Ara

Hukukun Militerleştirilmesi

Okay Bensoy[1]

Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde, katı (bir anlamda hardcore) ve vesayetçi, ‘Gerekirse bu ülkeye komünizmi de biz getiririz’ şiarıyla özetlenebilecek pedantist Kemalist cumhuriyetçilikle, “Çoğunluk bende, istediğimi yaparım!” tarzı Menderesçi popülizmin farklı bir düzlemde yeniden dirilişine tanık oluyoruz. Bir yanda 3 Kasım seçimlerindeki toplam seçmenin %25’ini, genel oy oranının %34’ünü alarak %66’lık bir adaletsiz temsil sistemini beraberinde getirdiğini savunan, ama CHP’nin de aynı kremalı pastadan beslendiği gerçeğini göz ardı eden kesim; diğer yanda demokrasiyi “Yaptım, oldu; millet her şeyin tecellisidir!” gözlüğünden okuyan, demokrasiyi yolunmuş tavukla karikatürize ettiren cenah… İşte bu iki ana akım, şimdi cumhurbaşkanlığı seçiminde kozlarını paylaşacak. Erdoğan, dört yıllık maratonunda “demokrasiyi çoğunluğun tahakkümüne dönüştürmeme” kuralını davranışlarıyla defalarca ihlal etti. Hem üslubuyla hem de icraatlarıyla…

’80 İhtilali’nin ‘otomatik cumhurpaşa’sı Evren’in başını çektiği ve geçenlerde Genç Bakış programında “’Anayasaya keşke cumhurbaşkanını halk seçer’ ifadesini koydurtsaymışım” diye içerlediği, “devleti millete karşı” koruyan ve yasamanın kendi içindeki “uzlaşmaz” tutumuna set çeken ’82 Anayasası, tüm facialarına ve yamalı bohçaya dönüşen haline rağmen, çok ciddi evrimler geçirerek bugününe geldi. Aslında Evren’in alıntıladığım konuşması, ihtilalin ve sonrasındaki kurucu iktidarın ne kadar ‘çoğulcu’, yürütmeden ‘özerk’ olduğu konusunda bize şifreler verebilir, cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili tartışmanın sadece bir mevzuat tartışması değil, Türkiye’nin siyasal hayatının ana damarları olan ‘pedantizm- popülizm’, ‘vesayetçi- demokrat” ayrışmalarına da ışık tutabilir. Sorun, kanımca, hukuk koridorlarında dolaşmaktan çok, Türk siyasal hayatında Kemalizm’in birçok halinden sadece birini oluşturan ve bu yazıda odaklanacağım pedantist seçkinleri donatan ideolojik formasyonla, Kemalizm’in milli egemenlik anlayışını cumhuriyetçilik ilkesiyle birleştiren ana damarlardaki değişimle anlaşılabilir. Öyle olduğu takdirde, Sabih Kanadoğlu’nun gerek Ceviz Kabuğu’na aylar önce verdiği demeç, gerekse Alaturka Demokrasi kitabındaki mahkeme kararlarına ilişkin yorumları bir değer kazanabilir. Aksi halde hukukun, anayasanın ilgili maddeleri bulutlara asılı kalabilir.
Buz dağının görünen kısmından başlarsak;
1982 Anayasası’nın m. 102/ 1 fıkrası, “Meclis, cumhurbaşkanını üçte iki çoğunlukla seçer” ifadesini kullanırken, bu ifade, ilk aşamada ‘toplantı yeter sayısı’nın üye tamsayısının üçte ikisi olduğu biçiminde anlaşılabilir. Ne var ki, aynı anayasanın m. 102/ 3 fıkrasında bunun bir toplantı yeter sayısı değil, ‘seçilme yeter sayısı’ olduğu ifadesi metinden çıkarılabilir: “…oylamaların ilk ikisinde üye tamsayısının üçte iki çoğunluk oyu sağlanamazsa…” Dolayısıyla, ilk fıkrada bahsi geçen meclisin ‘seçme iradesi’, iradenin hazırlığı olarak gösterilen toplantı yeter sayısı değil, seçilme yeter sayısıdır. Ancak ’82 Anayasası’nın şahsına münhasır düzenlemesi olan en fazla dört turlu seçim ilkesi, yasamanın işleyişini hızlandırmak ve yürütme organını bir an evvel tesis ettirmek için geliştirilmiş bir ‘ara’ formüldür. İlk iki turda aranan üye tamsayısının üçte iki (aritmetik hesaba göre 367) oy oranının adaylardan herhangi birisi tarafından sağlanamaması halinde geçilecek üçüncü turda, üye tamsayısının salt çoğunluğunun (276) oluru aranacaktır. Dördüncü tur ise, ilk üç turda cumhurbaşkanını seçememiş olan meclisi iyice sıkıştırır ve artık yeni bir meclisin seçimine dek zorlar. Bu sayede 1982 Anayasası, yürütmenin kuruluşu adına yasamanın iradesini arkadan ittirmeye, onu dolaylı yoldan bir mutabakata yükümlendirir. Zira dördüncü tur oylamaya kalan bir yasama organı, kendi içinde yürütmenin başını seçemediği için, devletin süreklilik ilkesini (1982 Anayasası m. 102/ 4 hükmüne rağmen) zedeleyebileceği gerekçesiyle kendine içkin olan varlığını tehlikeye sokar. Bu yüzden dördüncü tur oylama, üçüncü turda en çok oyu almış iki adaydan birinin salt çoğunluk oyunu (276) sağlamasını hedefler (1982 Anayasası m. 102/ 3). Hatırlanacağı gibi, 1961 Anayasası’na göre seçime giden ’80 İhtilali öncesindeki son meclis, cumhurbaşkanı seçimi konusunda ihtilafa düşmüş ve asker, darbenin gerekçelerinden birisini meclisin kendi işleyişini sağlayamamasına bağlamıştır. 1961 Anayasası’nın ikili meclis yapısına uygun 86/ 2 fıkrası, her meclisin toplantı yeter sayısı için üye tamsayısının salt çoğunluğunu, karar yeter sayısı için ise toplantıya katılanların salt çoğunluğunun oyunu alması gerektiğini belirtmiştir. Yine 1961 Anayasası’nın 95/1 fıkrası, seçilme yeterliliği için ilk iki oylamada üçte iki oy çoğunluğunun sağlanamaması halinde, ulaşılana kadar salt çoğunluk oyunu aramaktaydı. 1982 Anayasası, tam da bu nedenden ötürü, dört turluk maratonun ardından meclisten mutlak surette yeni bir cumhurbaşkanı çıkartmasını beklemiştir. Aksi halde meclisin kendisini feshettiği kabul edilecektir. Varolan meclis, yasama ilkesini tam işletemediği için, yürütme dolayımıyla kendisini boğazlamış sayılır. Bu anlamda hukuk, Leviathan yüzlü hemşirenin ‘sus’ işareti yapan parmağıdır:

Devletin sürekliliği, yasamanın Leviathan’ıdır.

1982 Anayasası’nın meclisin toplantı ve karar yeter sayısını genel hüküm olarak düzenleyen ilgili 96/1 hükmü uyarınca, “Anayasada, başkaca bir hüküm yoksa, TBMM üye tamsayısının en az üçte biri (184) ile toplanır ve toplantıya katılanların salt çoğunluğuyla karar verir; ancak karar yeter sayısı hiçbir şekilde üye tamsayısının dörtte birinin bir fazlasından az olamaz (138).” Görüldüğü üzere, genel hüküm olan toplantı yeter sayısı 184’ü işaret etse de, ilgili fıkranın “başkaca bir hüküm yoksa” ibaresi, bizi m. 102’nin ilgili bölümlerine yollamaktadır. Cumhurbaşkanlığı seçiminde özel bir toplantı yeter sayısı öngörmeyen m. 102, cumhurbaşkanlığı seçim yeterliliğini dört tur içinde 367 ile 276 sayıları arasında göstermiş, fakat toplantı yeter sayısının 184’ten fazla olması gerektiğini belirtmemiştir. Bir varsayımdan yola çıkarsak; meclis, 184 üyeyle meclis salonunda hazır bulunsa dahi oturum başlatılabilecek, ancak ilk iki tur için gerekli olan üye tam sayısının üçte iki çoğunluğu oranına ulaşılamayacağı için seçim sonuçlanamayacaktır. Fakat üçüncü turdan itibaren üye tam sayısının salt çoğunluğunun oyunun (276) devreye girmesi yeteceği için, AK Parti’nin bu seçimde kendisine yakın bir adayı meclisteki diğer partilerle bir uzlaşı sağlamasa bile seçmesi mümkün olacaktır. Anayasanın 102. maddesinde belirtilen seçilme yeterliliği sayı ve oranları, 96. maddede düzenlenen hükümlerden farklı bir oylama düzeneğinin cumhurbaşkanlığı seçiminde işleyeceğini anlatmaktadır ancak toplantı yeter sayısında değişikliğe gitmemiştir. O yüzden, genel hüküm olan m. 96/ 1 ile “başkaca bir hüküm” olan m. 102’nin aralarında bir çelişki yoktur. Mevcut anayasa, cumhurbaşkanlığı seçimini, yasama organının bir görevi olarak sayarken, daha fazla mutabakat gereği onu “başkaca bir hüküm”le düzenlemiştir. Toplantı yeter sayısıyla cumhurbaşkanlığı seçim yeter sayısı arasındaki fark; “başkaca bir hüküm yoksa” ibaresinin, yasakoyucu için ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Meclis içtüzüğü ise, anayasa hukukunun temel ilkelerinden olan normlar hiyerarşisi gereği, anayasada açıkça düzenlenmemiş genel, açık, kurucu bir hükmün yasa, tüzük ve yönetmeliklerle düzenlenemeyeceği açılımıyla beraber düşünülebilir. Buna göre, meclisin cumhurbaşkanlığı seçimindeki toplantı yeter sayısının m. 102’de açıkça düzenlenmediği bir hükmünün içtüzükteki hükümler uyarınca (İçtüzük, m. 121/ 1 ve 146, zaten böylesi bir normlar hiyerarşisine aykırılık taşımıyor[2]) işletilmesi ve Kanadoğlu’nun meclis içtüzüğüne bu biçimde başvuran yorumu, normlar hiyerarşisine, anayasanın 2. maddesinde düzenlenen ‘hukuk devleti’ ilkesine aykırıdır.

Tüm bu ‘sıkıcı’ ve kerameti kendinden menkul mevzuat tartışmasından sonra, sorunun pedantist cumhuriyetçi kesimler tarafından “hukukun militerleştirilmesi”ne dönüştürülen, Başbakan Erdoğan’ın ya da başka bir AK Parti (li) yakınının seçilmemesi adına meclisi ‘toplanmamaya’, eylemsiz kalmaya teşvik eden, kurucu iktidardan yıkıcı iktidara, yıkıcılığın kuruculuğuna, sine-i milleti hukuk feneriyle arayan gidişata yönelik yorumumu Kemalist milli egemenlik düşüncesinin cumhuriyetçilikle bezenmiş kurucu iktidar algısıyla açıklamak isterim.

Cumhuriyetçilik, çok geniş bir anlam yelpazesine, farklı tarihsel kodlara, yorumlara açık bir kavram olsa da, farklı cumhuriyetçilik türlerini en azından “genel iradeyi temsil etme” ve “tartışmalı çoğulculuk” başlıkları etrafında toplayabiliriz. Tartışmalı çoğulculuk ve egemenliğin (kaynağını hangi auctoritas’tan alırsa alsın) genel irade etrafında temsili fikri, ortak iyiye ulaşmada cumhuriyetçi erdemin topluma dönük yüzünü oluşturur. Birbirinden ayrılamayacak bu iki ilke, iktidarın kaynağıyla (auctoritas) onun ilkesini kaynaktan kopmadığı müddetçe elinde tutar ve kullanır (potestas), sınırlarını genelde potestas’ın çizeceği tartışma ortamı içinde birbirlerini yeniden üretir, besler ve egemenliğin temsil edildiği çatı altında ‘ilke’yi, bir ve bölünmez olanı yansıtabilecek biçimde ‘hayata geçirir’. “İlkenin temsil ed(il)mesi” hususu kendi içinde bir sancı taşısa da bu sancının hafifletilmesinde çoğulcu tartışmacılık ilkesinin gücü, genel iradenin potestas’ısıyla orantılıdır. Kurucu iradenin auctoritas’ını olağanüstü dönemlerde ‘millet egemenliği’nden ziyade ‘şartların egemenliği’nden aldığı 1921 Anayasası’nın ilk hali, cumhuriyetçi erdemin kurumsallaşması açısından güçler ayrılığı ilkesini ve diktatörel yönünü hesaba katarsak, bize sağlıklı yanıt veremeyebilir. Savaş sonrası meclisinin rüşeym halindeki cumhuriyetçi düşüncelerinde ise ana görüşün Teşkilat- ı Esasiye’yi değiştirirken, meclis içinde belli oranda bir tartışmacılık kültürü kurmaktan yana olduğu söylenebilir. Her fırsatta egemenliğin kaynağını “Allah-millet”, temsilcisini “saltanat ve hilafet- meclis” ikilikleriyle çözümleyen bu tartışmada kurucu mit, ‘bir’lik ve bölünmezlik üzerine inşa edilen bir milli (genel) irade, onun temsilcisi ise meclistir. Kurucu mitin meclisin kurucu iradesiyle bu kadar sıkı sıkıya bağlandığı, teoride meclisin her şey içinde, pratikte her şeyin meclis içinde eritileceği ve meclisin kader saptayıcısı olarak görüldüğü bu cumhuriyetçi ilke, pozitivist “düzen ve ilerleme” düsturunu “vatanını en çok seven, görevini en iyi yapandır” cümlesindeki ödevli yurttaşla birleştiriyor, davaya sahip çıkmayan ve ödev yüklenmeyen kara kalabalıkları dışarıda bırakıyordu. Meclis, yasa yapım süreciyle hem kurucu iradesini ortaya koyuyor hem de “düzen ve ilerleme” adına vatandaşın ödevlerini saptıyordu. Etik ve politik manada türdeşleştirdiği, kurduğu özneyi yeni cumhuriyetin tüm kural ve kurumlarının taşıyıcısı olarak görmek istediği için, ona makro bir birey kimliği aşılamaya çalışıyordu.

Kemalizm’in modern dönemin cumhuriyetçilikle eklemlenen yönü ve kendine özgü yanlarını da içinde barındırarak ilerleyen, yasama organını saltanata ve hilafete karşı yücelten, orduyu ilke düzeyinde de olsa siyasetten uzaklaştırmaya dönük ilk dönemki tavrı, bugün ’82 Anayasası ile beraber sembolik konumundan sıyrılıp yürütmede çok daha aktif rol alan cumhurbaşkanlığı makamıyla ciddi bir kabuk değişikliğine evrilmekte. Öyle ki, bu süreç ’80 İhtilali’nin ardından gelen antidemokratik anayasanın demokratikleştirilmesi adımlarının ötesine geçiyor, ’82 Anayasası ile gündeme oturan yürütmenin başının en çok dört tur sonucunda seçilmesi kuralı, kurucu iradenin kendisini feshetmesine giden sürece de damgasını vuruyor. Ancak cumhurbaşkanlığı tartışmalarında süregiden “halk seçsin” ya da “5+5 formülü uygulansın” önerileri dışındaki bir endişeyi de cumhuriyetçi Kemalist milli egemenlik fikrinin yansıması olan meclisin kurucu irade üretememesi karşısında kendisini yıkıcılığa yöneltmesiyle yaşıyoruz. Meclis iradesinin biricikleştirildiği, bu biricikliğe direnen olası güçlerin (devlet içi ya da sivil) anayasa ilkeleri tarafından törpülendiği, bazı durumlarda emildiği bir dönemde, tüm aykırı seslere karşı çıkacak baskın sesin meclis koridorundan yankılanması kuralından, konuyu yavaş yavaş hukukun koridorlarına taşıyan ve bunu meclisin iradesi sonucu ortaya çıkan anayasa ilkelerinin pozitivist yorumuyla meşrulaştıran bir yeni siyaset anlayışından bahsetmek istiyorum. İşte bu anlayış ki, iradenin kuruculuğunu meclis çatısı altında gören, onu cumhurbaşkanlığı seçiminin halka “yaptırılması” halinde olası popülizmin kollarına terk edeceği huzursuzluğunu yaşayan geleneksel tavrından bile uzaklaşıyor, cumhuriyetçi erdemi meclisin iradesiyle pekiştiren yönünden yine ama bu sefer hukuk yoluyla geri adım atmaya çabalıyor. Bu, vesayetçi cumhuriyetçiliğin (bu özelliğiyle birleştirilirse anlam kazanabilecek pedantist tavrının) kurumların dirliği ve birliği ilkesinin devleti ayakta tutacağına, topluma “yön” vereceğine inanan duruşundan sapma halidir, çelişkisidir. İradenin kuruculuğunu devletin temeline oturtan fikir, kurucu iradenin belli süreliğine yıkılışı suretiyle yıkıcı iktidarın kuruculuğuna sapma heveslisi gibi duruyor. 1921’den bu yana anayasalarda meclisin ve temsilcilerin mümkün olduğunca tek çatı (yasama organı) altında söz söylemesini savunan anlayışı esneten bu hukuk yorumunun devamında kendine has, yeni bir kurucu irade yaratmadığı için, sivil inisiyatifi devreye sokmak ve hukuki pozitivizmden sıyrılmak yerine, yıktığıyla beslenen, “düzen ve ilerleme” düsturuna en azından parlamento düzeyinde ket vuran, yıkıcılığın kuruculuğuna tutunan, fakat bunu tabandan getirmeyen yeni bir siyaset halinden söz edebiliriz: Hukukun Militerleştirilmesi.

Yukarıda bahsi geçen erken cumhuriyet dönemi meclisinin çoğulculuğu kendi sınırlarında tanımlayarak tartışmacı bir geleneğe açılan, bu tartışmacılığını milli iradenin bir potestas’ı olarak “kendinde görerek” yasama işlevini “ilerleme ve düzen, ödevlendirilmiş özne” ile perçinleyen yönü iyiden iyiye kan kaybediyor. Kuruculuk, bu manada geriledikçe, bugüne dek sorunun üretimini ve çözümünü, çoğulculuğun sınırını ve ödevin yönünü kendisi belirleyen, hukuksal bir pozitivizmle meşruluk sorununu meclis içinde aşan pedantist Kemalist milli egemenlik anlayışı, siyaseti çıplak hukukla ikame ederek cumhurbaşkanlığı seçiminin sonucunu tarihi çizgisi olan kurucu iradenin kanalları içinden değil, meclis iradesinin dışından, salt ve çıplak hukuk koridorundan aramaya yelteniyor. Halbuki, kurucu iradesini toplanmamak suretiyle eylemsiz kalmakla takas eden bir meclis, millet egemenliği ilkesini hem kuramsal hem de pratik manada sekteye uğratacak, ‘devletin sürekliliği’ni ön planda tutan, bu ilkeyi “tartışmalı çoğulculuk” ve “toplumun genel iradesi”yle besleyen cumhuriyetçi paradigma, tarihi tutumuyla çelişecektir. Zira tartışmalı çoğulculuk, Kemalist cumhuriyet modelinin bir erdemi ve millet egemenliğinin temsil mekanizması meclis çatısı ise, bu egemenliğin kırılması, potestas’ın hukukla ikame edilmesini, genel iradeye dayanan auctoritas’ın altını dolduracak bir millet iradesinden yoksunluğu beraberinde getirecektir.

Yine bir dönemler arası karşılaştırmaya giderek, Mustafa Kemal’in Rauf Bey (Orbay)’i rejimin adı ve iktidarın auctoritas’ı ile potestas’ını içerecek biçimde, cumhurbaşkanlığı makamının niteliği konusunda isteksiz olduğu gerekçesiyle eleştirdiği Nutuk’ta bahsi geçen bölümü “Allah”la “cumhurbaşkanı” sözcüklerinin yerlerine sırasıyla “Gazi Mustafa Kemal”i ve “Tayyip Erdoğan”ı koyarak yeniden okumayı öneriyorum:

“…İşte cumhuriyetin ilanı üzerine Rauf Bey’i ve kendisi gibi düşünenleri telaşa düşüren hakiki sebep, devlet başkanlığı makamına cumhurbaşkanının geçmiş olmasıdır. Gerçek şu ki, ‘Cumhurbaşkanı, devletin başkanıdır’ dendikten sonra, halifeye verilecek yetkiyi sağlamakla uğraşan ve onun iltifatını Allah’ın lütfu saymakla memnun olanların hayal kırıklığına uğramaktan üzüntü ve kaygı duymalarını tabii görmek lazımdır.” [3]

Bu sayede yakın zamanda dile getirilen “Çankaya Atatürk’ün makamıdır; oraya ancak ona layık insanlar çıkabilir” yargısının Kemalizm’in bir yüzünün Atatürk’ü rejimin hem auctoritas’ı hem de ebedi potestas’ı haline getirdiğini, onu nasıl bir ilahlaştırmaya doğru sürüklediğini, bu sürüklemenin “başkasını” istememek adına hukuk yoluyla meşru kılınmaya çalışıldığını düşünüyorum.

Bu yazı yazıldığı sırada muhalefetin ve konuyla ilgilenen biz yurttaşların siyasetle hukukun becayişine ne derecede göz yumduğumuz/ yumacağımız, CHP’nin kurucu iradeyi meclis içinde gören tarihsel tutumunu ne kadar zedeleyeceği/ onaracağı hususları henüz netlik kazanmamıştı, tartışmamızın özneleri çok net değildi ama tavırların içeriği sessizce dolduruluyordu. Yine de Baykal’ın “Konuyu incelemekteyiz” açıklamasının, mücadelenin hukuka indirgenmesi, bu manada hukuktan medet umulması, cumhuriyetçilikle eklemlenen, auctoritas’ı çıplak hukukta değil, genel iradede; potestas’ı ise mecliste gören bir Kemalist milli egemenlik kavrayışının esnetilmesi bağlamında sorgulanmaya değer olduğunu düşünüyorum.

Erdoğansız bir meclis, üslup ve kurumlararası denge açısından biraz sakinleşecekse de, Erdoğan’ı Çankaya’ya çıkartmama adına atılan adımların en az onun kadar Çankaya’nın itibarını düşüreceğini sanıyorum. Demokrasi bir katılımsa, katılmamanın fetişleştirilmesi bu aşamada tüm kanalları tıkayabilir. Erdoğan’a gösterilecek sessiz tepki, ancak sessizlikle sonuçlanır. Zira bu eyleme girişecek kopkoyu (hardcore) Kemalist, vesayetçi demokrat kadro, hareketini bir sivil inisiyatiften getirmemekte, hukuk koridorlarında yalnız başına dolaşmaktadır.




[1] AÜSBF, okaybensoy@yahoo.com
Yazımın üzerindeki tüm siyah noktaları üşenmeden, sabırla temizleyen Sayın Tanıl Bora’ya teşekkürler…
[2] Meclisin üye tamsayısının üçte bir çoğunluğunu sağladığına kanaat getirilerek seçime gitmesi durumunda içtüzüğün 121 ve 146. maddelerinin ihlal edildiği gerekçesiyle itiraz edilmesi, Sevinç’e göre ‘eylemli içtüzük değişikliği’ kapsamında değerlendirilemez (SEVİNÇ, Murat, “Hüzün Veren ‘Anayasa’ Tartışması”, Radikal2, 07.01.2007).
[3] (Vurgular bana ait.) ATATÜRK, M. Kemal (1975), Nutuk, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, C. 2, s. 451- 52.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder