Şükrü Hanioğlu, Sabah, 4 Aralık.
Tek Parti otokrasisine yöneliş, dönemin koşulları
çerçevesinde ele alındığında, doğal ve Cumhuriyet kurucularının önündeki
kaçınılmaz seçenek olarak kabul olunamaz
Toplumumuzda Erken Cumhuriyet döneminin tarihselleştirilmesine, "kurucu felsefe"nin tartışılmasının yolunu açacağı gerekçesiyle karşı çıkanlar, rejimin eleştirilen uygulamaları gündeme getirildiğinde, bunların "dönemin koşulları çerçevesinde değerlendirilmesini" talep etmektedirler.
Bu talep ise temelde üç temel teze dayandırılmaktadır. Bunlardan birincisi
sıklıkla tekrarlanan "ümmetten millet, kuldan vatandaş" yaratan
bir rejimin kendinden önce var olan "mutlakiyetçi ve teokratik" yapıdan
çoğulculuğa doğrudan geçişinin imkânsızlığıdır. Bu yaklaşıma göre gerçekte "çoğulcu
demokrasiyi" hedefleyen Erken Cumhuriyet rejimi bir "geçiş
dönemi"ne gerek duymuştur.
Osmanlı mirâsı neydi?
Osmanlı mirâsı neydi?
Bu tez bizzat Erken Cumhuriyet'in yarattığı monolitik "Osmanlı" kavramsallaştırmasına
dayanmaktadır. Buna karşılık, Cumhuriyet öncesi Osmanlı toplumu kendi
modernitesini yaratmış, 1908-1912 arasında ciddî bir çoğulculuk ve parlamenter
sistemi yaşatabilmiş, "vatandaşlık"ı kutsayan, "hakimiyet-i
milliye" kavramının gazete adı olacak kadar popülerleştiği bir
yapıydı. Sosyalizmden liberalizme, milliyetçilikten İslâmcılığa kadar her türlü
fikri savunan siyasî partilere, güçlü kadın hareketine, çok sesli basına,
idareyi denetleyen bürokratik kurumlara, işçi örgütlenmelerine sahip bu yapı
söz konusu kavramsallaştırma yardımıyla resmedildiğinden oldukça farklıydı.
Bu yapının Bâb-ı Âli Baskını sonrasında yerini otoriter tek parti iktidarına
bıraktığı doğrudur. Ancak Mondros Mütarekesi sonrasında, toplumumuzda da, tüm
Avrupa'da olduğu gibi, yeniden çoğulculuğa dönüş eğiliminin ağır bastığı
şüphesizdir. 1919 koşullarında seçim yapılması, İstiklâl Harbi zorluğundaki bir
mücadelenin "tartışan" bir meclisle yürütülmesi bu eğilimin ne
denli güçlü olduğunu gösterir.
Bu nedenle Erken Cumhuriyet'in ortaya çıktığı toplumda, 1908-1912 arası imparatorluk
çoğulculuğu ile 1920-1922 deneyimini yeni ulus-devlet ölçeğinde yaşatma eğilimi
ağır basmıştır. Dolayısıyla kendi bağlamında değerlendirildiğinde de 1925
Takrir-i Sükûn Kanunu sonrasında nihaî şekline evrilen Tek Parti rejimi ve
uygulamalarının yeni cumhuriyetin önündeki yegâne seçenek olduğunu ve
devralınan mirâsın bunu zorunlu kıldığını söyleyebilmek mümkün değildir. Lütfi
Fikri Bey'e atfedilen bir ifadeyi tekrarlayacak olursak "saltanat-ı
meşrutadan cumhuriyet- i mutlakaya inkılâb edilmesi" dönemin
koşullarının zorladığı bir mecburiyet değildi. Kurucu kadro, bu alanda, benzer
bir kararı 1913'te alan İttihad ve Terakki rüesasının yolundan gitmeyi tercih
etmiştir.
Otoriterlik Avrupa ile uyumlu muydu?
Otoriterlik Avrupa ile uyumlu muydu?
"Mevcut koşullar çerçevesinde değerlendirme" talebinin ikinci
tezi dönemin otoriter ve totaliter rejimler çağı olduğu ve bu nedenle "hayırhâh,
aydınlatmacı otoriter" bir yönetimin eleştirilmesinin haksızlığıdır.
Bu tez ise tarihî gelişmelerle uyumlu değildir. Avrupa'da "otoriter ve
totaliter" karakterli rejimlerin egemenliği Büyük Depresyon'un
etkilerinin ağır biçimde hissedildiği 1930'lu yıllarda belirginleşmiştir.
Dolayısıyla 1920'li yılların başlarında yapılan bir tercih, o sırada Avrupa'da
egemen olan genel eğilimi yansıtmaktan uzaktır. Kendini Avrupa'nın parçası
olarak gören Türkiye'nin tercihi de bu nedenle doğal görülemez. Nitekim bu
durum Cumhuriyet kurucularını da rahatsız etmiş ve onları 1930'da
başarısızlıkla neticelenecek bir "çoğulculuk denemesi"ne
girişmek zorunda bırakmıştır.
Harb-i Umumî sonrası Avrupası'nda yükselen eğilim "otoriter ve
totaliterlik" değil "anayasacılık, çoğulculuk ve
demokrasi" olmuştur. Farklı bir "demokrasi" kurma
iddiasıyla ortaya çıkan Bolşevikler haricinde, üç eski imparatorluğun Avrupa
topraklarındaki yıkıntıları üzerine kurulan tüm yeni devletler bu değerleri ön
plana çıkaran rejimler inşa etmeye gayret etmişlerdir.
Siyaset bilimcileri 1923'te Avrupa'da mevcut otuz iki devletten yirmi sekizinin "çoğulcu demokrasi" rejimine sahip olduğunu tespit etmişlerdir. Aynı tarihte Avusturya-Macaristan ve Rusya gibi güçlü "demokratik geleneklere" sahip olmayan imparatorlukların mirâsçıları arasında, 1920 senesinde Amiral Horthy'nin "centilmen faşizmini"ni benimseyen Macaristan ile Sovyetler Birliği dışında, otoriter rejime yönelen yoktu. Roma yürüyüşü sonrasında faşistlerin kontrolüne geçen İtalya bu devletler için ideal bir model oluşturmamıştı.
Siyaset bilimcileri 1923'te Avrupa'da mevcut otuz iki devletten yirmi sekizinin "çoğulcu demokrasi" rejimine sahip olduğunu tespit etmişlerdir. Aynı tarihte Avusturya-Macaristan ve Rusya gibi güçlü "demokratik geleneklere" sahip olmayan imparatorlukların mirâsçıları arasında, 1920 senesinde Amiral Horthy'nin "centilmen faşizmini"ni benimseyen Macaristan ile Sovyetler Birliği dışında, otoriter rejime yönelen yoktu. Roma yürüyüşü sonrasında faşistlerin kontrolüne geçen İtalya bu devletler için ideal bir model oluşturmamıştı.
1926'da Mareşal Pilsudski'nin Varşova yürüyüşü sonucunda Polonya ve albayların benzeri bir darbeyi gerçekleştirdikleri Litvanya'da otokratik rejimlere geçildiği doğrudur. Ama başta Çekoslovakya, Letonya ve Estonya olmak üzere, Derek Aldcroft'un deyimiyle "Avrupa'nın Üçüncü Dünyası" sayılan bölgelerde bile demokrasiler kurulmuş ve "çoğulcu demokrasi" Büyük Depresyonun etkilerinin hissedildiği 1930'lu yıllara kadar Avrupa'nın "ideal" rejimi olmuştur.
"Kendimize Özgülük" mü zorunlu kıldı?
"Dönemin koşulları çerçevesinde değerlendirme" talebinin üçüncü tezi olan "kendimize özgü sorunlar"ın 1920'li yıllarda tek parti otokrasisine yönelmeyi zorunlu kıldığını söyleyebilmek de mümkün değildir. Örneğin ciddî bir "demokratik gelenek"in mirâsçısı olmayan Çekoslovakya (seçmenliği yeniden düzenleyen 1907 reformuna kadar gerçek anlamda seçimlerin yapılmadığı Avusturya-Macaristan'da, Reichsrat'ın alt kanadında Almancanın resmî dil olmasına itiraz eden Çek vekillerin temel faaliyeti uzun soru önergeleriyle yasama faaliyetini yavaşlatmaktı) iki farklı toplumdan oluşmasının yanı sıra, nüfusun dörtte birini oluşturan Alman ve geniş Macar, Leh ve Ruten azınlıklara sahipti. Yâni ciddî bir "azınlıklar" sorunu vardı. Buna karşın 1938'e kadar Cemiyet-i Akvâm Azınlıklar Komitesi'ne Çekoslovak idaresi hakkında tek bir şikâyette bile bulunulmamıştı.
Ülkenin, azınlıklar meselesine ilâveten, kökleşmiş aristokrasinin tasfiyesi ve aristokratların malikâne topraklarına sahip olmasından kaynaklanan ciddî bir "toprak" ve "köylü" sorunu da bulunuyordu. İmparatorluğun dağılmasından sonra Prag'ın doğal hinterlandını kaybetmesi, Çek ve Slovak bölgeleri arasındaki ekonomik gelişim farklılığı, eski devletin borçlarının bir bölümünün yüklenilmesi benzeri sorunlar otoriterlik taraftarları için mümbit bir "kendine özgü koşullar" vâhâsı yaratıyordu. Buna karşılık Çekoslovakya demokrasisinin kurucusu Masaryk üç dönem başkanlık yaptıktan sonra 1935'te emekli olduğunda ardında 1918'den beri kadınlara da oy hakkı tanıyan demokrasinin kökleştiği ve azınlık partilerinin de yer aldığı siyasal sistemin işlediği çoğulcu bir yapı bırakmıştı. 1938'de Münih'te katledilen gerçekte Avrupa'nın yirmi senede geliştirilmiş en iyi demokrasilerinden biriydi.
Dolayısıyla kendi toplumumuza "otoriterlik dışı yollarla adam edilemez Doğulular" benzeri Oryantalist bir gözlükle bakmadığımız takdirde, dönemin koşulları çerçevesinde de ele aldığımızda otoriter tek parti rejimine yönelişin Cumhuriyet kurucuları önündeki tek ve doğal seçenek olduğunu söyleyebilmemiz mümkün değildir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder