Ara
“Kahve içtim ve yalnızca dinledim, araştırmadım..."
Linda Grant’in İsraili
GRANT, Linda (çev. ARKMAN, Ceren) (2007), Sokaktaki İnsan: İsrail İzlenimleri, Yayın Odası.
Annesi Rus, babası Polonya Yahudisi olan gazeteci-yazar Linda Grant , 1951’de Liverpool’da doğdu. İsrail toplumunun yaşadığı sorunları, İsrail’e gezileri sırasında yakından gördü, ailesinin onu yetiştirme anlayışı ve ilerleyen yaşlarındaki araştırmaları sonucunda ise Yahudi toplumunun açmazları hakkında oldukça bilgi sahibi oldu. Edebiyat alanında birçok ödüle layık görüldü, eserleri özellikle İngiltere’de binlerce rafa yerleşti.
Grant, 2006’da İngiltere’de yayınlanan Sokaktaki İnsan: İsrail İzlenimleri (The People On The Street: A Writer's View of Israel) adlı çalışmasında, tüm birikimini arkasına alarak, bir edebiyatçı ve gazeteci kimliğiyle İsrail insanının gündelik hayatında siyasetin rolüne ışık tuttu. Röportaj dalında Ulysses Ödülü’ne layık görülen bu eser, İsrailli insanların yaşamına diaspora Yahudisi bir kadının dışarıdan bakışı olarak okunabilir. İsrailli sıradan insanların sorunlarını ön plana alan bu metin, araştırmacı kimliği ağır basan bir yazarın, belli bir düzene göre akan, alt alta sıralanmış söyleşilerinin ötesinde; bir edebiyatçının mutfağında gezi yazılarına dönüştürülmüş bir günlük olarak değerlendirilebilir.
Linda Grant, “mekânsızlığın/yurtsuzluğun” belki de en önemli birleştirici/kurucu unsur olduğu Yahudi cemaatinin tüm özelliklerini küçük yaştan itibaren deneyimlemiş bir isim. Anne babasının geleneklere uygun biçimde yetiştirmeye çalıştıkları, başını dışarıya uzatmasına tereddütle yaklaştıkları, kendi çevrelerinden koparmak istemedikleri bir eğitim sürecinden geçiyor genç Linda. Öyle ki, yaz tatilleri için gönderildiği kibbutzlar, ailesinin onu uzaktayken bile güvende hissedeceği mekânlardan oluyor. Yaşadıkları ülke İngiltere’de gençlik merkezleri varken ailesinin onu İsrail’de bir kampa göndermesi aslında oldukça anlamlı. Zira genç yaşındayken bunun değerini çözemeyen Grant, daha sonraları, akrabaları olmamasına rağmen İsrail’e tatile yollanmasının nedenini kavrıyor: “ ‘Orada aile içinde sayılıyorsunuz’ diyorlardı. Gerçek anlamda değil, çünkü hiç İsrailli akrabamız yoktu. Demek istedikleri, bütün Yahudilerin aile olarak düşünülmesi gerektiği ve yalnız başına yurtdışına çıkmış bir Yahudi kıza göz kulak olma konusunda kibbutzlardakilere güvenebilecekleriydi…” (s. 19). Dünyanın dört bir yanına dağılmış, ‘evrenselleşmiş’ cemaatini bir arada tutabilmek adına kibbutzları tasarlayan düşüncenin, ‘evrensellik’ iddiasını diğer topluluklara karşı kapalı tutması… Yahudi cemaatinin içeride türdeşliği sağlarken kendisini dışarıya kapamasının öyküsü belki de kibbutz kampları… Ortak bir dil, din, ritüel ve simgeler bütünü geliştiren topluluğun merkezine oturttuğu İsrail devleti, siyasetini aslında güncel hayattan dokuyor. Tarih boyunca dışlanmasını, yurtsuzlaştırılmasını, sürülmesini, soykırıma tabi tutulmasını bir tür içe kapanma vesilesi olarak kodlayabiliyor; Tevrat’ı, İbraniceyi, zenginliğin, zekânın ve üretkenliğin tohumunu kendinden türetirken; dünyanın geri kalanından çektiği sıkıntıyı faşizm deneyimine, genel olarak ırkçılığa, kutsal toprakların işgaline bağlıyor. Olumlu ve olumsuz öğeler aslında aynı mitik semboller vasıtasıyla güncel siyasetin içinde yer alıyor. Dinin, dilin, vatan toprağının kadim çağlardan itibaren kuruluşu ve bugünkü İsrail toplumuna mal edilişi -o müthiş anakronizma- beraberinde gözü aç, ‘biz’i çekemeyen düşmanların da (Bir Filistinli için buraların başından beri ‘Arap toprağı’ olması, sonradan gelen Yahudilerin ‘vatan’a çöreklenmeleri gibi) olumsuz öğeler olarak kodlanmasını getiriyor. Bu açıdan din -‘laiklik’ tartışması bir yana- siyasal olanın tam da merkezine oturuyor. Ülkemizdeki güncel tartışmalardaki soğuk tanımıyla, “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” şiarı, İsrail örneğinde laiklik açısından pek de bir şey ifade etmiyor. Zira hem İsrail için bu tanım, güncel hayatın bunca dini simgeyle yoğrulduğu bir ortamda, hemen her haberin din için pek de elle tutulur cinsten değil. Din’i kolundan tutup ne siyasal-kamusal alanın ne de devlet tartışmalarının dışına atabiliyorsunuz, her biri iç içe geçmiş ve aslında ayrışması düşünülemeyecek, birbirlerini doğuran olgular… Grant’in ifadeleriyle “bu hayat zinciri, bir inanç sistemine bağlanmanın aksine bu sahnelenme ihtiyacı, hikâyenin tekrarlanarak incelenmesiyle oluşturulan geçmişle sürekli ilişki duygusu, Yahudilerin dünya görüşlerini şekillendirmiş” (s. 33). Dinin yaşamdaki görünümü, sandığımızın ötesinde siyaseti kuruyor, yönetiyor ve gündelik ilişkilere “şekil veriyor”.
Yazarın İsrail toplumunu bir diaspora gözüyle incelemesi elbette konuya ‘objektif’ yaklaşımı açısından sorunlar doğurabiliyor. Ancak metnin özgünlüğü, ne Yahudilere ne de Filistinlilere yönelik bir mesaj verme kaygısı taşıması… Grant, sadece ‘görmek’ için İsrail’de bulunuyor, birilerine bir şeyler ‘öğretmek’ ya da gördüklerinden ‘ders çıkarmak’ için değil… Bir toplumun gündelik yaşamında siyasetin, medyanın, liderlerin, dinin, dilin, tarihin oynadığı rolü gözlemlemek asıl dert olunca, söyleşiler de belli bir kalıp metin halinde kurgulanmıyor, didaktik bir üslupla okuyucuya yansıtılmıyor. Kuşkusuz Grant’in günlüklerindeki edebi içerik, bu söyleşilerin didaktik ve habercilik yönünü törpülüyor; İsrail insanını ve siyasetini gezi güncesinin içine yedirilmiş söyleşilerden okuyabiliyorsunuz. Bu tutum, bize lider açıklamalarını, zirve toplantılarını temel alarak bir Ortadoğu haritası çizmeyi tercih eden yazarların ve sokağın köşesinde mermilerden sakınırken sesini duyurmaya çalışan yelekli gazetecilerin dışında bir fotoğraf sunuyor: Savaş meydanının çarpışma anından çok gündelik ilişkilerde siyasetin nasıl türetildiğini anlamaya çalışan ve bu çabasını birkaç güne değil, aralıklarla yaklaşık 3 yıla sığdıran bir yazarın izlenimleri… Saddam’ın yakalanışı haberinin medya tarafından İsrail kamuoyuna nasıl yansıtıldığını incelemeyen, olayın ‘vuruculuğu’nu İsrail insanının Saddam’ın yakalanışına sokakta verdiği tepki (öfke, kin, sevinç, nara, küfür ve şükür ifadelerinin İbranicedeki özel anlamları) üzerinden ölçen Grant, “siyaset”in tanımı açısından sanırım başka bir yol öneriyor: Siyaset, bir toplumun reflekslerini, ritüellerini, günlük hayattaki davranışlarını gözlemlemekle de değer taşıyabilir. Çatık kaşlı adamların toplantı ertesi zoraki gülümsemelerini sağlayan fotoğraf çekimlerinin ötesinde, bir halkın yaşamını idame ettirişini, olaylara tepkisini, kendisini nasıl savunduğunu anlamak, onlara ‘şekil verme’ye çalışan siyasetçilerin, biliminsanlarının, medya önderlerinin, ‘bilirkişi’lerin eylemlerinden daha anlamlı olsa gerek… Grant, bir saha çalışmasının elinde anketlerden, hipotezlerden yapılma bir mercekle bulgu peşinde ilerlemediği gözlemi sırasında sadece “kahve içiyor ve dinliyor”, yazarken “ne yapılmalı?” sorusunun kendi içinde barındırdığı yönlendirmeci tavrın önüne geçiyor, bir toplumun yaşamına –kendi içinde ve dışında yarattığı ötekileriyle birlikte- “nasıl bakılabileceği”nin yanıtlarını arıyor.
Yazarın üslubu, gözlemlediği toplumun diline ve dinine, ritüellerine yaklaşımı tam da bu anlama çabasına destek olacak nitelikte. Gözlemlediği toplumun ritüellerini kendi dilinde, İbranicede; dini günlerinin anlamını ve bunun siyasal yaşamdaki önemini ise dipnotlarda vermeyi tercih ediyor Grant. Çoğu uzun olan bu dipnotlar, eğer metin içinde verilseydi, yazarın didaktik olmama kaygısıyla tasarlanmış, “araştırmadan çok izleme”ye dayalı kurgusunu zedeleyebilirdi. “Yahudi olmayan”lara dair bu dilbilgisi, yazarın kendisiyle çelişmesi sonucunu doğurarak, okur karşısında ona bir tür “etimolojik iktidar” kurdurabilirdi. Gezi notlarının bu biçimde hazırlanması, okumayı kesintiye uğratarak, günceyi yazarın verdiği teknik, dilsel ve dinsel bilgi etrafında dönen bir tür gezi rehberine (yazarı ise seyyah’tan rehber’e) dönüştürebilirdi. Grant, bu tavırdan kaçınmaya gayret etmiş.
“Araştırma”nın coğrafyamıza ve özelde Şarkiyatçı yazına en büyük etkisinin ‘anlamak’tan çok ‘açıklamak’, ‘çözüm bulmak’, ‘tasvir etmek’ olduğu düşünülünce, gündelik hayatlarımızda neler yaşadığımızın pek de önemi kalmıyor. Sosyal olana dair her şey, dışarıdan bakan gözün “ampirisist, sonuç ve/veya çözüm odaklı” stratejisinin bir malzemesine dönüşüyor… Bilgiç, didaktik bir bilimsellik vurgusu, bu coğrafyaya dair bir şey söylemektense, emellerini ya da fark etmeden kendi kültürünün öğelerini bu coğrafya üzerine yığıyor, çıkarttığı kalıbı kendi ülkesinde, yazınında kullanıyor. “Doğu” ise keşfedilmeyi, incelenmeyi, medeniyetin getirilmesini bekleyen edilgen bir alana dönüşüyor. Bu açıdan Grant’in çabasını sorunu “çözmek”ten çok onu yerel, sosyal dinamikleriyle “anlama” faaliyetinin önemli bir parçası olarak görüyorum. Grant’in gerek özyaşamı gerekse bir gazeteci-edebiyatçı kimliğiyle olaylara bakışı, yaşadığı diaspora “açmazını-arafını” görmemizi elbette engellemez, ancak ünlü isimlerle görüşmektense özellikle yerli halkın derdini dinleme ve seyretme tercihinin siyaset tanımımız ve toplum algımız açısından kritik değeri olduğunu sanıyorum.
Doğudan Dergisi, S. 8/Aralık-Ocak 2008.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder