Ara


Yakup Kadri'den Bir Yazı
ve
Hüzünlü Şark'ın Kovuluşu (?)








KÖTÜMSERLİKTE BİR FAYDA VAR MIDIR?
Yakup Kadri
12 Ocak 1920

Türkleri ve umumiyetle Şarklıları zahiren mütevekkil ve sabırlı görüp de ruhça iyimser sanan Garplılar, bize ait her şeyde olduğu gibi bunda da yanılıyor ve yanlış hüküm veriyorlar. Şarktaki bütün milletler adına söz söyliyecek değiliz; zira, Şarklı kelimesi pek sınırsızdır. Avrupa’da Şarklı denince, bir Sırp, bir Arap, bir Çinli, bir Acem hep bir safta görünürler. Nitekim harb sırasında İsviçre’de, halk bunların hepsine birden şu adı bıkmıştı: Makak. Lakin makakların da muhtelif cinsleri vardır ve mutlak bir Yunanlı ile bir Sırp, bir Bulgarla bir Çinli arasında yaşayış, düşünüş, duyuş itibariyle derin farklar bulunması lâzım gelir. Bununla beraber, Şarkın bu cins farkları içinde, bu muhtelif milletleri birbirine benzeten, birbirine birleştiren umumi bir sıfat da vardır ki, bunu aynı zamanda hem bir Türk’de, hem bir Arap’da bulmak kabildir. Ve Şarkın bütün milletlerini birbirine bağlıyan bu tek bağın düğümü de öteden beri Türkler olduğu ve öteden beri Türk milleti Avrupa önünde bütün Şarkı temsil ettiği için, Şarklı denilince önce Türk’ü anlamak zorunda kalacağız ve bizim bulunduğumuz iklim bölgesinde yaşıyan öbür milletleri mevzumuzun dışında bırakacağız. Zira, bunlar tamamiyle hiçbir şeyin örneği değildirler. İşte, bize göre Şarkın, bu hülya ve neşe diyarının, bu gürbüz ve has evladı ruhça dünyanın en sisli iklimlerinden çıkmış kadar kötümserdir. İnsanlığın en muhteşem ikballeri, en yüksek zaferleri, tantanaları, hiçbir şey, hiçbir şey Türk’ün kalbinde çömelen baykuşu ürkütemedi, susturamadı. Bu mutsuzluk kuşu, tantanaların yüzyıllarca hâkimiyetin, kudretin, azametin en çeşitlisi, millî ve siyasî hayatımızın en coşkun düğün ve bayram günlerinde bile bir dakika ulumadan geri kalmadı. Zafer toplarının, zafer davullarının ve zafer naralarının arasından daima bunun sesi duyuldu. Denilebilir ki, bizde ilk Osmanlı kadınından, son Osmanlı kadınına kadar her ana ve baba, nesillerin kendilerinde tükendiğine inanmışlardır. Bugünkü günde kendilerine biraz iyimserlik tavsiye edilen kimseler diyorlar ki: Nasıl iyimser olalım? “Ahvalin şu fecaatine bakın! Bir memleket ki sallanıyor, her gün bir parçası başımız üstüne yıkılıyor, her tarafımız yara, bere içindedir, karnımız açtır, sırtımız çıplaktır. Yarın ne olacağımız belli değildir!” Zannetmeyiniz ki bu, yalnız bugüne ait bir teranedir. Biz, doğduğumuz günden beri babalarımızdan, babalarımız doğdukları günden beri kendi babalarından hep bunu dinlemişlerdir. Yıllardan beri ne görsek batmak belirtisidir, ne işitsek ölüm haberidir. Başta memleketi idare edenler olmak üzere herkes endişelidir. “Biteceğiz, bitiyoruz, bittik!” nekaratı bizim milli marşımızın yegâne güftesidir. Ve büyük söz bizde meşum sözünün eşitidir. Eski ve yeni bütün şairlerimize, yazarlarımıza bakınız, saçtıkları şeyler gittikçe şiddeti artan birer zehirdir. Esasen dikkat edecek olursanız, bizde, hele son zamanlarda iyimser görünmek adeta bir kabalık ve bir bayağılık telâkki edilmeğe, fikir ve soy yüksekliği kötümserlikte aranmağa başlandı. Somurtkan mısınız, mutlaka doğruyu görüyor ve doğruyu söylüyorsunuz, ümitsiz ve hiddetli misiniz, mutlaka en akıllı adam sizsiniz. Hele ikide bir: “Adam sen de, bu millet kurtulamaz, bu millet bitti!” demek cesaretini gösterdiniz mi, artık sizden büyük, sizden kahraman kişi düşünülemez.
En çok okur yazar takımımızda görünen bu zihniyet tabii, yani normal bir şey midir? Kötümser olmakta bir fayda var mıdır? Bir hakikate veya bir zafere ermenin en kolay, en doğru yolu daima her olayın fena yönlerini görmekte midir, değil midir? Burasını bilmiyoruz, fakat harb sırasında bu gibi kimseleri her memlekette dfaitiste, yani bozguncu diye kurşuna diziyorlardı.
Gerçekten millet işlerinde hele aşırı buhranla sırasında kötümser olmak bir nevi hezimetçilik, bir nevi mızıkçılıktır. Hattâ diyebiliriz ki, bir nevi şuursuz hainliktir. Zira, bu gibi kimselerin bir cemiyete içeriden verdikleri zarar herhangi bir düşmanın dışarıdan yapabileceği zararın kat kat üstündedir. Bunlar o akılsız dostlardır ki, akıllı düşmanı aratırlar ve farkına varmaksızın kaleyi içeriden verirler.
Eskiden ne ise, fakat son zamanlarda -ki mânen her vakitten ziyade kuvvetli, yani ümitli olmak zorundayız- taraf taraf her kürsünün üstüne bir baykuş oturdu ve insanı hayatından bezdiren bir uluma ile ötmeğe başladı. Teneffüs ettiğimiz hava bu sesle zehirlenmiştir, ciğerlerimiz her açılışında, her kapanışında biraz daha ölüm havası yutuyor.
Bu havayı temizlemek zamanı daha gelmedi mi? Halkın mânevî sağlığı adına buna her şeyden önce lüzum vardır. Zira, vücudumuz gibi ruhumuzun da sıcak güneşe ve saf havaya ihtiyacı vardır. Ruhumuzun ihtiyacı mutlaka bedenimizin ihtiyacından daha üstündür. Maateessüf, halkın ruhunu idare edenler bu cihete hiç dikkat etmiyorlar; karanlığa karanlık katıyorlar ve bazı memleketlerdeki ücretli «nevhagerler» gibi, memleketin içini durmadan bir yeis ve ümitsizlik havasiyle dolduruyorlar. Bunları cemiyetin selâmeti namına âdeta karantina altına almak lâzımdır. Zaten, her şeyden ümidini kesmiş ve milletin tamamiyle mahvına inanmış bu gibi kimselerin memleket ve millet işlerine karışmakta devam etmeleri bilmem ki, hangi akla, hangi mantığa uyar?

Değerlendirme

Yakup Kadri, gerek romanlarında gerekse siyasi içerikli yazılarında Milli Mücadele dönemini bir seferberlik havasında işler. Karakterlerini, bu havayı ya gözünü budaktan sakınmayan bir subay, düzenli ordu öncesi yerel direnişçi gençlerden, yaşlılar; ya da bunların tersi kutbundaki işgal kuvvetlerine yardımcı yerel halktan, vurdumduymaz ve sadece Batı'nın giyim kuşamını almış, her gelişmeye kötümser bakan, sömürge güçlerine yakın duran aydınlardan oluşturur. Yakup Kadri için yerel direnişi ulusal ölçekte Gazi’nin ordusuyla birleştirmek, izlenecek yolun kilit noktasıdır. Yaban, Milli Savaş Hikâyeleri, Hikâyeler ve Bir Serencam döneme ilişkin kahramanların kurgularından örnekler sunar. Yakup Kadri, Milli Mücadele sürecinin öncesinde hastalığı nedeniyle gittiği İsviçre’de Batı’nın Şark’a bakışını daha yakından görür, sonraları Vatan Yolunda’nın bir bölümünde kurtuluşun dışarıda değil, ‘milliyet esasına dayanan bir idrakten geçtiğini’ belirtir. Avrupalı’nın tefekküründen, insaf ve adaletinden kopuşun anahtarı olarak görülen milli idrak’ın Mustafa Kemal’de somutlaştığını düşünen Yakup Kadri, bu övgüsünü Atatürk: Biyografik Tahlil Denemesi ve Politikada 45 Yıl’da üst düzeye taşıyacak, Şark’ın kara talihi olarak gösterilen sömürgeliği Mustafa Kemal’in yendiğini iddia edecektir. Onun gözünde ahlaki çözülmenin, hedefsizliğin bertaraf edilmesinin, yeniden yükselişe geçmenin öncülüğünü Atatürk üstlenecektir. Yanlış, onun yolundan sapılmasından kaynaklanmıştır. Yakup Kadri'nin, Türk Devrimi'nin aslında Doğu'nun kurtuluşuna örnek teşkil edeceğine inancı tamdır. Ancak zamanla Ankara'daki siyasi çalkantılar, ayak oyunları sonucu genç cumhuriyette yaşanan bölünmeleri ve nihayetinde bu devrimin başarıya ulaşamama ihtimalini de romanlarında bir karamsarlık havasında aktardığını görebilmekteyiz. Batıcı aydın eleştirisini dans edilen salonlarda tehlikeli kadınlara saplanan, koltuk sevdasına tutulan, ihale ve iş takibi peşinde koşan isimlerle devam ettirir ve devrimin ödevlerinin bu tip insanlar yüzünden arka plana itildiğini savunur. Bu mesajını toplumsal ayrışma noktalarını, halkı önemsenmeyen siyasilerin “Ankara Palas-Çankaya-Anadolu Kulübü” üçgenindeki statü endişesiyle dolu hayatlarını açarak sürdürür. Esasında toplumsal yozlaşmanın tekkelere dahi indiğini göstermek isteyen Nur Baba'nın Yakup Kadrisi, aile yaşamının yanlış Batı(lı)laşma ile bölündüğünü, kadınların beyhude zevkler peşinde koşarak erkeklerin de aklını çeldiğini Kiralık Konak ve Hüküm Gecesi'nde geliştirecektir. Bu anlamda aşağıda Milli Mücadele döneminden bir yazısını sunacağımız Yakup Kadri, gerek 1920 öncesindeki gerekse sonrasındaki karamsarlığını düzenlenememiş ve devrimin ilkelerine göre yönetilememiş, Gazi'ye uyamamış bir toplum üzerinden işlemektedir. Onun 1920'den önce yanlış Batı(lı)laşma ve ahlaki yozlaşmayı konu edinen yazıları, 1920'nin bağımsızlık mücadelesinde aşılanan bir umutla tebessüm edecek, ancak cumhuriyet Ankarası'nda yaşadıkları, cumhuriyetin kendisine değil, fakat Panorama'da işlediği üzere, hayata geçiremediği yeni ilkelere tekrar karamsar bir bakışa bürünecektir. Öyle ki, 1958'de yazdığı Vatan Yolunda'da, Kurtuluş Savaşı günlerindeki cepheden gelecek umut dolu haberleri, seferberlik halini özlediğini belirtecektir.
Aydınların karamsarlığını, güç’ün milletin kendisinde olduğu bilinciyle aşmayı çabalayan, bu anlamda Şark’a gerek içeriden gerekse dışarıdan yüklenen kaderine boyun eğen söylemi, yine bu aydınları mücadeleden uzak tutarak, bir tür 'ümit türdeşliği' yaratarak aşmayı öneren Yakup Kadri’nin aşağıdaki yazısı, bir aydın eleştirisi olduğu kadar, mücadeleye atılması beklenen ‘ideal aydın’ tipini yaratması açısından da ilgiye değerdir. Karamsarlığı Şark’a özgüleyen bir anlayışa eleştiri getiren, Şark’ı kendi içinde ayırmayı deneyen ama sadece Türklüğe bu Şark içinde özgün bir kulvar açmayı düşünen Yakup Kadri, bir açıdan mücadeleye moral destek aşılamakta, diğer yandan da eleştirel tavrın “bilgiç kötümserliği”ni safdışı etmeyi tasarlamaktadır. Şark’tan ayrıştırılabilecek Türk tipi bir hayat ve mücadele biçiminin karamsarlıktan sıyrılarak Şark'a yol göstermesini de hedefleyen bu tavır, aydın’ı mücadele içinde belli bir forma sokmayı düşler , bu açıdan olağanüstü şartların türdeş bir mücadele stratejisi yaratan, muhalefeti dizginleyen meşruiyeti de kurulmak istenir.
Şark’a yüklenen ‘ezeli-ebedi mağlup’ söylemini Avrupa’da iken deneyimleyen Yakup Kadri’nin bir anlamda bu Şarkiyatçı söylemden beslendiği de söylenebilir. Zira, karamsar eleştiriyi 1920’lerde “zararlı” olarak kodlayan bu tavır, zaten 'gereksiz, işimize taş koyan' fikirleri, Batı’ya karşı olduğu kadar içe dönük otoriter bir söylem kurmak adına şansına da sahiptir. Şöyle ki; 'emperyalist Batı'ya karşı verilen mücadelenin kazanılması halinde, zaten 'kökü dışarıda, teslimiyetçi' fikirlerin mücadeleye katılmamasının bu milli zaferi getirdiği düşüncesi, yeni rejimin otoriter karakterine dayanak sağlayabilecektir. “Baykuş”un varlığıyla bile etrafındakileri rahatsız eden, sürekli endişe çağrıştıran, millete de kendi baykuş duruşunu bulaştırabilecek yanı, Yakup Kadri’nin bu yazısında sıkça kullanılacaktır. Milli Mücadele sürecinde “her zamankinden fazla” olduğuna dikkat çekilen bu baykuşluğun kökeni belirtilmez, Osmanlı'ya da tehlike saçan haliyle anımsatılır, böylece sinsi bir tavırla eşleştirilir. Her olası tehlikeyi sonumuzun geldiğine dair karamsarlıkla yorumlamanın, 'gerçekleri görmek' gibi bir yanılsamaya karşılık geldiğini ifade eden Yakup Kadri, bazılarının her sendelemeyi yıkılma alameti olarak okumasının sanki önüne geçmek ister. Bunun için de Batı tarafından kurulan Şark imgesinin teslimiyete yönelik doğasını kırmaya çalışır, ancak burada belki de esas sorun, Doğu’yu türdeş görmeyeceğini başta belirten yazarın, Türkleri Doğu tasarımından bir an evvel uzaklaştırmaya çalışırken, berisindeki Doğululara ise bu iyimserliği örnek almaya yönelik çağrıda bulunmasıdır. Yakup Kadri'de politik bir yönelim olarak Doğu’nun yeni Türkiye’yi ve önderi Mustafa Kemal’i örnek aldığı müddetçe ilerleyebileceği yolunda bir kurgu mevcuttur. Bu, esasında Doğu hakkındaki temel önkabulleri yıkmaktan ziyade, karamsarlıkla inşa edilmiş ve sonu geldiğine inanılmış Doğu tasarımından Türk özgün modelini çekip çıkartmak, söylemdeki büyük Doğu tasarımını aşmamaktır. O halde Doğu, örnek model Türkiye’ye benzediği ve kendi içindeki “baykuş”lara prim tanımadığı ölçüde kurtuluşa erebilecektir.
Ayrıca sorun, “baykuş”un ilerlemeye tedrici bakması, “millî ve siyasî hayatın en coşkun düğün ve bayram günlerinde bile bir dakika ulumadan geri kalmayan” sesi ve tehlikeleri aşılamayacak engeller olarak değerlendirmesinin aşıldığı şartlarda, bunun rejimin demokratik niteliğine nasıl yansıyacağında düğümlenir. 1920 tarihli bu yazı, “Baykuş” imgesinin sinsi hainlikle malûl sayılması, olağanüstü dönemlerde mücadele stratejisinin tek elden belirlenmesi ve halkı mücadeleye katmanın moral değerlerinin saptanması adına hazırlanmış olabilir. Ancak cumhuriyet rejiminin kuruluşunda 'baykuş'u siyasal alandan uzak tutmaya devam edip etmeyeceği, savaş döneminin olağanüstülüğünün ardından muhalif unsurları meclis içi ve dışında önemseyip önemsemeyeceği kamusal tartışma kültürü açısından değer taşır. Yakup Kadri’nin 'kötümser okuryazar baykuş’unun kamusal tartışmalardan yalıtılması, sürekli ‘kuşatma çemberi’ndeki cumhuriyetin demokratik karakterini etkilemiş olabilir mi? Ya da 'kötümser' tavrıyla cumhuriyete sadece 'zarar' getirebilecek 'baykuş', bu tip düşüncelere itibar etmediği için toplumun karanlık günlere dönmeyeceğini savunan cumhuriyetin otoriter söylemini pekiştirmiş olabilir mi? Daha genel bir soruyla, 'baykuş'u olağanüstü dönemlerde ilerlemenin önünde engel gören ve bu 'zehirli ses'e pek de itibar edilmemesini salık veren fikir, çok partili demokrasiye geçiş 'deneme'lerindeki -artık olağan olması dilenen dönemlerde- her hareketlenmeyi rejime tehdit sayan karamsar tavrıyla Batılıların “bu coğrafyada demokrasi işlemez, işlese de dinamiklerini kendileri değil, biz yaratırız” söylemini yeniden üretmiş olabilir mi?

Nasıl? Dergisi, Haziran 2008

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder