Ara

Kitap Önerisi:

GÖLPINARLI, Abdülbaki (2007), Yurt Bilgisi, İstanbul: Kaynak Yayınları, 2. Baskı, 133 s.[1]


Yurt Hakları
ve
Yurttaş Görevleri Bildirgesi


Muallim Abdülbaki Gölpınarlı’nın Aksaray Kırkbeşinci Muallim Mektebi’ndeki hocalığı sırasında kaleme aldığı 1927 tarihli bu eser, ilkokul beşinci sınıf öğrencilerine ders kitabı olarak okutulmuştur. Eserin önemi, yazıldığı ve okutulduğu tarih itibariyle cumhuriyet rejiminin kurallarının, ideolojisinin tam anlamıyla oturtulmaya çalışıldığı bir döneme denk düşmesinde aranabilir. Nutuk’in cumhuriyet içi bir tarih kırılması olarak yazılışı, rejimin geçmişi liderleriyle beraber olumsuzlayarak kendisini kurabilmesi, sürekli düşman tehdidini (dış ve iç) barış döneminde de ileri sürmesi, ‘milli kültür’ ve Türklük bilincinin yerleştirilebilmesi, haklar ve görevler terazisindeki ağırlıkların belirlenebilmesi, sosyal davranış kurallarının ‘Türklük’e yakışacak bir üst paydada sabitleştirilebilmesi bu biçimde bir halk eğitimini ve küçükler için kolay anlaşılabilir bir yurt ‘bilgi’sini gerektirmektedir. Hayatın rejim ve daha geniş manada devlet eliyle örgütlenebilmesi, devletin bilgisinin toplumsalın kuruluşundaki ‘hakikat rejimi’ olarak yansıtılabilmesi, 1927 tarihine geri dönülerek tekrar okunduğunda nasıl bir biyopolitik süreçle karşılaşabileceğimizi gösterebilir niteliktedir.

Rejimin halifelik[2] ve saltanatla ilişkisini kesmesinin ardından başlattığı “hainlik”[3], “milleti düşünmeden hareket eden, millet ve hürriyet kelimelerinin kullanılmasını yasaklayan, jurnalcilerle dolu eski rejim”[4] değerlendirmesi, “istediğine istediği şekilde hükmedebilecek hükümdar” imgesi, Şeyh Sait İsyanı’nın sorumluları, Kurtuluş Savaşı sonrası ‘ufukları dar olan’ eski asker ve yeni siyasiler ile birleşerek bir tür tabula rasa’ya dönüştürülüyor. ‘İstibdat Devri’nin ardından kurulan İttihat ve Terakki’yi bir çıkış umudu olarak görebilen eser, meşrutiyetin yolundan sapmasıyla bu partinin de Abdülhamit’in siyasetini benimsediğine inanır.[5] Eserin “nihayet” kurulan İttihat ve Terakki’yi milli mücadele sürecinde önemli bir konuma oturtabileceği düşünülür, ancak ilerleyen satırlarda onun da particilik[6] yüzünden bürokrasideki gücünü yitirdiği, saltanata teslim olduğu anlatılarak yeni rejimin her şeyiyle biricikliğine, dolaylı olarak öncesi olmayan bir kurtarıcı olduğuna tarihi zemin hazırlanır. İttihat ve Terakki içindeki bölünmeleri, örgütün yer altı faaliyetlerini işlemesi kendisinden zaten beklenemeyecek eser, milli mücadele sürecinde ve cumhuriyetin hukuki, ekonomik, sosyal reformlarında ‘20’ler Türkiye’sini milat sayarak, İttihatçılar’ı geçiciliğe mahkum eder.

Cumhuriyetin idare ve daha önemlisi yaşam biçimi olarak devletin kendisinden çıkıp toplumun her bireyince içselleştirilmesi, rejimin devletin gözetiminde de olsa ‘devletsizmiş gibi’ ilerleyebilmesi, ‘hükümet makinesi’nin[7] yurttaşlarca yürütülebilmesinin sağlanması, küçük yaştan itibaren pedagojik bir eğitimi gerekli kılıyor. Eğitimin bizatihi bir ideolojik aygıta dönüştürülmesi ve satır aralarındaki ifadeleriyle 1927’nin deşifresine olanak tanıması bu ‘ders’ kitabının sadece bir ders kitabı olarak görülmemesini kolaylaştırıyor. Öyle ki, eserin devlete, ‘modern’e, lidere[8], haklara ve özgürlüklere, Osmanlı idaresine, Türklük’e, ülkede yaşayan yabancılara, barış dönemindeki düşman algısına, beden eğitimine, çalışma yaşamına, dayanışmanın toplumsal örgütlenmedeki yerine bakışı okul kitabının sayfalarını aşıyor, bizi küçük çaplı bir rejim tahliline götürebiliyor.

Yurt Bilgisi, derslerin içeriğini özetleyen bir giriş yazısıyla başlar. Aile yapısıyla devlet arasında hiyerarşik ve millet kavramı etrafında örülen bir bağ kurar. Bireyle devleti ve milleti birbirinden bağımsız düşünemeyen bu kenetlenme ümidi, “bireyin hürriyetini üyesi olduğu milletin hürriyeti”ne[9] bağlayarak bağımsızlığı ‘özel yaşam’ın, siyasal alanın örgütlenmesinde adeta bağımsız değişken olarak belirler. Cumhuriyetin kuruluş öyküsü hızlı biçimde hainlerin emrindeki, dini esasa dayalı, istibdatla dolu Osmanlı’nın son döneminden meşrutiyete, oradan büyük harbe uzatılır, ‘milli uyanış’ı en iyi idare biçimi olan cumhuriyetin devrimleri takip eder.[10] Devletin ana teşkilat şeması, görevleriyle beraber kısaca işlenir ve 1924 Anayasası’nın genel hükümleri basit ifadelerle anlatılır. Eserin kuru bir dilden ziyade devlet babanın küçüğünü kucağına oturtarak ona yol yordam öğretmesi gibi ayrı bir öğreticilik işlevi vardır. Bu, eserde sosyal hayatın örgütlenmesiyle, Türk’e yakışır davranış kalıplarının belirlenmesiyle kendini göz önüne serer. Öğreticilik, pedagoji, ilkokul düzeyini aşacak bir milleti kurma ve devlet bilgisinin ifşası anlamında değerlendirilebilir. Türk’e yakışan şey modern olana ters düşmez, hayatın hiçbir alanı tembelliğe, hantal ve sağlıksız bir bedene, düşmanlara arkasını dönmeye izin vermez. Miskin oturmanın eski rejimin bir niteliği olduğu vurgulanarak dinç ve gürbüz olmanın ‘milli beden’e katkısı tartışılır. Sağlam ve güzel vücutlu, temiz elbiseli, sert adımlarla yürüyen sporcunun, izcinin izleyenlerde de bir ulusal gurur duygusu yaşatacağı varsayılır. Beden, kamusallaşır ve milli olanı kendinde temsil ederek yalnız kendi gücünden yardım bekler. ‘Çelik gibi kolu olan, ayrandan başka içki bilmeyen idmancı Türk genci’nin[11] sert adımları ve düzgün vücudu, kararlılığının, muhtaç olmayacağının belirtisidir. Spor, gündelik hayatın örgütlenmesinde vazgeçilmez bir yere oturtulur, listelenir. Günlük programın çizelge haline sokulması ve Türk gencinden sabah erken kalkmasının, spor yapmasının beklenmesi, sporun kişisel bir faaliyetin ötesinde rejimin kurucu aygıtına dönüşmesine bağlanabilir. Sağlığın yalnızca hastalık ve zayıflık halinin yokluğuyla tanımlanmaktan, aynı zamanda bedenen ve zihnen tam bir “afiyette olma” durumuyla tanımlanmaya dönüşmesi, beden terbiyesinin halk sağlığı perspektifinde önem kazanmasını belirleyen temel etken olmuştur.[12] Tetikte olmak esastır. Birlik fikri, sınıfsal kavrayışların ötesinde bir dayanışmayı emreder. Savaştan çıkmış olmak, savaşın ve düşmanın olmadığı anlamına gelmez.

Millet; ana dili, duyguları, istekleri, çıkarları bir olan bireylerin hepsine birden verilen addır.[13] Bu tanım, ana dil ile resmi dili ‘devlet’ altında birleştirir.[14] Duygu ve isteğin ‘bir’leştirilmesi esasında eserin özünü ifade eder. Rejimin Osmanlı zamanında arkaya attığı Türklüğü ‘tekrar’[15] diriltme çabası, beraberinde duygunun ve isteklerin de örgütlenmesini getirecektir. Devleti ‘milletin kendini idare etmesi ve bağımsızlığını koruması için oluşturduğu hükümet’ olarak tanımlayan eser, millet tanımındaki türdeş istekleri ve çıkarları, devletin tabanına oturtur. Devletin örgütlenişiyle milletin istekleri arasında kurulan orantılı ve yasal ‘meşruluk’, devamlılığını yurttaşların ‘görevler’inin bilincinde olmasına borçludur. ‘Yurt çıkarı’ ve ‘bağımsızlık kaygısı’ görevlerin başında gelecek, hakları kullanırken görevler daima ön planda tutulacaktır. Yabancı hükümetin emri altında yaşamaktansa özgürce ölmek yeğdir. Bireyin hürriyeti, milletin hürriyetine bağlıdır; hür ölmek, esir yaşamaktan bin kat hayırlıdır.[16] Görev, hakkı önceler; yurdun ve milletin bağımsızlığı olmadan kişi hürriyeti düşünülemez. Devletinin kanunlarına itaat ettikten sonra kimse bireye bir şey diyemez. Hükümet ticari hayatı korporatist bir modelde kurarak dükkanlardan fabrikalara geçişi başlatmalı, vatandaşlar da vergilerini ödeyerek gerekli hizmetlerin ve özellikle güvenlik ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlamalıdır.[17] Her hak, bir görevin karşılığında edinilir ve verginin toplanamadığı durumlarda güvenlik işlevi aksayacağı için yaşama hakkı düşman tarafından gasp edilmeyle karşı karşıyadır.[18] Hürriyet, milletin hür bir devleti olmasına bağlanarak, bağımsızlık haklarını ve görevleri içine alan, onların bir tür bağımsız değişkeni olarak yüceltilir. Kanunun dışarıya karşı bağımsızlığı ve haklardan kaynaklanabilecek olası iç çekişmeleri bertaraf ettiği, kelimenin her anlamıyla ‘düzen’i oturttuğu bu yapı, bağımsızlığın ardından hukuku da yeni bir koruyucu olarak işaret eder gibi görünmektedir. Kanuna itaat edildiği sürece özgürce hareket edebilme “hakkı”[19] bağımsızlık ile hukuku efsunlu iki ‘yönetici kavram’ olarak kurar, bu anlamda bir tür pozitivizme imza atar:

“… Haklarımızı kullanırken daima vatanımızın çıkarını, milletimizin bağımsızlığını düşünmek en büyük görevimizdir. Milletin arasına eski ve batıl fikirleri sokmak, ikilik çıkarmak gibi hareketlerle bu haklardan kötü bir şekilde yararlanmaya kalkan adamdan bu hakları almak da milletin bir görevidir.”[20]

Cumhuriyetin saltanattan farkı, yurttaşların bu görevle hareket ederek sınırlandırılmış hükümet olan devlete sahip çıkmalarıdır. Vatanın sınırları, muhtemelen Şeyh Sait ve diğer toplulukların isyanlarının, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası deneyiminin ardından daha ısrarlı biçimde tekrarlanmak istenir:

“İzmir ve İstanbul nasıl vatanımsa, Diyarbakır, Van, Erzurum ve Kars da öylece vatanımdır. Çünkü orada da Türkler oturuyor, Türkçe konuşuluyor; oradaki kardeşlerimin çıkarıyla benim çıkarım, duygularımız, isteklerimiz bir… Benim memleketime bir düşman saldırsa, benimle beraber onlar da göğüslerini geriyorlar. Türk milleti tarihin en eski, en şerefli bir milletidir. Türk’ün ayak bastığı yere bilim nuru girmiş, medeniyet güneşi doğmuştur.”[21]

Türklük, eski rejimin bastırmak istediği bir ‘kimlik’ iken, milleti yaratma ve ona kendisiyle övünme, “en” olduğunu hissettirerek görev bilinci aşılama duygusu bu metinde de işlenen bir husustur. “Türk’üm” derken başı yükselen ve göğsü kabaran yurttaş hayali, cumhuriyetin ‘dimdik’liğine doğru yapılmış bir hamledir. Ezeli bir tasarım olarak anılan Türk “milleti”, coğrafyaları yatay kesen bir süreklilikle donatılır; gökten işaret alarak şarktan garba geçer.[22] Bu zorluklarla dolu ve şiddeti ‘zorunlu’, zorunlu olduğu için ‘doğal’ kılan tarihi ilerleme fikri, yeni nesil için de geçerlidir. Rejimle öznenin karakterlerinin uyumlulaştırılması, gündelik hayatın da rejimin şemsiyesi altında örgütlenmesi hedeflenir. Esirlik, bağımsızlığın perçinlenmesi için, kullanılan “en” olumsuz örneklemelerden seçilir. Esir ‘vatan ve millet’ imgesi, kendi devletinin işlerinde kullanılmayan, yabancıya amade, bayraksız, sefil, ticaretten uzak, haklara sahip olmayan, aşağılanmış insanlara gönderme yapar. Sömürge Hindistan, bu esirliğin somut örneği olarak anlatılır ve “esir Hintli”, isyan etmek için gereken silahın ancak sömürgecilerin hesabına çalışılırsa sağlandığını, aksi halde tavuk kesecek çakıları bile olmadığını söyler. Verilen örneklerin ardından Türk’ün yüceltilmesi rutinleşen bir durumdur, adeta cümle sonundaki ‘nokta’dır.

“Milliyetçilik- cinsiyet” ilişkisinde kullanılan vatan olarak “ana”, ona sahip çıkacak “erkek” figürü, bölümlerin arasında kullanılan şiirlerde göze çarpar. Vatanından uzak düş(kün)enler, annesinden ayrı yavruya benzetilir. Sabit ve duygu yüklü, ondan ayrıldıkça değeri daha bir anlaşılan toprak, her unsuruyla mitik bir öğeyi de çağrıştırır. Sabit olan ve uzaklardan gelip ona ‘yaklaşıldıkça’ sislerin ardından minaresi gözükmeye başlayan ‘ana’vatan, yüklediği hisle ‘evladı’nın kalbini taşırır.[23]

Yabancıya bakış, metinde öncelikle düşmanlar üzerinden anlaşılabilir. Örneğin; İngilizler, savaş döneminde söz verdikleri halde bizi ‘aldatarak’ milletimize her taraftan saldırmışlardır. ‘Hain, asırlarca her ilerlemeye karşı koyan, milletimizi geri bırakan kara kuvvetin kapkara başı’ padişah, hükümetiyle birleşerek Sevr’e imza atmıştır. Düşman Yunan’ı boğacak yine mekanın verdiği kuvvettir ve vatan ananın koynunda dağ kadar leş denize atılır.[24] Ülkedeki yabancılar, kapitülasyonlar sayesinde vergi vermeyen, memleketin mahkemelerinde yargılanmayan bir konumdayken İstiklal Harbi ile bu ayrıcalıklarını kaybetmiş, bizden farkları kalmamıştır. Yabancıları kapitülasyonların zararlı etkileriyle bağdaştıran anlayış, rejimin milli niteliğini vurgulamak adına yabancılarla kurulan yeni eşitliğin çerçevesini “suçlularını tutar, yargılar, hapsederiz”[25] biçiminde çizmiştir. Egemenlik yetkisinin “suçlu- yabancı” ilişkisi üzerinden tanımlanması ve yabancıların kamu hizmetine girememesinin artık içişlerimize karışamayacak olmaları bağlamında yorumlanması da dikkat çekici bir unsurdur.

Korporatist bir geleneğin ifadesiyle hükümetin ticaret hayatını ilerletebilecek kurallara hakim olması hedeflenir. Meslek sahiplerinin dernekleri yoluyla birlikler oluşturulur ve meslekler bu birliklerdeki eğitim yoluyla ilerletilir, koruma sağlanır. Toplumsal işbölümü önemsenerek çocukların da bu paylaşımın içinde görev edinmesi beklenir. Kızılay rozetlerini dağıtan çocukların elde ettiği gelirler kuruma geri döner. Kızılay’dan yardım isteyebilmenin moral koşulu ona karşı görevlerin yerine getirilmesinden geçer.[26] Solidarist korporatizmin bir adım ötesinde, zenginlik, toplumsal sorumlulukla özdeşleştirilir ve kişinin serbest tercihleriyle bu serveti kullanmasına izin verilmez. Çalışmaya ihtiyacı olmayanlar bile üretken bir emek kullanarak hayatlarını devam ettirmeli, hazır parayla geçinmemelidir. Toplum içinde yaşamak, kişiye aitmiş gibi görünen zenginliğin bireysel değil, oluşan değerin içinde tüm milletin katkısının olduğunu bilmektir.[27] Üretmek bir fetiş halini alır, bağımsızlığı pekiştirir, vergilerin toplanması yoluyla yatırımları arttırır.[28] Bu açıdan topluma dönük sorumluluklar bireyciliğin önüne konur, ilginç bir biçimde, kişinin sorumluluk duyacağı çevreler sıralanırken kendisi en sona bırakılır:
“Şu halde her insan, içinde yaşadığı topluma faydalı olmak, ondan gördüğü iyilikleri ödemek, milletine, vatanına, ailesine ve nihayet kendine yardım edebilmek için çalışmalı, bir mesleğe, bir sanata girmelidir.”[29]

Çalışmanın her refah aşamasında zorunluluk olarak toplumu biçimlendirdiği, işsizliğin istenmediği, devletin kurumları yoluyla ‘kontrol’ altına alındığı bir rejimde nüfus hareketliliğini düzenlemek ve buna uygun politikalar geliştirmek de ulaşılması hedeflenen modern devlet fikrine uyar niteliktedir. Nüfusun arttırılması ve bu yeni nüfus ‘bilgi’sinin sağlık koşullarının ‘düzen’lenmesi, tembelliğin ve miskinliğin hak olmaktan çıkması modern devlet- yurttaş bağı açısından yine dikkat çeken yönlerdendir. Tanımlanmış bir hastalık olarak sıtmanın önlenmesine yönelik adımlar, içkinin ‘vatan sevgisi’nin panzehiri ve basitlik olarak sunulması da sarhoşlukla rejimin düşlediği vatandaş arasındaki uçuruma ışık tutar. İçki; hayatın, medeniyetin, paranın düşmanıdır.[30] İçkinin, sıtma gibi milletin bekasını tehlikeye atacak bir illet olarak resmedilişi, kendisiyle ‘mücadele edilmesi’ gereken bir konuma oturtulması da bu biyopolitik süreci anlamlandırmaya yardımcı olabilir.

‘Sahip Olunan’dan ‘Sahip Çıkılan’a Vatan

Eser, cumhuriyetin kurucu söylemini sadece liderlerin demeçlerini alıntılayarak onu anlamaya çalışanlara yurttaşın ve milletin yaratılması sürecine başka bir açıdan yaklaşılabileceğini gösterecek türde. Düşman ve yabancı algısı, hak- görev ‘ikilemi’, bedenin politizasyonu, güvenliğe bakışı ve bunun pedagojik bir anlatım içinde aktarılması, metni daha ilgi çekici kılıyor. Rejimin küçüklerine kendisini açması ve onları örgütlemesi, onlara sınırlarını ve görevlerini göstermesi, makbul bir vatandaş etiğine doğru uzanması erken cumhuriyet dönemi eğitim anlayışına dair ipucu verebiliyor. Metnin bugüne ışık tutabilecek, Türkiye’de cumhuriyetçi geleneğin bir kolunda da gözlemlenebilecek olan ‘görevli yurttaş’ı eğitme ve onu haklarıyla baş başa bırakmama, sorumluluklarla dolu bir ödev listesi yükleme fikri son dönemin vatan algısıyla beraber düşünülebilir. Vatan, erken cumhuriyet döneminde düşmanı kovduktan sonra her yönüyle ‘sahip olunacak’, üzerinde millet yaratılacak bir değer iken, bugün dışlamacılığı daha ön planda tutan ve ‘sahip çıkma’ya, kollamaya ağırlık veren değerler manzumesiyle sınırlanıyor. Vatan, ‘sahip olmak’ ve ‘kapsamak’tan, ‘sahip çıkmak’ ve ‘dışlama’ya kayıyor. Bu yeni fikirde vatanın sürekli iç ve dış düşman tehdidiyle üzerinde yaşanan bir toprak parçası olmasının ötesinde, anayasal hakların da bu tehdit çemberi içinde görevlerin gölgesinde kaldığı izlenimi yaratılmaya çalışılıyor. Yaklaşan tehdidin AB menşeli hakların serbestçe kullanılmasından kaynaklandığını savunan fikir, yeni bir hak-görev dağılımı belirlemek istiyor. ‘Sahip olma’dan ‘sahip çıkma’ya doğru kayan bu ibre, cumhuriyet tarihinde sağın ve solun kendi içlerindeki dönemsel farklılaşmalarına ve birbirlerine karşı konumlanışlarına, ordunun rejimdeki ağırlığını hissettirdiği zamanlara göre kuşkusuz farklar gösterecektir. Daha da önemlisi bu ayrım, eserdeki örneklerde bahsettiğim gibi, erken cumhuriyet döneminde dışlamacılığın ve vatan müdafaasında sahip çıkılacak bir değer olarak vatanın olmadığını da göstermiyor. Sadece belli bir kırılmanın varlığına dikkat çekmek istiyorum. Dışlamacı dilin erken cumhuriyetteki ulus-devlet yaratma sürecindeki her şeyin bilgi’sine aktif ‘sahip olma’ rolü ile bugünkü içe kapanmacı ve bununla beraber tüketici bir dışlamacılıktan beslenen ‘sahip çıkma’ merkezli militer dilin (hareketin henüz ciddi bir çerçevesi olmadığını düşündüğümden ona söylem dememek için direniyorum) farkını düşünmeyi öneriyorum.

[1] Eserin Kaynak Yayınları tarafından tekrar yayımlanması önemli bir hizmet, ancak bu kitabın yayımlanma “amacı”nı anlatan sunuş yazısı okunduğunda, arkasındaki “ilginç” perde de aralanıveriyor. Yayınevine göre, bu eserin de içinde yer aldığı dizi okunduğunda bugünkü yurttaşlık bilgisi ders kitaplarında neden Atatürk’ün resminin değil de ‘ABD’nin simgesi olan anıt’ın fotoğrafının konulduğu daha iyi anlaşılabilecektir(!). Yurttaşlık, bağımsızlık ve özgürlük kavramlarının, hele hele bunları simgeleyen anıtın, buradaki anlatıma uygun adlandırmayla işgalci bir devlet olan ABD’ye özgülenmesinin ardındaki mantığı tartışmak, yayınevinin çizgisini masaya yatırmak bu yazının “amacı”nı aşacak. En iyisi, belki de yayınevinin yapamadığını yapıp eserin kendisine odaklanmaktır.
[2] Eserde geçen ifadeye göre, eski rejim, “Halifelik adı altında dünya ile hiçbir ilgisi olmaması gereken, tamamen benimle Allah arasındaki bir işe karışmıştır.” age., s. 35. Bu din anlayışı, siyasal olması beklenmeyecek bir inanç sistemi için bile gayet tartışılabilir bir yargı. Kaldı ki, başından beri ‘kurucu’ –‘siyasal’ kavramını bir tür anakronizme düşmemek için kullanmıyorum- bir çizgide ilerleyen ve hayatı düzenlemeyi hedef seçen İslamiyet ve/veya Müslümanlık için bu tabir biraz fazla zorlama gözüküyor. Tasavvufi bir geleneğin içinden konuşan Gölpınarlı, rejimle dinin birbiriyle çelişmediklerini, hatta rejimin yeni ilkelerinin içinde dinin asıl özünü bulacağını, zira siyasal veçhesi olmayacak bir Müslümanlık’ın “tekrar” Allah’la kul arasındaki bağı kuracağını varsaymaktadır. Burada dinin rejim tarafından yok sayılması değil, rejimin içinde eritilerek hem kendisi hem de rejimin ve ulusun geleceği için “faydalı” kılınması hedeflenmiş olabilir. Milletin, yeni Türk devletinin himayesi altında milli bilincine “yeniden” kavuşması, Osmanlı’daki halifelik sisteminin eleştirisiyle tamamlanır ve bu kurumun varlığının bizzat Türklük’ü dinin bir türevi haline getirdiği, ümmet sisteminin ötesinde bir tasarıma adım atıldığı anlatılır.
Milli hakimiyete uygunluk, eski devrin şeriata uygunluk tezi yerine geçmiştir. “Bab-ı Ali”, “Bab-ı Hali” (Boş Kapı) olmuştur. 1923 yılındaki 9 Umde’de de “…bilcümle kavaninin tanziminde, her nevi teşkilatta, idarenin alelumum tasarrufunda, terbiye-i umumiyede ve iktisat hususunda hakimiyet-i milliye esası dahilinde hareket olunacaktır.” denmektedir. akt. TUNAYA, Tarık Zafer (2003), İslamcılık Akımı, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, s. 135, 140.
[3] Yurt Bilgisi, s. 35.
[4] age., s. 30- 31.
[5] age., s. 33.
[6] Esasında “particilik” yakıştırmasının Türkiye’deki bir ilkokul ders kitabında kullanılabilmesinin anlamı ayrıca sorgulanmaya değer… Siyasetten olabildiğince uzak tutulmaya çalışılan ‘ve/ fakat’ bunun yanında talepkar olması beklenen, görevler yüklenen bir vatandaş olunmasını istenen öğretim sistemi içinde ‘particilik’ kavramının kullanılması tutarlı mıdır, çelişki midir? Particilik, kötümser ve asayişi bozan bir kavramsa bunun henüz siyasal yaşamla tanışmayan gençlere söylenerek onların zihinlerinde bu kavramı şimdiden oluşturma amacı var mıdır? Bence bu sorulara aranabilecek yanıtlar bir kavşakta kesişiyor: İdelojinin tasarımında bizatihi partiyi fetişleştirmektense devletin ve devlete bakışla paralel ödevlerle yüklenen yurttaşların iç içe geçmesini arzulayan, –buradaki anlamıyla düşündüğümüzde belki de otoriter karakterini faşizmden ayrıştırabilen- devletin gölgesindeki yekpare “yönetilenler” zümresini düşleyen anlayış, ‘particilik’i büyük hedeflerden bir tür sapma, ivmeyi düşürme olarak okuyabiliyor. ‘Particilik’ de cumhuriyet çocuğunun içine doğacağı toplumun bazı üyelerinin daha önceden ne gibi ‘zararlı’ işlere kalkıştıklarını öğrenmesi açısından anlam taşıyabilir.
[7] Seçim, ‘makine’nin yürüyebilmesini sağlar. Rejimin halka dayanmasıyla seçim arasında kurulan bağın ötesinde bir demokrasiden fazla söz etmemek, seçimle sınırlı biçimsel demokrasiyi çağrıştırır. Seçimin bir hak olduğu vurgulansa da bu hakkın nasıl kullanılacağına dair ‘kılavuz’, öğreticilikle yüklüdür. ‘Her namuslu Türk’ün hakkı olan seçme hakkı, iki kez oy kullanma, rüşvetle milletvekilliğine getirme, birisini tehdit yoluyla oyunu etkileme vb. nedenlerle kötüye kullanılırsa millete en büyük zarar verilmiş olur. Siyasal bir hak olan seçme hakkı, bireysel olmaktan öte millete sıkı sıkıya bağlı bir etkinlik olarak tanımlanmıştır. Namus, yurttaşlığın çerçevesini çizer, onu biçimlendirerek siyasal alanda boy gösterir. Ahlak, siyasetin her alanına nüfuz eder ve birlik fikrini yönlendirir. Ahlak, ‘kaynaşmış millet’ hedefini yönetir. age., s. 57, 59. Vergi vermemek de milletin hakkını hiçe saymakla eştir, bu ‘en büyük ahlaksızlık’ı kanun cezalandıracaktır. age., s. 75.

[8] Nutuk’ta Mustafa Kemal’in silah arkadaşlarından bir bölümüyle ciddi bir ayrılık içerisine girdikleri anlaşılıyor. Kazım Paşa (Karabekir) da değişime daha tedrici yaklaşan bir isim olduğuna göre, resmi ideolojinin lider algısı Kazım Paşa’nın İsmet Paşa ile Yurt Bilgisi’nde nasıl takdim edildiğiyle bir miktar anlaşılabilir. İsmet Paşa’ya “Sevgili Başvekilimiz” diye hitap edilirken, Kazım Paşa’ya kuru bir “Büyük Millet Meclisi Reisi” unvanı uygun görülmüştür. Bu unvanla geçiştirilmiş seslenme, Kazım Paşa cephesinde pedagojinin makyajsız haline işaret eder. İki hitap arasındaki fark, bir ilkokul ders kitabına yansıdığı şekliyle, dönemdeki kırılmaya işaret ediyor olabilir. Benzer biçimde Mustafa Kemal’in liderliği önderlik vasfını da aşacak biçimde kişisel kılınır, büyük siması küçük kalplere yazılmalı, defterlere adı yazılmalıdır. age., s. 48.
[9] age., s. 19.
[10] Saltanatın kaldırılışının ardından hanedan üyelerinin yurtdışına yollanış öyküsüyle, rejimin hainlere bakışının yine hoşgörü sınırları içinde olduğu anlatılır. “Hainler”, idam edilebilecekleri halde, kendilerine para verilerek memleketten uzaklaştırılmışlardır. age., s. 42.
[11] age., s. 124.
[12] AKIN, YİĞİT (2004), “Gürbüz ve Yavuz Evlatlar”: Erken Cumhuriyet’te Beden Terbiyesi ve Spor, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 93. Eserin biyopolitik unsurları işleyen bölümlerinde toplu spor eğitimini özendiren, sporun ‘Türklük’ün gelişimindeki rolüne değinen erken cumhuriyet dönemi yayınlarına da atıf vardır. İdeolojik unsurların bedenin ‘terbiye’siyle uyumlulaştırılmasına dair en güzel örneklerden birisi de Beden Terbiyesi ve Spor Dergisi’nin 16. yıl özel sayısının kapağıdır. Kapakta “6 Ok”tan birisini fırlatan kişi Atatürk’tür. age., s. 93.
[13] Yurt Bilgisi, s. 23.
[14] Medeni Bilgiler’deki ‘millet’ tanımında da Türk milletinin dili Türkçe olarak belirtilir.
“Türk dili, dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk, dilini çok sever ve onu yükseltmek için çalışır. (…) Türk milleti, geçirdiği nihayetsiz badireler içinde ahlakının, ananelerinin, hatıralarının, (v)elhasıl bügün, kendi milliyetini yapan her şeyin dili sayesinde muhafaza olunduğunu görüyor. Türk dili, Türk milletinin kalbidir, zihnidir.” İNAN, Afet (2000), Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, s. 436.
[15] Osmanlı içinde yükselen milliyetçi hareketlerin belki de en geç ve genç olanı Türk milliyetçiliği idi. Öyle ki, eser, bize teorik tartışma yürütmeye aman vermeyecek netlikte bir not düşmüştür:
“İçimizde yaşayanlar milliyetlerini ileri sürerek bizden ayrılmaya çalışıyorlardı. Halbuki biz (Türkler), Türklüğümüzü bilmiyor ve hala başımıza musallat olan Osmanoğulları’nın ismini taşıyorduk. Böyle bir zamanda vatansever Türkler, millete Türklüğü öğretmeye başladılar. Artık millet uyanmıştı.” Yurt Bilgisi, s.33.
[16]age, s. 29, 74.
[17] age., s. 53.
[18] age., s. 75
[19] Kanunun ‘ötesinde’ bir özgürce davranabilme alanının olup olmadığına, toplumu ve onun da ötesinde milleti kurma sürecindeki biyopolitik unsurların bu özgürlük alanına ne kadar izin vereceğine ileride değineceğim. Zira, bedenin, dayanışma biçimlerinin, özgürleşme için üstlenilen ‘görev’lerin kuruluşu, bir modernleşme pratiği olarak bu özgürlük kavramının da sorgulanmasını gerektiriyor.
[20] age., s. 46.
[21] age., s. 24.
[22] age., s. 38.
[23] age., s. 28.
[24] age., s. 50.
[25] age., s. 86.
[26] age., s. 94- 96.
[27] age., s. 96.
[28] ‘20’lerin sonunda yazılan Yurt Bilgisi, üretimi her ne kadar fetişleştirse ve ona milli bir hale çizmeye çalışsa da ‘30’ların bedenin her biçimini üretime koşan yapısından uzaktır. Köy Enstitüleri örneği, ‘30’ların sonunda yoğun emek süreçleri açısından ‘20’lerin ideolojik propaganda süreciyle karşılaştırıldığında ilginç sonuçlara ulaşmamızı sağlayabilir. ’29 Buhranı, sermaye krizi, köy- kent çelişkisinin ve nüfus hareketlerinin tartışma konusu yapılması, tarım- sanayi ikileminin bu köy- kent çelişkisi tartışmalarının odağına oturması, millet yaratma sürecinin ekonomi perspektifiyle birleştirilmesi gereğini doğurmuştur. Bu açıdan enstitüler, iradeci (voluntarist) bir bakışla işbölümüne dayalı çalışmanın gönüllülük esasıyla yürütüldüğü ve milli benliğin geliştirilmesinin topluma dönük eğitim kurumlarını oluşturmakla mümkün sayıldığı dönemi başlatmıştır. Köy Enstitüleri, milli değerlere yönelik propaganda ve eğitimle köyün ‘kendi’ ihtiyaçlarını göz önünde tutarak kalkınmasının ‘bilgi’sini birleştirmesi yönünden tekrar düşünülmeye değerdir. Bkz. KARAÖMERLİOĞLU, Asım (2006), Orada Bir Köy Var Uzakta: Erken Cumhuriyet Döneminde Köycü Söylem, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 87- 116.
[29] Yurt Bilgisi, s. 97.
[30] age., s. 104.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder