her konuşmaya icraatın öneminden dem vurarak başlıyoruz: Eylem ve hamle fetişi içimizi gıdıklıyor ama yöntemlerimizin çürüdüğünün farkında mıyız?.. Elbette mezhep dayatması, tektip “din-mezhep-yurttaş” formu cumhuriyetin modernleşme sorunlarının bugünkü uzantısı olarak eleştirilmeli, ama esas sorun, çocuğu kendi tarafına çekiştirmeye çalışan aile-cemaat kültürü ile devletin eğitim zihniyetinin çarpışması...  Neden bu dersler seçimlik hale getirilerek, bir "din dersi" formatından çıkartılıp "inanç tarihi" dersine dönüştürülmüyor? Neden tektanrılı dinlerin ve onların mezheplerinin içine sıkışıp kalıyoruz? Neden inatla çocukların sınıfta belli şeyleri kendi aralarında tartışarak kendi inançlarını çizeceği örnekleri onlara mizansenle aktarıp diğer inanç biçimlerinin köklerini-gelişim süreçlerini ve tektanrılı dinlerin ortaya çıkışını vermiyoruz da hazır-paket din programlarıyla çocuklara günümüz dinlerinin 4-5 tanesini şematik olarak verip işi geçiştiriyoruz ve hocayı da ders çalışmamaya alıştıyoruz? Bunlar, esasında kavgalı kardeşler... Aile, hem mevcut uygulamaya taraftar olanları hem de buna karşı çıkanları barındırıyor...

Daha gündelik ve pıhtılaşma sorunu çeken, bürokrasinin her daim kıskacında olan somut bir soruna dikkat çekme derdindeyim. Aleviliğin mevcut hal(ler)i, bu sorunun en sancılı tanıklarından ama mağdurluk belli etnilere, sınıflara, tabakalara, kesimlere, halklara özgü değil... Genel bir mağduriyeti, sızlanmadan fakat direnerek ve öncelikle alttan örmek gerekiyor. Bunun da ilk yolu, eğitimde katılımcılık olabilir... Katılımcı bir eğitimle yine aşağıdan diyalog kurarak aşmamız gereken onca sorun varken, devlete sopa atmaktansa enerjiyi kendimize yoğunlaştırmaktan ve devleti kendi demokratik diyaloğumuz için kullanmaktan yanayım... Üstelik çözüm memurlarını kırlaşmış saçlarıyla masayı dolduran âkil adamlar ve kadınlardansa, toplumun kendisi olarak görmekteyim. Birilerinin bizim için değil, kendimiz için anlayış ve eleştiri geliştirmemiz kanaatindeyim. Herhalde hepimiz mevcut eğitim sisteminden geçtik; nice yargıyı ezberledik, ezeli düşmanlar edindik, sıra arkadaşımızın “suskun”luğuna anlam veremeden “günahkâr” dinleri ve mezhepleri kışkışladık, anlaşmayı zorlaştıran ama her nasılsa yüzyıllarca konuşulmuş, yazılmış Osmanlıca-Arapçaya vedahi yerel dil-lehçelere sırt çevrilerek büyütüldük. “Etni” nâmına bir şeye rastladığımızda cüzamlı görmüş gibi kaçtık, evde işbölümünü önce tv kumandasının maliki babamızdan ve elinde paçavrayla camlarda akrobatlık eden annemizden öğrendik, sonra ders kitaplarımızda bakkala giden erkek çocuğuyla ve toz alan kız çocuğuyla kamusal rolleri pekiştirdik... Birkaç soru işaretiyle hâlâ çarpışamadıysak, lisenin kavram sepetini belleğimizde taze tutuyorsak, o ezberci olmaktan da öte ayrımlarla işleyen ve ayırdıkça-karşıtlıklar kurdukça-böldükçe daha iyi öğrendiğimizi düşünen eğitim yapımız çoğumuzu yaşatmaya devam ediyor.

İlhan Tekeli ve çözümü birlikte örmek: Yeni bir toplum ideali...
ODTÜ'den Prof.Dr. İlhan Tekeli'yle bu vb. konuları kapsayan bir röportajımız bu ayki “Nasıl” dergisinde yayımlanıyor. Odak noktası “din kültürü ve ahlak bilgisi” dersleri olmamakla beraber, yeni bir eğitim sisteminin nasıl olması gerektiğini bizimle tartışmıştı Tekeli. Eski tip "yapılanmacı", öğrenciye hap bilgiyi veren, soru sormaktan çok cevap ezberleten bir mantığı köhnemiş buluyor. Örneğin tarih derslerinde tarih'i hocanın o anda sınıfta yaratmasını, belli bir tarihi olayı didaktik bilgi vermektense o anda öğrencilere soru-cevap şeklinde yaşatmasını düşünüyor. Bu, öğrencinin sınıf katılımıyla bilgilere ulaşmasını sağlayacak bir süreç... Elbette temel bilgiler hoca tarafından aktarılıyor, ancak olayların tek doğrusunun olmadığı ve herkesin yorum yapabileceği, bilginin tekelleşmediği "katılımcı eğitim sistemi", laik ve akılcı-özgürlükçü eğitim sisteminin öncelikli görevi değil mi? Asıl modernleşme krizi bu değil mi? asıl büyük resmi görmek gerekmez mi? Belki de Alevilik bahsine sıkıştırılan devletin "verdiği" ve vatandaşın "aldığı" din kültürü derslerinde en çok bu tarz bir eğitime, yani yapılanmacılıktan çok katılımcılığa ihtiyacımız yok mu?

Vermek ve almak “Allah'a mahsus” olduğu kadar, pedagojiye de bir şans tanınamaz mı?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder