Ara

Bardakçısız Berktay'ı Okumanın Zevki...

Halil Berktay, Taraf'taki yazılarına nihayet
Murat Bardakçı-İlber Ortaylı ikilisine yüklenmekten geri durarak devam ediyor. Gerek Bardakçı'nın yazılarından ve tv programındaki sözlerinden, gerekse Berktay'ın aynı hızla ona köşesinden yanıt verme telaşından iyice rahatsız olmaya başlayanlardandım.

Çünkü bu sonu gelmeyecek "sen mi tarihçisin, ben mi?", "sen ne bilirsin, aç amcalara cv'ni göster bakalım, mahalle tarihçisi!" türünden atışmalar, salvolar neyin tartışıldığını unutturacak kadar işin seviyesini düşürmekteydi.
Sahi, milli tarihi mi, devlet tarihçiliğini mi, Ortaylı'nın "televizyon tarihçiliği"ni mi, tarih yönteminde belge fetişini mi, yoksa tarihi metnin nasıl okunacağını mı tartışıyorlardı? Bilgi, savurdukları suçlamalar arasında gümbürtüye gidiyordu.
Dikkatli okura da bu "kündeleşmeler" sırasında satır aralarından "tarih öğrenmek" gibi güç ve yorucu bir görev yükleniyordu.

1940'ların dergi sütunlarındaki meşhur yazarların birbirlerine belaltı vuruşlarını, birbirlerinin en küçük açığını bulmak için pusuya yatışlarını hatırlatıyordu bana bu çatışma.

O yüzden bir o yazıları, bir de Levent Cantek'in "Cumhuriyetin Büluğ Çağı" (İletişim Y., 2008) kitabını masamdan eksik etmiyorum bu ara. Cantek, büyüme telaşı içindeki bir ülkenin (1945-50) yazarlarının birbirlerine sadece yazıları üzerinden değil, özel hayatlarındaki zaaflarını (içki-kadın-kumar) da kullanarak yüklenmelerinin Türkiye'de yeni olmadığını gösteriyor:

Belaltının Kültürel Tarihi...

Bugün bir o tartışmaları tekrar okuyorum, bir de Bardakçı-Berktay kavgasını bu gözle yorumlamaya çalışıyorum...

İş atışmayı da geçmiş, entelektüel bir küfürleşmeye dayanmıştı ki,
neyse şu aralar sular biraz duruldu gibi...

Durulmanın faydası hemen etkisini gösterdi,Berktay sayesinde Nâzım'ın "Memleketimden İnsan Manzaraları"nı farklı bir gözle okumaya daldık...

Bende de anılar yine zirve yaptı.
Fakülte 2. sınıftayım sanırım, annemle evdeyiz...
Sıkılmış, dışarı çıkmak istiyor ama söyleyemiyor.
Sanırım o gün dışarıda dolaşıp bir de üstüne yemek yemek için paramız çıkışmayacak.

Benim de az biraz biriktirdiğim var...
Baktım, gazete ilanında "Memleketimden İnsan Manzaraları" AST'ta oynuyor.
"Nasıl olur; yol parası, yeme içmesi, bileti?" diye annemin yüzü yine kâğıt kaleme bürününce, onu hiç dinlemeden açtım telefonu, biletleri ayırttım...

İyi ki oradaydık,
Rutkay AZİZ'in toplasan 5 dakikalık performansını görmek her şeye bedeldi...
Üstelik sahneye 10 sene çıkmamış bi adamın hafif tozlanmış tecrübesiyle geri dönmesinin ne kadar önemli bir şey olduğunu tadabiliyordum...
Hayat dersi bu olsa gerek...
İnsan Manzaraları'nın etkileyiciliği cabası...

Oyundan çıktığımızda annemden yine "Allah senden razı olsun, beni düşünürsün, ne istediğimi ben söylemeden de hissediyorsun" sözü döküldü...
Annem arada buna benzer konuşur...

İşte o cümleleri bana hâlâ ayrı bir hüzün ve sevinç katar,
kedi gibi sokulasım gelir koynuna.
Hâlâ aynı cümleyi duymak, en sıkıntılı anımı bir umuda dönüştürür.

En son tatilde böyle konuştu,
gözümü açtığımda,
başımı bir anda dizinde buluverdim...


Neyse, Halil Berktay'ın Ortaylısız-Bardakçısız yazı dizisini aktarayım...





Nâzım ve Milli Tarih (1)


Halil Berktay, Taraf, 27 Temmuz.


Sığacak olsa, çok isterdim başlığı uzatıp iki satıra çıkarmayı. Örneğin Nâzım, “millî tarih” ve “millî burjuva”. Veya Nâzım, “millî tarih”, “millî burjuva” ve Burhan Özedar. Hattâ Nâzım ve “millî tarih” (ya da : Burhan Özedar ve Doğu Perinçek). Sonuncusunun özel bir anlamı var; bugün değilse gelecek hafta anlaşılacağını umuyorum. Sırada bekliyordu. Bardakçı ve Afyoncu’ların “millî tarih” meddahlığının eleştirisi, buna da vesile oluyor.

Nâzım’ın imparatorluğun son yirmi, yeni Türkiye’nin ilk yirmi yılının “kültürel mahremiyet”ine vukufunu daha önce de vurgulamış; “Ermeniler kesilirken”e ilişkin tanıklığını “emperyalist yalan” diyen utanmaz yalancıların yüzüne vurmuştum (5-10-12 Ocak ’08; Weimar Türkiyesi, 52-59). Şimdi ise, tarih ideolojisinde Osmanlı karşıtlığından Osmanlıcılığa geçiş eşiği için gene Nâzım’a başvuracağım.

1980’lerin başından beri defalarca yazdım, söyledim : Cumhuriyet tarihçiliğinde Osmanlı’nın rehabilitasyonu 1930’ların ikinci yarısında ve özellikle Ömer Lütfi Barkan tarafından gerçekleştirildi. Kemalizm ilk başta kendi ancien régime’ine karşı Fransız Jakobenlerini andıran bir inkârcılık içindeydi. Yer yer bu, bağımlı köylü tarımı ve timar dağıtımı üzerinde yükselen bir hanedan devletini tümüyle irrasyonel sayan; kurumları arasında hiçbir işlevsel tutarlılık bulamayan; sonuçta, Osmanlı düzenine adetâ hilkat garibesi muamelesi çeken bir tarih-dışılığa, ahistorical diyebileceğimiz bir perspektife varıyordu.

Esasen 1920’lerin Kemalizmi, (a) saltanatın ve (b) hilâfetin olmadığı bir “altın çağ” arayışı içinde, gerek Osmanlı’nın ve gerekse İslâmiyetin etrafından dolaşarak, Orta Asya’da MÖ 7000 dolaylarında sona eren bir “Türk uygarlığı” hayal etmişti. Aralarında ciddî tarihçilerin yer almadığı bir takım apparatçik’lerin icadı olan Türk Tarih Tezi, (c) “atalarıMIZ”ın Avrupalılarla aynı beyaz üstün ırka mensup olduğu; (d) barbar değil medenî oldukları; (e) yeryüzüne savaş değil barışçı göçler yoluyla yayıldıkları ve her yere medeniyet götürdükleri; (f) bu çerçevede, Anadolu’ya da Malazgirt’ten binlerce yıl önce (yani özellikle Yunanlılardan ve Bizans’tan çok önce) geldikleri... gibi bazı yan fikirlere de güya destek sağlıyordu.

Lâkin bu sözde-bilimin piyasaya sürüldüğü 1930-32’de durum değişmişti bile. Kemalist devrim artık thermidor’unun “kanun ve nizam”ını yaşamaktaydı. 1925-27 yıllarında her türlü muhalefeti ezerek şekillenen Tek Parti rejimi, 1929-30’un Büyük Bunalımı karşısında bir sıçrama daha yapmış; eskisinden de katı, daha güdümlü bir devletçilik mecrasına girmişti. Ekonomiyle sınırlı bir devletçilik değildi bu; ideolojik ifadesini tam bir devlet fetişizminde buluyordu. Belki en karanlık, en otoriter, en faşizan döneminden geçiyordu Cumhuriyet. Askerî-bürokratik elit, ne kadar bağdaşmaz görünürlerse görünsünler, bir açıdan Stalinizme de hayrandı, Nazizme de. Her alanda devlet gücü ve iktidarının –Barkan’ın deyimiyle, “inkılâpçı devlet iradesi”nin- yüceltilmesi, ikisinin de ortak yanını oluşturuyordu.

Gün, en aşırı talep ve önerileri zorlukla (ve belki ancak Atatürk tarafından) frenlenebilen Recep Peker’lerin günüydü. Türkiye’de ve özel olarak Solda liberalizm düşmanlığının köklerini yazmaya girişmiştim, bir zamanlar. Recep Peker’e gelip kalmıştım (bkz Okuma Notları, 27 Aralık ’08; 8-15-17-24 Ocak ’09). Sürdürebilseydim, şu soruyu soracaktım : Tek Parti’ciliğin tipik politikacısı Recep Peker idiyse, tipik tarihçisi kimdi ? Ya da politikada Recep Peker’e, tarihte/tarihçilikte kim ve ne karşılık geliyordu ?

Âfet İnan ve Türk Tarih Tezi mi ? Kesinlikle hayır. Hayır, çünkü böyle bir milliyetçi-devletçiliğin kendine uygun “altın çağ” özlemini, her ne kadar “Türk” ve “uygar” dense de, aslında milletin de, devletin de olmadığı, olmadığının da pekâlâ bilindiği, zira hiçbir şekilde gösterilemediği prehistorik, hattâ mitik bir Orta Asya’nın, tanınabilir, elle tutulabilir çizgilerden, herhangi bir insanî çehreden tümüyle yoksun soyutluğu asla tatmin edemezdi. Barkan’ın işte bu noktada sahneye çıktığını ve örneğin İkinci Türk Tarih Kongresi’nde (1937) salonu dolduran üst düzey CHP kadrolarına İmparatorluğun itibarının iadesi çağrısı yaptığını görüyoruz.

Özetle, siz “kadiri kül” (omnipotent) bir devlet mi, “hepimiz birimiz için, birimiz hepimiz için” ilkesini meczeden ideal bir nizam mı arıyorsunuz, o zaman bırakın Orta Asya’yla uğraşmayı da yüzünüzü hemen yanı başınızdaki Osmanlı’ya çevirin –diyordu Barkan. Ve tabii kendi Osmanlı toplumu paradigmasını da buna uyduruyor; deyim yerindeyse, Osmanlı’yı olduğundan çok daha fazla devletçileştiriyor (ve laikleştiriyor); özellikle 1937-38 (Çiftçi Sınıfların Hukuki Statüsü) ve 1939-40 (Ziraî Ekonominin Organizasyon Şekilleri : Ortakçı Kullar) makalelerinde, üretim ve mülkiyet ilişkileri yorumunu “hikmet-i devlet” (raison d’état) etrafında örüyor; sonuçta Yükselme Devri, 1930’ların “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitle”sini de andırmaya başlıyordu. Bundan böyle Tek Parti ne zaman Barkan’ın aynasına baksa kendini görecek ama Osmanlı sanacaktı.

Buradan geliyoruz, Nâzım Hikmet’e. Geçmişte bana çok soruldu : böyle bir kırılma noktası gerçekten var mı ? Canalıcı ideolojik dönüşüm hakikaten 1930’ların sonları ve 40’ların başlarında mı yaşandı ?

Nâzım Barkan’dan habersiz olabilir. Ama herhalde öyle başka gözlemleri var ki, Memleketimden İnsan Manzaraları bu soruya (da) ışık tutuyor.




Tarihçinin Nâzım'ı Döne Döne Okuması
(2)

Halil Berktay, Taraf, 31 Temmuz


Bir dönem çok okunup ezberlenen bölümlerinin yanı sıra, daha az okunan, hattâ neredeyse hiç bilinmeyen bölümleri de vardır Memleketimden İnsan Manzaraları’nın. Hepsi aynı şiirsellik düzeyinde olmayabilir. Komünistler veya geçmiş dönemlerin halk kahramanları öne çıkmayabilir. Yazar ideal kişiler ve ideal mücadelelere epik-lirik güzellemeler döşenmeyebilir. Anlatım biraz kurulaşmış, kestirmeleşmiş, tempo düşmüş –sanılabilir.

Ama yakından baktığınızda inanılmaz bir zenginlik bulursunuz. Toplumun ve insanlığın gerçek karmaşıklığı sizi içine alır. Harry Potter’lardan bir benzetmeyle, böyle pasajlar bana Dumbledore’un pensieve’ini çağrıştırıyor. Dumanlı düşünce helezonlarına dalarken, bir yandan Türkiye’nin derinliklerine nüfuz eder, bir yandan da Nâzım’a yeni baştan hayran kalırsınız. “Şimdinin tarihi”ni bu kadar yoğun yaşayabilmesi ve yazabilmesine. Bunu da mı görmüş ? Onu da mı sezmiş ? Şu gözlemler dizisi üstüste kaç katman ?

Bunu en fazla dedirten anlatımlardan biri, Burhan Özedar’la ilgili. “Millî burjuvazi”nin kökenlerinden, Osmanlı odaklı bir “millî tarih”in canlandırılmasına uzanıyor.

Biliyorsunuz, Manzaralar’ın Birinci ve İkinci Kitapları, 1941 baharında Haydarpaşa Garı’ndan Ankara’ya kalkan iki tren etrafında döner : 15:45 katarı ile 19:00 Anadolu Sürat Katarı. Farklı fiyatlar, farklı istasyonlar, farklı konfor, farklı sosyal sınıflar, farklı insanlar. Ya da belki ilki, kara tren, olabilecek her yerde durup kalkan adi halk treni, dönemin henüz pek az kapitalistleşmiş, daha ziyade kırsal, taşralı, hele kültürü itibariyle yarı-ortaçağ karakterli Türkiye (sivil) toplumunun olanca “küçük insanlık” komedi ve trajedileriyle dolup taşar.

İkincisinde, özellikle yemekli vagonunda ise devlet katı sergilenir. Bu “geri toplum”un üzerine oturtulmuş “modern devlet”in iktidar ve insan ilişkileri yumağı. Ve şu veya bu şekilde devletten nemalanan; devletin yörüngesinde dönen, devlete göre mevzilenen bireyler, gruplar, katmanlar. Üzerlerine “muazzam ve muzaffer kumarbaz”ın gölgesi düşen sair “büyük”ler, kasıntı generaller, kinik (cynical) mebuslar, çürümüş münevverler, Nazi-Vichy işbirlikçileri, Şimal ilâhlarını andıran Alman casusları, savaş vurguncuları, polis doktorları, müteahhitler. Bir de masalarda görünmeyen hayaletler, yaşayanların üzerinde yükseldiği ölüler.

Şimdi düşünüyorum da, çok sofistikeymiş Nâzım, sosyolojik nehir-romancılığında. Asla her şeyi kaba bir burjuvazi-proletarya ikilemine indirgememiş. İşçi sınıfına ilişkin özlemsel abartıları (wishful thinking), başta ileri işçi ve emekçi tipleri, ortada çok fazla komünist olmasına yansıyor. Bir kere, bütün bir komünist mahkûmlar grubu var 15:45 treninde : Halil, Fuat, Süleyman, Melâhat. Onları izleyen (Millî Mücadele kahramanı ve gizli partili) Kartallı Kâzım. Dahası, 15:45’in makinisti Alaeddin de komünist, ekspresin aşçıbaşısı Mahmut Aşer de. Alaeddin’in kömürcüsü İsmail ile Aşer’in garsonu Mustafa ve metrdotel ise daha geniş bir sempatizanlar halkası. Halillerin kompartımanının önünden ayrılmayan “üniversiteli”yi de içine alıyor. Bir adım ötede, son elli beş kuruşundan yirmi beşini Mahkûm Fuat’ın cebine koyan Galip Usta var; her şeyi bilen ve anlayan Mebus Tahsin; masa arkadaşına artı-değer teorisinden (mesele-i fazla-i kıymet) söz eden Doktor Faik. Hepsi bir iddiayı : 1941’in Türkiye’sinde Marksizmle, sosyalizmle oldukça yaygın bir aşinâlığın varlığı iddiasını serdediyor.

Yok mudur buna beş yılını verecek bir doktora öğrencisi ? Her neyse; ben bu özeti bitireyim artık. Birinci tren, sadece İstanbul-Ankara hattını değil, yolcularının uçuca eklense bütün bir çağı dolduracak hayatlarını ve dolayısıyla Türkiye’nin tüm 1908-40 serüvenini de boydan boya katederek bozkıra ulaştığında, taşıdığı komünist mahkûmların dağıldığı çeşitli taşra hapishaneleri aracılığıyla, Anadolu’nun geçmişi ve güncel realitesinin tamamına açılır. Bu da Üçüncü, Dördüncü ve Beşinci Kitapları kapsar. Şu 1941 Yılında diye bilinen kısım, Üçüncü Kitaba denk düşer. İkinci Cihan Harbi Destanı da Beşinci Kitapta yer alır.

Kendimi tutamadım; hepsini şöyle topluca bir hatırlayayım ve hatırlatayım dedim. Ben de yüksek sesle düşünüyorum adetâ. Nâzım’ı tekrar ziyaret ediyorum.

Bu topoğrafya içinde, Manzaralar’ın İkinci Kitap’ının 1. bölümünün sonlarında rastlarız Burhan Özedar’a. Tek değil, Sürat Katarının yemekli vagonundaki iki “millî burjuva” tipinden biridir –diğeri Hikmet Alpersoy. Aslında Burhan Özedar’dan biraz sonra çıkar sahneye : “Yakışıklı, diri, / elli beş yaşlarında bir adam. Geniş omuzları sarsılıyor / kahkahadan kırılıyordu yeşil gözleri.” (Adam Yayınları, Şiirler 5, s. 156 vd) En dipteki masada oturan iki “siyah elbiseli”den esmerinin, yani İç Anadolu’daki bir hastaneye gitmekte olan eski polis doktoru Faik Beyin ağzından “Müteahhit. / Hatta fabrikatör. / Dehşetli zampara” olduğunu öğreniriz. Gerçi Seferberlikte Enver’in gözünden düşmüştür.

Fakat Mütareke yetişti imdadına Hikmet Alpersoy’un :

Ve arkasından Anadolu Kurtuluş Hareketi
iki yılda yarım milyon liralık yaptı Hikmet’i.
– Nasıl ?
– Silâh ve eski asker postalı kaçakçılığıyla.
Bunları Anadolu Hükümetine gönderiyordu Hikmet :
vatana hizmet.
Ucuz alıyor, pahalı satıyordu :
ticaret.

Kuvâyı Milliye’yi yazan bunları da yazıyor. Soldan ulusalcılığa geçenlerin, hangi eleştirel duyarlılıkları yitirdiklerini düşünmeleri gerekir sanırım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder