Ara

Gecikmiş Bir Aşk İtirafı...


Amos Oz, çev. Cem Alpan, "Kara Kutu: Gecikmiş Bir Aşk İtirafı...", Doğan Kitap.

Kara Kutu: Sırlarla örülmüş ilişkiler, zamanı gelmiş bir hesaplaşma; Kara Kutu… siyasetin iç dünyalara vuran gölgesi, sistemin çarptığı ruhlar… politik sınırlar ve tenin sınırları… ifade edilmeyi bekleyen gerçekler, arzular… Kara Kutu: gecikmiş bir aşk itirafı… İlana, yedi yıllık sessizliğini bozar ve Amerika’ya göç etmiş eski kocası, parlak akademisyen Aleks’e bir mektup yazar; ergenlik çağına gelmiş sorunlu oğulları Boaz’ın başı ciddi derecede derttedir. Ne var ki, bu basit çağrının altında başka şeyler de vardır; ihtiraslı ve duyarlı İlana, ikinci kocası öğretmen Michel ve küçük kızlarıyla kurdukları hayatın içine sığamamakta, geçim sıkıntısı da gün geçtikçe hayatlarını zorlaştırmaktadır.
Geçmişe, duygularına sırtını dönmüş, yazdığı makalelerle avunmaya çalışan Aleks’in eski bağlarından kurtulamadığını anlaması fazla zaman almaz.
Kara Kutu’yu açmanın zamanı geldi, çünkü iki tarafın da gizlediği bazı şeyler var…

“Kahve içtim ve yalnızca dinledim, araştırmadım..."


Linda Grant’in İsraili






GRANT, Linda (çev. ARKMAN, Ceren) (2007), Sokaktaki İnsan: İsrail İzlenimleri, Yayın Odası.





Annesi Rus, babası Polonya Yahudisi olan gazeteci-yazar Linda Grant , 1951’de Liverpool’da doğdu. İsrail toplumunun yaşadığı sorunları, İsrail’e gezileri sırasında yakından gördü, ailesinin onu yetiştirme anlayışı ve ilerleyen yaşlarındaki araştırmaları sonucunda ise Yahudi toplumunun açmazları hakkında oldukça bilgi sahibi oldu. Edebiyat alanında birçok ödüle layık görüldü, eserleri özellikle İngiltere’de binlerce rafa yerleşti.

Grant, 2006’da İngiltere’de yayınlanan Sokaktaki İnsan: İsrail İzlenimleri (The People On The Street: A Writer's View of Israel) adlı çalışmasında, tüm birikimini arkasına alarak, bir edebiyatçı ve gazeteci kimliğiyle İsrail insanının gündelik hayatında siyasetin rolüne ışık tuttu. Röportaj dalında Ulysses Ödülü’ne layık görülen bu eser, İsrailli insanların yaşamına diaspora Yahudisi bir kadının dışarıdan bakışı olarak okunabilir. İsrailli sıradan insanların sorunlarını ön plana alan bu metin, araştırmacı kimliği ağır basan bir yazarın, belli bir düzene göre akan, alt alta sıralanmış söyleşilerinin ötesinde; bir edebiyatçının mutfağında gezi yazılarına dönüştürülmüş bir günlük olarak değerlendirilebilir.

Linda Grant, “mekânsızlığın/yurtsuzluğun” belki de en önemli birleştirici/kurucu unsur olduğu Yahudi cemaatinin tüm özelliklerini küçük yaştan itibaren deneyimlemiş bir isim. Anne babasının geleneklere uygun biçimde yetiştirmeye çalıştıkları, başını dışarıya uzatmasına tereddütle yaklaştıkları, kendi çevrelerinden koparmak istemedikleri bir eğitim sürecinden geçiyor genç Linda. Öyle ki, yaz tatilleri için gönderildiği kibbutzlar, ailesinin onu uzaktayken bile güvende hissedeceği mekânlardan oluyor. Yaşadıkları ülke İngiltere’de gençlik merkezleri varken ailesinin onu İsrail’de bir kampa göndermesi aslında oldukça anlamlı. Zira genç yaşındayken bunun değerini çözemeyen Grant, daha sonraları, akrabaları olmamasına rağmen İsrail’e tatile yollanmasının nedenini kavrıyor: “ ‘Orada aile içinde sayılıyorsunuz’ diyorlardı. Gerçek anlamda değil, çünkü hiç İsrailli akrabamız yoktu. Demek istedikleri, bütün Yahudilerin aile olarak düşünülmesi gerektiği ve yalnız başına yurtdışına çıkmış bir Yahudi kıza göz kulak olma konusunda kibbutzlardakilere güvenebilecekleriydi…” (s. 19). Dünyanın dört bir yanına dağılmış, ‘evrenselleşmiş’ cemaatini bir arada tutabilmek adına kibbutzları tasarlayan düşüncenin, ‘evrensellik’ iddiasını diğer topluluklara karşı kapalı tutması… Yahudi cemaatinin içeride türdeşliği sağlarken kendisini dışarıya kapamasının öyküsü belki de kibbutz kampları… Ortak bir dil, din, ritüel ve simgeler bütünü geliştiren topluluğun merkezine oturttuğu İsrail devleti, siyasetini aslında güncel hayattan dokuyor. Tarih boyunca dışlanmasını, yurtsuzlaştırılmasını, sürülmesini, soykırıma tabi tutulmasını bir tür içe kapanma vesilesi olarak kodlayabiliyor; Tevrat’ı, İbraniceyi, zenginliğin, zekânın ve üretkenliğin tohumunu kendinden türetirken; dünyanın geri kalanından çektiği sıkıntıyı faşizm deneyimine, genel olarak ırkçılığa, kutsal toprakların işgaline bağlıyor. Olumlu ve olumsuz öğeler aslında aynı mitik semboller vasıtasıyla güncel siyasetin içinde yer alıyor. Dinin, dilin, vatan toprağının kadim çağlardan itibaren kuruluşu ve bugünkü İsrail toplumuna mal edilişi -o müthiş anakronizma- beraberinde gözü aç, ‘biz’i çekemeyen düşmanların da (Bir Filistinli için buraların başından beri ‘Arap toprağı’ olması, sonradan gelen Yahudilerin ‘vatan’a çöreklenmeleri gibi) olumsuz öğeler olarak kodlanmasını getiriyor. Bu açıdan din -‘laiklik’ tartışması bir yana- siyasal olanın tam da merkezine oturuyor. Ülkemizdeki güncel tartışmalardaki soğuk tanımıyla, “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” şiarı, İsrail örneğinde laiklik açısından pek de bir şey ifade etmiyor. Zira hem İsrail için bu tanım, güncel hayatın bunca dini simgeyle yoğrulduğu bir ortamda, hemen her haberin din için pek de elle tutulur cinsten değil. Din’i kolundan tutup ne siyasal-kamusal alanın ne de devlet tartışmalarının dışına atabiliyorsunuz, her biri iç içe geçmiş ve aslında ayrışması düşünülemeyecek, birbirlerini doğuran olgular… Grant’in ifadeleriyle “bu hayat zinciri, bir inanç sistemine bağlanmanın aksine bu sahnelenme ihtiyacı, hikâyenin tekrarlanarak incelenmesiyle oluşturulan geçmişle sürekli ilişki duygusu, Yahudilerin dünya görüşlerini şekillendirmiş” (s. 33). Dinin yaşamdaki görünümü, sandığımızın ötesinde siyaseti kuruyor, yönetiyor ve gündelik ilişkilere “şekil veriyor”.

Yazarın İsrail toplumunu bir diaspora gözüyle incelemesi elbette konuya ‘objektif’ yaklaşımı açısından sorunlar doğurabiliyor. Ancak metnin özgünlüğü, ne Yahudilere ne de Filistinlilere yönelik bir mesaj verme kaygısı taşıması… Grant, sadece ‘görmek’ için İsrail’de bulunuyor, birilerine bir şeyler ‘öğretmek’ ya da gördüklerinden ‘ders çıkarmak’ için değil… Bir toplumun gündelik yaşamında siyasetin, medyanın, liderlerin, dinin, dilin, tarihin oynadığı rolü gözlemlemek asıl dert olunca, söyleşiler de belli bir kalıp metin halinde kurgulanmıyor, didaktik bir üslupla okuyucuya yansıtılmıyor. Kuşkusuz Grant’in günlüklerindeki edebi içerik, bu söyleşilerin didaktik ve habercilik yönünü törpülüyor; İsrail insanını ve siyasetini gezi güncesinin içine yedirilmiş söyleşilerden okuyabiliyorsunuz. Bu tutum, bize lider açıklamalarını, zirve toplantılarını temel alarak bir Ortadoğu haritası çizmeyi tercih eden yazarların ve sokağın köşesinde mermilerden sakınırken sesini duyurmaya çalışan yelekli gazetecilerin dışında bir fotoğraf sunuyor: Savaş meydanının çarpışma anından çok gündelik ilişkilerde siyasetin nasıl türetildiğini anlamaya çalışan ve bu çabasını birkaç güne değil, aralıklarla yaklaşık 3 yıla sığdıran bir yazarın izlenimleri… Saddam’ın yakalanışı haberinin medya tarafından İsrail kamuoyuna nasıl yansıtıldığını incelemeyen, olayın ‘vuruculuğu’nu İsrail insanının Saddam’ın yakalanışına sokakta verdiği tepki (öfke, kin, sevinç, nara, küfür ve şükür ifadelerinin İbranicedeki özel anlamları) üzerinden ölçen Grant, “siyaset”in tanımı açısından sanırım başka bir yol öneriyor: Siyaset, bir toplumun reflekslerini, ritüellerini, günlük hayattaki davranışlarını gözlemlemekle de değer taşıyabilir. Çatık kaşlı adamların toplantı ertesi zoraki gülümsemelerini sağlayan fotoğraf çekimlerinin ötesinde, bir halkın yaşamını idame ettirişini, olaylara tepkisini, kendisini nasıl savunduğunu anlamak, onlara ‘şekil verme’ye çalışan siyasetçilerin, biliminsanlarının, medya önderlerinin, ‘bilirkişi’lerin eylemlerinden daha anlamlı olsa gerek… Grant, bir saha çalışmasının elinde anketlerden, hipotezlerden yapılma bir mercekle bulgu peşinde ilerlemediği gözlemi sırasında sadece “kahve içiyor ve dinliyor”, yazarken “ne yapılmalı?” sorusunun kendi içinde barındırdığı yönlendirmeci tavrın önüne geçiyor, bir toplumun yaşamına –kendi içinde ve dışında yarattığı ötekileriyle birlikte- “nasıl bakılabileceği”nin yanıtlarını arıyor.

Yazarın üslubu, gözlemlediği toplumun diline ve dinine, ritüellerine yaklaşımı tam da bu anlama çabasına destek olacak nitelikte. Gözlemlediği toplumun ritüellerini kendi dilinde, İbranicede; dini günlerinin anlamını ve bunun siyasal yaşamdaki önemini ise dipnotlarda vermeyi tercih ediyor Grant. Çoğu uzun olan bu dipnotlar, eğer metin içinde verilseydi, yazarın didaktik olmama kaygısıyla tasarlanmış, “araştırmadan çok izleme”ye dayalı kurgusunu zedeleyebilirdi. “Yahudi olmayan”lara dair bu dilbilgisi, yazarın kendisiyle çelişmesi sonucunu doğurarak, okur karşısında ona bir tür “etimolojik iktidar” kurdurabilirdi. Gezi notlarının bu biçimde hazırlanması, okumayı kesintiye uğratarak, günceyi yazarın verdiği teknik, dilsel ve dinsel bilgi etrafında dönen bir tür gezi rehberine (yazarı ise seyyah’tan rehber’e) dönüştürebilirdi. Grant, bu tavırdan kaçınmaya gayret etmiş.

“Araştırma”nın coğrafyamıza ve özelde Şarkiyatçı yazına en büyük etkisinin ‘anlamak’tan çok ‘açıklamak’, ‘çözüm bulmak’, ‘tasvir etmek’ olduğu düşünülünce, gündelik hayatlarımızda neler yaşadığımızın pek de önemi kalmıyor. Sosyal olana dair her şey, dışarıdan bakan gözün “ampirisist, sonuç ve/veya çözüm odaklı” stratejisinin bir malzemesine dönüşüyor… Bilgiç, didaktik bir bilimsellik vurgusu, bu coğrafyaya dair bir şey söylemektense, emellerini ya da fark etmeden kendi kültürünün öğelerini bu coğrafya üzerine yığıyor, çıkarttığı kalıbı kendi ülkesinde, yazınında kullanıyor. “Doğu” ise keşfedilmeyi, incelenmeyi, medeniyetin getirilmesini bekleyen edilgen bir alana dönüşüyor. Bu açıdan Grant’in çabasını sorunu “çözmek”ten çok onu yerel, sosyal dinamikleriyle “anlama” faaliyetinin önemli bir parçası olarak görüyorum. Grant’in gerek özyaşamı gerekse bir gazeteci-edebiyatçı kimliğiyle olaylara bakışı, yaşadığı diaspora “açmazını-arafını” görmemizi elbette engellemez, ancak ünlü isimlerle görüşmektense özellikle yerli halkın derdini dinleme ve seyretme tercihinin siyaset tanımımız ve toplum algımız açısından kritik değeri olduğunu sanıyorum.

Doğudan Dergisi, S. 8/Aralık-Ocak 2008.

'taksim'sin

Seni düşünürken
ya da öyle san'rı'ken
dinlememek lazım ne ses ne de benzerini...
güzel “şey”, tarifi zor olsa da
başı-sonu sen'li
ama yoksun.
“şey” derkenki kadar dışa kapalı,
kendimi paraladığım,
içte kendiliğinden çoğalan anlam...
sen-sen anlamın başı-sonu,
bellek ele-kaleme ve
kâğıda -ayık zamanlardaki adıyla- teslimse
ve kafa 'şirin'ken -'güzel' başka bi rütbe aman!-
bellek safdışılığı meziyet sayıyorsa
ve sabah dimdik ayaktayken
yine sana gevişliyorsa...
her şey sana ulaşmadığımca anlamlıysa,
her “şey”e yüklenen
akşamdan kalma değil,
sabahtan milatlıysa,
azıklıysa ez cümle,
o vakit gece virgülsüz olmalı,
sen de hem büyük harf hem nokta...
aha da işte,
cümlenin keskinliği,
sözcüğün netliği,
devrikliğin gereksizliği ve fuzuli sayılışı,
zapt-u raptın egemenliği,
”araf”ın zaferisin...
ve ben sana rağmen
sen-im, -in değilim...
'tek-el' kurdum,
sorma bir “şey”, zira lal, meziyetim...
geri dönüşleri marifet saymamdır
en uzun çetelem,
sen olmasan aslında,
ki çetele nazarında yoksun ve elbet'tek'i ben yoksun,
derecelenmen kesilmez / kesilir
aha da yukardaki 'taksim'sin, üstüne geldin kalemin
ne orada ne de buradasın, tam da bölensin...
bir bu kadar “araf”sın yani...
tam da 'taksim'sin...
ne benlesin /ne bensiz
oysa sen elbet'tek'i bizsizsin...
yanılmam avunmamdandır doğrusu,
gün geçtikçe dışarıdan üstüme çöken
benim olmaya başlayan
netlik kaygı-m...
aklımı bulandıran,
alışık-sız-lığım,
'tek'insizliğe terk edilişim
kendime uzanışım ve
“ve”ye bile yön / rota
çizemeyişim...
cümlenin başında mı sonunda mısınız
“ve” ve sen, karar verin artık!...
“3 nokta”ları sözüm ona
dolu tutma yalanım,
yalanın keskin ürpertisini
bile bana yabancı kılıyor (...)?

ara sorularım, seninle ilgisi yok:
yalan-modern mi?
müzik seni ya da sana bulmama engel mi?

devam...
sana bir “şey” duydukça,
sert adıyla; depreştikçe
araya katalizör (?) sokmam
belki de asıl bu beni senden koparıyor.

Müziksizlik -
?
-
- senlilik

Müzik ?
-
-
- sen


Kasılmak → sen
biz → kısılmak

sessizlik varsa eğer
ve en çok o an seni
düşlüyorsam (her ne fiilse?)
konuş'tuğunda' artık bende karşılığın var mı?
Yok...
konuş'ursan' ihtimalim artar,
malum, sessizlik harçlı hayalim
geniş zamanların müridi...
susmanın duacısıyım,
konuş'tuğunda' biteceksin, yapma!
Bir yeni dönüş?...
Bocalama hali, bir nevi desen ilmihali...
'tekçi' bir yorum, sana kapalı...
dönüşlülük mü bu o zaman?
Sert soru, çünkü yanıtı da bana ait,
dayanılmaz söz mülkiyeti, platonizm'im'in mayası...
“3 nokta” israfperestliği cabası...
İçe kapanık, açıldığı anda
sen yoksun (,) artık...
çünkü'ler başlıyor...
katı / çünkücü izahat fetişizmi iliğine işliyor
doldurmadık boşluk kalmamacasına,
başlıyor gözenek katliamı...
doldur! Emir kipi sahteliklerle becayişte,
sahtelik meçhul,
emir hem demirbaş, hem gayrimenkul,
nice ki, gayrimenkule duacıyız,
sırf emir peydah olmasın diye / diye de dikilmiş karşıma 'emir!' diye...


27 Ekim 2008