Yaklaşık bir ay okulla hastane arasında mekik dokumuştum. Sabahları yanına, öğleyin ders ya da sınav için okula… Yüzünde her geçen gün farklı bir tebessüm görebilmek, her elini tutuşumda maskenin ardından “İyiyim, Allah bugünümü aratmasın” deyişini duyabilmek için son günlerde bilsen neler vermezdim. Odana doluşan her ziyaretçiyi ilk görüşünde sevinen, sonra tekrar içine kapanan halin son günlerde sıklaşıyordu. Artık odanın havası değil, sen daralıyordun sanki; yalnızlık kapına dayanmış, seni çağırıyordu, ziyaretçileri hem istiyor hem istemiyordun. Ara sıra rastlayan, evinden başka yerde rahat edemeyen huzursuzluklarından sanmıştım, meğer başka bir şeymiş… Hani elleri kırılasıcalar Danıştay çalışanlarını öldürmüşlerdi ya iki gün önce, çok fena olmuştum, aynı gece arkadaşlarla telefonlaşıp Kızılay’daki binanın önüne geldik, hani dayımın ilk çalıştığı bina… Ama ertesi gün yanına uğrarken orada ne olup bittiğini ilk kez anlatamayacaktım. Duyamamaya başlamıştın, gözlerin yeşille mavi arası değildi, yalnızlık uğruna onları benden de gizliyordun sanki. Artık bana da yoktun… Gülünce yüzüne dağılan kırışıklarını koskocaman aletler engelledi. Her geçen saat bizi umutsuzluğa, seni yalnızlığa yaklaştırdı. Ne hikmetse, son iki ayını beraber geçirdiğin, yıllar sonra ilk kez evini paylaştığın ve belki de bu yüzden ara sıra titizlendiğin Hatice Teyze’nin yanında çok rahatlıyordun. Sabahları evine dinlenmeye gitmesini bile tereddütlü gözlerle kabul ediyordun. Gecelerin onunla geçiyor, iyileştirmek için her yanını deşen teknoloji ve ilaçlar seni uyutmuyordu. Sabahları yeşil bir maske aramıza giriyor, kelimelerinin yarısını daha bana ulaşmadan çalıyordu. Yeşil maske önce kelimelerini yuttu, sonra gözlerinin rengini çaldı. Yemekler, konduğu gibi geri gider olmuş, çatallar tertemiz kalmıştı. Lanet hortumlardan beslenmeye başlamıştın. Ellerinin arasındaki oyukla bir iştahla tutmaya çalıştığın çatal bile senden uzaktı artık, sen kendinle baş başa…
Danıştay cenazesinde on binler Kızılay’da yürüdü ama sana anlatamadım. Anlatsam yine o güzel tepkilerinden birini “Vuyşş” ya da “Bah sen..!” diye verecektin ama artık o kadar kısa cümleler bile kuramıyorduk. Ecevit caminin avlusunda yanımızdan geçti, rengi soluk ve bitkindi… Bir zamanlar ‘büyük sevdiğim’ bir kız vardı ya, ona aynı akşam “Ecevit fazla yaşamaz” demiştim, meğer camide kanama geçirmeye başlamış. Çok geçmedi, annem telefon etti, durumun dönüşü olmayan bir noktada olduğunu anladım, ümitsizce dayımla yanına vardık. Dayım odadan çıkarken adımlarım geri geri gitmeye başlamıştı. Onu ilk kez hüngür hüngür ağlarken görüyordum. Bitmişti, kocaman bir son…
Oda karanlıktı, boğazına kadar takılan aletlerden yüzünü seçemiyordum. Annem başında Yasin’e başlamış, Hatice Teyze parmakları ağzında Kur’an okumayı bile bırakmıştı… Yapacak bir şeyimin olmaması ve çaresizce eve dönmem ne kadar acı, bir bilsen… Her telefona hazırlıklı olmak ama konduramamak, inanmak istememek…
Sabah 6.30… Dayımın hıçkırıklarıyla uyandım. Allah’ım, o nasıl bir ağlama..! Neredeyse 15 dakika evin içinde birbirimize görünmemek için başka başka odalara girip çıktık. Bana söylemiyor, ikide bir banyoya girip yüzünü yıkıyordu. Gözyaşının suyla imtihanı… Burcu Abla’yı aradı ve sırtı bana dönük ağlayarak konuştu; artık yokmuşsun… Kısa fakat koskocaman bir ‘yok’… Boğazıma atılmış bir yumruk ve durduğum yere mıhlanışım… Kendimi iki gündür hazırladığım yokluğun, ağlayamayışıma takılmıştı. Kaldım, sade ve öyle kaldım…
Morga gizlice girişim ve son yıkanışın, sarılman dün gibi aklımda. Dayımın son kez görme feryadı, yüzünü açmaları, elini öpüşü… İlk kez buz gibiydi ellerin ama gözlerin uzun süreden sonra yine yeşille mavi arası, boncuk boncuk… Görevli hanımın “O asıl şimdi çok rahat, hiç merak etmeyin” deyişine yaslanarak dik durmaya çalışan duygularımız…
Caminin avlusunu dolduran sevenlerinin yakasında resmin… Hiçbiri seni unutmayacakmış gibi sıralanmış öylece… Merak ettiğin tüm arkadaşlarım yanımda. Yatağına gidiyoruz… Mezarlıklar diriler içindir, derler, hakikaten doğru… Şehirden uzaklaştırılmış, ev bahçelerinden koparılmış, hayatın temposuyla seni de sınırlarının dışına koymuş bir torununum, affet… Defin işlemlerinin ticarete döndüğü, dirilerin daha rahat ulaşımı olabilecek bir yer için araya torpil soktuğu mermerden yataklar… Sizin için değil, inan, kendilerinin arada bir rahat ulaşabilmesi için…
Neyse, keyfini kaçırmayayım, sana biraz da bizden bahsedeyim… Kaan ile Mert çok büyüdüler bi görsen… Haftada bir Gülşen Teyze’ye gelip gitmeye devam ediyor. Mert, haber sunucusu gibi olmuş, hiç susmuyormuş. Belki de en güzel haber bir torununun daha çocuğunun olması… Eda geldi, daha bir ay olmadı, bu kadar şirin bir bebek olamaz… Tam reklâmlar çıkınca “Hele onun ayaklarına bak, ciğerine sokasın gelir!” diyeceğin şirinlikte. Pek anlamam ama herkes Türker Ağabey’e çok benzediğini söylüyor… Dayımın sağılığı yerinde… Evde her şey yolunda, arada bir didişiyorlar, o kadar… Orhan Amca küçük bir sağlık sorunu yaşadı ama şimdi iyi. Söylemeyecektim ama özür dilerim, belki de onu her gün görüyorsundur, Kemal Amca bizden ayrıldı. Yoğun çalışıyorum, bir yandan okula gidip geliyorum. Saçlarım iyiden iyiye döküldü; sevineceksin belki, kilo aldım, ama göz numaram büyüdü. Nedenini anlayamıyorum ama pek bir suskunlaştım. Henüz belli değil ama aralıkta askere gidebilirim.
Böyle işte… Herkes farklı bir yolda ama herkes senin yokluğunda kesişiyor. Yerin çok belli… Sensiz geçen ilk bayramda evdeki koltuk boş kaldı, misafirin gelişini elleri kucağında bekleyen halin hep gözümüzün önünde… Annem her fırsatta yanına uğruyor, belki bu gece bana ne konuştuğunuzu anlatırsın. Ben bekleyeceğim, umarım gelirsin…
İyi uykular anneannemmm…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder