kaç kurtar kendini,
ben oyalarım; git
içimde ne varsa sana alışan
hiç olmamıştı belki
hayat yalanlar bizi
dilerim güçlüdür zaman bu acıdan
yağmurdan sonra toprak kokusu yüzün
dokunsam da özlesem de aynı hüzün... aynı hüzün
bir adam bul kendine sana aynalar tutmasın
o kadar güzel yüzün; içine bakmasın
seni korkutmasın
özlesen de arasan da kendine sakla
herkes her şey senin olsun
bir beni yasakla tek beni yasakla
f.d.
uykusuz masallar'dan
Ara
Yakup Kadri'den Bir Yazı
ve
Hüzünlü Şark'ın Kovuluşu (?)
KÖTÜMSERLİKTE BİR FAYDA VAR MIDIR?
Yakup Kadri
12 Ocak 1920
Türkleri ve umumiyetle Şarklıları zahiren mütevekkil ve sabırlı görüp de ruhça iyimser sanan Garplılar, bize ait her şeyde olduğu gibi bunda da yanılıyor ve yanlış hüküm veriyorlar. Şarktaki bütün milletler adına söz söyliyecek değiliz; zira, Şarklı kelimesi pek sınırsızdır. Avrupa’da Şarklı denince, bir Sırp, bir Arap, bir Çinli, bir Acem hep bir safta görünürler. Nitekim harb sırasında İsviçre’de, halk bunların hepsine birden şu adı bıkmıştı: Makak. Lakin makakların da muhtelif cinsleri vardır ve mutlak bir Yunanlı ile bir Sırp, bir Bulgarla bir Çinli arasında yaşayış, düşünüş, duyuş itibariyle derin farklar bulunması lâzım gelir. Bununla beraber, Şarkın bu cins farkları içinde, bu muhtelif milletleri birbirine benzeten, birbirine birleştiren umumi bir sıfat da vardır ki, bunu aynı zamanda hem bir Türk’de, hem bir Arap’da bulmak kabildir. Ve Şarkın bütün milletlerini birbirine bağlıyan bu tek bağın düğümü de öteden beri Türkler olduğu ve öteden beri Türk milleti Avrupa önünde bütün Şarkı temsil ettiği için, Şarklı denilince önce Türk’ü anlamak zorunda kalacağız ve bizim bulunduğumuz iklim bölgesinde yaşıyan öbür milletleri mevzumuzun dışında bırakacağız. Zira, bunlar tamamiyle hiçbir şeyin örneği değildirler. İşte, bize göre Şarkın, bu hülya ve neşe diyarının, bu gürbüz ve has evladı ruhça dünyanın en sisli iklimlerinden çıkmış kadar kötümserdir. İnsanlığın en muhteşem ikballeri, en yüksek zaferleri, tantanaları, hiçbir şey, hiçbir şey Türk’ün kalbinde çömelen baykuşu ürkütemedi, susturamadı. Bu mutsuzluk kuşu, tantanaların yüzyıllarca hâkimiyetin, kudretin, azametin en çeşitlisi, millî ve siyasî hayatımızın en coşkun düğün ve bayram günlerinde bile bir dakika ulumadan geri kalmadı. Zafer toplarının, zafer davullarının ve zafer naralarının arasından daima bunun sesi duyuldu. Denilebilir ki, bizde ilk Osmanlı kadınından, son Osmanlı kadınına kadar her ana ve baba, nesillerin kendilerinde tükendiğine inanmışlardır. Bugünkü günde kendilerine biraz iyimserlik tavsiye edilen kimseler diyorlar ki: Nasıl iyimser olalım? “Ahvalin şu fecaatine bakın! Bir memleket ki sallanıyor, her gün bir parçası başımız üstüne yıkılıyor, her tarafımız yara, bere içindedir, karnımız açtır, sırtımız çıplaktır. Yarın ne olacağımız belli değildir!” Zannetmeyiniz ki bu, yalnız bugüne ait bir teranedir. Biz, doğduğumuz günden beri babalarımızdan, babalarımız doğdukları günden beri kendi babalarından hep bunu dinlemişlerdir. Yıllardan beri ne görsek batmak belirtisidir, ne işitsek ölüm haberidir. Başta memleketi idare edenler olmak üzere herkes endişelidir. “Biteceğiz, bitiyoruz, bittik!” nekaratı bizim milli marşımızın yegâne güftesidir. Ve büyük söz bizde meşum sözünün eşitidir. Eski ve yeni bütün şairlerimize, yazarlarımıza bakınız, saçtıkları şeyler gittikçe şiddeti artan birer zehirdir. Esasen dikkat edecek olursanız, bizde, hele son zamanlarda iyimser görünmek adeta bir kabalık ve bir bayağılık telâkki edilmeğe, fikir ve soy yüksekliği kötümserlikte aranmağa başlandı. Somurtkan mısınız, mutlaka doğruyu görüyor ve doğruyu söylüyorsunuz, ümitsiz ve hiddetli misiniz, mutlaka en akıllı adam sizsiniz. Hele ikide bir: “Adam sen de, bu millet kurtulamaz, bu millet bitti!” demek cesaretini gösterdiniz mi, artık sizden büyük, sizden kahraman kişi düşünülemez.
En çok okur yazar takımımızda görünen bu zihniyet tabii, yani normal bir şey midir? Kötümser olmakta bir fayda var mıdır? Bir hakikate veya bir zafere ermenin en kolay, en doğru yolu daima her olayın fena yönlerini görmekte midir, değil midir? Burasını bilmiyoruz, fakat harb sırasında bu gibi kimseleri her memlekette dfaitiste, yani bozguncu diye kurşuna diziyorlardı.
Gerçekten millet işlerinde hele aşırı buhranla sırasında kötümser olmak bir nevi hezimetçilik, bir nevi mızıkçılıktır. Hattâ diyebiliriz ki, bir nevi şuursuz hainliktir. Zira, bu gibi kimselerin bir cemiyete içeriden verdikleri zarar herhangi bir düşmanın dışarıdan yapabileceği zararın kat kat üstündedir. Bunlar o akılsız dostlardır ki, akıllı düşmanı aratırlar ve farkına varmaksızın kaleyi içeriden verirler.
Eskiden ne ise, fakat son zamanlarda -ki mânen her vakitten ziyade kuvvetli, yani ümitli olmak zorundayız- taraf taraf her kürsünün üstüne bir baykuş oturdu ve insanı hayatından bezdiren bir uluma ile ötmeğe başladı. Teneffüs ettiğimiz hava bu sesle zehirlenmiştir, ciğerlerimiz her açılışında, her kapanışında biraz daha ölüm havası yutuyor.
Bu havayı temizlemek zamanı daha gelmedi mi? Halkın mânevî sağlığı adına buna her şeyden önce lüzum vardır. Zira, vücudumuz gibi ruhumuzun da sıcak güneşe ve saf havaya ihtiyacı vardır. Ruhumuzun ihtiyacı mutlaka bedenimizin ihtiyacından daha üstündür. Maateessüf, halkın ruhunu idare edenler bu cihete hiç dikkat etmiyorlar; karanlığa karanlık katıyorlar ve bazı memleketlerdeki ücretli «nevhagerler» gibi, memleketin içini durmadan bir yeis ve ümitsizlik havasiyle dolduruyorlar. Bunları cemiyetin selâmeti namına âdeta karantina altına almak lâzımdır. Zaten, her şeyden ümidini kesmiş ve milletin tamamiyle mahvına inanmış bu gibi kimselerin memleket ve millet işlerine karışmakta devam etmeleri bilmem ki, hangi akla, hangi mantığa uyar?
Değerlendirme
Yakup Kadri, gerek romanlarında gerekse siyasi içerikli yazılarında Milli Mücadele dönemini bir seferberlik havasında işler. Karakterlerini, bu havayı ya gözünü budaktan sakınmayan bir subay, düzenli ordu öncesi yerel direnişçi gençlerden, yaşlılar; ya da bunların tersi kutbundaki işgal kuvvetlerine yardımcı yerel halktan, vurdumduymaz ve sadece Batı'nın giyim kuşamını almış, her gelişmeye kötümser bakan, sömürge güçlerine yakın duran aydınlardan oluşturur. Yakup Kadri için yerel direnişi ulusal ölçekte Gazi’nin ordusuyla birleştirmek, izlenecek yolun kilit noktasıdır. Yaban, Milli Savaş Hikâyeleri, Hikâyeler ve Bir Serencam döneme ilişkin kahramanların kurgularından örnekler sunar. Yakup Kadri, Milli Mücadele sürecinin öncesinde hastalığı nedeniyle gittiği İsviçre’de Batı’nın Şark’a bakışını daha yakından görür, sonraları Vatan Yolunda’nın bir bölümünde kurtuluşun dışarıda değil, ‘milliyet esasına dayanan bir idrakten geçtiğini’ belirtir. Avrupalı’nın tefekküründen, insaf ve adaletinden kopuşun anahtarı olarak görülen milli idrak’ın Mustafa Kemal’de somutlaştığını düşünen Yakup Kadri, bu övgüsünü Atatürk: Biyografik Tahlil Denemesi ve Politikada 45 Yıl’da üst düzeye taşıyacak, Şark’ın kara talihi olarak gösterilen sömürgeliği Mustafa Kemal’in yendiğini iddia edecektir. Onun gözünde ahlaki çözülmenin, hedefsizliğin bertaraf edilmesinin, yeniden yükselişe geçmenin öncülüğünü Atatürk üstlenecektir. Yanlış, onun yolundan sapılmasından kaynaklanmıştır. Yakup Kadri'nin, Türk Devrimi'nin aslında Doğu'nun kurtuluşuna örnek teşkil edeceğine inancı tamdır. Ancak zamanla Ankara'daki siyasi çalkantılar, ayak oyunları sonucu genç cumhuriyette yaşanan bölünmeleri ve nihayetinde bu devrimin başarıya ulaşamama ihtimalini de romanlarında bir karamsarlık havasında aktardığını görebilmekteyiz. Batıcı aydın eleştirisini dans edilen salonlarda tehlikeli kadınlara saplanan, koltuk sevdasına tutulan, ihale ve iş takibi peşinde koşan isimlerle devam ettirir ve devrimin ödevlerinin bu tip insanlar yüzünden arka plana itildiğini savunur. Bu mesajını toplumsal ayrışma noktalarını, halkı önemsenmeyen siyasilerin “Ankara Palas-Çankaya-Anadolu Kulübü” üçgenindeki statü endişesiyle dolu hayatlarını açarak sürdürür. Esasında toplumsal yozlaşmanın tekkelere dahi indiğini göstermek isteyen Nur Baba'nın Yakup Kadrisi, aile yaşamının yanlış Batı(lı)laşma ile bölündüğünü, kadınların beyhude zevkler peşinde koşarak erkeklerin de aklını çeldiğini Kiralık Konak ve Hüküm Gecesi'nde geliştirecektir. Bu anlamda aşağıda Milli Mücadele döneminden bir yazısını sunacağımız Yakup Kadri, gerek 1920 öncesindeki gerekse sonrasındaki karamsarlığını düzenlenememiş ve devrimin ilkelerine göre yönetilememiş, Gazi'ye uyamamış bir toplum üzerinden işlemektedir. Onun 1920'den önce yanlış Batı(lı)laşma ve ahlaki yozlaşmayı konu edinen yazıları, 1920'nin bağımsızlık mücadelesinde aşılanan bir umutla tebessüm edecek, ancak cumhuriyet Ankarası'nda yaşadıkları, cumhuriyetin kendisine değil, fakat Panorama'da işlediği üzere, hayata geçiremediği yeni ilkelere tekrar karamsar bir bakışa bürünecektir. Öyle ki, 1958'de yazdığı Vatan Yolunda'da, Kurtuluş Savaşı günlerindeki cepheden gelecek umut dolu haberleri, seferberlik halini özlediğini belirtecektir.
Aydınların karamsarlığını, güç’ün milletin kendisinde olduğu bilinciyle aşmayı çabalayan, bu anlamda Şark’a gerek içeriden gerekse dışarıdan yüklenen kaderine boyun eğen söylemi, yine bu aydınları mücadeleden uzak tutarak, bir tür 'ümit türdeşliği' yaratarak aşmayı öneren Yakup Kadri’nin aşağıdaki yazısı, bir aydın eleştirisi olduğu kadar, mücadeleye atılması beklenen ‘ideal aydın’ tipini yaratması açısından da ilgiye değerdir. Karamsarlığı Şark’a özgüleyen bir anlayışa eleştiri getiren, Şark’ı kendi içinde ayırmayı deneyen ama sadece Türklüğe bu Şark içinde özgün bir kulvar açmayı düşünen Yakup Kadri, bir açıdan mücadeleye moral destek aşılamakta, diğer yandan da eleştirel tavrın “bilgiç kötümserliği”ni safdışı etmeyi tasarlamaktadır. Şark’tan ayrıştırılabilecek Türk tipi bir hayat ve mücadele biçiminin karamsarlıktan sıyrılarak Şark'a yol göstermesini de hedefleyen bu tavır, aydın’ı mücadele içinde belli bir forma sokmayı düşler , bu açıdan olağanüstü şartların türdeş bir mücadele stratejisi yaratan, muhalefeti dizginleyen meşruiyeti de kurulmak istenir.
Şark’a yüklenen ‘ezeli-ebedi mağlup’ söylemini Avrupa’da iken deneyimleyen Yakup Kadri’nin bir anlamda bu Şarkiyatçı söylemden beslendiği de söylenebilir. Zira, karamsar eleştiriyi 1920’lerde “zararlı” olarak kodlayan bu tavır, zaten 'gereksiz, işimize taş koyan' fikirleri, Batı’ya karşı olduğu kadar içe dönük otoriter bir söylem kurmak adına şansına da sahiptir. Şöyle ki; 'emperyalist Batı'ya karşı verilen mücadelenin kazanılması halinde, zaten 'kökü dışarıda, teslimiyetçi' fikirlerin mücadeleye katılmamasının bu milli zaferi getirdiği düşüncesi, yeni rejimin otoriter karakterine dayanak sağlayabilecektir. “Baykuş”un varlığıyla bile etrafındakileri rahatsız eden, sürekli endişe çağrıştıran, millete de kendi baykuş duruşunu bulaştırabilecek yanı, Yakup Kadri’nin bu yazısında sıkça kullanılacaktır. Milli Mücadele sürecinde “her zamankinden fazla” olduğuna dikkat çekilen bu baykuşluğun kökeni belirtilmez, Osmanlı'ya da tehlike saçan haliyle anımsatılır, böylece sinsi bir tavırla eşleştirilir. Her olası tehlikeyi sonumuzun geldiğine dair karamsarlıkla yorumlamanın, 'gerçekleri görmek' gibi bir yanılsamaya karşılık geldiğini ifade eden Yakup Kadri, bazılarının her sendelemeyi yıkılma alameti olarak okumasının sanki önüne geçmek ister. Bunun için de Batı tarafından kurulan Şark imgesinin teslimiyete yönelik doğasını kırmaya çalışır, ancak burada belki de esas sorun, Doğu’yu türdeş görmeyeceğini başta belirten yazarın, Türkleri Doğu tasarımından bir an evvel uzaklaştırmaya çalışırken, berisindeki Doğululara ise bu iyimserliği örnek almaya yönelik çağrıda bulunmasıdır. Yakup Kadri'de politik bir yönelim olarak Doğu’nun yeni Türkiye’yi ve önderi Mustafa Kemal’i örnek aldığı müddetçe ilerleyebileceği yolunda bir kurgu mevcuttur. Bu, esasında Doğu hakkındaki temel önkabulleri yıkmaktan ziyade, karamsarlıkla inşa edilmiş ve sonu geldiğine inanılmış Doğu tasarımından Türk özgün modelini çekip çıkartmak, söylemdeki büyük Doğu tasarımını aşmamaktır. O halde Doğu, örnek model Türkiye’ye benzediği ve kendi içindeki “baykuş”lara prim tanımadığı ölçüde kurtuluşa erebilecektir.
Ayrıca sorun, “baykuş”un ilerlemeye tedrici bakması, “millî ve siyasî hayatın en coşkun düğün ve bayram günlerinde bile bir dakika ulumadan geri kalmayan” sesi ve tehlikeleri aşılamayacak engeller olarak değerlendirmesinin aşıldığı şartlarda, bunun rejimin demokratik niteliğine nasıl yansıyacağında düğümlenir. 1920 tarihli bu yazı, “Baykuş” imgesinin sinsi hainlikle malûl sayılması, olağanüstü dönemlerde mücadele stratejisinin tek elden belirlenmesi ve halkı mücadeleye katmanın moral değerlerinin saptanması adına hazırlanmış olabilir. Ancak cumhuriyet rejiminin kuruluşunda 'baykuş'u siyasal alandan uzak tutmaya devam edip etmeyeceği, savaş döneminin olağanüstülüğünün ardından muhalif unsurları meclis içi ve dışında önemseyip önemsemeyeceği kamusal tartışma kültürü açısından değer taşır. Yakup Kadri’nin 'kötümser okuryazar baykuş’unun kamusal tartışmalardan yalıtılması, sürekli ‘kuşatma çemberi’ndeki cumhuriyetin demokratik karakterini etkilemiş olabilir mi? Ya da 'kötümser' tavrıyla cumhuriyete sadece 'zarar' getirebilecek 'baykuş', bu tip düşüncelere itibar etmediği için toplumun karanlık günlere dönmeyeceğini savunan cumhuriyetin otoriter söylemini pekiştirmiş olabilir mi? Daha genel bir soruyla, 'baykuş'u olağanüstü dönemlerde ilerlemenin önünde engel gören ve bu 'zehirli ses'e pek de itibar edilmemesini salık veren fikir, çok partili demokrasiye geçiş 'deneme'lerindeki -artık olağan olması dilenen dönemlerde- her hareketlenmeyi rejime tehdit sayan karamsar tavrıyla Batılıların “bu coğrafyada demokrasi işlemez, işlese de dinamiklerini kendileri değil, biz yaratırız” söylemini yeniden üretmiş olabilir mi?
Nasıl? Dergisi, Haziran 2008
İki Tekerlekli Yeni Medeniyet
“Medeniyetin sefahati ile köy hayatı; her ikisi de insanların haz duydukları şeyler olup birine alışanların ötekisini özlemesi ve yaşamını ona göre değiştirme imkânlarının peşinde koşması, hiç olmazsa istemesi, doğa yasalarının gereğidir.” İ.A.Tevfik
Velosipet ile bir cevelan, İbnülcemal Ahmet Tevfik’in arkadaşıyla 1890’larda İstanbul’dan Bursa’ya vapur ve velosipetle (bisikletin eski biçimi ) yaptıkları seyahatin öyküsü. 266 km süren bisikletli yolculukta rastlanan yerler, tanışılan insanlar bu seyahatnamede ayrıntılı biçimde betimleniyor. Kâh vapurda rastlanan bir rehberden edinilen bilgiler yoluyla, geride bırakılan adalara farklı bir gözle bakılıyor, kâh seyahatte görülmesi muhtemel alanlar hakkında önceden tutulmuş notlar gözlemlerle karşılaştırılıyor. Seyahatin Osmanlı’da bir ulaşım ve eğlence aracı olmaktan uzak velosipetle yapılması, Ahmet Tevfik ve arkadaşının maceralarına başka bir boyut katabiliyor. Cevelanın belki de en önemli noktası, okuyuculara hem yöre hakkında bilgi sağlaması hem de modern bir ulaşım aracı olarak bisikleti topluma yayma isteğidir. Tanıtımı bir vazife halini alan ve eserin sonunda da ayrıntılı özellikleri anlatılan velosipet, ‘medeniyet’e dair anlatıyla bütünlük taşımaktadır. Tevfik’in gözlemlerini belirleyen önemli bir nokta da İstanbul-Bursa arasının kimi gözlemcilerce hor görülen yanlarının kendisince iyimser, olumlayacı bir üslupla aktarılması, bir tür mekânsal güzellemeye gidilmiş olmasıdır. Bu tavrın Abdülhamid iktidarıyla ters düşmemek adına sergilendiği de düşünülebilir.
Tevfik, ilk kez 1900 yılında yayımlanan seyahatnamesinin girişinde, Temmuz ayında, kısa bir velosipet tecrübesi olan arkadaşıyla Bursa’ya eğlenmek amacıyla gitmeye karar verdiklerini anlatır. Bursa yolu düzgündür. Bu mevsimde rüzgârın sürüş gücünü pek etkilemeyeceği umulur. Gerekli malzeme tedarikini ayrıntılı aktarması, Ahmet Tevfik’in uzun bisiklet yolculukları konusunda bilgi sahibi olduğunu gösteriyor. Ancak maddi yetersizlikler de tam donanımı imkânsız kılıyor; örneğin bisikletçi özel kıyafeti kullanmıyorlar ya da bisikletlerini sürekli yanlarında taşıdıkları için üstleri kirleneceğinden, vapurda iyi mevkiye bisiklet sokulmadığından şık kıyafetle dolaşmıyorlar ama mesafeölçerleri (siklometre) tastamam monte edilmiş. Velosipet –metinde ‘araba’ olarak da geçer- parçalarının ne işe yaradığı gibi bir teknik bilgi de bu araca aşina olmayan okurlara uzun uzadıya anlatılır. Bu anlatım, yer yer bisiklet kullanmaya teşvik edecek denli genişler, sürücü adaylarının ne tür teknik donanımı tercih etmeleri gerektiği de bildirilir.
Sarayburnu’ndan vapurla başlayan yolculuk, adaların ardı ardına tasviriyle devam eder. Bu arada çevreyi iyi bildiğini iddia eden geveze bir adamın hissettirdiği rahatsızlık bir yana, yanlış bilgiler de vermesi Ahmet Tevfik’i çileden çıkarır. Neyse ki o, gerek çağrışımlarına gerekse yola çıkmadan tuttuğu notlara güvenmektedir. Geçilen yerlerin doğal yönleri anlatılırken, buralar daha çok ziraata yönelmiş topraklardır. İstanbul’un ticaret hacminde önemli yer tuttuğu düşünülen gıdanın üretim alanlarını görmek onu heyecanlandırır ancak bu heyecanın temelinde ‘doğal’ kalabilmek yatar. Vapurun durduğu anda velosipetin çevrildiği yer Mudanya’dır. Acıkan gezginler, doyurucu menü ararlarken burada leziz yemeklerin fırınlarda piştiğini öğrenirler. Sınırlı miktarda et getiren kasaplar, yöre halkının kahvaltı sonrasında akşam yemeği için koşuşturmasında asıl uğrak yerleridir. Alınan etler evde yemeğe doğranır, pişirilmek üzere fırınlara getirilir. Fırınlar, akşamüstü yemek arayanlara değil de, pişmiş yemeği teslim alacaklara hizmet verirler. O yüzden leziz bir yemek bulmak, geç saatlerde zordur:
“…’Herkes yiyeceğini fırınlara verip pişirtir, siz de öyle yapınız’ cevabını aldık. Biraz umutsuzluktan kurtulmuş olduk. Fırınlarda âlâ güveç yapılırmış. Yeteri kadar et alıp bir fırıncıya teslim etmekten başka çaremiz kalmadı. Şehir içindeki beş altı kasabı dolaştık. Bir okka et bulamadık. Açlığın son raddeye geldiği zamanda bütün kasabayı dolaşıp et bulamamaktan oluşan üzgünlüğün derecesini düşününüz.”
Bu noktada Ahmet Tevfik’in üzerine eğilmediği fakat işletmecilik anlamında bir ‘restoran kültürü’nün gezilen alanda henüz yerleşmediği ortaya çıkıyor. Seçeneklerin azlığı yerli ya da yabancı gezgini/turisti ya kendi yiyeceğine talime zorluyor ya da kahvaltıdan sonra gününün önemli bölümünü akşam yemeği hazırlığı için manav ve kasap arasında mekik dokumaya itiyor. Profesyonel anlamda bir restorancılıkla mahalle içi aş evi ya da sınırlı gıda üretim-tüketimi olgusu kendi içine kapalı yapıya bir işaret olarak okunabilir. Bunun erken dönem turizminde yiyecek ve konaklama açısından birbirini tamamlayan bir yönü de olabilir. Ancak konaklama açısından Mudanya ve çevresi, lokantaların sunduğu seçeneklere kıyasla müşterisini daha memnun edebiliyor. Üstüne üstlük, denize bakan bir odaya çıkan Ahmet Tevfik ve arkadaşı, odaya bisiklet çıkarılması konusunda otelciyle herhangi bir tartışma da yaşamıyorlar. Yörenin turizme yönelik tarihsel bilgisi de otel sahipleri ve rehberlerde yeterli düzeyde değil. Örneğin, otelci Mudanya adının nereden geldiğini bilmiyor, Ahmet Tevfik not defterindeki bilgilerle otelciyi de aydınlatıyor. Mudanya ve çevresinde yerleşiklik, kültür turizmini profesyonel bir kazanç faaliyeti olarak görmekten henüz yoksun. Beraberinde konaklama ve yiyecek kültürü de kendisini dışarıdan gelenlere açmayı henüz dert edinmemiş, yörenin bilgi düzeyi tarihsel’e uzanmıyor; yemek, ancak mahalleliye hitap ederek ya da misafirperverlik yoluyla kültürünü ifade ediyor. Para kazanma hırsı, kimi zaman yöre değerlerinin ardında seyrediyor. Otel sahibi, içki içmek için otelin önündeki sahili kullanmak isteyen müşterilerini paralarını iade ederek otelden uzaklaştırıyor. Derdi, onlardan görerek başkalarının da burayı meyhaneye çevirmeleri... İçki içilecek ve konaklanacak mekânlar ayrışmış; alkol, ulu orta yerlerde kendini gösteremiyor. Meyhaneler, bu anlamda, içkinin dışarıya taşmamasına da hizmet veriyor. Ahmet Tevfik de bu tutumdan hoşnut, zira ne lokantaların azlığından, ne yollardaki bozukluktan ne de sanayileşmemiş ve doğallığını alabildiğine koruyan yörelerden, insanlarından şikâyetçi. Doğal, pek dokunulmamış yerler onu rahatlattığı, bir kaval sesi kulağına ‘musikinin en doğal nağmesi’ geldiği gibi, eleştirebileceği özellikleri de ‘normal’ karşılama yoluna gidiyor: İstanbul’dan Bursa’ya gelen birisine farklı iş kollarının nasıl olup da aynı hizada dükkân açtığı şaşırtıcı gelse de, burası ‘kendi’ düzeni içinde işleyişini kurmuştur.
Ahmet Tevfik ve arkadaşı, gezilerini sabah velosipetle yapıyor, akşamları da yürüyerek şehri dolaşıyorlar. Yatmadan bisikletlerin son bakımları yapılıyor, velosipete binmek ciddi bir iş olarak algılanıyor. Mudanya’dan Bursa’ya uzanan yol, yokuşlarla dolu… Kimi zaman bisikletleri ellerinde taşıyarak yokuşu yürüdükleri de oluyor. Tecrübesiz ve biraz da sabırsız arkadaşı, Ahmet Tevfik’e “Biz bunları sürüklemek için mi getirdik?” diye serzenişte bulunduğunda, Tevfik ona bir hoca edasıyla teselli veriyor, inişlerin de zevkli olduğunu hatırlatıyor , inerken bisikleti nasıl kullanması gerektiğini öğretiyor. Bu eğitim, sadece ikisinin arasındaki bir dersle sınırlı kalmıyor, Tevfik’in velosipet kültürünü ve sürüş yöntemini okurlara da yayma gibi bir hedefi var sanki:
“Yokuş inilirken durmak için fren kullanıldığı gibi, ön tekerlek ayakla basılarak da dur(dur)ulur, lakin bu son çaredir. Çünkü meyilli bir yerde özellikle durmadan artan hızla birikmiş güç ve süratle gidilirken ayakları dayayıp durmak pek büyük ihtiyatsızlıktır. (…) En iyisi, kesin zorunluluk olmadıkça, yolun müsaadesine göre sağa ya da sola, yokuşça bir yere doğru gidip, ayakla da yardım ederek, bizim yapmak zorunda kaldığımız şekilde hareket etmektir.”
“… Zaten yol eğilmeye başlar başlamaz, arkadaşıma, olabildiği kadar benden geri kalmasını, fren ile manivelalarla idareye hazır halde olmasını ihtar etmiştim… Daha o noktaya varmadan önce, ‘Freni sık! Sağa sap!’ sözcükleriyle, sağ taraftaki meydancığa göre bir daire çizerek, freni de sıkıp, manivelayı da olabildiğince geri basmasını anlatmayı başardım.”
Bursa Ziraat Mektebi’nde yeni tekniklerle yapılan eğitimi izlerler, öğrencilerden bilgi alırlar. Burada öğrencilerin oturuşu kalkışı, aldıkları teknik bilginin bir ürünü sayılır. Nezaket, terbiye ve yüksek eğitimle birleşmiştir. Teknik bilginin getirdiği modern tavır, davranışı belirlemiş ve kültürel değişimi yaratmıştır. Bu halden memnuniyet duyup iftihar ederler. Bursa sokak ve çarşılarının düzenine, temizliğine hayran kalırlar. Ulucami, bedestenler, Yeşil Türbe anlatılırken beğeni üst düzeye çıkar, ancak bu gibi yerlerin imarını, korumasını sağladığı için payitahta bir övgü düzülmez, iktidarı değil ama doğayla bütünleştiğine inanılan mekânı güzelleme hâkimdir.
İnegöl, Bursa-merkeze göre geç gelişecek yer olarak tasvir edilir, ama İnegöl’ün doğal güzelliklerinin ön plana çıkarılması, aradaki farkı bu kadar büyük görmeyi engeller. Şose yolun tozundan üstleri kirlenir ama pek de dert etmezler. Dinlenmek için oturdukları kahvehanedeki sıcak insanların ‘arabaları’na meraklı bakışları, dikkatlerini başka yöne çeker. Çocuklar, yolun karşısındaki köprünün parmaklığı üzerine ‘kırlangıç yavruları gibi tüneyip’ bisikletleri ve onları seyreder. Köylülerden yeni yerler öğrenilir ve Kavaklar’a, Çitli’ye, Yenişehir’e geçilir. Yenişehir’de merak ve ilgi uyandırırlar. Çocuklar koşarak velosipetle yarışa kalkarlar. Sakallı bir zat kahveden kalkarak yanlarına gelir ve ricada bulunur: “Arabaya bin de şurada biraz dolaş. Biz de görelim. Biz bunu ilk kez gördüğümüz için pek merak ediyoruz.” Ahmet Tevfik’in ifadesiyle; arkadaşıyla ahaliyi memnun etmek için meydanda dönmeye başlarlar.
Kazalarla karşılaşan fakat sonunda Bursa-merkeze geri dönebilen ikili, doğal olanla büyük şehir hayatının arasında pek de bölünmüş değildir. Bu gezinin doğaya bir dönüş, İstanbul’dan kurtuluş değil eğlence amacıyla yapıldığı hatırlarındadır. O yüzden rahatlıkla “Artık İstanbul’u istiyorduk” diyebilmişlerdir. “Doğa mı, karmaşık şehir hayatı mı?” seçeneğine teslim etmez kendisini Ahmet Tevfik. Onun için velosipet, doğaya ulaşmanın en direkt, doğayı yürümeden daha hızlı tatmanın en yakın aracıdır. Bunun yanında doğallığı bozmayan, ona ters düşmeyen modern insan tasarımıdır velosipet. Kıra duyulan özlemi tamamlayan, doğal yaşamın hatırlatan ve aynı zamanda modern şehir hayatında da ulaşım aracı olabilen bisiklet, bir kültürün ifadesidir. O, sosyal ilişkileri kaynaştırabilen, tanımadığınız bir diğer velosipetli insanla dostluk kurmanızı sağlayacaktır. Kilit sözler: “Nereye teşrif?” ve “Siz ne cihete yahu?”dur. “Şehir hayatının doğallıktan uzak yaşantısına karşı insan ilişkilerini sıkılaştıran bir sosyal icattır. Binmeyi öğrenmek uzun zahmetler gerektirse de bisiklete binen, ona ciddi bir sevgiyle bağlıdır. Bu duygudan yoksunsa öğreninceye kadar çektiği sıkıntıları, döktüğü terleri unutarak ondan zevk alamaz. Bisikletten tatlı bir meşakkat, eğlendirici bir yorgunluk hissedilmelidir.”
AKP Gerçeği ve Laik Darbe Fiyaskosu
Osman Ulagay (2008), AKP Gerçeği ve Laik Darbe Fiyaskosu, İstanbul: Doğan Kitap.
AKP Gerçeği ve Laik Darbe Fiyaskosu'nun süreci içeriden okuma çabasını hakkıyla güden bir çalışma olduğu kanaatindeyim.Baskın konumdaki kısırdöngüden koparak siyasal İslam'daki dönüşümü, çelişkileriyle birlikte özetleyen önemli bir deneme.
Ne yapılmaması gerektiği yıllardır az çok bilinmesine rağmen, ne yapılacağı bilinemediğinden,
yine yanlış stratejilere sapan, ancak rakibine yarar getiren bir siyasal hareketin de öyküsü Laik Darbe Fiyaskosu...
Kitaptaki başlıklar, belli ki üzerine yeni makaleler yazılmaya değer.
Bu açıdan Osman Ulagay, laik'çi' kanadın toplumun yeni yapısını okuyamadığına ilişkin notu, bu yeni sınıfsal yapıların neler olduğuna dair sosyolojik bir tespitle derinleştirseydi daha iyi olabilirdi.
Zira seçim sonrasında yeni sınıf ve tabakaların eğilimlerini saptamak daha önemli bir olgu haline geldi.
Çalışmaya burun kıvıracak, tıpkı kitapta belirtildiği gibi "sen de onlardan olmuşsun"lara çekebilecek kalemler çıkabilir.
Zira karşıtlıklar kurmadan siyaset yapamadığı gibi, günlük hayatta da düşünemez hale gelenler var.
Hasan Pulur'un bu kitapla ilgili yazısında böyle bir yaklaşım sergilememesini, kitabın kendisini iyi anlatmasına ve Pulur'a -bir nebze de olsa- gerçekleri gösterdiğine yoruyorum...
Kitabı eleştirel bir AKP değerlendirmesinden ziyade,
AKP karşıtlığının eleştirisine bir giriş olarak okumaya çalıştım.
Buradan yeni bir eleştirellik türetmekse sanırım okurların da görevi.
Anıtkabir Türbesi
222 A...555 K...3 sizden, 3 bizden...147'ler...14'ler...11'ler...68'liler...47'liler...49'lar...1402'likler...12'li darbeler...9'lar...28...5+3'e evet mi hayır mı?301 katil mi, bekçi mi?184 mü, 367 mi?27 Nisan...22 Temmuz...Biz Kaç Kişiyiz?
Sayıların hükümranlığı arasında düşmeden dolanması istenen bir toplum.
Bir mesaj verirken saymadan duramıyoruz.
Türkiye'nin siyasi tarihi biraz da sayıların tarihi değil mi?
Yukarıdaki sayı demetinden anlamlı bir dizi oluşturmaya çalışsanız ulaşacağınız sonuç ne olur?
Bugün için konuşursak...
Bir yanda bir devrin ateşleyici 555 K şifresi, diğer yanda açılmaya zorlanan yeni bir devrin alel acele yan yana getirilmiş tesadüfi sayıları.
Hak ve özgürlüklerin önünde "ya devamı gelirse..." bilirkişiliğiyle duran malum inatçı direniş sürüyor. İki kutup arasında olmak zorunda bırakılmamız, 'ya ondansın ya benden'lere zaptedilişimiz. ..
Sonra da 'demokrasi düşmanı' diye nitelendirilen bir DP ve bugünkü devamcısı gibi sunulan AKP...
Bu partinin oldubittiye getirdiği yasa düzenlemelerine karşı girişilen tepki, en az hükümet kadar demokrasiyi baltalamıyor mu?
Üniversitelerarası Kurul'da boy gösteren Celal Şengör... Geçen sene Kara Harp Okulu açış dersinde zehir zemberek 'şeriata karşı önlemler' konuşmasıyla komutanlardan nasıl da alkış toplamıştı! Ardından "ordu elbette demokrasilerde müdahale edebilir" özlü sözü...
Demokrasi bir uzlaşı mı, körler sağırların birbirini karanlıkta tokatlamaya çalışması mı? Bugün Anıtkabir'i türbeye çeviren, her şikâyetinde "Atam, atam bak bize napıyolar" diye somurtan bir militan zihniyet mi demokrasi getirecek?
Üstelik yaratıcı bir direnişle hükümetin karşısına çıkamayan, atasının arkasına saklanıp laf atan bir zihniyetle ülke, halının altına süpürdüğü hangi sorunu rahatlıkla tartışacak?
Kalıpların dışında, biraz daha anlayış içeren bir şeyler söylendiğinde "sen de onlardan olmuşsun vallahi"leriyle mi özgürlükler genişleyecek, derinleşecek?
Bugün, adına demokratik tepki denen Anıtkabir (artık bu eylemlerden dolayı ya Ağlama Duvarı ya da Hacıbayram'a dönüştürülen) yürüyüşleri, öfkeleri mobilize etmekten, insanlara 'tehlikeyi' göstermekten bile aciz...
Zira hiçbir yenilik içermiyor. İçermediği için de gün geçtikçe sıradanlaşıyor.
"222 A... Ha, tamam abi görüşürüz..." kadar sıradan bir ctesi buluşmasında çaya, kahveye davet edilmek, her gün gördüğün arkadaşınla Kızılay'da buluşmak kadar duygudan yoksun, taban yoksulu...
Hava o kadar aynı geliyor ki, koklamaya gidesim gelmiyor
Fotoğraf çekmek için bile gidesim gelmiyor...
Sayıların hükümranlığı arasında düşmeden dolanması istenen bir toplum.
Bir mesaj verirken saymadan duramıyoruz.
Türkiye'nin siyasi tarihi biraz da sayıların tarihi değil mi?
Yukarıdaki sayı demetinden anlamlı bir dizi oluşturmaya çalışsanız ulaşacağınız sonuç ne olur?
Bugün için konuşursak...
Bir yanda bir devrin ateşleyici 555 K şifresi, diğer yanda açılmaya zorlanan yeni bir devrin alel acele yan yana getirilmiş tesadüfi sayıları.
Hak ve özgürlüklerin önünde "ya devamı gelirse..." bilirkişiliğiyle duran malum inatçı direniş sürüyor. İki kutup arasında olmak zorunda bırakılmamız, 'ya ondansın ya benden'lere zaptedilişimiz. ..
Sonra da 'demokrasi düşmanı' diye nitelendirilen bir DP ve bugünkü devamcısı gibi sunulan AKP...
Bu partinin oldubittiye getirdiği yasa düzenlemelerine karşı girişilen tepki, en az hükümet kadar demokrasiyi baltalamıyor mu?
Üniversitelerarası Kurul'da boy gösteren Celal Şengör... Geçen sene Kara Harp Okulu açış dersinde zehir zemberek 'şeriata karşı önlemler' konuşmasıyla komutanlardan nasıl da alkış toplamıştı! Ardından "ordu elbette demokrasilerde müdahale edebilir" özlü sözü...
Demokrasi bir uzlaşı mı, körler sağırların birbirini karanlıkta tokatlamaya çalışması mı? Bugün Anıtkabir'i türbeye çeviren, her şikâyetinde "Atam, atam bak bize napıyolar" diye somurtan bir militan zihniyet mi demokrasi getirecek?
Üstelik yaratıcı bir direnişle hükümetin karşısına çıkamayan, atasının arkasına saklanıp laf atan bir zihniyetle ülke, halının altına süpürdüğü hangi sorunu rahatlıkla tartışacak?
Kalıpların dışında, biraz daha anlayış içeren bir şeyler söylendiğinde "sen de onlardan olmuşsun vallahi"leriyle mi özgürlükler genişleyecek, derinleşecek?
Bugün, adına demokratik tepki denen Anıtkabir (artık bu eylemlerden dolayı ya Ağlama Duvarı ya da Hacıbayram'a dönüştürülen) yürüyüşleri, öfkeleri mobilize etmekten, insanlara 'tehlikeyi' göstermekten bile aciz...
Zira hiçbir yenilik içermiyor. İçermediği için de gün geçtikçe sıradanlaşıyor.
"222 A... Ha, tamam abi görüşürüz..." kadar sıradan bir ctesi buluşmasında çaya, kahveye davet edilmek, her gün gördüğün arkadaşınla Kızılay'da buluşmak kadar duygudan yoksun, taban yoksulu...
Hava o kadar aynı geliyor ki, koklamaya gidesim gelmiyor
Fotoğraf çekmek için bile gidesim gelmiyor...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)