küçük iskender
Ben bir klasik müzik konseri sahnesinin bir rock festivali
sahnesinden farklı düzenlenmeyeceği günleri tasavvur ederek yazıyorum;
ışıkların, barkovizyonun desteklediği bir atmosfer. Çünkü uzaya gitme çabasının
da aslında derinlerden su yüzüne çıkma uğraşı olduğunu biliyorum; havanın da
başka bir deniz olduğunu görmüş bulunuyorum epeydir. Havanın dışına çıkarsak
nefes alabileceğiz. Nefesimiz anlam kazanacak, şuuru açılacak. Boşluk diye
korktuğumuz şey, teslim alırken teslim olduğumuzu görmekten, o an hissettiklerimizden
ne kadar ötede ki?!
Yahut yanılgılarımızın temel doğruları temsil etmediğini, bütün
bir tarihin dayatmalarının algı yanılmalarına, algı kaymalarına yol açmadığını
kim iddia edebilir: Acımanın dönüştüğü ilgide baş gösteren şefkat ve
sahiplenme, hakları koruma yahut bir durumu, bir var oluş biçimini kurtarma
timi kurma telaşı bazen üstünkörü olabiliyor. Üstünü kör gözlerle gören alttaki
yapıyı hangi duyu organlarıyla biçimlendirecektir?
Yazarlar kendilerini bazen komple sporcu sanabiliyor açıkçası:
örneğin iyi futbol oynuyorsam iyi de yüzerim, hatta eskrimde de başarılıyımdır,
halter ve buz hokeyinde de madalyalarım var gibi. Bu özgüvenle her alanda kalem
oynatmak ya da klavye tıklatmak, hoşgörünün neden olduğu travmaları daha zor
patolojilere sürüklemiyor mu? Hele meseleniz kapalı, muhafazakâr, önyargılı,
infazı seven bir toplumun yargıladığı bir mecrada aşk ise, siz bu mecranın
sadece seyircisi iseniz ve bugüne kadar bu mecrada olup bitene tepki / destek
vermemişseniz, ne diye birdenbire merakınız bu yöne kayar?!
Eşcinsellik bir aile sırrı, bir kültür sırrıdır Ortadoğu’da.
Deşifresi linç ve öfke doğurur; çünkü seksi bir saldırı biçimi, bir otorite
dili gibi kullanan erkekleri yüzünden iletişim çoktan kopmuştur. İran’la bu
topraklar arasındaki fark, eşcinsellerin halka teşhir için meydanlarda asıldığı
vinç kadardır sadece. Bu topraklarda travestiler, transseksüeller öldürüldü mü
insanlar bayram yapar. Ve siz yazdığınız romanda bir eşcinseli yükselme hırsı
içinde, dini imanı para ve şöhret olan, marka meraklısı, âşık da olsa
başkalarıyla yatarak bedensel hazlarına tutsak düşen bir kurban, tasarladığı
edebi metinde kendi hayatını ortaya koyarak diğerlerini de yakan biri diye
gösterirseniz ve kurtuluşu intiharsa, cinayetse, eşcinsellikle tanışması illaki
çocukken tecavüze uğraması ise, durum vahimdir. Şüphesiz, her cinste olduğu
gibi eşcinsellerin arasında da böyle düşünenler, böyle bir hayattan gelenler
vardır; ancak, siz eşcinselliği romanınızın odağı yapıyorsanız, romanınızın ana
kahramanı erkek o güne dek bu tür bir yönelimi yokken birdenbire bir gay’e
tutuluyorsa, siz bir eşcinseli değil bir “ibne”yi anlatıyorsunuzdur içten içe.
Aile yıkan, ahlaki değerleri altüst eden bir felaketin ateşleme fitili! Size bu
hakkı kimse vermediği halde ‘severim de, döverim de’ edasıyla, eşcinsel
dünyasını ‘bir arka balkonu kapatmak’ yahut ‘gay club’a takılmak’la
sınırlandırmak, araya biraz Doğu’da queer sıkıntısı, töre, din baskısı ve
İslami siyasi yapı katarak kitabı ‘memleketleştirmek’ bu telaş içersinde ‘ofis
ile büro’yu, restoran ile lokanta’yı’ aynı ya da yakın cümlelerde kullanmak,
böylelikle popüler kültüre, çok satanlara hizmet etmek sıkıntılıdır.
Ayşe Kulin, Gizli Anların Yolcusu adlı
romanında heteroseksüellerin trajik olaylar ve cinsellik çıkmazları içinde bocalayışlarına
uzanıyor; akıcı ve yormayan dilini zaten heteroseksüellerin sıradanlığına
bağlamak mümkün. Pantolonlarının önünü çözen erkeklerden, eteğini sıyıran
kadınlardan ibaret olmayan hayatın içine aniden giren bir eşcinsel,
parfümler-çin yemekleri- olana bitene yabancı-çıkılan yolculuklarda
duyarsız-köpük banyoları yapan bir süs bebeği güzelliğiyle herkesin evrenini
altüst ediyor. Bir dizi film senaryosu tadında, psikolojik derinliği es
geçilmiş bir roman. Karakterler havada uçuşuyor: Neden ‘o’ oldukları yok. Bir
tek eşcinselin geçmişi hakkında bilgi sahibiyiz; tacizlerden ibaret bir
‘zavallı çocuk’ konumu. Eşcinselliğin eğilim mi, yönelim mi yoksa fizyolojik mi
olduğu bir kenara bırakılıp ruhsal çöküntülerin sonucu diye belgelenmesi bir
yana ülkede gördüğü eziyet, aşağılanma görmezden gelinmiş. Çünkü amaç
heteroseksüel ana kahramanın yıkılış hikâyesine bir darbe de oradan vurmak.
Ayşe Kulin, sahaya yanlış takım sürmüş: Yapay mutluluklarını
idame ettirmeye çalışan ebeveyn, iş yerinden bir yasak aşk, ortalıklarda
dolaşan kariyer sahibi kadınlar, yurtdışında okuyan bir kız evlat. Bu takım
eşcinselliği nasıl anlatabilir: Batı'da okuyan kız punk kültüründen beslendiği
halde eşcinsellik karşısında yıkılıyor; ben en çok bu kısımda güldüm. Sayın
Kulin’in konuya ne kadar hakim olduğu bir tek buradan bile belli.
Biyografik romanları öncesi yaptığı çalışma bu kere gay club adı
öğrenmekle sınırlı kalmışa benziyor. Üstelik o barın adını da birebir vererek
bir bakıma ‘ihbar’da bulunması imalı.
Ben kendisine yardımcı olayım; izlemediyse Party
Monster ( Yönetmen: Fenton Bailey, Randy Barbato ), Brooklyn’e
Son Çıkış ( Yönetmen: Uli Edel ) / okumadıysa Yırtıcı
Geceler ( Cyril Collard ), Adınla
Çağır Beni ( Andre Aciman ), Dorian
Gray’in Portresi ( Oscar Wilde ), Corydon
( Andre Gide ); bunların faydası olacaktır. Tabii, Foucault’nun Cinselliğin
Tarihi’nin de baştan aşağı, satır satır didik didik
okunması iyi olur. Ama asıl film, Sean Matias’ın 1997’de Martin Shaw’ın ünlü
tiyatro oyunundan uyarladığı ‘Bent’. Nazi Almanya’sında toplama kampına düşen
iki eşcinsel erkeğin dostluğunu, yakınlaşmasını ve şartlar yüzünden
platonizmden ötesine geçemeyen aşkı anlatılıyor. Karakterlerden biri (Max)
eşcinsel olduğu bilinmediğinden dolayı pembe üçgenli gömleği giymek yerine
sadece Musevi işareti taşıyan bir gömlek giymeyi tercih ediyor. Eşcinselliği
gururla taşıyan ve o durumda eşcinseller dışında başka bir gruba dahil olmanın
pek bir avantajı olmayacağını fark eden Horst ise asla gururundan ödün
vermiyor. ‘Gerçekten söyleyecek bir şeyi olan, eşcinsel onur üzerine semboller
ve kafa yormayı gerektirecek diyaloglar içeren bu film izlenmesi gereken
klasikler arasında. Ancak filmin amacı izleyicileri ağlatmak değil,
eşcinsellerin Nazi Almanya’sındaki durumunu gözler önüne sermek ve Nazi toplama
kamplarındaki zulmün her tür azınlığa ayrım gözetmeden uygulandığını
göstermek.’ deniyor yorumlarda.
Belki Nazi Kampı ile bir ülkeyi karşılaştırmak fazlaca ağır, ama
eşcinseller için zaman ve toprak gözetmeksizin hâlâ bir toplama kampı işkencesi
yaşatıldığı aşikâr.
Yıllar önce topluca katıldığımız bir etkinlikte, Bandırma
olabilir, Sayın Kulin tüm ısrarlara karşın o gece orada konuk kalamayacağını,
diş fırçasını bile yanına almadığını söylemişti görevlilere. Yakınındaydım.
Duydum. Bu derece hijyenik bir yazarın böylesi ‘ters’ bir konuyu sayfalarca
yazması ise ciddi bir muamma.
İsminde bile etik endişeler taşıyan Gizli Anların Yolcusu,
eşcinsel odaklı edebiyata hiçbir şey katmıyor, hep bilinen mesafeli, iğreti
bakışa bir de Ayşe Kulin imzası ekliyor. Hepsi bu.
Kaynak:
Şu yorum da değerli:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder