Ara
son mektup
"Yakında seksen iki yaşında olacaksın. Boyun altı santim kısaldı, olsa olsa kırk beş kilosun ve hâlâ güzel, çekici, arzu uyandırıcısın. Elli sekiz yıldır birlikte yaşıyoruz ve ben seni her zamankinden çok seviyorum."
André Gorz, sevgilisi, hayat arkadaşı, hayatının anlamı Dorine'e yazdığı mektuba bu sözlerle başlar. Anlamını tümüyle kavramak için aşklarının hikâyesini yeniden kurması gerektiğini söylerken, bunun bir "vaat", "ömür boyu sürecek bir sözleşme" olduğunun altını çizmeye özen gösterir. Heyecanları, mutlulukları ve sıkıntılarıyla elli sekiz yıl süren bir beraberliğin, birlikte varoluş mücadelesinin hikâyesini duygusal olduğu kadar da düşünsel bir platforma oturtmaktadır. Evliliği bir burjuva kurumu, aşkı da "iki kişinin en az toplumsal olan alanda bir araya gelmesi" olarak değerlendirirken, aşkın da bir dinamiği olduğu, değişen koşullara göre yönlendirilip uyarlanabileceği gerçeğini keşfeder Dorine'le birlikte...
Gorz, Marksizmi varoluşçu bir yaklaşımla benimsemiş, kuramsal çalışmalarında özellikle yabancılaşma ve özgürlük konularına eğilmiştir. Kapitalizme özgü işbölümünü, dünya kaynaklarının akıldışı kullanımını eleştirerek siyasi ekolojinin ve özgürlükçü sosyalizmin en önemli düşünürlerinden biri haline gelmiştir.
Hayatları boyunca yeryüzündeki haksızlıklar karşısında sessiz kalmayıp, mücadele etmeyi seçen Gorz ve Dorine, Dorine'in uzun yıllar süren acı verici, onulmaz hastalığının ardından radikal bir karar almak zorunda kalırlar: kendi hayatlarına son verme haklarını kullanmak... Böylece, yaşamda olduğu gibi ölümde de ayrılmayacak, 'diğerinin ölümünden sonra yaşamak' zorunda kalmayacaklardır...
Her şey gibi aşk, sevgi kavramlarının da içinin boşaltıldığı, çabucak tüketildiği günümüzde bir umut, hatta bir isyan çığlığı gibi karşımıza çıkıyor Gorz'un mektubu. Sarsıcı ve ta yüreğimize işleyen bir çığlık...
Son Mektup: Bir Aşk Hikâyesi, Ayrıntı Yayınları.
Joseph A. Schumpeter:
Kapitalizm ve Süreksiz Devamcısı (?)
Olarak Sosyalizm
Özet
Bu yazı, sosyalist toplumda kurucu değer olarak ‘etik’ tartışmasında Joseph Schumpeter-Ernst Bloch karşılaştırmasına giriş niteliğinde hazırlanmıştır. Çalışma boyunca Bloch ve özelde Schumpeter’in temel kavramlarının özetini vermekten çok ‘sosyalist’ aşamaya giden yolu zorlayan yapısal, tarihsel süreçleri izleyen Schumpeter’in kapitalist ve sosyalist toplumlarda elitlere yüklediği role atıfta bulunulmuştur. Buradan hareketle, kurucu bir kavram olan etik’in sosyalist toplumdaki olası işlevi, Bloch’un Nazizm deneyimlerinden yapılan aktarımlarla desteklenmeye çalışılmıştır.
Cümle yapılarındaki olası karmaşıklığın kafa karışıklığıma yorulmasını dilerim.
Demokratik elit teori[1] içinde tanımlanabilecek Schumpeter, kapitalizm-sosyalizm bağlantısını iki üretim biçiminin ekonomik tahlilinden ziyade örgütsel yapılarındaki farklılık ve/veya devamlılık üzerinden analiz etmekte, fakat analojiyi ön plana çıkaran bir tavırdan ziyade sosyalizmin bürokratik kanallarının tamamıyla kendisine ait bir ilkeden doğmayacağını savunmaktadır. Örgütün, modern anlamda bürokrasiyle uyuşan yapılanmasında Schumpeter’in birincil işlev yüklediği yönetici elitler, gerek kapitalist, gerekse sosyalist üretim ilişkilerinde demokratik siyasal yapının sürdürülmesinde karar verici, ilerletici mekanizma olarak yer edinirler. Bu açıdan örgüt sorunu; ölçek, nüfus, istatistik ve toplumsal’ı kurma anlamında kapitalist düzende kamu-özel ayrışmasındaki muhasebe kayıt sistemi, emir-komuta zinciri, alışveriş dengesi ve tüketici geri bildirimi; sosyalist düzende ise yine bir yönetim sorunu açısından yeni bir işletme bilgisi[2] ve kendine ait ‘piyasa’ yapılanması, fiyat ve tüketim biçimlerinin merkez komitesince saptandığı, kapitalist toplumun aksine alışveriş geri bildirimi üzerinden yürümeyen, fakat emir üzerinden işleyen ve kendisini biricikleştiren bürokrasi anlayışı yoluyla çözülecektir.
Bir yönetim sorunu olarak ortaya konan bürokrasi, özünde ne kapitalist ne de sosyalist toplumla milatlaşabilir. O, modern dönemin bir tür yaratıcısı ve varlık nedeni olarak kendi peçesini demokratik rejimlere, üretim biçimleri her ne olursa olsun, ölçek ve istatistik, karar verme süreçleri, bir meşruiyet krizi olarak oy kullanma faaliyetleri gibi görünümlerle açacaktır, toplumsal’ı örecektir. Örgüt, bürokrasi alt başlığıyla birlikte düşünüldüğünde, demokratik kaos ortamlarının aşılmasında ve rejime bir sınır çizilerek kuralların üst organlarca saptanmasında gerekli rolü oynayacaktır. Bu, öylesine bir tasarımdır ki gerek merkantil, gerekse sosyalist toplumların ihtiyaç duyacağı demokratik bir yönetimin hallince yürümesinde olmazsa olmaz biçimlendirme faaliyetlerine imza atacaktır. Burada yönetilenler kapitalist ve/veya sosyalist demokrasiden dışlanmış, yönetim aygıtından, katılımdan yalıtılmış değildir. Ancak demokratik bir rejimin işleyebilmesi, genel karar alma mekanizmalarında elitlerin birbirleri arasındaki eşgüdüme bağlanmaktadır. Halk, siyasal a(o)landa kendisine biçilen rolü oynayan karakterlere dönüştürülmez ancak onun yerine, örgütlerce karılan bir toplumda yapısal gerekliliklerin var ettiği bürokratik kanalların kararlarıyla demokrasiye tutunur.
Kuşkusuz ‘bürokrasi’ derken modern bir kavramdan bahsedip duruyoruz, ancak bürokrasinin bir kapitalist tahakküm aracına indirgenmesinin çok ötesinde bir ölçek sorunundan da yola çıkabilmeliyiz. Schumpeteryen bir gözle, bürokrasi ve onu da kapsayan örgüt, merkantil toplumdaki kamu-özel ayrışmasında sektörel farklılıklar taşıyacak olsa da temelde aynı modern örgütlenmenin demokratik toplum için zorunlu olan yanına işaret edeceklerdir. Bu, kâr güdüsüyle hareket eden ve işletmenin muhasebe kayıt girdilerinde rol alan, temel işletim mekanizmalarını belirleyen elitler için de, alt kademelerdeki uygulayıcılar için de kapsayıcı, gerçek anlamda temel ilkeleriyle toplumun kendisini yukarıdan kuran ve yönlendiren bir mekanizmanın kendisidir. Polanyici bir bakışla; bu “örgütsel yaşam”, kapitalist toplumda, tıpkı kapitalist piyasa öncesinin, arkaikleştirilen biçimler’in’de de olduğu gibi mevcuttur, ancak onlardan farklı olarak, geçmişi bir bütün olarak kendi ilkelerine göre uyarlayarak, toplumdan uzaklaşarak ve toplumun üzerinde yükselerek ona yabancılaşır ve kendi iç krizleriyle boğuşarak temel bir ilke olarak ‘yaşamın nedeni, bireylerin statü simgesi’ haline geliverir. Daha ötesinde “piyasa toplumu” olarak Polanyi’nin not düştüğü, Schumpeter’in de bürokrasinin kendisi olarak belirlediği ‘şey’, doğası itibariyle belli bir süreklilik ve kopuş dinamikleriyle dönüşür. Ancak, kendisini bir ilke üzerinden ‘evrensel toplumun bilgisi’ diye kurması ve bunu yakın dönemi örnekleyen bir tarihsellik üzerinden sunması (çizgisel bir zaman akışı içinde değişmezlik olarak modern ‘insan insanın kurdudur’ mottosu); istatistik ile nüfusu belirlemesi, kaynaklara bu kapitalist kâr güdüsü içinden bakması, onu daha da totaliterleştirir, devasa tutarlılığı karşısında bizi cevap veremez hale getirir. İster istemez, kapitalist demokratik krizlerin gerek ekonomik, gerekse siyasal yönden aşılabilmesinde elitlerin kilit rolü teslim edilir, ancak elitlerin toplumu kurması ile toplumun kendisi arasındaki açı farkı (tabla ile zemin arasındaki mesafeyi kapatan ve ona masa görünümü veren ayaklar da denebilir buna), elitlerin merceğinden bu ölçek ve nüfus bilgisi’nin saptanmasıyla azaltılmaya çalışılır. Zahiri bilginin örgütün kendisi tarafından ‘toplumun ilkesi’ sayılması ve toplumca onaylanması demokratik kapitalist sisteme içrek bir yönelim olabilir. Bu kriz sarmalı –demokratik idare için genel oy ilkesi ve nüfus bilgisinin örgüt bilgisiyle birleştirilmesi sonucu örgütsel kimyanın toplumsal fizikle uyumlaştırılması süreci- elitlere daha merkezi rol atfedilmesine, yukarıda bahsedilen açı farkının azaltılması için de kamu ve özel sektör elitlerine karar mekanizmalarında daha fazla özerklik tanınmasına yol açabilmelidir. Öyle ki örgüt -kapitalist manada özel ve kamuda ortak bir ilke olarak özerk elit- kendi içinde barındıracağı elitlerin ‘girişim’e yönelik kabiliyetlerini sınırlamayacak, onlara daha özgün atılımlar ve hızlı karar verme süreçleri için kalıplarını dayatmayacaktır. Aksi halde, topluma dönük modern örgütsel yüzün, biçimlendirme ilkesinin elite de dönmesi; elitin toplumsallaştırıldıkça sıradanlaştırılması, toplum katına sıkıştırılması, indirilmesi esasında örgütün varlık nedenini sönümlendirebilecektir. Bu, cümle içinde kullanırsak; bayağılaşmış, ele ayağa düşmüş, siyaset elitleri halkla sürekli birlikte görülen popülizm örneklerinde veya apayrı bir izdüşümle demos’u kaos yaratma derecesinde karar alma süreçlerine sokan, eliti ona bağımlı hale getiren demokratik uygulamalarda gözlenebilir.
Elite özgü “yaratıcı yıkıcılık”[3] kapitalist sistemde sermaye birikimini de eşgüdümleyen bir örgütsel devrim yaratabilmiştir Schumpeter’e göre:[4]
“Rejimin gelişimci niteliği, nüfusun otomatik olarak artmasına, sermayenin aynı şekilde çoğalmasına ya da para sistemlerinin ‘kaprislerine’ bağlı değildir. Bu faktörler, sebepleri değil, şartları teşkil eder. Kapitalist mekanizmayı çalıştıran ve devam ettiren; yeni tüketim maddeleri, yeni üretim yöntemleri, yeni pazarlar, yeni endüstriyel örgütlenme tipleridir ve tüm bunlar kapitalist teşebbüs tarafından yaratılmışlardır.”
Elitlere tanınan bu özerk karar alma ve düşünme süreci, onların yönetmeyi bir toplumsallıkla dolayımlayarak ‘zorunlu olarak’ toplum ‘adına’ (Schumpeteryen anlamda topluma ‘rağmen’ değil), toplum için bu ‘erdem’e ulaşmalarını da sağlayabilmiştir. Rejimin kamusallık hâlesini taçlandıran veya ötesine geçerek bizzat onun zeminini kuran ‘erdem’ ilkesi, yönetme hakkının ve ödevinin pathos’unu belirleyebilmektedir. Bunun, sosyalist toplumda daha dolayımsız bir biçime bürünüp etik ödevle birleşerek aradaki kapitalist kâr ve statü odaklı (belli oranda meritokratik) yükselme fetişini geride bırakacağı düşünülür. Ne var ki, etik manada toplumsal’ı kuran ve her yoldaşa görev yükleyen bu bürokratik süreç, kapitalist işbölümünün yerine geçecek sosyalist ilkelerle yeni bir bürokratik mekanizma kuracak olsa da, bu modern örgütlenmenin kendisini belli oranda kapitalizmde de biçimlendirmiş görünümlerini silemeyecek, yeni demokratik rejimin ilkeleriyle uyumlu olarak bu kez merkez komitesinin emirleriyle işleyecektir. Ne var ki, Schumpeter’in öncelikle Weberyen analizin demir kafes bazlı izleyicisi ve kapitalist bürokratik algısının sosyalist toplumdaki bir taşıyıcısı olmadığını not düşmeliyim. Ona göre, kapitalist demokratik rejimin -ki merkantil toplumun az veya çok değişik bir alt formudur bu kapitalist sistem- kendi kendine dönüştürmek durumunda olduğu bu içrek kriz sarmalı, sosyalist sabaha uyanırken kendisini tamamen terk etmeyecek, demir kafesin farklı fakat yeni bir ‘etik’ ve ‘gönüllü işbölümü’ anlayışına uyarlanacaktır. Daha ileri adım atarsak, sosyalist demokratik bürokrasinin karne esasına dayalı tüketim olgusunun bürokratik kanallar tarafından düzenleneceği, merkez komitesinin karne uygulamasında somutlaşacak emirlerinin kapitalist piyasa ilişkilerini yatay keserek bu müşteri odaklı geri bildirim sürecini bürokratik modern örgütlenmenin sosyalist versiyonuyla farklı bir etik hedef doğrultusunda, özerk elitler eliyle öreceği varsayılmaktadır. Alışverişin geri bildirim ve tekrar piyasaya sunulacak malın içeriğini belirleyeceğini düşleyen piyasa tasarımlı karar alma mekanizmalarından, yukarıda açıklandığı üzere, kendi ilkelerinin piyasayı kurduğuna ve yönettiğine, bu anlamda toplumdan yabancılaşmak durumunda olduğuna inanılan krize mahkûm piyasadan, geri bildirimsiz ve karar verme merkezli bir örgüt tasarımına girişilir.
Belli noktalarda yönetilenlere gözünü kapatırcasına baktığı düşünülebilecek Schumpeter sosyolojisinin esasında bir kurumsal analizin sosyalist toplumdaki örgüt yoklamasını yaptığı az sonra anlaşılabilir. Bu yoklamanın anlamı ve içeriği, kapitalist ya da daha geniş bir kümede merkantil toplumla basit eklektik bağlar kurması kaçınılmaz bir bürokratik ilerlemeciliktir, bir tür devamcılıktır, diye düşünülebilir. Oysaki Schumpeter, Weber’in örgütsel odaklanışına daha fazla daldığı oranda bir yandan da örgütün teorik tasarımdan ziyade, zaten doğasında pratiği işletmeye dönük olan ilkesine bakış atar. Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi’de ekonomik ve tarihsel verilerin el çabukluğuyla geçilmesini, güncele kurban edilmesini ve örgütselliğe atıfların pratik örnekler üzerinden işlenmekte diretilmesini biraz da buraya yormak gerekir. Sosyalizmde örgütsel mekanizmaların ötesine geçilerek toplumun kendisinin de kurgulanması, ona göre, Polanyici manada, kapitalist ‘piyasa toplumu’nun, toplumun kendisine yabancılaşmasının uzun erimli büyük adımlarını takip etmek anlamına gelecektir. Sosyalist örgüt, kendisini kurar ve işleyiş mekanizmalarını saptarken, bunun bir toplum mühendisliğine evrilmemesine dikkat çekilmelidir. Schumpeter’in reel sosyalizm eleştirisinde parıldayan ve kapitalist toplumsal tahayyüllerin önünde sonunda örgüt dolayımıyla toplum mühendisliğine varan çizgiselliğine karşı duruşu, sosyalist toplumda özellikle yeniden düşünülmeli, elitlerin öncülüğündeki karar mekanizması bürokrasinin toplumsal’ı yaratması ve emir-itaat zincirini kırması biçiminde işletilebilmelidir. Çalışana örgütsel yapılar içinde uyması beklenen kuralları sosyal yaşamda da tekrarlatmak, hazır kıta pozisyonu yüklemek, sosyalizmin bürokratik örgütsel algısının topluma yanlış bir şekilde nüfuz ettirilmesi, büyük Örgüt’ten arındırılmış bir hayat kılcalının düşünülememesi anlamına gelecektir. Kuşkusuz Weberyen demir kafes analizinin kötümserlik içinde yorumlanışı ve sosyalizmin de nihayetinde böyle bir modern ‘kapatılma’ya mahkûm olacağı fikri, bizi Schumpeter’in çarpık bir algılamasına götürebilir. Schumpeter, bu yüzden sadece ve sadece Weberyen analizin basit takipçisi ve zorunlu görülen sosyalist aşamanın kapitalizmin bürokratik bir kopyası olduğundan ibaret izlenimini de uyandırabilir. Ne var ki, Schumpeter’in örgütsel algısını toplumsal’ın kuruluşuna taşımamaya, bu anlamda da elitlerin karar mekanizmalarındaki özerkliği sayesinde devlet’in aşırılıklarını törpülemeye dönük (sosyal liberalizm anlamında bir manikürcülük değil, daha içeriden ve tırnağı kopartmayı göze alarak onu iyileştireceğine inanan yıkıcı edim) girişimleri, Benthamcı modernizmi sosyalizmdeki gözetleme toplumundan ayrıştırma gayretlerini belirler. Ne yapmalı?nın pratiğe odaklanan ve şimdi şimdi Bloch’ta kavramaya çabaladığım geniş ufuklu okumayı güncele feda etme durumunda kalma arasında bocalamadır belki de Schumpeter’in sayıklamaları. Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi’nin dertli, hafif çakır keyif gövdesi de gün ışıdıkça gözünü hafif kısarak yerinden doğrulur: Reel sosyalizm… Lenin’in hız’ı ve teorik arka planı(nı) heba etmese dahi pratik örgütsel tasarımlar uğruna bir nebze feda etmeye yaklaşması, tam da sosyalistlerin bir şey ortaya koyamama, eleştirdikleriyle malul olma ‘halleri’, örgütün pratiğe yönelme durumlarında ne yana düşecekti? Beyn(i?) ve kol(u?) birbirinden o güne dek, uzun süreli iktidar anlamında, bağımsız[5] hareket eden ama siyasal tasarımlarda kendi kamusunu ‘düşlemek’ten öteye geçemeyen bir ideolojik ve etik kaygı, iktidar vakti çattığında eli ayağı birbirine dolaşmasın diye mi örgüte bu kadar değer vermeye başlayacaktı? Böylesi bir etik kaygı, hız’la bağlantı kurularak okunabilir mi? Nazizmin hız’ını aşarken tekrar kendini yakalamaya çabaladığı[6] anda kendi ahlakını kurma benmerkezciliği[7], insanlık geçmişine karşı sorumluluk duymayan arlanmamış ‘özgürlüğü’nden, sürat lüksünden mi kaynaklanıyordu acaba? Veya sosyalist etiğin ideolojik kurgusuna öncülük eden, istemese dahi onu boğazlayan bir geçmişe yönelme, geçmişe sorumluluk duyma, tarihe sahip çıktığı oranda ilerleyeceğine dair inanç’ı ve buna göre kendine çizdiği ahlaki tasavvur mu benmerkezciliğini engelliyor? Tasavvur’un tasarruf’u belirleyebilmesi, tarih’in hız’ı kesmesi ve hız’ın tarih’e dönülmediği müddetçe etiği hızla kurabilmesi, tıpkı kapitalist ilkelerin toplumun kendisini bir ‘piyasa toplumu’na dönüştürebilmesi gibi, insanlığa karşı duyulan ahlaki sorumluluğun her adımda tarihselliğe boğularak genişçe okunması, sosyalizmin hız’ını sınırladığı oranda ona hümanist bir ‘umut’, nazizme ise önüne, ‘işine’, dolayısıyla örgütüne baktığı oranda bir ivme ve pragmatizm mi aşılıyor? Nazizmin tutkunca kullandığı ve önüne katarak ilerlediği, sadece kendi ırkına özgü olduğu için anakronik ve görev odaklı etik tasarım, insanlık tarihine hapsolan sosyalist kendi yağında kavrulmacılıkla (yanarak ve çerçevesini tutturmaya çalıştığı için teoriye mahkûm kalan) ‘yarış’ edebilir mi?
Belki de modern örgütlenmenin Schumpeter’in andığı üzere, hem bir iç düzen (burada bürokratik organın kendi hücreleri) hem de bir kitle mobilizasyonu (tam anlamıyla bürokrasi ayak ise toplum eldir) yaratma ‘doğallığı’ sosyalizmin kendi etik kaygısını da biçimlendirmiştir. Kuşkusuz bu ‘doğallık’, ‘piyasa toplumu’nun kendisini kurarken kullandığı sembolik, ‘ezeli ve ebedi piyasa’ yanılsamasından öteye düşebilir ve hatta bununla övünebilir ama tehlikeli bir durakta beklemekte olduğu gerçeğini de göz önünde tutmalıdır.
[1] Elitlerin devletten ve öteki elit gruplardan göreli özerkliği bu teorinin merkezinde yer alır. İfade, örgütlenme özgürlüğü, serbest seçimler, yalnızca demokrasinin vazgeçilmez unsurları değil, aynı zamanda elit özerkliğinin yaratılmasında ve yaşatılmasında rol oynayan temel etkenlerdendir. Gücün farklı elit gruplarında dağılması ve elitlerin özerk olmaları yalnızca demokrasiyi koruyup yaşatmak için değil, despotik rejimlerin ortaya çıkmasını önlemek için de zorunludur. Gücün toplumda eşitsiz dağıldığı gerçeğinden hareketle, demokratik elit teorisyenler, önemli olanın gücün eşit dağılımı değil, güçlü bir konuma ulaşılabilmesindeki fırsat eşitliği olduğunu bildirirler. Tek merkezde veya elit grubunun elinde odaklaşmış siyasal güç; baskı, despotizm, siyasi kirlenme gibi tehlikeleri beraberinde getirir. (akt.)ARSLAN, D. Ali (2007), Elit Sosyolojisi, Phoenix Yayınları, Ankara, ss. 33-34, 40-41. Schumpeter de bu eşitlik vurgusunu sosyalizm üzerinden tartışırken “…sosyalizmin eşitlikçi olması gerekmez ancak sosyalist bir toplumun müsamaha ile karşılamasını umduğumuz hiçbir gelir eşitsizliği miktarının da kapitalist dönemsel (cyclique) fazlar ortalamasında hasıl eden yatırım oranını tutturabilmesi beklenemez” demektedir. SCHUMPETER, A. Joseph (çev: TINAZ, Rasin) (1971), Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi, Varlık Yayınevi, İstanbul, c. 2, s. 35.
[2] İşletme bilgisi’ni kapitalist deneyime özgüleme olasılığı, sosyalist yeni rekabet fikrinin ve örgütün kâbusları olarak gözükür. Gerek kapitalistlerin sosyalist işletme ve piyasa algısının kapitalist piyasanın kötü ve durağan bir kopyası olacağına dair vurgusu, gerekse insanı tarihsel süreklilik içinde değişmezliğe boğan “insan doğası” anakronizmi Schumpeter’in karşı çıkacağı argümanlardandır.
[3] Kapitalist gelişme açısından örgüt merkezli bir analizi benimseyen Schumpeter, tarihsel analizi öne çıkaran C. W. Mills’in eleştirisine hedef olur. Mills, Schumpeter’in yeniliklerin ve buluşların öncüsü durumundaki elitlerin örgütsel önderliğini, kapitalizmin temel ilerleticisi olarak okuyan tarihsel analizini ‘teknolojik ilerlemelerle mali güdümlemeleri birbirine karıştırmak’ biçiminde yorumlar. Ona göre, asıl gerek duyulan şey, “uzmanlaşmış bilgi değil, milyonlara hükmedebilme yeteneğiyle birleşmiş bir satış tekniği; büyük bankalar aracılığıyla yatırım satışlarına geçilmesi ve şirketler hukuku ile hisse senedi işlerinden anlayan adamların bulunması, yetiştirilmesi olmuştur.” Mills, Schumpeter’İn teknoloji bilgi’sini öne alan teorisinde elitlere açtığı alanı daha üst bir başlık olan sanayileşme ile yorumlama niyetindedir: “Sanayileşme sürecinden zengin olanlar da zaten buluş sahibi ileri görüşlüler veya sanayi yöneticileri değil, işin mali yanını finanse eden büyük sermayedarlardır.” MILLS, C. Wright (çev. OSKAY, Ünsal) (1974), İktidar Seçkinleri, Bilgi Yayınevi, Ankara, s. 136.
[4] SCHUMPETER, J. A. (çev. AKOĞLU, Tunay) (1974), Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi, Varlık Yayınları, 3. Baskı, c. 1, s. 140.
[5] Proletarya ve köylünün emek bilincinin kendisi için sınıf anlamında bir iktidara dönüştürülmesi sürecinde ‘rekabet’in kapitalist sözlükteki anlamlarından arındırılması, özelde örgütsel bir tasarımı gerekli kılmaktadır, ki bu da hız’ı ve eylemi şartladığı oranda teoriyi pratiğin koynuna sokacaktır. Bu bağlamda Lenin, sosyalist rejimde -burjuva aklının sosyalizmi yererken kullandığı sıkıcı, rutin, rekabetten uzak ve durağan kışla sistemi argümanlarının aksine- rekabetin sönümlenmeyeceğini fakat ilk kez rekabetin geniş ve kitlesel ölçekte örgütleneceğini haber veriyordu. (…)Çünkü sosyalizm; halkın çoğunluğunu, yetkinliklerini geliştirip kendilerinde o kadar bol olup da kapitalizmin ezip bastırdığı, boğup öldürdüğü yetenekleri sergileyebilecekleri emek alanına çekecektir. (…)İşçilerin bu bağımsız girişkenliğini geliştirmek, genel olarak tüm emekçi ve sömürülen halkın bu yeteneğini mümkün olan en geniş şekilde yaratıcı örgütsel çalışmaya dönüştürmektir. LENIN, V. Ilyiç (çev: ÇULHAOĞLU, Metin) (2003), “Rekabet Nasıl Örgütlenmeli?”, Halkın Devlet Yönetimine Katılımı Üzerine, içinde, NK Yayınları, Ankara, ss. 63-71; (özgün metin), Toplu Eserler, c. 26, ss. 404-415, 6-9 Ocak 1918.
[6] Nazi Almanyası’nda Yahudilere karşı yerel halkın linç girişimleri o denli artmıştı ki, bir yerden sonra partinin bu çıplak şiddete müdahale etmesi ve şiddeti kontrolü altına alarak yönetmesi, ‘mücadele’ formuna sokması, şiddeti merkezileştirmesi gerekmişti. Kontrol edilemeyen güç, güç değildi.
[7] Burada üzerinde önemle durulması gereken, etik’in kuruluşu ve kitleye ulaştırılması sırasında izlenen yoldur. Bloch’un sosyalizm eleştirisinde Nazilerin kitleyle kurduğu köprüyü ve ezilmişliklerin mobilizasyonunu sağlayan yöntemlerine dikkat çektiğini görüyoruz. Ona göre, Nazizmin başarısı “kendini kapitalizm içinde yurtsuz hisseden” insanların tepkilerini, “anti-kapitalist kıpırtıları” seferber etme yeteneğinde görülebilmelidir. Bora, Bloch’un Erbschaft Dieser Zeit’ta yurtsuzluk duygusuna, hoşnutsuzluklara hitap ederek bunları karşı-devrimci bir doğrultuda kışkırtmayı bilen Nazi üslubunu hatırlatır ve Nazilerin sadece olumsuz saiklere değil, insanların mevcut düzenin ötesine uzanan, tanımlayamadıkları, kavramsallaştıramadıkları ama tahayyül dünyalarındaki kadim ütopya öğeleriyle, dinsel imgelerle, Mesihçi izleklerle, mitolojilerle rezonans halindeki özlemlerine de hitap edebilmesini önemser. Naziler, uyguladıkları psişik şiddetle, bu hoşnutsuzluk ve özlemlere değen imgeleri “montajlayıp” -belki de anakronizmanın kendisini de dönüştürebilecek bir tahrifatla- kullanmışlardı. Komünistlerin, solun yenilgisinin esas nedeni, “mekanik bir entelektüalizme” düşerek salt akla seslenmeleri, insanların kapitalizmin “ruhsuzlaştırıcı, gayrıinsanîleştirici, mekanikleştirici” etkilerinden muzdarip yanlarını göz ardı etmeleriydi. Bloch’un ifadesiyle; “Naziler aldatıcı konuştular –ama insanlarla. Komünistler tümüyle hakikatten konuştular -ama şeylerin hakikatinden.” (akt.) BORA, Tanıl (2007), “Peygamberâne ve ‘Geveze’? Ernst Bloch ve Eleştirel Teori: Akrabalıklar ve mesafeler”, Toplum ve Bilim, S. 110, s. 138.
Olarak Sosyalizm
Özet
Bu yazı, sosyalist toplumda kurucu değer olarak ‘etik’ tartışmasında Joseph Schumpeter-Ernst Bloch karşılaştırmasına giriş niteliğinde hazırlanmıştır. Çalışma boyunca Bloch ve özelde Schumpeter’in temel kavramlarının özetini vermekten çok ‘sosyalist’ aşamaya giden yolu zorlayan yapısal, tarihsel süreçleri izleyen Schumpeter’in kapitalist ve sosyalist toplumlarda elitlere yüklediği role atıfta bulunulmuştur. Buradan hareketle, kurucu bir kavram olan etik’in sosyalist toplumdaki olası işlevi, Bloch’un Nazizm deneyimlerinden yapılan aktarımlarla desteklenmeye çalışılmıştır.
Cümle yapılarındaki olası karmaşıklığın kafa karışıklığıma yorulmasını dilerim.
Demokratik elit teori[1] içinde tanımlanabilecek Schumpeter, kapitalizm-sosyalizm bağlantısını iki üretim biçiminin ekonomik tahlilinden ziyade örgütsel yapılarındaki farklılık ve/veya devamlılık üzerinden analiz etmekte, fakat analojiyi ön plana çıkaran bir tavırdan ziyade sosyalizmin bürokratik kanallarının tamamıyla kendisine ait bir ilkeden doğmayacağını savunmaktadır. Örgütün, modern anlamda bürokrasiyle uyuşan yapılanmasında Schumpeter’in birincil işlev yüklediği yönetici elitler, gerek kapitalist, gerekse sosyalist üretim ilişkilerinde demokratik siyasal yapının sürdürülmesinde karar verici, ilerletici mekanizma olarak yer edinirler. Bu açıdan örgüt sorunu; ölçek, nüfus, istatistik ve toplumsal’ı kurma anlamında kapitalist düzende kamu-özel ayrışmasındaki muhasebe kayıt sistemi, emir-komuta zinciri, alışveriş dengesi ve tüketici geri bildirimi; sosyalist düzende ise yine bir yönetim sorunu açısından yeni bir işletme bilgisi[2] ve kendine ait ‘piyasa’ yapılanması, fiyat ve tüketim biçimlerinin merkez komitesince saptandığı, kapitalist toplumun aksine alışveriş geri bildirimi üzerinden yürümeyen, fakat emir üzerinden işleyen ve kendisini biricikleştiren bürokrasi anlayışı yoluyla çözülecektir.
Bir yönetim sorunu olarak ortaya konan bürokrasi, özünde ne kapitalist ne de sosyalist toplumla milatlaşabilir. O, modern dönemin bir tür yaratıcısı ve varlık nedeni olarak kendi peçesini demokratik rejimlere, üretim biçimleri her ne olursa olsun, ölçek ve istatistik, karar verme süreçleri, bir meşruiyet krizi olarak oy kullanma faaliyetleri gibi görünümlerle açacaktır, toplumsal’ı örecektir. Örgüt, bürokrasi alt başlığıyla birlikte düşünüldüğünde, demokratik kaos ortamlarının aşılmasında ve rejime bir sınır çizilerek kuralların üst organlarca saptanmasında gerekli rolü oynayacaktır. Bu, öylesine bir tasarımdır ki gerek merkantil, gerekse sosyalist toplumların ihtiyaç duyacağı demokratik bir yönetimin hallince yürümesinde olmazsa olmaz biçimlendirme faaliyetlerine imza atacaktır. Burada yönetilenler kapitalist ve/veya sosyalist demokrasiden dışlanmış, yönetim aygıtından, katılımdan yalıtılmış değildir. Ancak demokratik bir rejimin işleyebilmesi, genel karar alma mekanizmalarında elitlerin birbirleri arasındaki eşgüdüme bağlanmaktadır. Halk, siyasal a(o)landa kendisine biçilen rolü oynayan karakterlere dönüştürülmez ancak onun yerine, örgütlerce karılan bir toplumda yapısal gerekliliklerin var ettiği bürokratik kanalların kararlarıyla demokrasiye tutunur.
Kuşkusuz ‘bürokrasi’ derken modern bir kavramdan bahsedip duruyoruz, ancak bürokrasinin bir kapitalist tahakküm aracına indirgenmesinin çok ötesinde bir ölçek sorunundan da yola çıkabilmeliyiz. Schumpeteryen bir gözle, bürokrasi ve onu da kapsayan örgüt, merkantil toplumdaki kamu-özel ayrışmasında sektörel farklılıklar taşıyacak olsa da temelde aynı modern örgütlenmenin demokratik toplum için zorunlu olan yanına işaret edeceklerdir. Bu, kâr güdüsüyle hareket eden ve işletmenin muhasebe kayıt girdilerinde rol alan, temel işletim mekanizmalarını belirleyen elitler için de, alt kademelerdeki uygulayıcılar için de kapsayıcı, gerçek anlamda temel ilkeleriyle toplumun kendisini yukarıdan kuran ve yönlendiren bir mekanizmanın kendisidir. Polanyici bir bakışla; bu “örgütsel yaşam”, kapitalist toplumda, tıpkı kapitalist piyasa öncesinin, arkaikleştirilen biçimler’in’de de olduğu gibi mevcuttur, ancak onlardan farklı olarak, geçmişi bir bütün olarak kendi ilkelerine göre uyarlayarak, toplumdan uzaklaşarak ve toplumun üzerinde yükselerek ona yabancılaşır ve kendi iç krizleriyle boğuşarak temel bir ilke olarak ‘yaşamın nedeni, bireylerin statü simgesi’ haline geliverir. Daha ötesinde “piyasa toplumu” olarak Polanyi’nin not düştüğü, Schumpeter’in de bürokrasinin kendisi olarak belirlediği ‘şey’, doğası itibariyle belli bir süreklilik ve kopuş dinamikleriyle dönüşür. Ancak, kendisini bir ilke üzerinden ‘evrensel toplumun bilgisi’ diye kurması ve bunu yakın dönemi örnekleyen bir tarihsellik üzerinden sunması (çizgisel bir zaman akışı içinde değişmezlik olarak modern ‘insan insanın kurdudur’ mottosu); istatistik ile nüfusu belirlemesi, kaynaklara bu kapitalist kâr güdüsü içinden bakması, onu daha da totaliterleştirir, devasa tutarlılığı karşısında bizi cevap veremez hale getirir. İster istemez, kapitalist demokratik krizlerin gerek ekonomik, gerekse siyasal yönden aşılabilmesinde elitlerin kilit rolü teslim edilir, ancak elitlerin toplumu kurması ile toplumun kendisi arasındaki açı farkı (tabla ile zemin arasındaki mesafeyi kapatan ve ona masa görünümü veren ayaklar da denebilir buna), elitlerin merceğinden bu ölçek ve nüfus bilgisi’nin saptanmasıyla azaltılmaya çalışılır. Zahiri bilginin örgütün kendisi tarafından ‘toplumun ilkesi’ sayılması ve toplumca onaylanması demokratik kapitalist sisteme içrek bir yönelim olabilir. Bu kriz sarmalı –demokratik idare için genel oy ilkesi ve nüfus bilgisinin örgüt bilgisiyle birleştirilmesi sonucu örgütsel kimyanın toplumsal fizikle uyumlaştırılması süreci- elitlere daha merkezi rol atfedilmesine, yukarıda bahsedilen açı farkının azaltılması için de kamu ve özel sektör elitlerine karar mekanizmalarında daha fazla özerklik tanınmasına yol açabilmelidir. Öyle ki örgüt -kapitalist manada özel ve kamuda ortak bir ilke olarak özerk elit- kendi içinde barındıracağı elitlerin ‘girişim’e yönelik kabiliyetlerini sınırlamayacak, onlara daha özgün atılımlar ve hızlı karar verme süreçleri için kalıplarını dayatmayacaktır. Aksi halde, topluma dönük modern örgütsel yüzün, biçimlendirme ilkesinin elite de dönmesi; elitin toplumsallaştırıldıkça sıradanlaştırılması, toplum katına sıkıştırılması, indirilmesi esasında örgütün varlık nedenini sönümlendirebilecektir. Bu, cümle içinde kullanırsak; bayağılaşmış, ele ayağa düşmüş, siyaset elitleri halkla sürekli birlikte görülen popülizm örneklerinde veya apayrı bir izdüşümle demos’u kaos yaratma derecesinde karar alma süreçlerine sokan, eliti ona bağımlı hale getiren demokratik uygulamalarda gözlenebilir.
Elite özgü “yaratıcı yıkıcılık”[3] kapitalist sistemde sermaye birikimini de eşgüdümleyen bir örgütsel devrim yaratabilmiştir Schumpeter’e göre:[4]
“Rejimin gelişimci niteliği, nüfusun otomatik olarak artmasına, sermayenin aynı şekilde çoğalmasına ya da para sistemlerinin ‘kaprislerine’ bağlı değildir. Bu faktörler, sebepleri değil, şartları teşkil eder. Kapitalist mekanizmayı çalıştıran ve devam ettiren; yeni tüketim maddeleri, yeni üretim yöntemleri, yeni pazarlar, yeni endüstriyel örgütlenme tipleridir ve tüm bunlar kapitalist teşebbüs tarafından yaratılmışlardır.”
Elitlere tanınan bu özerk karar alma ve düşünme süreci, onların yönetmeyi bir toplumsallıkla dolayımlayarak ‘zorunlu olarak’ toplum ‘adına’ (Schumpeteryen anlamda topluma ‘rağmen’ değil), toplum için bu ‘erdem’e ulaşmalarını da sağlayabilmiştir. Rejimin kamusallık hâlesini taçlandıran veya ötesine geçerek bizzat onun zeminini kuran ‘erdem’ ilkesi, yönetme hakkının ve ödevinin pathos’unu belirleyebilmektedir. Bunun, sosyalist toplumda daha dolayımsız bir biçime bürünüp etik ödevle birleşerek aradaki kapitalist kâr ve statü odaklı (belli oranda meritokratik) yükselme fetişini geride bırakacağı düşünülür. Ne var ki, etik manada toplumsal’ı kuran ve her yoldaşa görev yükleyen bu bürokratik süreç, kapitalist işbölümünün yerine geçecek sosyalist ilkelerle yeni bir bürokratik mekanizma kuracak olsa da, bu modern örgütlenmenin kendisini belli oranda kapitalizmde de biçimlendirmiş görünümlerini silemeyecek, yeni demokratik rejimin ilkeleriyle uyumlu olarak bu kez merkez komitesinin emirleriyle işleyecektir. Ne var ki, Schumpeter’in öncelikle Weberyen analizin demir kafes bazlı izleyicisi ve kapitalist bürokratik algısının sosyalist toplumdaki bir taşıyıcısı olmadığını not düşmeliyim. Ona göre, kapitalist demokratik rejimin -ki merkantil toplumun az veya çok değişik bir alt formudur bu kapitalist sistem- kendi kendine dönüştürmek durumunda olduğu bu içrek kriz sarmalı, sosyalist sabaha uyanırken kendisini tamamen terk etmeyecek, demir kafesin farklı fakat yeni bir ‘etik’ ve ‘gönüllü işbölümü’ anlayışına uyarlanacaktır. Daha ileri adım atarsak, sosyalist demokratik bürokrasinin karne esasına dayalı tüketim olgusunun bürokratik kanallar tarafından düzenleneceği, merkez komitesinin karne uygulamasında somutlaşacak emirlerinin kapitalist piyasa ilişkilerini yatay keserek bu müşteri odaklı geri bildirim sürecini bürokratik modern örgütlenmenin sosyalist versiyonuyla farklı bir etik hedef doğrultusunda, özerk elitler eliyle öreceği varsayılmaktadır. Alışverişin geri bildirim ve tekrar piyasaya sunulacak malın içeriğini belirleyeceğini düşleyen piyasa tasarımlı karar alma mekanizmalarından, yukarıda açıklandığı üzere, kendi ilkelerinin piyasayı kurduğuna ve yönettiğine, bu anlamda toplumdan yabancılaşmak durumunda olduğuna inanılan krize mahkûm piyasadan, geri bildirimsiz ve karar verme merkezli bir örgüt tasarımına girişilir.
Belli noktalarda yönetilenlere gözünü kapatırcasına baktığı düşünülebilecek Schumpeter sosyolojisinin esasında bir kurumsal analizin sosyalist toplumdaki örgüt yoklamasını yaptığı az sonra anlaşılabilir. Bu yoklamanın anlamı ve içeriği, kapitalist ya da daha geniş bir kümede merkantil toplumla basit eklektik bağlar kurması kaçınılmaz bir bürokratik ilerlemeciliktir, bir tür devamcılıktır, diye düşünülebilir. Oysaki Schumpeter, Weber’in örgütsel odaklanışına daha fazla daldığı oranda bir yandan da örgütün teorik tasarımdan ziyade, zaten doğasında pratiği işletmeye dönük olan ilkesine bakış atar. Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi’de ekonomik ve tarihsel verilerin el çabukluğuyla geçilmesini, güncele kurban edilmesini ve örgütselliğe atıfların pratik örnekler üzerinden işlenmekte diretilmesini biraz da buraya yormak gerekir. Sosyalizmde örgütsel mekanizmaların ötesine geçilerek toplumun kendisinin de kurgulanması, ona göre, Polanyici manada, kapitalist ‘piyasa toplumu’nun, toplumun kendisine yabancılaşmasının uzun erimli büyük adımlarını takip etmek anlamına gelecektir. Sosyalist örgüt, kendisini kurar ve işleyiş mekanizmalarını saptarken, bunun bir toplum mühendisliğine evrilmemesine dikkat çekilmelidir. Schumpeter’in reel sosyalizm eleştirisinde parıldayan ve kapitalist toplumsal tahayyüllerin önünde sonunda örgüt dolayımıyla toplum mühendisliğine varan çizgiselliğine karşı duruşu, sosyalist toplumda özellikle yeniden düşünülmeli, elitlerin öncülüğündeki karar mekanizması bürokrasinin toplumsal’ı yaratması ve emir-itaat zincirini kırması biçiminde işletilebilmelidir. Çalışana örgütsel yapılar içinde uyması beklenen kuralları sosyal yaşamda da tekrarlatmak, hazır kıta pozisyonu yüklemek, sosyalizmin bürokratik örgütsel algısının topluma yanlış bir şekilde nüfuz ettirilmesi, büyük Örgüt’ten arındırılmış bir hayat kılcalının düşünülememesi anlamına gelecektir. Kuşkusuz Weberyen demir kafes analizinin kötümserlik içinde yorumlanışı ve sosyalizmin de nihayetinde böyle bir modern ‘kapatılma’ya mahkûm olacağı fikri, bizi Schumpeter’in çarpık bir algılamasına götürebilir. Schumpeter, bu yüzden sadece ve sadece Weberyen analizin basit takipçisi ve zorunlu görülen sosyalist aşamanın kapitalizmin bürokratik bir kopyası olduğundan ibaret izlenimini de uyandırabilir. Ne var ki, Schumpeter’in örgütsel algısını toplumsal’ın kuruluşuna taşımamaya, bu anlamda da elitlerin karar mekanizmalarındaki özerkliği sayesinde devlet’in aşırılıklarını törpülemeye dönük (sosyal liberalizm anlamında bir manikürcülük değil, daha içeriden ve tırnağı kopartmayı göze alarak onu iyileştireceğine inanan yıkıcı edim) girişimleri, Benthamcı modernizmi sosyalizmdeki gözetleme toplumundan ayrıştırma gayretlerini belirler. Ne yapmalı?nın pratiğe odaklanan ve şimdi şimdi Bloch’ta kavramaya çabaladığım geniş ufuklu okumayı güncele feda etme durumunda kalma arasında bocalamadır belki de Schumpeter’in sayıklamaları. Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi’nin dertli, hafif çakır keyif gövdesi de gün ışıdıkça gözünü hafif kısarak yerinden doğrulur: Reel sosyalizm… Lenin’in hız’ı ve teorik arka planı(nı) heba etmese dahi pratik örgütsel tasarımlar uğruna bir nebze feda etmeye yaklaşması, tam da sosyalistlerin bir şey ortaya koyamama, eleştirdikleriyle malul olma ‘halleri’, örgütün pratiğe yönelme durumlarında ne yana düşecekti? Beyn(i?) ve kol(u?) birbirinden o güne dek, uzun süreli iktidar anlamında, bağımsız[5] hareket eden ama siyasal tasarımlarda kendi kamusunu ‘düşlemek’ten öteye geçemeyen bir ideolojik ve etik kaygı, iktidar vakti çattığında eli ayağı birbirine dolaşmasın diye mi örgüte bu kadar değer vermeye başlayacaktı? Böylesi bir etik kaygı, hız’la bağlantı kurularak okunabilir mi? Nazizmin hız’ını aşarken tekrar kendini yakalamaya çabaladığı[6] anda kendi ahlakını kurma benmerkezciliği[7], insanlık geçmişine karşı sorumluluk duymayan arlanmamış ‘özgürlüğü’nden, sürat lüksünden mi kaynaklanıyordu acaba? Veya sosyalist etiğin ideolojik kurgusuna öncülük eden, istemese dahi onu boğazlayan bir geçmişe yönelme, geçmişe sorumluluk duyma, tarihe sahip çıktığı oranda ilerleyeceğine dair inanç’ı ve buna göre kendine çizdiği ahlaki tasavvur mu benmerkezciliğini engelliyor? Tasavvur’un tasarruf’u belirleyebilmesi, tarih’in hız’ı kesmesi ve hız’ın tarih’e dönülmediği müddetçe etiği hızla kurabilmesi, tıpkı kapitalist ilkelerin toplumun kendisini bir ‘piyasa toplumu’na dönüştürebilmesi gibi, insanlığa karşı duyulan ahlaki sorumluluğun her adımda tarihselliğe boğularak genişçe okunması, sosyalizmin hız’ını sınırladığı oranda ona hümanist bir ‘umut’, nazizme ise önüne, ‘işine’, dolayısıyla örgütüne baktığı oranda bir ivme ve pragmatizm mi aşılıyor? Nazizmin tutkunca kullandığı ve önüne katarak ilerlediği, sadece kendi ırkına özgü olduğu için anakronik ve görev odaklı etik tasarım, insanlık tarihine hapsolan sosyalist kendi yağında kavrulmacılıkla (yanarak ve çerçevesini tutturmaya çalıştığı için teoriye mahkûm kalan) ‘yarış’ edebilir mi?
Belki de modern örgütlenmenin Schumpeter’in andığı üzere, hem bir iç düzen (burada bürokratik organın kendi hücreleri) hem de bir kitle mobilizasyonu (tam anlamıyla bürokrasi ayak ise toplum eldir) yaratma ‘doğallığı’ sosyalizmin kendi etik kaygısını da biçimlendirmiştir. Kuşkusuz bu ‘doğallık’, ‘piyasa toplumu’nun kendisini kurarken kullandığı sembolik, ‘ezeli ve ebedi piyasa’ yanılsamasından öteye düşebilir ve hatta bununla övünebilir ama tehlikeli bir durakta beklemekte olduğu gerçeğini de göz önünde tutmalıdır.
[1] Elitlerin devletten ve öteki elit gruplardan göreli özerkliği bu teorinin merkezinde yer alır. İfade, örgütlenme özgürlüğü, serbest seçimler, yalnızca demokrasinin vazgeçilmez unsurları değil, aynı zamanda elit özerkliğinin yaratılmasında ve yaşatılmasında rol oynayan temel etkenlerdendir. Gücün farklı elit gruplarında dağılması ve elitlerin özerk olmaları yalnızca demokrasiyi koruyup yaşatmak için değil, despotik rejimlerin ortaya çıkmasını önlemek için de zorunludur. Gücün toplumda eşitsiz dağıldığı gerçeğinden hareketle, demokratik elit teorisyenler, önemli olanın gücün eşit dağılımı değil, güçlü bir konuma ulaşılabilmesindeki fırsat eşitliği olduğunu bildirirler. Tek merkezde veya elit grubunun elinde odaklaşmış siyasal güç; baskı, despotizm, siyasi kirlenme gibi tehlikeleri beraberinde getirir. (akt.)ARSLAN, D. Ali (2007), Elit Sosyolojisi, Phoenix Yayınları, Ankara, ss. 33-34, 40-41. Schumpeter de bu eşitlik vurgusunu sosyalizm üzerinden tartışırken “…sosyalizmin eşitlikçi olması gerekmez ancak sosyalist bir toplumun müsamaha ile karşılamasını umduğumuz hiçbir gelir eşitsizliği miktarının da kapitalist dönemsel (cyclique) fazlar ortalamasında hasıl eden yatırım oranını tutturabilmesi beklenemez” demektedir. SCHUMPETER, A. Joseph (çev: TINAZ, Rasin) (1971), Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi, Varlık Yayınevi, İstanbul, c. 2, s. 35.
[2] İşletme bilgisi’ni kapitalist deneyime özgüleme olasılığı, sosyalist yeni rekabet fikrinin ve örgütün kâbusları olarak gözükür. Gerek kapitalistlerin sosyalist işletme ve piyasa algısının kapitalist piyasanın kötü ve durağan bir kopyası olacağına dair vurgusu, gerekse insanı tarihsel süreklilik içinde değişmezliğe boğan “insan doğası” anakronizmi Schumpeter’in karşı çıkacağı argümanlardandır.
[3] Kapitalist gelişme açısından örgüt merkezli bir analizi benimseyen Schumpeter, tarihsel analizi öne çıkaran C. W. Mills’in eleştirisine hedef olur. Mills, Schumpeter’in yeniliklerin ve buluşların öncüsü durumundaki elitlerin örgütsel önderliğini, kapitalizmin temel ilerleticisi olarak okuyan tarihsel analizini ‘teknolojik ilerlemelerle mali güdümlemeleri birbirine karıştırmak’ biçiminde yorumlar. Ona göre, asıl gerek duyulan şey, “uzmanlaşmış bilgi değil, milyonlara hükmedebilme yeteneğiyle birleşmiş bir satış tekniği; büyük bankalar aracılığıyla yatırım satışlarına geçilmesi ve şirketler hukuku ile hisse senedi işlerinden anlayan adamların bulunması, yetiştirilmesi olmuştur.” Mills, Schumpeter’İn teknoloji bilgi’sini öne alan teorisinde elitlere açtığı alanı daha üst bir başlık olan sanayileşme ile yorumlama niyetindedir: “Sanayileşme sürecinden zengin olanlar da zaten buluş sahibi ileri görüşlüler veya sanayi yöneticileri değil, işin mali yanını finanse eden büyük sermayedarlardır.” MILLS, C. Wright (çev. OSKAY, Ünsal) (1974), İktidar Seçkinleri, Bilgi Yayınevi, Ankara, s. 136.
[4] SCHUMPETER, J. A. (çev. AKOĞLU, Tunay) (1974), Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi, Varlık Yayınları, 3. Baskı, c. 1, s. 140.
[5] Proletarya ve köylünün emek bilincinin kendisi için sınıf anlamında bir iktidara dönüştürülmesi sürecinde ‘rekabet’in kapitalist sözlükteki anlamlarından arındırılması, özelde örgütsel bir tasarımı gerekli kılmaktadır, ki bu da hız’ı ve eylemi şartladığı oranda teoriyi pratiğin koynuna sokacaktır. Bu bağlamda Lenin, sosyalist rejimde -burjuva aklının sosyalizmi yererken kullandığı sıkıcı, rutin, rekabetten uzak ve durağan kışla sistemi argümanlarının aksine- rekabetin sönümlenmeyeceğini fakat ilk kez rekabetin geniş ve kitlesel ölçekte örgütleneceğini haber veriyordu. (…)Çünkü sosyalizm; halkın çoğunluğunu, yetkinliklerini geliştirip kendilerinde o kadar bol olup da kapitalizmin ezip bastırdığı, boğup öldürdüğü yetenekleri sergileyebilecekleri emek alanına çekecektir. (…)İşçilerin bu bağımsız girişkenliğini geliştirmek, genel olarak tüm emekçi ve sömürülen halkın bu yeteneğini mümkün olan en geniş şekilde yaratıcı örgütsel çalışmaya dönüştürmektir. LENIN, V. Ilyiç (çev: ÇULHAOĞLU, Metin) (2003), “Rekabet Nasıl Örgütlenmeli?”, Halkın Devlet Yönetimine Katılımı Üzerine, içinde, NK Yayınları, Ankara, ss. 63-71; (özgün metin), Toplu Eserler, c. 26, ss. 404-415, 6-9 Ocak 1918.
[6] Nazi Almanyası’nda Yahudilere karşı yerel halkın linç girişimleri o denli artmıştı ki, bir yerden sonra partinin bu çıplak şiddete müdahale etmesi ve şiddeti kontrolü altına alarak yönetmesi, ‘mücadele’ formuna sokması, şiddeti merkezileştirmesi gerekmişti. Kontrol edilemeyen güç, güç değildi.
[7] Burada üzerinde önemle durulması gereken, etik’in kuruluşu ve kitleye ulaştırılması sırasında izlenen yoldur. Bloch’un sosyalizm eleştirisinde Nazilerin kitleyle kurduğu köprüyü ve ezilmişliklerin mobilizasyonunu sağlayan yöntemlerine dikkat çektiğini görüyoruz. Ona göre, Nazizmin başarısı “kendini kapitalizm içinde yurtsuz hisseden” insanların tepkilerini, “anti-kapitalist kıpırtıları” seferber etme yeteneğinde görülebilmelidir. Bora, Bloch’un Erbschaft Dieser Zeit’ta yurtsuzluk duygusuna, hoşnutsuzluklara hitap ederek bunları karşı-devrimci bir doğrultuda kışkırtmayı bilen Nazi üslubunu hatırlatır ve Nazilerin sadece olumsuz saiklere değil, insanların mevcut düzenin ötesine uzanan, tanımlayamadıkları, kavramsallaştıramadıkları ama tahayyül dünyalarındaki kadim ütopya öğeleriyle, dinsel imgelerle, Mesihçi izleklerle, mitolojilerle rezonans halindeki özlemlerine de hitap edebilmesini önemser. Naziler, uyguladıkları psişik şiddetle, bu hoşnutsuzluk ve özlemlere değen imgeleri “montajlayıp” -belki de anakronizmanın kendisini de dönüştürebilecek bir tahrifatla- kullanmışlardı. Komünistlerin, solun yenilgisinin esas nedeni, “mekanik bir entelektüalizme” düşerek salt akla seslenmeleri, insanların kapitalizmin “ruhsuzlaştırıcı, gayrıinsanîleştirici, mekanikleştirici” etkilerinden muzdarip yanlarını göz ardı etmeleriydi. Bloch’un ifadesiyle; “Naziler aldatıcı konuştular –ama insanlarla. Komünistler tümüyle hakikatten konuştular -ama şeylerin hakikatinden.” (akt.) BORA, Tanıl (2007), “Peygamberâne ve ‘Geveze’? Ernst Bloch ve Eleştirel Teori: Akrabalıklar ve mesafeler”, Toplum ve Bilim, S. 110, s. 138.
"Fuar"sız Fuar: Tüyap İzlenimleri
“Kitaplar kişiyi çoğaltmaz,
mahremiyeti artırır.”
Abdûlgaffar El-Hayatî
(Ayrıntı Yayınları Katalogundan)
Okay Bensoy
Fuarın son günü…
Yayıncıların birçoğunun kitapçılardan (böyle bir ayrım varsa, kol ve kafa emeğini beraber kullanabilen) daha az kümülatif bilgi yüklü olduğu yine ortada. Yenilerden kendi alanları bile olsa habersizler. Pazarın kurduğu bilinç, eleştirilerinin çapını belirliyor. ‘Çok satan’lara verip veriştirirken kendilerinin o çok satanlardan fazlasını bilmedikleri anlaşılıyor. Eleştirdikleri onları ayakta tutuyor. Küçük yayınevlerinin alana katkısından bihaberler. Hoş, küçükler bu ‘katkı’ için mi varlar, yoksa çarklarını döndürecek ‘motor kitap’ patlatamadıkları için mi yayınlarının ‘nitelikselliğini’ fetişleştiriyorlar, ‘anlam’ın gizine mi sığınıyorlar, bilinmez.
Toplasanız on beş kitap veya on yazar fuarı konuşturuyor. Geçen senenin fırtınalar estiren Metal Fırtına yazarları hemen her gün imza ‘mesaisi’ yapıyor, bu imza ‘haftası’ süresince okurla ‘yüz göz’ oluyor; satış adına sıradanlaşmayı göze alıyor ya da eski popülaritelerini tekrar kazanmak adına yüzlerini ön plana çıkarıyorlar. Hatta kendi kitaplarının fiyatını ve seriden üç kitap alınırsa indirim oranını söyleyip okuru kasaya yönlendiriyorlar. Ötesi var mı? Vural Savaş, Server Tanilli ‘memur’ yazarlardan… Her sabah güne gazeteyle başlıyor, öğle yemeklerini bir köşede yiyor ve okur yolu gözlüyorlar. Boş gözükmemek için kendi kitaplarını karıştırıyorlar. Arada gelen eş dost, üst düzey siyasetçi, bürokrat olmasa halleri harap… Vakit bolluğundan mı, mesai aşkı ve okura hazır ve nâzır bulunma sorumluluğundan mı, yoksa popülarite kaygısından mı oralara kadar üşenmeden geliyorlar, bilemiyorum…
‘Büyük’ler mekân tasarımıyla burnundan kıl aldırmıyor ama birçoğu dışarıdan tutulan satış elemanları kitaba karpuz muamelesi çekebiliyor. Genel yayın yönetmenleri, editörler ortada yok gibi. Yazar satış için, elemanlar ise okurla iletişim kurmak yerine daha çok hırsızlara engel olabilmek için kitaba odaklanınca yayınevleriyle okur arasında kitap merkezli bir bağın kurulması güçleşiyor. Hem kitap piyasasının birkaç kitap ve popüler yazar üzerinden dönmesi hem de güvenlik sorunu, araştırmacı okuru kataloglardan edineceği bilgiyle nasiplenmek durumunda bırakıyor. Fuara özel, nitelikli üretim ve piyasa koşullarında ‘yaratma cesareti’ sergileyen yayınevi nadir. Olabildiğince görsel çarpıcılık, stand ve kapak tasarımlarını makyaj yaptıkça daha da çirkinleştiriyor; sırıttıkça iki dişinin ortasındaki karalık beliren, koca yolu gözleyen geline çeviriyor. Tema, Akdeniz ancak Türkiye’yi içeriden anlama çabası güden yayın bile çok az. Bazı konferanslarda ve açık oturumlarda bu yara kapatılıyor. Bu açıdan Metis’i fuara yetiştirdiği Braudel çevirisinden ve Harem ve Kuzenler, Gecikmiş Modernlik, Elif Şafak, Murathan Mungan söyleşilerinden ötürü kutlamalıyım. Çok satanların birçoğunda rastlanan sözcük fakirliğine ve hap bilgi verme kaygısıyla kurulan kısa cümlelere ‘Klasikler neden okunmalı?’ başlıklı açık oturumda Tahsin Yücel, Seçkin Selvi ve Nükhet Güz tok sesle cevap verdiler. Hem de yukarıda bahsetmeye çalıştığım gibi, ‘varlığını çok satanların eleştirisi’ne borçlu olan ‘eleştiri’nin ötesinde, ‘çok satanlar’ın adını anmadan klasik’in ‘anlamı’nı açtılar.
Kimisi geçmişe duyduğu özlemi bugün tarih yoluyla yeniden diriltecek, ‘mukaddesatçı reenkarnasyon’unu pekiştirecek tarih kitap setlerini bir pazarcının domates sergisi gibi özenle üst üste yığıyor, fiyatı düşürüp imza günü düzenliyor. Kimisi ise zaten yıllardır aynı ‘duygusallık’la belli bir kuşağın gönlünü bir o yana bir bu yana savuran isimleri ‘yeniden’ şişiriyor. Klasik eser basmak ve kısaltılmış çevirilerle işi daha ucuza getirip okulların ilgisini çekmek, özellikle ilköğretim ve liselerin haftaiçi ziyaretlerinde yayıncıları sevindiriyor. Ne var ki, hediye şapka, ayraç, balon, bez poşet bolluğunda çocuklar kitabı ikinci planda düşünüyor ya da öğretmenlerince verilen listenin dışına pek çıkılamıyor. Bu da ‘aranan’ın bulunması ve ‘listenin tamam edilmesi’ için yayınevi standlarının ‘danışma’ya dönüşmesine neden oluyor. Hediye, mekân ve poşet tasarımı, dil dökme gibi etkili satış yöntemleri yayının önüne geçiyor. Hayatı bürokratik, çocukları da oradan oraya taşınabilecek bir nesne gibi gören “milli eğitim” aklımız, saat 11’de açılan fuardan bir saat önce öğrencileri fuar kapısına asker gibi diziyor. Kumanyaları ellerine tutuşturulan çocuklar, kapıların açılmasıyla beraber bağrışarak salona koşmaya başlıyorlar. Bu koşuşturmayı çocuk kitaplığı oturmuş yayınevlerinden gözleri gülerek ve bir yandan da ellerini ovuşturarak izleyenler takip ediyor. 100 Temel Eser’in değişen içeriği dışında ilköğretim hoca ve öğrencilerine yeni açılımlar pek sunulmuyor, belki de MEB çemberi, farklılığı ve yeniliği bir arada hedefleyen yayınevlerini içine alacak denli geniş değil.
Yemek faslında kitapla aynı standda yenen kebabın flörtü görülmeye değer. Binlerce çalışana yetecek kadar geniş bir yemek hizmetini sunamayan fuar işletmesi, ‘alo paket’e el açtırıyor. Bir şeyler atıştıran ama müşterisine soğan kokmamaya çalışan görevliler, dişleri yeni çekilmişlerin elini ağzına çekinircesine siper etmesine benzer kareler oluşturuyor. Müşteri kaçırmama adına iki ay önce piyasaya çıkıp da alıcı bulamayan yayınlar iyiden iyiye fiyatlarını aşağı çekiyor. Ne var ki, bir yayıncının işaret ettiği gibi, geçen senelerden farklı olarak fiyatın düşmesinin ötesinde, okurlar artık ucuzluğa değil, genelde popüler kitaba odaklanıyorlar. Aslında fuar, on ya da on beş kitabın üzerinde dönse de bana bir başka gerçeği fısıldadı: Kıyıda köşede kalmış ya da yeni diye sunulmuş, fuar temasıyla uyum da taşıyabilen ürünlerin pazarı olması gereken fuar, kendi tanımına aykırı biçimde, bu türde fazla takipçi bulamadı. Elde listelerle dolaşan okur, televizyon merkezli –dizileşen romanlar, tartışma programlarında tanıtılan kitaplar- bir ‘fuar’a imza attı. Diziler, evlerde siyaset’in konuşulmasına, babaların oğullarına siyasi içerikli kitapları daha rahat almasına ortam hazırladı. Televizyon, ne kadar kötülesek de, yakın dönem siyasi hayatını evlerde ‘makul bir hatırlanabilirlik, konuşulabilirlik’ parantezine aldı. Bu diziler, yakın dönem popüler tarih kitaplarının birçoğunun satışını da artırdı. Televizyonda tanıtılmayan, meşhurların elinde dolaşmayan, söyleşisi yapılmayan, köşelerde adı anılmayan yayına pek de “el sürülmedi”. “El ile kitabın teması”nı kesen bu yeni dönüşüm, fuarın tanımını değiştirdi. Kitabın dışında gibi görülen dijital görsellik olarak televizyon, aslında kitabın ömrünü biçti. Televizyonda görülen ve bir köşeye adı ‘not edilen’, ancak bu sayede yazıya dökülen fakat “kitap” olduğu için değil, televizyonda göze çarptığı için fuarda “bakılan, göz atılan” nesne olarak kitap, anlam değiştirdi; ekranın kuması haline geldi, göz’ün değer kayması fuar’ın anlamını belirledi. Nitelikli okur sayısının düşmesinden yakınan yayıncılar, acaba televizyonun bu etkileyici gücü olmasaydı bu kadar okuru bile çekebilecekler miydi? Bir özeleştiri getirmekten yoksun duran ve yayın içerikleriyle piyasayı gün geçtikçe içine buyur eden yayın dünyası, televizyonun kitabı bu kadar yönetmesinde hiç mi sorumluluk sahibi değil? Hem televizyonda her çıkanın ertesi gün kitapçılarda sorulması ile başlayan yeniden baskı ve sipariş telaşı, hem de hap bilgi verme kaygısıyla kitap’ın değerinin düşürülmesi; onun insanları her tür gündelik tehlikeye karşı hazır tutacak bir nevi ‘cephane’ ya da ‘c vitamini’ niyetine sunulması yayın dünyasının ettiğini bulması değil mi? Ya da bunların dışında kalsa bile belli yazarları ön plana çıkartmakta ısrar ederek yeni çalışmaları ıskalayabilen yayıncılar hata paylarını hiç sorgulamayacaklar mı?
Metis, Can, İstanbul Bilgi Üniversitesi’ni başarılı; Doğan Kitap ve Yapı Kredi’yi mekânı yayını gölgede bırakacak biçimde tasarladıkları için zayıf buldum. Ne var ki Can Yayınları Nobel Ödüllü Doris Lessing için ayrı bir düzenlemeye gidebilirdi. Ayrıntı, kitlesini genişletmek varken çapında yüzmeye devam ediyor fakat yüksek tuttuğu fiyat politikasına rağmen piyasanın popüler yayınlarına tuş olmayan çok nitelikli çalışmalara imza atıyor. İletişim’in ‘emek-yoğun’ armağan kitaplar dizisi sürüyor, ‘Porof. Zihni Sinir’ de kafa karıştırmaya birebir. Merkez Kitaplar, diğer yayınevlerinden kopan bazı yazarları ve Naipaul gibi Nobel Ödüllü bir yazarı, ‘Esrarengiz Kitaplar’ dizisini bünyesine katıp ‘piyasa mı, nitelik mi?’ kıskacında durduğunu bilerek –bastıkları Guantanamo anıları bu sancının bir örneği sayılabilir- hoş kapak tasarımlarıyla yoluna devam ediyor. Sosyal bilimler, Türkiye Tarihi, anı-söyleşi dizilerine ağırlık verebilirlerse daha ilgi çekici olabilirler. Geçen seneden beri otuzun üstünde yayınıyla ciddi atılım kaydeden ve sol yayıncılık adına klasik eserlerle güncel Marksist tartışmalara ev sahipliği yapan Yordam, fuara yakın dönemde çıkarttığı yayınlarla derinden ve emin adımlarla ilerliyor. İş Bankası, geç Osmanlı ve erken cumhuriyet dönemine ilişkin anı dizilerinin devamını getirdi, sahaflarda aranan birçok kaynağa ulaşma şansımızı artırdı, Hasan Âli Yücel çeviri dizisine eklemeler yaptı, ‘Nehir Söyleşi’ dizisine en son Doğan Kuban kitabı ile ‘durmak yok’ dedi. Yapı Kredi’nin son dönemde şiir raflarını besleyen çalışmalarını beğeniyle takip ediyordum, fuarda da bu alanda ciddi fark yarattığını kanıtladı. Büyük Doğu’nun Necip Fazıl derlemelerinde epeyce ilerlediğinin, Büyük Doğu’da yayımlanmış makalelerinin hacimli bir derlemesini hazırladığının haberini aldım. Agora, ‘bilimsel değini’ tadındaki söyleşi dizilerinde yakaladığı başarıyı en son Ömer Marda ile taçlandırmış ve çevre sorunlarına eğilim göstermişti. Fuara da bu söyleşileri ve aylık kitap dergisi Mesele’yi öne çıkartarak hazırlanmış. Agora ile aynı standda boy gösteren Versus’un önemli derlemesi Sosyalizmin Milliyetçilikle İmtihanı ve Marksizmin Marksist Eleştirisi ne yazık ki ‘hareket görmediğinden’ raflarda boynu bükük duruyordu. Fuar öncesi dönemin en iyi çeviri biyografilerinden birisi olan Kalkedon yayını Parvus Efendi’yi konu edinmiş Devrim Taciri’ni Türkiye’de modernleşmenin tarihsel materyalist kaynaklarına inmek isteyenlere öneririm… Öykü dergisinde yakaladığı başarıyı kitapta da göstermeye başlayan Notos, mütevazı standı ve başarılı kapak çalışmalarıyla -Proust, Okuma Üzerine’nin çevirisindeki akıcılığa değil ama kapak tasarımına soru işareti koyarak- ilgimi çekti. Timaş, gerçekten ciddi tahlil edilmeli, analiz’in olası soğuk ve önyargılı, tepeden bakışından kaçarak içeriden bir okuma gerçekleştirilebilmeli. Yayın içeriği, Mesnevî’deki fiyat politikasıyla piyasada aynı eserin çevirilerini bir nebze soluksuz bırakan ve bu sayede daha fazla kesime açılmasını sağlayan kampanyası, İlber Ortaylı ile cumhuriyetçilere de “Allah Allah, ne iş!” dedirten ve kendini okutabilen duruşu, imza günlerindeki okur profilinin çeşitliliği, çalışanlarının el ovuşturup buyur eden geleneksel, bir bakıma İslam’la iç içe tüccar tavrından uzak bir müşteriyle ilişki biçimi ayrı değerlendirme gerektirebilir. Hatta ve hatta benzer bir eğilimin bu fuar salonunun dışına taşarak Türkiye’de muhafazakârlığın ve İslamcılığın dönüşümünün bir partide kendisini bulan seçmen çeşitliliğiyle bağlantısı da sorgulanabilir. Bu okur profilinde gözlenebilecek çeşitliliğin benzer bir izdüşümü de Elif Şafak okurlarında takip edilebilir. Rejime eleştirel bakışın özellikle solun bir bölümüyle muhafazakâr kesim arasında yakınlaşmaya neden olduğu, dirsek temaslarının sağlandığı, temel hak ve özgürlükler konusunda –özelde kadının rolü, rejimin dine bakışındaki alerjik tavrı ve kamusal alanda türban yasağı- belli ortak paydaların seslendirildiği bir ortamda resmi söylemin pek de uzağına düşmeyen -yazarların özgün tavırlarının bu genellemem altında ezilmesinden üzüntü duyarım; sadece yayın politikalarına dikkat çekmek istiyorum- yayınevlerinin –Bilgi, Cumhuriyet, Kaynak, Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk, resmi söylemin çok ötesine geçebilen İleri; bir bakıma Remzi, Cem, İnkılâp ve Alfa- ‘geçerli ve son’ sözü söyleme tekelleri kırılmış oluyor.
Sivil toplum kuruluşlarının standı bir hayli sönüktü, yayın sayısındaki azlığın da ötesinde kuruluşların kendilerini ifade etmekten uzak bir duruşlarının olduğu, masa başında oturup saatlerin geçmesini bekledikleri kanısına kapıldım. Belki burada görme engellilerin dernekleri için özverili gazete satışlarını ve TEMA’nın 2B Yasası’na karşı başlattığı ısrarlı imza kampanyasını not düşmeliyim.
Ne bileyim, çizmeye çalıştığım bu karamsar tabloyu belki de bir hışımla parçalamalıyım! Televizyonun açtığı fuar kapısının anahtarı ve iki ayda bir sönmeye mahkûm olduğu için birçok yayınevinin patlatmak adına birbirleriyle yarıştığı ‘motor kitaplar’ın gölgesinde Türkiye’de arttığı iddia edilen okur kitlesine selam durmalıyım. ‘Dersini alan’ ve onlardan birini patlatamadığı için hafif mızmız gözlerle etrafını izleyen yayıncıların eve döner dönmez ortalığı kasıp kavuracak bir ‘motor’ tasarımına başlayacaklarını ummalıyım. Bu sayede ‘satmayacak’ nitelikli yayınların maliyetini karşılamalarını beklemeliyim.
Her neyse, bu fuar da böyle yitti, gitti…
Vakit bol, Akdeniz’e açılmalı şimdi!
Ey ekran, sen nelere kadirsin!...
4 Kasım 2007
Kül Öykü, Aralık 2007.
mahremiyeti artırır.”
Abdûlgaffar El-Hayatî
(Ayrıntı Yayınları Katalogundan)
Okay Bensoy
Fuarın son günü…
Yayıncıların birçoğunun kitapçılardan (böyle bir ayrım varsa, kol ve kafa emeğini beraber kullanabilen) daha az kümülatif bilgi yüklü olduğu yine ortada. Yenilerden kendi alanları bile olsa habersizler. Pazarın kurduğu bilinç, eleştirilerinin çapını belirliyor. ‘Çok satan’lara verip veriştirirken kendilerinin o çok satanlardan fazlasını bilmedikleri anlaşılıyor. Eleştirdikleri onları ayakta tutuyor. Küçük yayınevlerinin alana katkısından bihaberler. Hoş, küçükler bu ‘katkı’ için mi varlar, yoksa çarklarını döndürecek ‘motor kitap’ patlatamadıkları için mi yayınlarının ‘nitelikselliğini’ fetişleştiriyorlar, ‘anlam’ın gizine mi sığınıyorlar, bilinmez.
Toplasanız on beş kitap veya on yazar fuarı konuşturuyor. Geçen senenin fırtınalar estiren Metal Fırtına yazarları hemen her gün imza ‘mesaisi’ yapıyor, bu imza ‘haftası’ süresince okurla ‘yüz göz’ oluyor; satış adına sıradanlaşmayı göze alıyor ya da eski popülaritelerini tekrar kazanmak adına yüzlerini ön plana çıkarıyorlar. Hatta kendi kitaplarının fiyatını ve seriden üç kitap alınırsa indirim oranını söyleyip okuru kasaya yönlendiriyorlar. Ötesi var mı? Vural Savaş, Server Tanilli ‘memur’ yazarlardan… Her sabah güne gazeteyle başlıyor, öğle yemeklerini bir köşede yiyor ve okur yolu gözlüyorlar. Boş gözükmemek için kendi kitaplarını karıştırıyorlar. Arada gelen eş dost, üst düzey siyasetçi, bürokrat olmasa halleri harap… Vakit bolluğundan mı, mesai aşkı ve okura hazır ve nâzır bulunma sorumluluğundan mı, yoksa popülarite kaygısından mı oralara kadar üşenmeden geliyorlar, bilemiyorum…
‘Büyük’ler mekân tasarımıyla burnundan kıl aldırmıyor ama birçoğu dışarıdan tutulan satış elemanları kitaba karpuz muamelesi çekebiliyor. Genel yayın yönetmenleri, editörler ortada yok gibi. Yazar satış için, elemanlar ise okurla iletişim kurmak yerine daha çok hırsızlara engel olabilmek için kitaba odaklanınca yayınevleriyle okur arasında kitap merkezli bir bağın kurulması güçleşiyor. Hem kitap piyasasının birkaç kitap ve popüler yazar üzerinden dönmesi hem de güvenlik sorunu, araştırmacı okuru kataloglardan edineceği bilgiyle nasiplenmek durumunda bırakıyor. Fuara özel, nitelikli üretim ve piyasa koşullarında ‘yaratma cesareti’ sergileyen yayınevi nadir. Olabildiğince görsel çarpıcılık, stand ve kapak tasarımlarını makyaj yaptıkça daha da çirkinleştiriyor; sırıttıkça iki dişinin ortasındaki karalık beliren, koca yolu gözleyen geline çeviriyor. Tema, Akdeniz ancak Türkiye’yi içeriden anlama çabası güden yayın bile çok az. Bazı konferanslarda ve açık oturumlarda bu yara kapatılıyor. Bu açıdan Metis’i fuara yetiştirdiği Braudel çevirisinden ve Harem ve Kuzenler, Gecikmiş Modernlik, Elif Şafak, Murathan Mungan söyleşilerinden ötürü kutlamalıyım. Çok satanların birçoğunda rastlanan sözcük fakirliğine ve hap bilgi verme kaygısıyla kurulan kısa cümlelere ‘Klasikler neden okunmalı?’ başlıklı açık oturumda Tahsin Yücel, Seçkin Selvi ve Nükhet Güz tok sesle cevap verdiler. Hem de yukarıda bahsetmeye çalıştığım gibi, ‘varlığını çok satanların eleştirisi’ne borçlu olan ‘eleştiri’nin ötesinde, ‘çok satanlar’ın adını anmadan klasik’in ‘anlamı’nı açtılar.
Kimisi geçmişe duyduğu özlemi bugün tarih yoluyla yeniden diriltecek, ‘mukaddesatçı reenkarnasyon’unu pekiştirecek tarih kitap setlerini bir pazarcının domates sergisi gibi özenle üst üste yığıyor, fiyatı düşürüp imza günü düzenliyor. Kimisi ise zaten yıllardır aynı ‘duygusallık’la belli bir kuşağın gönlünü bir o yana bir bu yana savuran isimleri ‘yeniden’ şişiriyor. Klasik eser basmak ve kısaltılmış çevirilerle işi daha ucuza getirip okulların ilgisini çekmek, özellikle ilköğretim ve liselerin haftaiçi ziyaretlerinde yayıncıları sevindiriyor. Ne var ki, hediye şapka, ayraç, balon, bez poşet bolluğunda çocuklar kitabı ikinci planda düşünüyor ya da öğretmenlerince verilen listenin dışına pek çıkılamıyor. Bu da ‘aranan’ın bulunması ve ‘listenin tamam edilmesi’ için yayınevi standlarının ‘danışma’ya dönüşmesine neden oluyor. Hediye, mekân ve poşet tasarımı, dil dökme gibi etkili satış yöntemleri yayının önüne geçiyor. Hayatı bürokratik, çocukları da oradan oraya taşınabilecek bir nesne gibi gören “milli eğitim” aklımız, saat 11’de açılan fuardan bir saat önce öğrencileri fuar kapısına asker gibi diziyor. Kumanyaları ellerine tutuşturulan çocuklar, kapıların açılmasıyla beraber bağrışarak salona koşmaya başlıyorlar. Bu koşuşturmayı çocuk kitaplığı oturmuş yayınevlerinden gözleri gülerek ve bir yandan da ellerini ovuşturarak izleyenler takip ediyor. 100 Temel Eser’in değişen içeriği dışında ilköğretim hoca ve öğrencilerine yeni açılımlar pek sunulmuyor, belki de MEB çemberi, farklılığı ve yeniliği bir arada hedefleyen yayınevlerini içine alacak denli geniş değil.
Yemek faslında kitapla aynı standda yenen kebabın flörtü görülmeye değer. Binlerce çalışana yetecek kadar geniş bir yemek hizmetini sunamayan fuar işletmesi, ‘alo paket’e el açtırıyor. Bir şeyler atıştıran ama müşterisine soğan kokmamaya çalışan görevliler, dişleri yeni çekilmişlerin elini ağzına çekinircesine siper etmesine benzer kareler oluşturuyor. Müşteri kaçırmama adına iki ay önce piyasaya çıkıp da alıcı bulamayan yayınlar iyiden iyiye fiyatlarını aşağı çekiyor. Ne var ki, bir yayıncının işaret ettiği gibi, geçen senelerden farklı olarak fiyatın düşmesinin ötesinde, okurlar artık ucuzluğa değil, genelde popüler kitaba odaklanıyorlar. Aslında fuar, on ya da on beş kitabın üzerinde dönse de bana bir başka gerçeği fısıldadı: Kıyıda köşede kalmış ya da yeni diye sunulmuş, fuar temasıyla uyum da taşıyabilen ürünlerin pazarı olması gereken fuar, kendi tanımına aykırı biçimde, bu türde fazla takipçi bulamadı. Elde listelerle dolaşan okur, televizyon merkezli –dizileşen romanlar, tartışma programlarında tanıtılan kitaplar- bir ‘fuar’a imza attı. Diziler, evlerde siyaset’in konuşulmasına, babaların oğullarına siyasi içerikli kitapları daha rahat almasına ortam hazırladı. Televizyon, ne kadar kötülesek de, yakın dönem siyasi hayatını evlerde ‘makul bir hatırlanabilirlik, konuşulabilirlik’ parantezine aldı. Bu diziler, yakın dönem popüler tarih kitaplarının birçoğunun satışını da artırdı. Televizyonda tanıtılmayan, meşhurların elinde dolaşmayan, söyleşisi yapılmayan, köşelerde adı anılmayan yayına pek de “el sürülmedi”. “El ile kitabın teması”nı kesen bu yeni dönüşüm, fuarın tanımını değiştirdi. Kitabın dışında gibi görülen dijital görsellik olarak televizyon, aslında kitabın ömrünü biçti. Televizyonda görülen ve bir köşeye adı ‘not edilen’, ancak bu sayede yazıya dökülen fakat “kitap” olduğu için değil, televizyonda göze çarptığı için fuarda “bakılan, göz atılan” nesne olarak kitap, anlam değiştirdi; ekranın kuması haline geldi, göz’ün değer kayması fuar’ın anlamını belirledi. Nitelikli okur sayısının düşmesinden yakınan yayıncılar, acaba televizyonun bu etkileyici gücü olmasaydı bu kadar okuru bile çekebilecekler miydi? Bir özeleştiri getirmekten yoksun duran ve yayın içerikleriyle piyasayı gün geçtikçe içine buyur eden yayın dünyası, televizyonun kitabı bu kadar yönetmesinde hiç mi sorumluluk sahibi değil? Hem televizyonda her çıkanın ertesi gün kitapçılarda sorulması ile başlayan yeniden baskı ve sipariş telaşı, hem de hap bilgi verme kaygısıyla kitap’ın değerinin düşürülmesi; onun insanları her tür gündelik tehlikeye karşı hazır tutacak bir nevi ‘cephane’ ya da ‘c vitamini’ niyetine sunulması yayın dünyasının ettiğini bulması değil mi? Ya da bunların dışında kalsa bile belli yazarları ön plana çıkartmakta ısrar ederek yeni çalışmaları ıskalayabilen yayıncılar hata paylarını hiç sorgulamayacaklar mı?
Metis, Can, İstanbul Bilgi Üniversitesi’ni başarılı; Doğan Kitap ve Yapı Kredi’yi mekânı yayını gölgede bırakacak biçimde tasarladıkları için zayıf buldum. Ne var ki Can Yayınları Nobel Ödüllü Doris Lessing için ayrı bir düzenlemeye gidebilirdi. Ayrıntı, kitlesini genişletmek varken çapında yüzmeye devam ediyor fakat yüksek tuttuğu fiyat politikasına rağmen piyasanın popüler yayınlarına tuş olmayan çok nitelikli çalışmalara imza atıyor. İletişim’in ‘emek-yoğun’ armağan kitaplar dizisi sürüyor, ‘Porof. Zihni Sinir’ de kafa karıştırmaya birebir. Merkez Kitaplar, diğer yayınevlerinden kopan bazı yazarları ve Naipaul gibi Nobel Ödüllü bir yazarı, ‘Esrarengiz Kitaplar’ dizisini bünyesine katıp ‘piyasa mı, nitelik mi?’ kıskacında durduğunu bilerek –bastıkları Guantanamo anıları bu sancının bir örneği sayılabilir- hoş kapak tasarımlarıyla yoluna devam ediyor. Sosyal bilimler, Türkiye Tarihi, anı-söyleşi dizilerine ağırlık verebilirlerse daha ilgi çekici olabilirler. Geçen seneden beri otuzun üstünde yayınıyla ciddi atılım kaydeden ve sol yayıncılık adına klasik eserlerle güncel Marksist tartışmalara ev sahipliği yapan Yordam, fuara yakın dönemde çıkarttığı yayınlarla derinden ve emin adımlarla ilerliyor. İş Bankası, geç Osmanlı ve erken cumhuriyet dönemine ilişkin anı dizilerinin devamını getirdi, sahaflarda aranan birçok kaynağa ulaşma şansımızı artırdı, Hasan Âli Yücel çeviri dizisine eklemeler yaptı, ‘Nehir Söyleşi’ dizisine en son Doğan Kuban kitabı ile ‘durmak yok’ dedi. Yapı Kredi’nin son dönemde şiir raflarını besleyen çalışmalarını beğeniyle takip ediyordum, fuarda da bu alanda ciddi fark yarattığını kanıtladı. Büyük Doğu’nun Necip Fazıl derlemelerinde epeyce ilerlediğinin, Büyük Doğu’da yayımlanmış makalelerinin hacimli bir derlemesini hazırladığının haberini aldım. Agora, ‘bilimsel değini’ tadındaki söyleşi dizilerinde yakaladığı başarıyı en son Ömer Marda ile taçlandırmış ve çevre sorunlarına eğilim göstermişti. Fuara da bu söyleşileri ve aylık kitap dergisi Mesele’yi öne çıkartarak hazırlanmış. Agora ile aynı standda boy gösteren Versus’un önemli derlemesi Sosyalizmin Milliyetçilikle İmtihanı ve Marksizmin Marksist Eleştirisi ne yazık ki ‘hareket görmediğinden’ raflarda boynu bükük duruyordu. Fuar öncesi dönemin en iyi çeviri biyografilerinden birisi olan Kalkedon yayını Parvus Efendi’yi konu edinmiş Devrim Taciri’ni Türkiye’de modernleşmenin tarihsel materyalist kaynaklarına inmek isteyenlere öneririm… Öykü dergisinde yakaladığı başarıyı kitapta da göstermeye başlayan Notos, mütevazı standı ve başarılı kapak çalışmalarıyla -Proust, Okuma Üzerine’nin çevirisindeki akıcılığa değil ama kapak tasarımına soru işareti koyarak- ilgimi çekti. Timaş, gerçekten ciddi tahlil edilmeli, analiz’in olası soğuk ve önyargılı, tepeden bakışından kaçarak içeriden bir okuma gerçekleştirilebilmeli. Yayın içeriği, Mesnevî’deki fiyat politikasıyla piyasada aynı eserin çevirilerini bir nebze soluksuz bırakan ve bu sayede daha fazla kesime açılmasını sağlayan kampanyası, İlber Ortaylı ile cumhuriyetçilere de “Allah Allah, ne iş!” dedirten ve kendini okutabilen duruşu, imza günlerindeki okur profilinin çeşitliliği, çalışanlarının el ovuşturup buyur eden geleneksel, bir bakıma İslam’la iç içe tüccar tavrından uzak bir müşteriyle ilişki biçimi ayrı değerlendirme gerektirebilir. Hatta ve hatta benzer bir eğilimin bu fuar salonunun dışına taşarak Türkiye’de muhafazakârlığın ve İslamcılığın dönüşümünün bir partide kendisini bulan seçmen çeşitliliğiyle bağlantısı da sorgulanabilir. Bu okur profilinde gözlenebilecek çeşitliliğin benzer bir izdüşümü de Elif Şafak okurlarında takip edilebilir. Rejime eleştirel bakışın özellikle solun bir bölümüyle muhafazakâr kesim arasında yakınlaşmaya neden olduğu, dirsek temaslarının sağlandığı, temel hak ve özgürlükler konusunda –özelde kadının rolü, rejimin dine bakışındaki alerjik tavrı ve kamusal alanda türban yasağı- belli ortak paydaların seslendirildiği bir ortamda resmi söylemin pek de uzağına düşmeyen -yazarların özgün tavırlarının bu genellemem altında ezilmesinden üzüntü duyarım; sadece yayın politikalarına dikkat çekmek istiyorum- yayınevlerinin –Bilgi, Cumhuriyet, Kaynak, Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk, resmi söylemin çok ötesine geçebilen İleri; bir bakıma Remzi, Cem, İnkılâp ve Alfa- ‘geçerli ve son’ sözü söyleme tekelleri kırılmış oluyor.
Sivil toplum kuruluşlarının standı bir hayli sönüktü, yayın sayısındaki azlığın da ötesinde kuruluşların kendilerini ifade etmekten uzak bir duruşlarının olduğu, masa başında oturup saatlerin geçmesini bekledikleri kanısına kapıldım. Belki burada görme engellilerin dernekleri için özverili gazete satışlarını ve TEMA’nın 2B Yasası’na karşı başlattığı ısrarlı imza kampanyasını not düşmeliyim.
Ne bileyim, çizmeye çalıştığım bu karamsar tabloyu belki de bir hışımla parçalamalıyım! Televizyonun açtığı fuar kapısının anahtarı ve iki ayda bir sönmeye mahkûm olduğu için birçok yayınevinin patlatmak adına birbirleriyle yarıştığı ‘motor kitaplar’ın gölgesinde Türkiye’de arttığı iddia edilen okur kitlesine selam durmalıyım. ‘Dersini alan’ ve onlardan birini patlatamadığı için hafif mızmız gözlerle etrafını izleyen yayıncıların eve döner dönmez ortalığı kasıp kavuracak bir ‘motor’ tasarımına başlayacaklarını ummalıyım. Bu sayede ‘satmayacak’ nitelikli yayınların maliyetini karşılamalarını beklemeliyim.
Her neyse, bu fuar da böyle yitti, gitti…
Vakit bol, Akdeniz’e açılmalı şimdi!
Ey ekran, sen nelere kadirsin!...
4 Kasım 2007
Kül Öykü, Aralık 2007.
kitap önerisi
ÇAVDAR, Tevfik (2007), İz Bırakan Gazeteler ve Gazeteciler -Babıâli’den Geriye Ne Kaldı?-, Ankara: İmge Kitabevi Yayınları.
Babıâli, bir anlamda, siyasal tartışmalara başkentlik yapmıştır. Osmanlı’nın son döneminde yazarların baskı ortamındaki toplumsal eleştirilerini, yönetimde reformu hedefleyen fikirlerini, Batılılaşma arzularını kaleme aldıkları dergi ve gazeteler, siyasal hayatın inişli çıkışlı yönlerini yansıtmıştır.
Tanzimat dönemi özgürlük arayışlarından meşrutiyetin ‘kanunlar çerçevesinde’ otoriteyi eleştiren tavrına, mütareke yıllarının ‘teslim olmuşluğu’ndan cumhuriyet kurumlarına ‘ılımlı’ yaklaşımlara uzanan süreçte Babıâli’de iz bırakan gazetelerin yayın içeriklerine ve gazetecilerin yürüttükleri tartışmalara yer veren bu çalışma, dönemlemeleriyle okura rahat irdeleme olanağı tanımaktadır.
Eserin ağırlık noktasını cumhuriyetin kuruluş sancıları çektiği ilk yirmi beş yılın üç evresi oluşturmaktadır. İlk dönem; Kurtuluş Savaşı’nın sona erdiği, Osmanlı kurumlarının lağvedildiği bir ortamda, Babıâli’nin cumhuriyetin ilanıyla beraber Ankara’ya karşı takındığı sorgulayıcı tavrı konu edinmektedir. Matbuatın başkentiyle yeni devletin başkenti arasındaki fikir uyuşmazlıkları, Babıâli açısından ‘hazmı zor’ bir zaman aralığına denk düşmektedir. İkinci dönem; 1929 Buhranı’nın etkilerinin Türkiye’ye ulaştığı, halkın Halk Fırkası’na tepkisini iyice yükselttiği yıllarda hükümetten Babıâli’ye doğru esen “sıcak ve yumuşak” havayı incelemektedir. Son dönem ise, 1930’lardaki faşizm dalgasının durulmasının ardından gelen “nispi özgürlük” ortamına dikkat çekmektedir.
Sıralanan bölümleri birbirini besleyen fakat birbirinden bağımsız bir makale derlemesi gözüyle de okunabilecek bu çalışma, birincil kaynaklardan alıntıları sayesinde, aynı zamanda eksikliği hissedilen “basın tarihi antolojisi” olarak değerlendirilebilir.
Basın tarihi üzerine odaklanan Tevfik Çavdar, diğer yandan fikirleri uğruna mücadele veren ve çoğu zaman amatör bir ruh taşıyan Babıâli tecrübesinin bugünkü medya tekelleri tarafından görmezden gelindiğini belirtiyor:
“Şimdilerde, sokaklarda ‘yazıyor’ diye bağrışan gazete satıcılarının sesi duyulmaz oldu. O gizemli yokuşumuz gibi amatör bir ruhla hazırlanıp basılan ‘Babıâli’ basını, yerini büyük sermaye tekellerine bıraktı… Kısa süreli soluk alma olanağına rağmen, ‘Zincirli Hürriyeti’ en küçük hücresine kadar yaşayan ‘Babıâli’nin amatör ruhlu gazetecilerini arıyorum. Açık olmak gerekirse, günümüz basın organlarında köşe yazarı kişilerin büyük çoğunluğunu anlamakta zorluk çekiyorum. Bireysel tavırlarını, arzularını, hatta en mahrem serüvenlerini yansıtan, yaşadıkları toplumu adeta göz ardı eden, bireysel tercihleri öne çıkartan bir köşe yazısı beni itiyor, hatta iğrendiriyor. Tüm haber, yorum ve reklamlarıyla her sabah bir sermaye bombardımanına tutulmak istemiyorum. Her alt koluyla klonlanmış bir sermaye dünyası yaratma sevdasında olan sermaye, özgür ‘matbuatı’ kendi çıkarlarına aykırı buluyor ve bulmaya da devam edeceği açıktır. Bu nedenle ‘Babıâli’den geriye ne kaldı?’ diyorum; bu kitabımla da soluk aldığı sınırlı dönemlerde düşüncelerini gazetelere yansıtan tüm basın yiğitlerini bir kez daha anıyorum. Selam olsun…”
Babıâli, bir anlamda, siyasal tartışmalara başkentlik yapmıştır. Osmanlı’nın son döneminde yazarların baskı ortamındaki toplumsal eleştirilerini, yönetimde reformu hedefleyen fikirlerini, Batılılaşma arzularını kaleme aldıkları dergi ve gazeteler, siyasal hayatın inişli çıkışlı yönlerini yansıtmıştır.
Tanzimat dönemi özgürlük arayışlarından meşrutiyetin ‘kanunlar çerçevesinde’ otoriteyi eleştiren tavrına, mütareke yıllarının ‘teslim olmuşluğu’ndan cumhuriyet kurumlarına ‘ılımlı’ yaklaşımlara uzanan süreçte Babıâli’de iz bırakan gazetelerin yayın içeriklerine ve gazetecilerin yürüttükleri tartışmalara yer veren bu çalışma, dönemlemeleriyle okura rahat irdeleme olanağı tanımaktadır.
Eserin ağırlık noktasını cumhuriyetin kuruluş sancıları çektiği ilk yirmi beş yılın üç evresi oluşturmaktadır. İlk dönem; Kurtuluş Savaşı’nın sona erdiği, Osmanlı kurumlarının lağvedildiği bir ortamda, Babıâli’nin cumhuriyetin ilanıyla beraber Ankara’ya karşı takındığı sorgulayıcı tavrı konu edinmektedir. Matbuatın başkentiyle yeni devletin başkenti arasındaki fikir uyuşmazlıkları, Babıâli açısından ‘hazmı zor’ bir zaman aralığına denk düşmektedir. İkinci dönem; 1929 Buhranı’nın etkilerinin Türkiye’ye ulaştığı, halkın Halk Fırkası’na tepkisini iyice yükselttiği yıllarda hükümetten Babıâli’ye doğru esen “sıcak ve yumuşak” havayı incelemektedir. Son dönem ise, 1930’lardaki faşizm dalgasının durulmasının ardından gelen “nispi özgürlük” ortamına dikkat çekmektedir.
Sıralanan bölümleri birbirini besleyen fakat birbirinden bağımsız bir makale derlemesi gözüyle de okunabilecek bu çalışma, birincil kaynaklardan alıntıları sayesinde, aynı zamanda eksikliği hissedilen “basın tarihi antolojisi” olarak değerlendirilebilir.
Basın tarihi üzerine odaklanan Tevfik Çavdar, diğer yandan fikirleri uğruna mücadele veren ve çoğu zaman amatör bir ruh taşıyan Babıâli tecrübesinin bugünkü medya tekelleri tarafından görmezden gelindiğini belirtiyor:
“Şimdilerde, sokaklarda ‘yazıyor’ diye bağrışan gazete satıcılarının sesi duyulmaz oldu. O gizemli yokuşumuz gibi amatör bir ruhla hazırlanıp basılan ‘Babıâli’ basını, yerini büyük sermaye tekellerine bıraktı… Kısa süreli soluk alma olanağına rağmen, ‘Zincirli Hürriyeti’ en küçük hücresine kadar yaşayan ‘Babıâli’nin amatör ruhlu gazetecilerini arıyorum. Açık olmak gerekirse, günümüz basın organlarında köşe yazarı kişilerin büyük çoğunluğunu anlamakta zorluk çekiyorum. Bireysel tavırlarını, arzularını, hatta en mahrem serüvenlerini yansıtan, yaşadıkları toplumu adeta göz ardı eden, bireysel tercihleri öne çıkartan bir köşe yazısı beni itiyor, hatta iğrendiriyor. Tüm haber, yorum ve reklamlarıyla her sabah bir sermaye bombardımanına tutulmak istemiyorum. Her alt koluyla klonlanmış bir sermaye dünyası yaratma sevdasında olan sermaye, özgür ‘matbuatı’ kendi çıkarlarına aykırı buluyor ve bulmaya da devam edeceği açıktır. Bu nedenle ‘Babıâli’den geriye ne kaldı?’ diyorum; bu kitabımla da soluk aldığı sınırlı dönemlerde düşüncelerini gazetelere yansıtan tüm basın yiğitlerini bir kez daha anıyorum. Selam olsun…”
işporta referandumu
Sokakta sergilenen malın tanıtımı hızlı, çarpıcı, müşteriyi kuru kalabalık bile olsa etrafına toplama amaçlı yapılır. Hatta işi bilen bazı ‘iş’portacılar, kendi akranlarını tezgâhın etrafına toplayıp bu zahiri kalabalığın yarattığı merak çemberi sayesinde ‘gerçek’ müşteriyi avlamaya, kalabalığın içinden ayıklamaya çalışır. Kalabalık arttıkça malın ayıplarını daha rahat gizler, ona daha az soru sorulur, çünkü reklam işe yaramış ve sözü tüketmiştir, şimdi müşterinin işportacıyla kurduğu göz temasını bırakıp mala odaklanma vakti çatmıştır. Kendisine az soru sorulduğu vakit, işportacı amacına ulaşmış, mal-müşteri arabuluculuğu görevini yerine getirmiş demektir. Artık yeni müşteri halkalarını çekmek için bağırmaya başlayabilir.
Bugün erken uyandım. 9 gibi oyumu kullanır, oyumun günümü bölmesine izin vermeden az buçuk gezerim diye düşündüm. İyi ki televizyonu açmışız, meğerse sandık kurulları bile saat 9’u geçmesine rağmen toplanamamış, ya görevliler gelmemiş ya da parti gözcülerinin birçoğu teşrif etmemiş. Sandığın başına gelen ve ‘mal’ı görmeye çalışanlar da oylarını kullanamıyor. Sandık görevlileri, referandumun başlayabilmesi için, bazı seçmenlerden parti gözcüleri gelene dek dörder kişilik ‘izleme kurulu’ oluşturmalarını rica ediyor. Yani referandumu tanıtma kampanyasında başlayan diz boyu rezillik oy seremonisinde de sürüyor. Halk oylamasıyla aynı şey olmayan, ancak bazı aklıevvel Türkçe sevdalılarınca ya da halka paketin içeriğini anlatmaktan çok koli bandının ne olduğunu anlatmaya uğraşan zihni sinirlerce bir çırpıda adı halk oylamasına dönüştürülen referandum, Türkiye’de yerleşik bir ‘demokrasi kültürü’nün önündeki engellerin bizzat hükümetlerce oluşturulabileceğini de gösteriyor.
Başbakan, iki hafta önce “Türkiye referandum kültürüne alışmalıdır,” derken belki de kendi hükümetinin özeleştirisini hatalarından önce getiriyordu. Referandumun öncelikle ne anlama geldiği ve neden bu sürecin hukuksal olarak ‘evet-hayır’ kutucuklarına sıkıştırıldığının; parti üyelerine referandum dönemine denk düşen bayram ‘ziyaretleri’nde neyin propagandasını yapacaklarının anlatılması gerekmez miydi? Otobüs duraklarındaki reklam panolarında “12. cumhurbaşkanını sen seç: EVET” yazıları gözümü kaplarken diğer “Evet”lerin içeriğine neden girilmedi? Türkiye’de sağ genelinde görülebilecek, AK Parti özelinde de izi sürülebilecek kalkınmacılığı ve hızı bir fetiş haline getiren, içeriği pek de kestirilemeyen ‘durmak yok, yola devam!’ sloganı bu “Evet” cevabını ballandıran bir dil’i beslerken, meclisin tüm toplantı yeter sayılarını anayasada 184’le netleştirecek, cumhurbaşkanının iki kez ve beş senede bir seçilmesini sağlayacak, genel seçimlerin dört yıl aralıklarla yapılmasını yasallaştıracak –uygulamada zaten beş yılı doldurup da seçime giden bir hükümet nadirdi- düzenlemeler neden doğru dürüst açıklanmadı? Belli ki hükümet, %46’ya ulaşmasına bir nebze yararı dokunan, seçimlerdeki oy kaymasına etkisi pek de abartılmaması gereken ‘cumhurbaşkanını meclise 184 oyunuyla seçtirmeme’ kozunda, hakkı yenen mazlum pozisyonunda diretmek istemiyor. Bu diretmemenin seçim sonrası dönemde kurumlar arasında yeniden bir çatışmaya neden olmaması için referandumda pek göz önüne çıkartılmadığı da savunulabilir. Ne var ki, referandumda hiçbir siyasi gerekçe; özünde cumhurbaşkanını halka seçtirmek gibi bir ‘en iyi malı vitrine çıkarma’ gayreti, 184’ün içeriğini anlatmaktan, hükümetleri beş yıl gibi uzun süreli yıpratmama adına seçimleri dört yıla indirmeyi bildirmekten alı koyamaz. Popülizm, işporta malını allayıp pullarken bir çırpıda onun gereksiz detay gibi görünen ama malın asıl değerini anlatan teknik özelliklerini kafa karıştırmamak için anlatmamayı, satışın cazibesini yitirmesini engellemeyi gerektirmez. Popülizm daha derinden ve bilgiyi kuşa çevirmeden de yapılabilir ki örnekleri mevcuttur.
“İstemezükçü” tahtına bu referandum skandalıyla daha fena yapışan CHP, son beş yıldır belki de ilk kez bir dönemde hükümetten daha sıkı çalıştı. Önüne gelen her yerde “referanduma gitmeyin”in gerekçelerini sıraladı, Onur Öymen’le son gece TRT’de tiz ama nitelikli bir ‘ses’ çıkardı; yankısı sandıkta duyulur mu, bilinmez; sandığa gitmeyenlerin bu sese ne kadar kulak verdiği de zor tahmin edilir. Hükümet, seçmen çoğunluğunun rüzgârını her atılımının arkasına pervasızca yaslanabileceği bir duvar sandı. Ve yine hükümet, Erdoğan’ın ıslığıyla zabıtanın sokak başında göründüğü mesajını aldı ve önce en görünür tarafa serdiği “cumhurbaşkanını sen seç” baskılı t-shirti topladı, sonra tezgâh ayakları niyetine kullanılan Marlboro kolilerine tıkıştırılmış “184, dört yılda bir seçim, iki kez ve beş yıllığına seçilebilen cumhurbaşkanı”nı aynı hızla omuzlayıp bu akşam demokrasi sokağını terk etti.
Dert gün geçtikçe netleşiyor: Hükümetin hesabı öyle sanıyorum ki, 12 Eylül Anayasası’nın toptan değiştirilmesine yönelik bir ideali kapsamaktan çok uzak. Pragmatik ve hızın fetişleştirilmesini –yukarıda bahsettiğim ‘durmak yok, yola devam!’ sloganının anlamı belki de nadiren net, muğlak olmayan haliyle burada görülebilir- çıkarlarıyla uyumlu kullanan Erdoğan, dolaylı[*] bir başkanlık sistemini yerel yönetimleri de güçlendirerek yeni anayasa yoluyla kademe kademe yerleştirmek istiyor. Malın sergilenmesi ve tezgâhın en iyi yerine “12. cumhurbaşkanını sen seç”in çıkartılması da demokratik popülizm’in referandum süreçlerini bir ‘kültür’ olarak sık sık halk’a danışma sayesinde olağanlaştırmasıyla, bu sayede kendisine karşı durabileceği hesaplanan kurumların –ordu, Anayasa Mahkemesi, ‘direnen’ diğer devlet içi ve dışı kurumsal yapılar- hız’ını kesmesiyle birlikte okunabilir. Kuşkusuz tüm bu tartışmaların odağında Burhan Kuzu’nun teorik önderliğini üstlendiği başkanlık modeli ve buna ulaşılana dek köşelerinden tırtıklanan parlamenter sistemin cumhurbaşkanı seçim ilkeleri var. Erdoğan’ın gelecek dönemki olası cumhurbaşkanlığının kapısını tez vakitte aralayabilecek, beş yıl sonrasına randevu alınabilecek ve devamında iki kez üst üste seçilmeyi sağlayabilecek bir düzenleme, yürütmeyi farklı bir yoldan güçlendirip onun pozisyonunu dolaylı başkanlık sistemine doğru evriltirken diğer yandan yeni anayasayla da merkezin yetkilerinde ciddi törpülemeler sağlayabilecek. Askeri ilkelerin anayasal bir çerçeveyle dayatıldığı ve bugüne kadar geçirdiği değişikliklerle yamalı bohçaya dönen bu metin mutlaka sivil bir anlama kavuşmalı. Ne var ki, taslak metnin içeriğinin paylaşımdan uzak hazırlanması ve bu taslak metindeki ifadelerden bir bölümünün bugünkü referandumda önümüze buyur edilmesi, bir hocanın dediği gibi, anayasa taslağı üzerine çalışan Ergun Özbudun ve Levent Köker grubunu -tüm iyi niyetlerini selamlayarak da olsa- yeni bir Mili Güvenlik Konseyi kimliğine büründürüyor.
‘Her şeyin şeffaf olması, halk anayasası’ gibi en az hükümetin referandum süreci kadar muğlak bir fetişe saplanıp bazı muhalif grupların ekmeğine yağ sürecek popülizme bulaşmak istemem. Ancak bu ‘kapalılık’ ortamı da sadece hükümete hava alma şansı tanıyor. Sivil bir anayasa oluşturalım derken bu kez sivil’ci’lik söylemli bir çoğunluk diktatoryasına saplanma ihtimalimiz var ki, Türkiye’de seçimle gelenlerin atanmışlara karşı kendilerini sürekli halka yaslama –içine bir miktar mitik söylem eklenerek halk’a esrime de denebilir- adetleri ve devamındaki demokrasinin bir çoğunluk baskısına dönüşmesi ihtimali, demokrasi kültürümüzün bir kesitini sunuyor. Erdoğan’ın ‘referandum kültürü’nden açık kastını beklemek yararlı olabilir ancak bugüne kadarki demeçlerden gözlemleyebildiğim kadarıyla bunun altında seçilmişlerin ön plana çıkacağı bir sistem ve yürütmenin hem kendi içinde –Cumhurbaşkanı Gül’ün ilk cuma namazını Köşk’te Erdoğan’la beraber kılması anlamlıdır- hem de yasamayla siyaseten daha içli dışlı olacağı, birçok kararda sandığa gidileceği bir başkanlık sistemine ısınma turları ifadesi çıkıyor.
[*] Fransa örneğindeki “yarı başkanlık” sisteminin özellikleri ve anayasanın De Gaulle’den bu yana 5. ve 14. maddelerinde cumhurbaşkanına sunulan olağanüstü yetkiler düşünülünce Fransa’daki bu sistem birçok uzman tarafından “süper başkanlık” olarak da tanımlanabiliyor. ABD başkanlık sisteminin kendine özgü yapısına ve Fransa tipine uymayan, anayasal açıdan da henüz düzenlenmeyen fakat referandum ve yeni anayasa yapım süreçlerinde siyaseten tartışılabilecek bu ara dönem için “dolaylı başkanlık” demenin daha uygun olacağını sanıyorum. Zira karşılaştırmaya gitmeden bile, Fransa Anayasası’nın ilk maddesinde cumhuriyete yüklenen “adem-i merkezileştirilmiş cumhuriyet” ibaresi İtalya, İspanya “özerk yönetim” modellerinde gözlenemeyecek farklı bir cumhuriyet rejimini; yürütme ve yasamanın görev paylaşımları ise ABD’den farklı bir başkanlık sistemini çağrıştırıyor. Türkiye ise bu tartışmalara yasal bir düzenlemeye gitmeden, yasa metinlerinde net ifadeler kullanmadan “referandum kültürü”nün yerleşmesi gerektiğini sözleriyle giriyor. “Referandumun olağanlaşması” bir ‘kültür’ sorunsalı olarak yansıtılarak demokrasiyle ilişkilendirilebiliyor. Krizlerle boğuşmanın, ‘sığ’ ideolojik tartışmalarla ‘hız kaybetme’nin panzehiri referandum olarak belirlenince, referandumun içeriğinden ziyade onun sorunlara ilaç olan tarafı vurgulanıyor, Anayasa Mahkemesi-ordu-CHP–10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in “184 tartışması”nda sergilendiği gibi kurumlar arasında kilitlendiği varsayılan sorunlar halk’a çözdürülüyor. AK Parti siyaseti hız’ı, pragmatizmi ve kısır tartışmaları halk’ın referandumdaki sağduyusuyla aşan ve aştığı düzeyde de siyaset’in yeni çehresini belirleyen niteliğiyle biricikleştirilerek ‘eski devirlerin kısır tartışmalarını sonlandıran açılım’ olarak özetleniyor.
Bugün erken uyandım. 9 gibi oyumu kullanır, oyumun günümü bölmesine izin vermeden az buçuk gezerim diye düşündüm. İyi ki televizyonu açmışız, meğerse sandık kurulları bile saat 9’u geçmesine rağmen toplanamamış, ya görevliler gelmemiş ya da parti gözcülerinin birçoğu teşrif etmemiş. Sandığın başına gelen ve ‘mal’ı görmeye çalışanlar da oylarını kullanamıyor. Sandık görevlileri, referandumun başlayabilmesi için, bazı seçmenlerden parti gözcüleri gelene dek dörder kişilik ‘izleme kurulu’ oluşturmalarını rica ediyor. Yani referandumu tanıtma kampanyasında başlayan diz boyu rezillik oy seremonisinde de sürüyor. Halk oylamasıyla aynı şey olmayan, ancak bazı aklıevvel Türkçe sevdalılarınca ya da halka paketin içeriğini anlatmaktan çok koli bandının ne olduğunu anlatmaya uğraşan zihni sinirlerce bir çırpıda adı halk oylamasına dönüştürülen referandum, Türkiye’de yerleşik bir ‘demokrasi kültürü’nün önündeki engellerin bizzat hükümetlerce oluşturulabileceğini de gösteriyor.
Başbakan, iki hafta önce “Türkiye referandum kültürüne alışmalıdır,” derken belki de kendi hükümetinin özeleştirisini hatalarından önce getiriyordu. Referandumun öncelikle ne anlama geldiği ve neden bu sürecin hukuksal olarak ‘evet-hayır’ kutucuklarına sıkıştırıldığının; parti üyelerine referandum dönemine denk düşen bayram ‘ziyaretleri’nde neyin propagandasını yapacaklarının anlatılması gerekmez miydi? Otobüs duraklarındaki reklam panolarında “12. cumhurbaşkanını sen seç: EVET” yazıları gözümü kaplarken diğer “Evet”lerin içeriğine neden girilmedi? Türkiye’de sağ genelinde görülebilecek, AK Parti özelinde de izi sürülebilecek kalkınmacılığı ve hızı bir fetiş haline getiren, içeriği pek de kestirilemeyen ‘durmak yok, yola devam!’ sloganı bu “Evet” cevabını ballandıran bir dil’i beslerken, meclisin tüm toplantı yeter sayılarını anayasada 184’le netleştirecek, cumhurbaşkanının iki kez ve beş senede bir seçilmesini sağlayacak, genel seçimlerin dört yıl aralıklarla yapılmasını yasallaştıracak –uygulamada zaten beş yılı doldurup da seçime giden bir hükümet nadirdi- düzenlemeler neden doğru dürüst açıklanmadı? Belli ki hükümet, %46’ya ulaşmasına bir nebze yararı dokunan, seçimlerdeki oy kaymasına etkisi pek de abartılmaması gereken ‘cumhurbaşkanını meclise 184 oyunuyla seçtirmeme’ kozunda, hakkı yenen mazlum pozisyonunda diretmek istemiyor. Bu diretmemenin seçim sonrası dönemde kurumlar arasında yeniden bir çatışmaya neden olmaması için referandumda pek göz önüne çıkartılmadığı da savunulabilir. Ne var ki, referandumda hiçbir siyasi gerekçe; özünde cumhurbaşkanını halka seçtirmek gibi bir ‘en iyi malı vitrine çıkarma’ gayreti, 184’ün içeriğini anlatmaktan, hükümetleri beş yıl gibi uzun süreli yıpratmama adına seçimleri dört yıla indirmeyi bildirmekten alı koyamaz. Popülizm, işporta malını allayıp pullarken bir çırpıda onun gereksiz detay gibi görünen ama malın asıl değerini anlatan teknik özelliklerini kafa karıştırmamak için anlatmamayı, satışın cazibesini yitirmesini engellemeyi gerektirmez. Popülizm daha derinden ve bilgiyi kuşa çevirmeden de yapılabilir ki örnekleri mevcuttur.
“İstemezükçü” tahtına bu referandum skandalıyla daha fena yapışan CHP, son beş yıldır belki de ilk kez bir dönemde hükümetten daha sıkı çalıştı. Önüne gelen her yerde “referanduma gitmeyin”in gerekçelerini sıraladı, Onur Öymen’le son gece TRT’de tiz ama nitelikli bir ‘ses’ çıkardı; yankısı sandıkta duyulur mu, bilinmez; sandığa gitmeyenlerin bu sese ne kadar kulak verdiği de zor tahmin edilir. Hükümet, seçmen çoğunluğunun rüzgârını her atılımının arkasına pervasızca yaslanabileceği bir duvar sandı. Ve yine hükümet, Erdoğan’ın ıslığıyla zabıtanın sokak başında göründüğü mesajını aldı ve önce en görünür tarafa serdiği “cumhurbaşkanını sen seç” baskılı t-shirti topladı, sonra tezgâh ayakları niyetine kullanılan Marlboro kolilerine tıkıştırılmış “184, dört yılda bir seçim, iki kez ve beş yıllığına seçilebilen cumhurbaşkanı”nı aynı hızla omuzlayıp bu akşam demokrasi sokağını terk etti.
Dert gün geçtikçe netleşiyor: Hükümetin hesabı öyle sanıyorum ki, 12 Eylül Anayasası’nın toptan değiştirilmesine yönelik bir ideali kapsamaktan çok uzak. Pragmatik ve hızın fetişleştirilmesini –yukarıda bahsettiğim ‘durmak yok, yola devam!’ sloganının anlamı belki de nadiren net, muğlak olmayan haliyle burada görülebilir- çıkarlarıyla uyumlu kullanan Erdoğan, dolaylı[*] bir başkanlık sistemini yerel yönetimleri de güçlendirerek yeni anayasa yoluyla kademe kademe yerleştirmek istiyor. Malın sergilenmesi ve tezgâhın en iyi yerine “12. cumhurbaşkanını sen seç”in çıkartılması da demokratik popülizm’in referandum süreçlerini bir ‘kültür’ olarak sık sık halk’a danışma sayesinde olağanlaştırmasıyla, bu sayede kendisine karşı durabileceği hesaplanan kurumların –ordu, Anayasa Mahkemesi, ‘direnen’ diğer devlet içi ve dışı kurumsal yapılar- hız’ını kesmesiyle birlikte okunabilir. Kuşkusuz tüm bu tartışmaların odağında Burhan Kuzu’nun teorik önderliğini üstlendiği başkanlık modeli ve buna ulaşılana dek köşelerinden tırtıklanan parlamenter sistemin cumhurbaşkanı seçim ilkeleri var. Erdoğan’ın gelecek dönemki olası cumhurbaşkanlığının kapısını tez vakitte aralayabilecek, beş yıl sonrasına randevu alınabilecek ve devamında iki kez üst üste seçilmeyi sağlayabilecek bir düzenleme, yürütmeyi farklı bir yoldan güçlendirip onun pozisyonunu dolaylı başkanlık sistemine doğru evriltirken diğer yandan yeni anayasayla da merkezin yetkilerinde ciddi törpülemeler sağlayabilecek. Askeri ilkelerin anayasal bir çerçeveyle dayatıldığı ve bugüne kadar geçirdiği değişikliklerle yamalı bohçaya dönen bu metin mutlaka sivil bir anlama kavuşmalı. Ne var ki, taslak metnin içeriğinin paylaşımdan uzak hazırlanması ve bu taslak metindeki ifadelerden bir bölümünün bugünkü referandumda önümüze buyur edilmesi, bir hocanın dediği gibi, anayasa taslağı üzerine çalışan Ergun Özbudun ve Levent Köker grubunu -tüm iyi niyetlerini selamlayarak da olsa- yeni bir Mili Güvenlik Konseyi kimliğine büründürüyor.
‘Her şeyin şeffaf olması, halk anayasası’ gibi en az hükümetin referandum süreci kadar muğlak bir fetişe saplanıp bazı muhalif grupların ekmeğine yağ sürecek popülizme bulaşmak istemem. Ancak bu ‘kapalılık’ ortamı da sadece hükümete hava alma şansı tanıyor. Sivil bir anayasa oluşturalım derken bu kez sivil’ci’lik söylemli bir çoğunluk diktatoryasına saplanma ihtimalimiz var ki, Türkiye’de seçimle gelenlerin atanmışlara karşı kendilerini sürekli halka yaslama –içine bir miktar mitik söylem eklenerek halk’a esrime de denebilir- adetleri ve devamındaki demokrasinin bir çoğunluk baskısına dönüşmesi ihtimali, demokrasi kültürümüzün bir kesitini sunuyor. Erdoğan’ın ‘referandum kültürü’nden açık kastını beklemek yararlı olabilir ancak bugüne kadarki demeçlerden gözlemleyebildiğim kadarıyla bunun altında seçilmişlerin ön plana çıkacağı bir sistem ve yürütmenin hem kendi içinde –Cumhurbaşkanı Gül’ün ilk cuma namazını Köşk’te Erdoğan’la beraber kılması anlamlıdır- hem de yasamayla siyaseten daha içli dışlı olacağı, birçok kararda sandığa gidileceği bir başkanlık sistemine ısınma turları ifadesi çıkıyor.
[*] Fransa örneğindeki “yarı başkanlık” sisteminin özellikleri ve anayasanın De Gaulle’den bu yana 5. ve 14. maddelerinde cumhurbaşkanına sunulan olağanüstü yetkiler düşünülünce Fransa’daki bu sistem birçok uzman tarafından “süper başkanlık” olarak da tanımlanabiliyor. ABD başkanlık sisteminin kendine özgü yapısına ve Fransa tipine uymayan, anayasal açıdan da henüz düzenlenmeyen fakat referandum ve yeni anayasa yapım süreçlerinde siyaseten tartışılabilecek bu ara dönem için “dolaylı başkanlık” demenin daha uygun olacağını sanıyorum. Zira karşılaştırmaya gitmeden bile, Fransa Anayasası’nın ilk maddesinde cumhuriyete yüklenen “adem-i merkezileştirilmiş cumhuriyet” ibaresi İtalya, İspanya “özerk yönetim” modellerinde gözlenemeyecek farklı bir cumhuriyet rejimini; yürütme ve yasamanın görev paylaşımları ise ABD’den farklı bir başkanlık sistemini çağrıştırıyor. Türkiye ise bu tartışmalara yasal bir düzenlemeye gitmeden, yasa metinlerinde net ifadeler kullanmadan “referandum kültürü”nün yerleşmesi gerektiğini sözleriyle giriyor. “Referandumun olağanlaşması” bir ‘kültür’ sorunsalı olarak yansıtılarak demokrasiyle ilişkilendirilebiliyor. Krizlerle boğuşmanın, ‘sığ’ ideolojik tartışmalarla ‘hız kaybetme’nin panzehiri referandum olarak belirlenince, referandumun içeriğinden ziyade onun sorunlara ilaç olan tarafı vurgulanıyor, Anayasa Mahkemesi-ordu-CHP–10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in “184 tartışması”nda sergilendiği gibi kurumlar arasında kilitlendiği varsayılan sorunlar halk’a çözdürülüyor. AK Parti siyaseti hız’ı, pragmatizmi ve kısır tartışmaları halk’ın referandumdaki sağduyusuyla aşan ve aştığı düzeyde de siyaset’in yeni çehresini belirleyen niteliğiyle biricikleştirilerek ‘eski devirlerin kısır tartışmalarını sonlandıran açılım’ olarak özetleniyor.
Kitap Önerisi:
ENGİN, Sevinç (ed.) (2007), İdare Etmek mi, Yönetmek mi?, İstanbul: Sistem Yayıncılık, 365 s.
Var Olanı Doğru Yapmak mı,
Doğru Olanı Yapmak mı?
“Hepimiz bir şekilde yönetiliyoruz” cümlesi günlük sohbetlerimizde rahatça dilimizden dökülebiliyor, yönetimlerle ilgili her türlü şikâyetimizin ve “ben olsaydım…”larla başlayan beylik sözlerimizin başına yerleşebiliyor. “İdare Etmek mi, Yönetmek mi?” adlı derleme ise, pervasızca kullandığımız “yönetmek, idare etmek, lider olmak, vizyonu belirlemek, yön vermek, çığır açmak, ufku göstermek, geleneğe saplanıp kalmak” vb. kavramları daha fazla irdeleyerek kullanabilmenin olanaklarını sorgulayan değerli bir çalışma. Kitap, idare edilen ‘şey’lerin ve öznelerin geleneksel, katı, donuk bir kurallar manzumesine bağlı olarak mı, yoksa sürekli yeni şartlara uyum sağlayan bir düzeneğe göre liderlerin etrafında mı örgütleneceği sorularını temele oturtarak küreselleşme çağında ‘devlet- sivil toplum- özel sektör- medya’ bağlantılarını masaya yatırıyor. Farklı alanlarda faaliyet gösteren bürokratlar, emekli askerler, siyasiler, sivil toplum liderleri, iş dünyasının etkin isimleri, akademisyenler, medya yöneticileri, yeni çağda bilgi ekonomisinin yönetim anlayışına getirdiği yenilikleri kendi pencerelerinden tartışma şansı buluyorlar.
İdarenin geleneksel, önceden saptanmış ve pozisyona, kişiye göre değişmeyen katı yapısını çığır atlatabilecek bir yönelim olarak görmeyen, teknolojiyle gereken uyumu sağlayamaması nedeniyle bilgi ekonomisine geçişini erteleyen bir fikri eleştiriye tabi tutan kitaptaki genel eğilim, özellikle özel sektör kaynaklı lider algısının risk alabilen ve sorumlulukları grup üyelerine paylaştırabilen bir demokratik liderlikle çözülebileceğini savunuyor. Farklı fikirde olmaları doğal karşılanabilecek yazarların geneline sinen hava, ‘kamu yönetimi’ olgusunun katı merkeziyetçi yapısından kurtulabilmesinin yolunun özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarını da sürece dâhil eden, bunun yanı sıra yerelle yetkilerini paylaşan- kimi yerlerde devreden- bir pozisyona bürünmesidir. Yine bu görüşü izlersek, yetki paylaşımı sürecinin devlet koridorlarından taşarak özel sektöre ve sivil topluma yayılması, bu paylaşımın da teknolojinin kullanılması yoluyla desteklenmesi alışılmış ve ‘var olanı doğru yapma’yı ifade eden ‘idare’den çıkışı, ‘doğru olanı yapma’yı ifade eden ‘yönetmek, liderlik etmek’ kavramına doğru geçişi hızlandırabilecektir.
“Değişimi kendine uydurmak, onu belirlemek” ile kendisinden çok daha önce yaşanmış büyük bir değişime “ayak uydurmak” zorunda kalanın sıkıntısı, bilgi çağında değişime direnmekle değişmeyi kabullenmek arasındaki ayrıma cevap vermekle eşdeğerdir. Soruya cevap verecek ve karar aşamasına gelecek topluluk üyeleri, liderin etkin ve yetkin tavrına göre değişime karşı konumlanırlar. Liderin[*] emir vermekten ziyade ekibini dinleyen, iletişime yatkın, sezgi sahibi, problem çözen, kararlı yapıdaki tavrı, geminin rotasını belirliyor. Var olan kurallar demetinden hareket eden ve alışılmışı tekrar eden (transactional- geçişimsel) idare anlayışını tersine çevirmek ve onu atılım sağlayacak (transformational) bir noktaya getirmek, liderlerin vizyon genişliğine, kendilerini bilgi ekonomisiyle uyumlulaştırmalarına bağlanıyor.
Lider odaklı analizlerin bir adım ötesine geçen incelemelerde ise, Türkiye’nin idari yapısına yönelik çözümlemeler özellikle akademisyenlerin satırlarında anlam kazanıyor. Siyaset bilimi, yönetim bilimi ve toplumbilim disiplinlerinin yönetim üzerine düşüncelerini tartışan yazılar, liderlik vizyonuna ülke gereksinimlerini ve küresel hegemonyanın, neoliberalizmin işleyişini göz önünde tutarak cevap aramaya çalışıyorlar.
[*] Yayının editörü Sevinç Engin, yönetim kavramı üzerinden yürüttüğü tartışmada lead kökünü manage’tan ayırmayı öneriyor ve bu farklı ifadelerin yeni liderlik tartışmalarının merkezine oturduğunu belirtiyor.
ENGİN, Sevinç (ed.) (2007), İdare Etmek mi, Yönetmek mi?, İstanbul: Sistem Yayıncılık, 365 s.
Var Olanı Doğru Yapmak mı,
Doğru Olanı Yapmak mı?
“Hepimiz bir şekilde yönetiliyoruz” cümlesi günlük sohbetlerimizde rahatça dilimizden dökülebiliyor, yönetimlerle ilgili her türlü şikâyetimizin ve “ben olsaydım…”larla başlayan beylik sözlerimizin başına yerleşebiliyor. “İdare Etmek mi, Yönetmek mi?” adlı derleme ise, pervasızca kullandığımız “yönetmek, idare etmek, lider olmak, vizyonu belirlemek, yön vermek, çığır açmak, ufku göstermek, geleneğe saplanıp kalmak” vb. kavramları daha fazla irdeleyerek kullanabilmenin olanaklarını sorgulayan değerli bir çalışma. Kitap, idare edilen ‘şey’lerin ve öznelerin geleneksel, katı, donuk bir kurallar manzumesine bağlı olarak mı, yoksa sürekli yeni şartlara uyum sağlayan bir düzeneğe göre liderlerin etrafında mı örgütleneceği sorularını temele oturtarak küreselleşme çağında ‘devlet- sivil toplum- özel sektör- medya’ bağlantılarını masaya yatırıyor. Farklı alanlarda faaliyet gösteren bürokratlar, emekli askerler, siyasiler, sivil toplum liderleri, iş dünyasının etkin isimleri, akademisyenler, medya yöneticileri, yeni çağda bilgi ekonomisinin yönetim anlayışına getirdiği yenilikleri kendi pencerelerinden tartışma şansı buluyorlar.
İdarenin geleneksel, önceden saptanmış ve pozisyona, kişiye göre değişmeyen katı yapısını çığır atlatabilecek bir yönelim olarak görmeyen, teknolojiyle gereken uyumu sağlayamaması nedeniyle bilgi ekonomisine geçişini erteleyen bir fikri eleştiriye tabi tutan kitaptaki genel eğilim, özellikle özel sektör kaynaklı lider algısının risk alabilen ve sorumlulukları grup üyelerine paylaştırabilen bir demokratik liderlikle çözülebileceğini savunuyor. Farklı fikirde olmaları doğal karşılanabilecek yazarların geneline sinen hava, ‘kamu yönetimi’ olgusunun katı merkeziyetçi yapısından kurtulabilmesinin yolunun özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarını da sürece dâhil eden, bunun yanı sıra yerelle yetkilerini paylaşan- kimi yerlerde devreden- bir pozisyona bürünmesidir. Yine bu görüşü izlersek, yetki paylaşımı sürecinin devlet koridorlarından taşarak özel sektöre ve sivil topluma yayılması, bu paylaşımın da teknolojinin kullanılması yoluyla desteklenmesi alışılmış ve ‘var olanı doğru yapma’yı ifade eden ‘idare’den çıkışı, ‘doğru olanı yapma’yı ifade eden ‘yönetmek, liderlik etmek’ kavramına doğru geçişi hızlandırabilecektir.
“Değişimi kendine uydurmak, onu belirlemek” ile kendisinden çok daha önce yaşanmış büyük bir değişime “ayak uydurmak” zorunda kalanın sıkıntısı, bilgi çağında değişime direnmekle değişmeyi kabullenmek arasındaki ayrıma cevap vermekle eşdeğerdir. Soruya cevap verecek ve karar aşamasına gelecek topluluk üyeleri, liderin etkin ve yetkin tavrına göre değişime karşı konumlanırlar. Liderin[*] emir vermekten ziyade ekibini dinleyen, iletişime yatkın, sezgi sahibi, problem çözen, kararlı yapıdaki tavrı, geminin rotasını belirliyor. Var olan kurallar demetinden hareket eden ve alışılmışı tekrar eden (transactional- geçişimsel) idare anlayışını tersine çevirmek ve onu atılım sağlayacak (transformational) bir noktaya getirmek, liderlerin vizyon genişliğine, kendilerini bilgi ekonomisiyle uyumlulaştırmalarına bağlanıyor.
Lider odaklı analizlerin bir adım ötesine geçen incelemelerde ise, Türkiye’nin idari yapısına yönelik çözümlemeler özellikle akademisyenlerin satırlarında anlam kazanıyor. Siyaset bilimi, yönetim bilimi ve toplumbilim disiplinlerinin yönetim üzerine düşüncelerini tartışan yazılar, liderlik vizyonuna ülke gereksinimlerini ve küresel hegemonyanın, neoliberalizmin işleyişini göz önünde tutarak cevap aramaya çalışıyorlar.
[*] Yayının editörü Sevinç Engin, yönetim kavramı üzerinden yürüttüğü tartışmada lead kökünü manage’tan ayırmayı öneriyor ve bu farklı ifadelerin yeni liderlik tartışmalarının merkezine oturduğunu belirtiyor.
Peçeyi Aralayan Narin Pençe
NERVAL, Gérard de (çev: HİLAV, Selahattin) (2004),
Doğu’da Seyahat, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 796 s. [1]
“Şarkiyatçının Şark’ı, Şark’ın kendisi değil, Şarklaştırılmış Şark’tır.”
E. Said, Şarkiyatçılık
“Bakıp hayran oluyordum köleme; sırmalı fistanı ve mavi milayehi, Doğu kadınlarının hiç farkında olmadan edindikleri antik heykel duruşuyla ne kadar zarifti!”
“Doğu, hiçbir şeyden kuşkulanmaz, orada her şey mümkündür. Bir sopa vursanız, aslında böyle bir hakkınız olup olmadığını düşünmez ve bilmez.”
G. de Nerval, Doğu’da Seyahat
Giriş
Gérard de Nerval’in 1843’te Marsilya’da başlayan, Avrupa’nın farklı şehirlerindeki izlenimlerini peşine takarak ‘Doğu’ topraklarında devam eden gezisi, mektupları aracılığıyla bir seyahatnameye dönüşmüştür. Bir ‘Batılı’ araştırmacı gözüyle ‘Doğu’nun algılanışı, ayrımı kuran ve sürekli ilerleten benzerlik ve farklılıkların nedenleri, romantik ve mistik arzuların kadim mekanını arama uğraşısının sürüklediği Nerval’in izlenimleri, dönemi itibariyle ‘Doğu’ya ulaşan gezginlerin notlarından ne derece etkilenmiş, bu külliyattan ne oranda uzaklaşıp onların üzerine çıkabilmiştir? ‘Şark’ın ‘incelenecek’ ve ‘Batı’da olmayan, olamayacak olan üzerinden tesisinde Nerval’in ‘Doğu’yu ‘içeriden’ okuma denemesi, Şarkiyatçı söyleme nasıl bir duruş katabilmiştir? Nerval’in seyahati süresince ‘Batı’yı kendi içinde kodlamasıyla ‘Doğu’ya varması ve buradaki gözlemlerini derlemesi, bu gözlemlerin üzerine genel bir ‘Şark’ portresi çizmeye çalışması ‘Doğu-Batı’ kavramsallaştırmasına nasıl bir katkı koyabilmiştir? Yukarıda sormaya çalıştığım sorulara arayacağım yanıtlar ile Nerval’in peçenin ardındakini görme arzusuyla çıplaklığın otantik çekiciliği arasında kıvranışı ve kendisinden önce biriken külliyatı ‘Doğu’nun sosyal gerçekliğine inemeyişi eleştirisiyle yatay kesişi, bu yazının ana çerçevesini çizecek. ‘Batı’nın kendisini bir ‘öteki’ üzerinden pekiştirmesi ve bu yolda ‘temsil’i; ‘Doğu’dan –‘Doğu’nun kendisini hesaba katmadan- bir ‘anlam’ türetmeye çabalaması; ‘Doğu’nun araçsal bir okumasıyla ona ‘dokunduğu’nu, onu ‘gözlemlediği’ni zannederek onu ‘dillendirmesi’, onun ‘yerine’ ve onun ‘için’ konuşmasının Nerval’in kaleminde tuttuğu yeri incelemeye çalışacağım. Bu ve benzeri dertlerle bir amatör gezginin hazırladığı mektuplarda Avrupa romantizminin, Antik Yunan’dan beslenen mistisizmin kadim bilgelik arayışlarının kırıntılarını “Nerval’in Doğusu”nda arayacağım.
‘Bütünleşik’ Kültürlü Avrupa’dan ‘Dağınık Doğu’nun Kuruluşuna ‘Kadın’ İmgesi
Nerval’in ‘Batı’ kentlerindeki izlenimlerinde odak noktayı mekan tasarımları ve bunun üzerine oturmuş, kendi geçmişinden fazla şey kaybetmemiş bir Avrupa kültürü oluşturur. İklim biçimleri, insan davranışları, cadde yapıları farklı da olsa gidilen Avrupa kentlerinde yaşayanları bütün halinde etkileyen kadim bir Yunan egemenliği hüküm sürmektedir. Bu kadim belirlenimcilik ki, Avrupa’yı kendi içindeki birtakım farklara rağmen ‘biz’ olarak içeriden kurar, kültür ve inanç romantizmin Antik Yunan’a bağlanan düzleştirici etkisiyle uysallaştırılır. Avrupa kentlerinde Antik Yunan’ın dirilişine yorumlanan Rönesans mimarisi, sanatı öne çıkartılır, bu öğeler siyasi açıdan birleşememiş Avrupa’yı ‘kültür’ ile kuşatır, biricikleştirir. Bu açıdan Avrupa’da izdüşümleri görülen ‘romantik’ eserler, Anadolu kıyılarına ulaşmasından önce Nerval’e gereken mitik sembolleri sunar.
“…Uzun süre bu sahte Olympos’un tanrısal güzelliklerine hayran ola ola tırmanınca, sonunda tüm bunlara yaraşır tapınağın basamaklarına varılıyor; tapınak havada küstahça bir karaltı olarak beliriyor.”[2] Münih’te bir sabah
Paris, Cenevre, Venedik, Münih üzerinden yürütülen tespitlerde ‘kadın’ imgesi geniş yer tutar ve Avrupa’da farklı kadın tiplerinin erkeği kendisine bağlama yolları bir kültür kalıbına sokularak aktarılır.
“Venedikli- Avusturyalı olduğu ve tek başına kendisinde Kutsal Roma İmparatorluğu’nu canlandırdığı için özellikle hoşuma gittiğini açıkladım o güzele…[3]
…Cenevre’deki kadınlar oldukça güzel ve hepsinin başkalarından ayırt edilmelerini sağlayan belli birer fizyonomileri var.[4]
… Viyana’da aşk böyle bir şey… Ne ala! Paris’te güzel kadınlar size üç ay çektirir ve bu bir kuraldır; ama çok az erkek onları bekleyecek sabra sahiptir. Burada ise üç günde bitiyor bu iş ve kadının teslim olacağı hemen hissediliyor; yeter ki onu bir yosma yerine koyacağınızdan endişelenmesin; çünkü bu onların üzerinde en önemle durduğu konu gibi görünüyor.[5]
…Burada kadınlar, kendilerini ve çekiciliklerini mesele yapmıyorlar pek; çünkü özenle bakıldıkları ya da iyi beslendikleri zaman, güzel çiçeklerin, güzel hayvanların, güzel kuşların gani olduğu gibi, onların da gani olduğu besbelli. Bu ülkenin bereketi, hayatı öylesine kolaylaştırıyor ki, kötü beslenmiş kadın yok ve burada zanaatkarlarımızın ve taşra kadınlarımızın oluşturduğu berbat ırklar üremiyor.[6]
…Viyanalı bir kadın kimseyi başından savmaz. Eğer birisinin kadınıysa -esamesi okunmayan kocasından bahsetmiyorum- ve eğer kırk tarakta bezi varsa sana bunu söyleyecektir, kendisinden bir hafta sonra randevu istemeni ya da belli bir tarih istemeden sabırlı olmanı tavsiye edecektir. Bu pek uzun sürmez; daha önceki aşıklar da senin en iyi dostların haline gelir.”[7]
Gezi sırasında geçilen topraklarda mekan tasarımıyla kadın imgesinin ve karşı cinsle ilişkiye geçme biçimlerinin kadının inisiyatifinde oluşunun beraber işlenmesi, farklara rağmen bu özelliklerin bir kadim Yunan’ın ve güzelliğin saf ırkı koruma sayesinde başarılması anlayışıyla bütünleştirilmesi ilgiye değerdir. Nerval, güzel kadınların erkekle ilişkiye geçme ‘irade’sini ellerinde tutuyor olmalarını Avrupa’daki özgürlüğe özgülemekte, kadının istediği erkeğin koluna girip ona kendisini borçlu hissetmeden kolundan ayrılabilmesini farklılık yaratan bir kültür biçimi olarak resmetmektedir. Kadın imgesinin hararetle işlenmesinin kişisel olarak Nerval’in kadın tutkusunun ötesinde bir ‘örtük’ anlamı da olmalı. Kadına taşıtılan bu ‘anlam’, edimiyle kendisini bulan ve karşısındakini kendisini keşfiyle beraber yönetebilen, Aydınlanma dönemini yaşamış bir büyük Avrupa kültürünün gündelik yaşama yansıması olarak yorumlanabilir mi, romantik ve mistik öğeleri de barındıran bir Yunan kültürünün ‘mirasçıları’nın bu yönetme arzusu ‘Avrupalı kadın’da vücut bulabilir mi? Sorunun cevaplanabilmesi için Nerval de dahil Şarkiyatçı söylemin ‘Doğu’ kurgusunda dişil olana yüklediği anlama bakmak faydalı olabilir. Zira erkeğiyle bir ‘özgürleş(tir)me’ edimini başarabilen, dik durabilen ve dışarıdan bir müdahaleye kapalı olan, kendisini ancak kendinde bulan Avrupa kültürünün kaynağını Antik Yunan’da arayan, Rönesans’ı da bu birleşmede bir kavşak olarak yorumlayan Nerval’in ‘Doğulu’ kadına bakışına gelene dek soruyu parantez içinde tutmak zorundayım.
Nerval adına bastırılmış bir pul
Şarkiyatçı söylemin dönemsel olarak kırılmalar gösterse de “kadın-dişil”i kuruşunda ‘Şark’, coğrafya ve cinsiyetle ortak paydada buluşturulmuştur. Kimi zaman, söylemin kuruluşu ve ‘Doğu’ adına konuşabilmenin bir başlangıç noktası olarak onun zayıflığını sergilemek üzere ‘yönetilmeye mahkum, ancak ondan anlayan’, ‘bayağı bir baştan çıkarma karşısında bile direnme ilkesi diye bir şey bilmeyen’[8] kadın imgesi coğrafyayla bütünleştirilir, savunmasız ve açık kucakları bekleyen, itiraz etmeyi, karşı koymayı adet haline getirmeyen, dili daha ziyade ‘tayyib’e[9] dönen dişilik ‘Şark’la anılır. Keşfetmek (discovering) bu manada sadece bir coğrafyanın üzerinde söz sahibi olunmasını ifade etmez, aynı zamanda peçenin altındaki bilinmeyenlerin de açığa çıkartılmasını, bunun yanında şehvetiyle ‘Batı’lı erkeğin başını döndürebilecek, dikkat edilmesi gereken kadını da çağrıştırır. ‘Bakire’ topraklar, kadın vücudunun kıvrımlarını yansıtan haritalar, ‘Batı’ karşısındaki otoritesinin zayıfladığını bildiren Abdülhamid’in çıplak kadına bürünmüş suratı[10], haremin önyargılarla dolu ve Binbir Gece’nin tekrarını düşleyen[11] kurguları bunlara örnek olarak verilebilir. Hatta Kahire’de duyduğu bir haber, Avrupa’dakilerden çok rahat elde edilebilecek ‘Doğu’nun kadınları hakkında Nerval’e yeni düşler kurdurur ancak gerçek, daha sonra bu fantezileri yutar:
“… Bir kadın gördünüz diyelim. Sadece izleyin onu ve eğer, kalabalığın farkına varmadığına inandığı an yüzünüze bakarsa evinizin yolunu tutun; arkanızdan gelecektir…”[12]
Bu genel ‘kadın’ imgelemlerinin Doğu’da Seyahat için çağrıştırdığı anlam, esasında tartışmamızın merkezine yerleştirilebilir. Nerval’in bir maceraperest üslupla bezenmiş anlatısında ‘Doğu’ kıyılarına yaklaştıkça kendisini heyecanlandıran, Şarkiyatçı yazından belleğinde iz bırakan ‘Doğu’ düşü, bu topraklara varınca sönümlenmeye başlar. Gerçeklik ile söylemin ‘Batı’daki yaratıcılığı arasındaki açı farkını Nerval, Şarkiyat hakkındaki araştırmasının zeminine oturtarak cevaplamaya, ‘Doğu’ hakkındaki cinsel dürtülerin fetişleştirilmesini önlemeye çabalar. ‘Doğu’ hakkındaki önyargılarla söylem arasındaki ‘kadim’ örtüştürmenin ‘Batı’’ya “içeriden” bir ‘Doğu’ okuması yapma imkanı vermediğini Kahire’ye ayak bastığı andan itibaren kavramış ve Binbir Gece’nin belleklerde yaşatılıyor olmasını, haremin sanıldığı gibi bir cinsellik tasarımı olduğunu, çokeşliliği[13] gündelik bilgisiyle yanlışlamıştır. Bu yanlışlama, bir yandan hayal kırıklığını bir yandan da yeni bir araştırma alanının kapısını aralayacaktır. Nerval, Şarkiyatçı yazının içeriğinin ‘Batı’daki hakimiyetinden haberdar halde, bu yazına rağmen güncel bir Şark okumasının imkanını sorgular. Aslında o ana kadarki bilgisine rağmen yeni bir bilgiyi bu Şarkiyat yazınına yığmaya çalışmak, Nerval’in kendine rağmen de geliştireceği bir ‘yüzleşme’ faaliyeti olacaktır. Ne var ki, bu ‘yüzleşme’ pek de sancılı olmayacak, Şarkiyat yazınının ‘Doğu’ karşısındaki söylemsel üstünlüğünden faydalanılarak, yanlış bilginin verdiği bir tür ‘utangaçlık’ duygusunun atılması kolaylaştırılacaktır.
Nerval’in Yol Güzergahı
Kadın, ‘yüzleşme’ sırasında yeniden başa oturtulacak, harem birebir konuşmalarda tüm sırlarını ifşa etmesi için sorularla açılmaya çalışılacaktır. Kadının eşi karşısındaki konumu, bir kadından fazlasına sahip erkeğin hangi durumlarda eş alabileceği veya ona ‘boş ol’ dediği anda kadına nasıl bir gelir sağlamakla yükümlü olduğu, farklı evlilik sözleşmelerinin nasıl yapıldığı[14] Nerval’in gündelik bilgisiyle almaya çalıştığı ve bir ‘Batılı’ya yazarken kendisinin de için için öğrendiği adetlerdir. ‘Batılı’ olarak öğrenme faaliyetinin de bir sınırı olduğuna kanaat getirir Nerval ve gemide beraberinde götürdüğü köle kızın başka erkeklerle konuşmasını ‘Batılı erkek’ olgunluğuyla karşılamaya bir ara vermesi gerektiğini kendisine hatırlatarak kıza haddini bildirmeye başlar. O, kızı coğrafyasından kurtararak kölelikten kurtardığını düşünmekte ve ona kızmayarak köle olduğunu hissettirmemeye çalışmaktadır. Hem mekan hem de sahiplik biçimi olarak ‘Batılı’ olmanın verdiği üstün tavrı ‘Doğulu’ köle kıza aşılamaya çalışan Nerval, kızın sözünü dinlememesi, erkeklerle konuşmaya devam etmesi üzerine daha fazla dayanamaz ve ona “Şu andan itibaren peçeni çıkartmayacaksın ve kaptanın boş odasında cırcır böcekleriyle beraber kalacaksın… Kimseyle konuşmayacaksın!” diye çıkışır.[15]
Haremin bir önyargıyla[16] Şarkiyatçılık’ta yer edinmesi ve cinsel objelerle tanımlanması, Nerval tarafından düzeltilmeye çalışılır, fakat bu ‘egzotik’ mekanın yazından tamamen silinmemesine de gayret edilir. Kadın, hala haremde bir çıplaklık unsuru olarak ‘Doğu’yu düşündükçe ‘Batı’ya ‘zevk veren’, ‘gizemselleştirilmiş’ imgedir, ancak Şark’ı Şark’ın ‘içinden’ anlayabilmenin ön koşulu, onun ‘farklı’ bir kültür olduğunun kabul edilmesi gerektiğidir. ‘Doğu’ ile ‘Batı’nın ‘uzlaşamazlık’ içine oturtulan bu ‘doğal, anlaşılabilir kültür farklılığı’, Nerval’in en önemli vurgularından birisidir ki, yazına yeni bir açılım getirme iddiasını ‘içeriden’ okumayla birleştiren, basit öğrenme meraklarının ötesinde ‘Doğu’nun bir parçası olarak, içinde ‘kaybolmadan eriyerek’ ona karşı kendisini konumlandıran, ‘Doğu’ imajını tamamen yıkmadan peçeyi naif bir pençeyle indiren edim de tam burada belirir:
Anlatıcının genişletilmiş tecrübelerine dayanarak ‘Doğu’nun “hakiki” temsilini üreten, telaffuz eden “nesnel” özne olarak konumlandırılması.[17]
Nerval’in bu büyük açılım iddiasının geri planında henüz kurtul(a)madığı Şarkiyatçı yazının odağında yer tutan kaçışlar, belirlenimci, pozitivist genellemeler ve ‘Doğu-Batı’ karşılaştırmaları mevcuttur. Said’in özetlemesi ile “mevcut Şarkiyat arşivinin tozunu pasını gidermek için çıkılan hac yolculuğu, yeni deneyimler hazinesi olma tasarısının ötesinde çoğu zaman kendisini Şarkiyatçılığın indirgemeciliğine kaptırıyordu.”[18] Örneğin; ‘Doğu- Batı’ ayrımlarında mekanın düzensizliğini ‘Doğu’ya özgüleyip ‘Batı’da gördüğü herhangi bir aksaklığı mümkün olduğunca ideal durumdan uzak tutmak için elinin tersiyle itmesi[19], bunun karşısında ‘Doğu’daki aksaklıkları uzun uzadıya betimlemesi; ‘Batı’da övülesi yapıları Antik Yunan primordiyalizmine varan bir özcülükle, çizgisel tarih okumasıyla açıklamaya çalışması[20]; ‘Doğulu’ kadının köle pazarında satılışından başlayıp onun ‘özgürlük’ten habersiz olması sebebiyle zaten ona özgürlük vermenin anlamsız olacağını belirtmesi; iklim değişiminin ‘Doğu’ insanının uyuşukluğunu, tembelliğini[21] beraberinde getirirken rüzgarı arkasına alıp görece serin olan Lübnan’dan başlayarak Avrupa insanının zeki, özgürlüğüne düşkün oluşunu düşünmesi[22], Mısır’dan onu alan gemideki ‘Doğulular’ın konuşma mevzularının içeriğinin ‘Batılılar’ınkinden daha fakir olduğuna kanaat getirmesi[23] bu genellemeleri arasında sayılabilir. Köleyi köle sayıldığı topraktan kopartarak onu gemiye almak, özgürleştirmenin ilk adımıdır. Ne var ki, ‘Doğulu kadın’ın özgürlükten ne anladığı sorusu cevapsız kalacağından, bu ona ‘rağmen’ gerçekleştirilebilecek, onun ‘adına’ yapılabilecek, dillendirilebilecek bir faaliyettir.
Eserin Fransızca baskısı
‘Doğu’ Mitinin Kayboluşu ve ‘Batı’nın Batı(lı)laşma Korkusu
Nerval’in ‘Doğu’da ‘erime’ arzusunun klasik Şarkiyatçı söylemin ‘Doğu’ya dokunmadan onun hakkında konuşma yetisini kendinde bulması eleştirisinden beslendiğini belirtmiştim. Nerval, Flaubert, Gautier’de öne çıkan soylu Şarkiyatçılar’ın artık atın üstünden inerek ‘Doğu topraklarına ayak basma’ dürtüsü, bir yandan da belli ‘tehlikeler’e karşı koymayı içinde barındırır. Değişmezlikle malul sayılan ‘Doğu’nun kendi içinde yaşadığı değişim ve dönüşümler bir yana, birçok ‘Doğu’ ülkesinin teknik ve kültürel manada bir Batı(lı)laşmayı hedef belirlemesi, Şarkiyatçı yazının Nerval’e kadar oluşturduğu ve ‘Doğu’ya rastlamadan kurduğu paradigmayı sekteye uğratacaktır. Batı(lı)laşmanın hedef haline dönüşmesi ve bir ‘yön’ olarak ‘Doğu’ tarafından saptanması, inanç biçimleri, ekonomik yapı, gelenek ve görenekler, yönetim anlayışları açısından sürekli ayrı düşünülen ve ayrı düşünüldüğü oranda ‘Doğu- Batı’ ayrımını belirleyen bu alanları geçişken hale getirme ‘tehlikesi’ni bağrında taşıyacaktır. Nerval açısından Konstantinopolis’in ikiye ayrılmış, ‘Batı’ya doğru sürüklenen parçasıyla geleneğe sarılan yanı içten içe sancılanmaktadır. ‘Doğu’nun değişen şartlara uyum sağlama ya da kendini kaybetme ayrımında Şarkiyatçı yazın, klasik önermelerini ‘Doğu’ya uğramadan devam ettirirse ‘Doğu’, ‘Batı’ya ister istemez sızacak, ‘Batı’nın kendisinde aramaya devam ettiği kadim Yunan kalıntılarını büsbütün yok edecektir. Nerval’in Paris, Cenevre, Münih ve Viyana’da izini sürdüğü oturmuş mekansal tasarım, farklılıklar içerse de Batı’ya özgülenen bir ‘kadın’ imgelemi, sürekli karşısına koyduğu ‘yönetilmeye muhtaç, ona can verecek, özgür kılıcı erkek bedenini bekleyen’ ‘Doğulu’ kadın mitiyle uyuşmayacaktır. ‘Doğu’da evlenme biçimleri ve köle edinme konusundaki ‘Batılı’ önyargıları izlenimleriyle kırmak ve ‘içeriden’ bir okumayla ‘Doğu’ ‘adına’ yeniden konuşmak, ‘Doğu’da bu sessiz ilerleyişi sezmek ve onu frenlemekle ilişkilendirilebilir. Kahire’de umduğu mitik ‘Şark’ı bulamadığı için yeni bir 2Şark’ tasarımı geliştirmeye çabalayan, diğer yandan Avrupa izlenimlerini her zora girdiğinde cebinden çıkarıp ‘Doğu’ ile karşılaştıran ve bir şekilde üstünlük vesileleri yaratan Nerval’in Avrupa’ya en benzer şehir olmasından dolayı Beyrut’ta aldığı rahat nefes, gemi yolculuğunda insan betimlemelerindeki ‘Doğu’ya özgücülükle yine karamsar bir hale bürünecektir. Nerval’in yukarıda değinilen Şarkiyatçı yazından tam kop(a)mayan indirgemeci yorumları, bu karamsarlığa hazır bir kılıf dikmekte geç kalmayacaktır. Ne var ki, Nerval’in ayırt edici yanı, ‘kaynaşma’ya, Doğu’da ‘eriyerek’ onu anlamaya ve daha sonra dizginlemeye çalışacak bir söylemin kurulmasıdır. ‘Doğu’nun ‘Batı’ tarafından ‘anlaşılabilir’ ve bu yüzden ‘doğallaştırılmış bir farklılık kültürü’ içinde arzulanan oranda ‘dışarıda’ tutulabilir yanı, bu söylemin odağına yerleşir.
Sırf bir yazıyı sonlandırmak ve yüz altmış yıl önceki bir eseri diriltmeye çalışmak amacıyla değil ama Doğu’da Seyahat’in bu tespitlerden yola çıkılarak güncelliğini tartışmak da mümkün. ‘Doğu’nun Batı(lı)laşması ile modernleş(tiril)mesini bir an gözümüzü kapayarak aynı kefeye koyalım, iki kavramı beraber okuyalım. Daha sonra ‘Batı’da yükselen radikal sağdan tutun da muhafazakar cephelerin yeni söylemlerini duyarak gözümüzü açalım. ‘Batı’yı ‘Batı’ yapan değerleri türdeş biçimde alt alta sıralayan ve dışarıya mümkün olduğunca kapalı olan, ilişki kurmak gerektiğinde kapının sürgüsünden bakabileceğini söyleyen bir tavır, kendisini korumak adına ‘İslam, demokrasi, çağdaşlaşma, insan hakları, ekonomik birlik, çokkültürcülük’ söylemini farklı bir dilden dışarıda bıraktıklarına fısıldayabiliyor. İlkelerin başlı başına değer taşıdığı ve evrenselcilik anlamında paylaşılabilir olduğu muhakkak. Ne var ki, Wallerstein’ın da ayrımını çizdiği ‘Avrupa-evrenselciliği’ ile ‘Evrensel- evrenselcilik’[24] makasına doğru ilerleyen bu trende ‘Doğu’yu -Nerval’in ‘içeriden’ okumasını güncelleştirirsek- en naif haliyle inançlar ve hoşgörü temelinde ‘tanımlama’ya, ‘kavrama’ya çalışmak; hoşgörüyü ‘Doğu’yu ‘kendine özgü, uysal kültürüyle yalnız bırakmak anlamında bir çokkültürcülüğün içine hapsetmek’, ‘farklılıkları aşılamayacak ama kabul edilebilecek makul kurallar’ olarak sıralamak, yeni bir Şarkiyatçı söylemin temel taşı olma ‘tehlikesi’ni taşıyor.
Yukarıda üzerinde durduğumuz, ‘Doğu’nun ‘Batı’ya ve ‘Batı’nın da bundan ötürü içe kapanmasından kaynaklanan ‘kadim tehlike’, bu kez ‘Doğu’ ile ‘Batı’nın karşılıklı hesaplaşmalarının ötesine taşıyor, ‘Evrensel- evrenselcilik’ temasını kemirebiliyor.
Kaynakça
ALTHUSSER, Louis (çev: TÜMERTEKİN, Alp) (2005), Montesquieu: Siyaset ve Tarih, İstanbul: İthaki Yayınları.
BEHDAD, Ali (çev: ERDUMAN, Sibel; ERSÖZ, Berkay) (2007), Kolonyal Çözülme Çağında Oryantalizm, İstanbul: Çiviyazıları Yayınları.
PARLA, Jale (2005), Efendilik, Şarkiyatçılık, Kölelik, İstanbul: İletişim Yayınları, 3. Baskı.
SAID, Edward (çev: ÜLNER, Berna) (2004), Şarkiyatçılık: Batı’nın Şark Anlayışları, İstanbul: Metis Yayınları, 4. Baskı.
SCHICK, I. C. (çev: ANADOL, Ayşen) (2004), Çerkes Güzeli: Bir Şarkiyatçı İmgenin Serüveni, İstanbul: Oğlak Yayınları.
WALLERSTEIN, Immanuel (çev: ÖNAL, Sinan) (2007), Avrupa Evrenselciliği: İktidarın Retoriği, İstanbul: Aram Yayınları.
Notlar
[1] Yapı Kredi Yayınları ve İthaki Yayınları (2 cilt) tarafından Türkçe’ye çevrilen Voyage en Orient’in tek ciltlik Yapı Kredi Yayınları basımını tanıtımda esas aldım. İthaki Yayınları, eseri Doğu’ya Yolculuk; Yapı Kredi Yayınları ise Doğu’da Seyahat adıyla çevirmiştir. Kapak fotoğrafı, görsellik itibariyle daha ‘anlamlı’ olduğundan İthaki Yayınları’ndan alınmıştır.
[2] Doğu’da Seyahat, s. 93.
[3] age., s. 69.
[4] age., s. 42.
[5] age., s. 70.
[6] age., s. 72.
[7] age., s. 77.
[8] Age., s. 247.
[9] Nerval’in Araplar’ın çoğunlukta yaşadığı topraklarda öğrendiği ilk söz, onaylama anlamına gelen ‘tayyib’ olmuştur. Sözcükleri öğrenmesi zaman alan Nerval, karşısındakilerle anlaşabilmek için bir süre her söylenene bu yanıtı vermiştir. ‘Kader’in cilvesi mi demek doğru olur, bilemem ama Şarklı’ya özgülenen bu onaylama ‘görevi’nin sadece dil sorunu nedeniyle bir ‘Batı’lı tarafından kısa süreliğine üstlenilmesi ilginçlik arz ediyordu.
[10] SCHICK, I. C. (Çev: ANADOL, A.) (2004), Çerkes Güzeli: Bir Şarkiyatçı İmgenin Serüveni, İstanbul: Oğlak Yayınları, s. 129.
[11] Doğu’da Seyahat, s. 141, 154.
[12] age., s. 167.
[13] age., s. 267.
[14] age., s. 354.
[15] age., s. 358.
[16] age., s. 269- 71.
[17] BEHDAD A. (çev: ERDUMAN, S., ERSÖZ, B.) (2007), Kolonyal Çözülme Çağında Oryantalizm, İstanbul: Çiviyazıları Yayınları, s.44.
Behdad, bu tecrübenin en uç noktasını Konstantinopolis ziyaretinde görür. Nerval, seyahatname sırasında kimi zaman profesyonel bir gözlemci, kimi zaman amatör bir seyyah, ilk kez kendisinin kullandığı tabirle ‘turist’, kimi zaman ise aylak adam olarak karşımıza çıkar.
Doğu’da Seyahat, s. 518- 617.
Donanımlı bir kültür takipçisinden Konstantinopolis’te Ramazan ayında herkesin içine karışan, rahat adama giden yolu Behdad şöyle açıklıyor:
“Nerval’in burada yaptığı yolculuğun anlatımı artık temsil değil, tasvirdir; yani özne tarafından görülenin çerçevelenmesi yerine hikaye, yarattığı betimlemeye öznesini de dahil eder, böylece gözlemleyenle gözlemlenen nesne arasındaki mesafeyi yok eder. Ramazan’da gündüz tutulan orucun gece kutlamalarına fırsat vermesi egzotik olanı karnavallaştırır. Burada gözlemleyen özne ve gözlemlenen öteki arasında ayırt edici bir sınır yoktur.” Kolonyal Çözülme Çağında Oryantalizm, s. 48.
Ne var ki, Nerval’in Kahire’ye vardığında hissettiği hayal kırıklığı ve ardından mitik öğeleri mümkün olduğunca Doğu’nun içinden yeniden seçme uğraşısı, İstanbul için farklı bir anlama bürünmüştür. Yönetim zaafiyeti yaşayan bir başkentin Batılılaşma adımlarında kentin ikiye bölünmesi, Nerval’in aradığı otantik havayı tamamen bulanıklaştırır. Nerval’in şehrin geleneksel kalan ve modernleşmeye çalışan iki alanından hangisine ağırlık vereceği sorusu, Ramazan ayında gelenekselliğin içinde erimeye çalışmasıyla cevap bulur. ‘Doğu’nun kendi keşmekeşliği içinde bir bütünlük arz eden yapısını kabul eden Nerval, İstanbul’un fes giyilen, Ramazan eğlenceleri düzenlenen yerlerini de, Fransızca gazete okunan Levanten kahvelerini de görür. “Geceleri Doğu öykülerinin anlatıldığı kahvelerin izini sürmek, onun kaybettiği miti canlandırmasına yardımcı olacaktır.” PARLA, J. (2005), Efendilik, Şarkiyatçılık, Kölelik, İstanbul: İletişim Yayınları, 3. Baskı, s. 93.
[18] SAID, E. (çev: ÜLNER, B.) (2004), Şarkiyatçılık: Batı’nın Şark Anlayışları, İstanbul: Metis Yayınları, 4. Baskı, s. 180.
[19] Avrupa gezisinde Constance Gölü’nün etrafını gezerken ummadığı bir manzarayla karşılaşınca:
“… Öyleyse elimizi çabuk tutup gün doğmadan Constance’tan ayrılalım ve en azından bütün bunlar üzerindeki kuşkumuzu sürdürelim, daha hoşgörülü seyyahların bize sonraları, “Ama siz çok hızlı geçip gitmişsiniz, hiçbir şey görmemişsiniz! diyebileceklerini umut edelim.” diye yazıyordu. age., s. 55.
Ya da Mora kıyılarında arzulananın bir kabus gibi geri dönmesi:
“…Kythera’nın bütün güzelliklerinden geriye ancak porfir kayaları kalmış ve bunlara bakmak, sıradan kumtaşı kayalar görmek gibi hüzün veriyor insana. Deniz perilerinin, Aphrodite’nin büyük deniz kabuğunu seçtikleri bu kıyı boyunca bir tek kabuk bile yok.” age., s. 103.
Nerval’in düşlediği Yunan’a ulaşamayışı, bu çağrışımlarla bezeli Avrupa kültürünün yerini yavaş yavaş gündelik yaşama yönelik gözlemlere kaydırmasına neden olur. Tarihi çağrışımlar, görece azaltılır ve piramitlere ulaşana dek Avrupa çapında yozlaşan kültürün eleştirisi sayfalarda yer bulur.
[20] Kahire’de gördüğü tarihi yerler, bu seyahatnamenin bir hac yolculuğu olduğunu düşünürsek, dini referanslarla beraber de değerlendirilebilir. Dinlerin çıkış noktalarında gezinen bir mistik için piramitlerin öyküsü acaba efsane vari bir değerlendirmeye mi tabi tutulacak, yoksa Antik Yunan da bir geçiş köprüsü olarak kullanılarak büyük bir uygarlığın parçası biçiminde maddi bir tarih okumasıyla birleştirilerek Batı’ya mı mal edilecektir? Nerval, bu açmazda ‘Doğu’ efsaneleriyle süslü anlatıların karşısına Antik Yunan’ı çıkartarak piramitleri ‘Batı’’ya sürüklemek istemez ancak bizatihi maddi tarih okumasının karşıtını ‘Doğu’da duyduğunu belirterek “içeriden” bir okuma yaparak aynı olayda “iki farklı kültür” arasında yeni bir “farklılık” keşfeder.
[21] “Bunlar tembellerdir. Bir işe yaramaktan çok, uyumayı ya da kahvehanelerde hikayeler dinlemeyi daha çok severler. Geçinip gitmek için çok az şeyle yetinilir burada. Gerektiğinde tarlalarda çalınacak meyve ve sebze her zaman bulunur. Hükümet en gerekli işleri yaptırmakta zorluk çeker ama bu işlerin yapılması gerekiyorsa asker birliklerle bir mahalle sarılır ya da bir sokak kapatılır, yoldan geçenler durdurulur ve elleri bağlanır.” age., s. 193.
[22] Kanunların Ruhu Üzerine ve İran Mektupları’nın fazla etkisinde kalmış olacak ki, Montesqieu’nün halkların yönetim biçimiyle iklimler arasında kurduğu dolaylı bağlantıyı eserinde kullanmış. Nerval, bu bağlantıyı ondan aldığını belirtmese de Montesquieu’ye farklı konularda sık sık başvurmuş. Montesquieu’nün düzensizliğin rejimi olarak da resmettiği despotizmde sınıfsal ayrımlarla mevkilere erişme arasında bir paralellik bulunmaz, herkes her an bir göreve getirilip ertesi gün boyunları vurdurulabilir. Nerval, yine bu genel önermeye yaslanarak, ‘Doğu’ toplumlarında, özellikle gerileyen Osmanlı hakimiyetinin bulunduğu yerlerde bu gibi uygulamalara rastlandığını belirtir.
age., s.352, 358.
ALTHUSSER, L. (çev: TÜMERTEKİN, A.) (2005), Montesquieu: Siyaset ve Tarih, İstanbul: İthaki Yayınları, s.109.
[23] “Onların karakterlerinde bizden daha fazla basitlik var ve konuşmalarında anlamsız bir gevezelikten başka bir şeyin söz konusu olmadığından eminim.” Doğu’da Seyahat, s. 341.
[24] WALLERSTEIN, Immanuel (çev: ÖNAL, Sinan) (2007), Avrupa Evrenselciliği: İktidarın Retoriği, İstanbul: Aram Yayınları.
Yazı, "Doğudan" dergisinin Ekim 2007'deki ilk sayısında yayınlandı.
Yazı, "Doğudan" dergisinin Ekim 2007'deki ilk sayısında yayınlandı.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)