Ara

İki Tekerlekli Yeni Medeniyet


“Medeniyetin sefahati ile köy hayatı; her ikisi de insanların haz duydukları şeyler olup birine alışanların ötekisini özlemesi ve yaşamını ona göre değiştirme imkânlarının peşinde koşması, hiç olmazsa istemesi, doğa yasalarının gereğidir.” İ.A.Tevfik



Velosipet ile bir cevelan, İbnülcemal Ahmet Tevfik’in arkadaşıyla 1890’larda İstanbul’dan Bursa’ya vapur ve velosipetle (bisikletin eski biçimi ) yaptıkları seyahatin öyküsü. 266 km süren bisikletli yolculukta rastlanan yerler, tanışılan insanlar bu seyahatnamede ayrıntılı biçimde betimleniyor. Kâh vapurda rastlanan bir rehberden edinilen bilgiler yoluyla, geride bırakılan adalara farklı bir gözle bakılıyor, kâh seyahatte görülmesi muhtemel alanlar hakkında önceden tutulmuş notlar gözlemlerle karşılaştırılıyor. Seyahatin Osmanlı’da bir ulaşım ve eğlence aracı olmaktan uzak velosipetle yapılması, Ahmet Tevfik ve arkadaşının maceralarına başka bir boyut katabiliyor. Cevelanın belki de en önemli noktası, okuyuculara hem yöre hakkında bilgi sağlaması hem de modern bir ulaşım aracı olarak bisikleti topluma yayma isteğidir. Tanıtımı bir vazife halini alan ve eserin sonunda da ayrıntılı özellikleri anlatılan velosipet, ‘medeniyet’e dair anlatıyla bütünlük taşımaktadır. Tevfik’in gözlemlerini belirleyen önemli bir nokta da İstanbul-Bursa arasının kimi gözlemcilerce hor görülen yanlarının kendisince iyimser, olumlayacı bir üslupla aktarılması, bir tür mekânsal güzellemeye gidilmiş olmasıdır. Bu tavrın Abdülhamid iktidarıyla ters düşmemek adına sergilendiği de düşünülebilir.

Tevfik, ilk kez 1900 yılında yayımlanan seyahatnamesinin girişinde, Temmuz ayında, kısa bir velosipet tecrübesi olan arkadaşıyla Bursa’ya eğlenmek amacıyla gitmeye karar verdiklerini anlatır. Bursa yolu düzgündür. Bu mevsimde rüzgârın sürüş gücünü pek etkilemeyeceği umulur. Gerekli malzeme tedarikini ayrıntılı aktarması, Ahmet Tevfik’in uzun bisiklet yolculukları konusunda bilgi sahibi olduğunu gösteriyor. Ancak maddi yetersizlikler de tam donanımı imkânsız kılıyor; örneğin bisikletçi özel kıyafeti kullanmıyorlar ya da bisikletlerini sürekli yanlarında taşıdıkları için üstleri kirleneceğinden, vapurda iyi mevkiye bisiklet sokulmadığından şık kıyafetle dolaşmıyorlar ama mesafeölçerleri (siklometre) tastamam monte edilmiş. Velosipet –metinde ‘araba’ olarak da geçer- parçalarının ne işe yaradığı gibi bir teknik bilgi de bu araca aşina olmayan okurlara uzun uzadıya anlatılır. Bu anlatım, yer yer bisiklet kullanmaya teşvik edecek denli genişler, sürücü adaylarının ne tür teknik donanımı tercih etmeleri gerektiği de bildirilir.

Sarayburnu’ndan vapurla başlayan yolculuk, adaların ardı ardına tasviriyle devam eder. Bu arada çevreyi iyi bildiğini iddia eden geveze bir adamın hissettirdiği rahatsızlık bir yana, yanlış bilgiler de vermesi Ahmet Tevfik’i çileden çıkarır. Neyse ki o, gerek çağrışımlarına gerekse yola çıkmadan tuttuğu notlara güvenmektedir. Geçilen yerlerin doğal yönleri anlatılırken, buralar daha çok ziraata yönelmiş topraklardır. İstanbul’un ticaret hacminde önemli yer tuttuğu düşünülen gıdanın üretim alanlarını görmek onu heyecanlandırır ancak bu heyecanın temelinde ‘doğal’ kalabilmek yatar. Vapurun durduğu anda velosipetin çevrildiği yer Mudanya’dır. Acıkan gezginler, doyurucu menü ararlarken burada leziz yemeklerin fırınlarda piştiğini öğrenirler. Sınırlı miktarda et getiren kasaplar, yöre halkının kahvaltı sonrasında akşam yemeği için koşuşturmasında asıl uğrak yerleridir. Alınan etler evde yemeğe doğranır, pişirilmek üzere fırınlara getirilir. Fırınlar, akşamüstü yemek arayanlara değil de, pişmiş yemeği teslim alacaklara hizmet verirler. O yüzden leziz bir yemek bulmak, geç saatlerde zordur:

“…’Herkes yiyeceğini fırınlara verip pişirtir, siz de öyle yapınız’ cevabını aldık. Biraz umutsuzluktan kurtulmuş olduk. Fırınlarda âlâ güveç yapılırmış. Yeteri kadar et alıp bir fırıncıya teslim etmekten başka çaremiz kalmadı. Şehir içindeki beş altı kasabı dolaştık. Bir okka et bulamadık. Açlığın son raddeye geldiği zamanda bütün kasabayı dolaşıp et bulamamaktan oluşan üzgünlüğün derecesini düşününüz.”

Bu noktada Ahmet Tevfik’in üzerine eğilmediği fakat işletmecilik anlamında bir ‘restoran kültürü’nün gezilen alanda henüz yerleşmediği ortaya çıkıyor. Seçeneklerin azlığı yerli ya da yabancı gezgini/turisti ya kendi yiyeceğine talime zorluyor ya da kahvaltıdan sonra gününün önemli bölümünü akşam yemeği hazırlığı için manav ve kasap arasında mekik dokumaya itiyor. Profesyonel anlamda bir restorancılıkla mahalle içi aş evi ya da sınırlı gıda üretim-tüketimi olgusu kendi içine kapalı yapıya bir işaret olarak okunabilir. Bunun erken dönem turizminde yiyecek ve konaklama açısından birbirini tamamlayan bir yönü de olabilir. Ancak konaklama açısından Mudanya ve çevresi, lokantaların sunduğu seçeneklere kıyasla müşterisini daha memnun edebiliyor. Üstüne üstlük, denize bakan bir odaya çıkan Ahmet Tevfik ve arkadaşı, odaya bisiklet çıkarılması konusunda otelciyle herhangi bir tartışma da yaşamıyorlar. Yörenin turizme yönelik tarihsel bilgisi de otel sahipleri ve rehberlerde yeterli düzeyde değil. Örneğin, otelci Mudanya adının nereden geldiğini bilmiyor, Ahmet Tevfik not defterindeki bilgilerle otelciyi de aydınlatıyor. Mudanya ve çevresinde yerleşiklik, kültür turizmini profesyonel bir kazanç faaliyeti olarak görmekten henüz yoksun. Beraberinde konaklama ve yiyecek kültürü de kendisini dışarıdan gelenlere açmayı henüz dert edinmemiş, yörenin bilgi düzeyi tarihsel’e uzanmıyor; yemek, ancak mahalleliye hitap ederek ya da misafirperverlik yoluyla kültürünü ifade ediyor. Para kazanma hırsı, kimi zaman yöre değerlerinin ardında seyrediyor. Otel sahibi, içki içmek için otelin önündeki sahili kullanmak isteyen müşterilerini paralarını iade ederek otelden uzaklaştırıyor. Derdi, onlardan görerek başkalarının da burayı meyhaneye çevirmeleri... İçki içilecek ve konaklanacak mekânlar ayrışmış; alkol, ulu orta yerlerde kendini gösteremiyor. Meyhaneler, bu anlamda, içkinin dışarıya taşmamasına da hizmet veriyor. Ahmet Tevfik de bu tutumdan hoşnut, zira ne lokantaların azlığından, ne yollardaki bozukluktan ne de sanayileşmemiş ve doğallığını alabildiğine koruyan yörelerden, insanlarından şikâyetçi. Doğal, pek dokunulmamış yerler onu rahatlattığı, bir kaval sesi kulağına ‘musikinin en doğal nağmesi’ geldiği gibi, eleştirebileceği özellikleri de ‘normal’ karşılama yoluna gidiyor: İstanbul’dan Bursa’ya gelen birisine farklı iş kollarının nasıl olup da aynı hizada dükkân açtığı şaşırtıcı gelse de, burası ‘kendi’ düzeni içinde işleyişini kurmuştur.

Ahmet Tevfik ve arkadaşı, gezilerini sabah velosipetle yapıyor, akşamları da yürüyerek şehri dolaşıyorlar. Yatmadan bisikletlerin son bakımları yapılıyor, velosipete binmek ciddi bir iş olarak algılanıyor. Mudanya’dan Bursa’ya uzanan yol, yokuşlarla dolu… Kimi zaman bisikletleri ellerinde taşıyarak yokuşu yürüdükleri de oluyor. Tecrübesiz ve biraz da sabırsız arkadaşı, Ahmet Tevfik’e “Biz bunları sürüklemek için mi getirdik?” diye serzenişte bulunduğunda, Tevfik ona bir hoca edasıyla teselli veriyor, inişlerin de zevkli olduğunu hatırlatıyor , inerken bisikleti nasıl kullanması gerektiğini öğretiyor. Bu eğitim, sadece ikisinin arasındaki bir dersle sınırlı kalmıyor, Tevfik’in velosipet kültürünü ve sürüş yöntemini okurlara da yayma gibi bir hedefi var sanki:

“Yokuş inilirken durmak için fren kullanıldığı gibi, ön tekerlek ayakla basılarak da dur(dur)ulur, lakin bu son çaredir. Çünkü meyilli bir yerde özellikle durmadan artan hızla birikmiş güç ve süratle gidilirken ayakları dayayıp durmak pek büyük ihtiyatsızlıktır. (…) En iyisi, kesin zorunluluk olmadıkça, yolun müsaadesine göre sağa ya da sola, yokuşça bir yere doğru gidip, ayakla da yardım ederek, bizim yapmak zorunda kaldığımız şekilde hareket etmektir.”
“… Zaten yol eğilmeye başlar başlamaz, arkadaşıma, olabildiği kadar benden geri kalmasını, fren ile manivelalarla idareye hazır halde olmasını ihtar etmiştim… Daha o noktaya varmadan önce, ‘Freni sık! Sağa sap!’ sözcükleriyle, sağ taraftaki meydancığa göre bir daire çizerek, freni de sıkıp, manivelayı da olabildiğince geri basmasını anlatmayı başardım.”

Bursa Ziraat Mektebi’nde yeni tekniklerle yapılan eğitimi izlerler, öğrencilerden bilgi alırlar. Burada öğrencilerin oturuşu kalkışı, aldıkları teknik bilginin bir ürünü sayılır. Nezaket, terbiye ve yüksek eğitimle birleşmiştir. Teknik bilginin getirdiği modern tavır, davranışı belirlemiş ve kültürel değişimi yaratmıştır. Bu halden memnuniyet duyup iftihar ederler. Bursa sokak ve çarşılarının düzenine, temizliğine hayran kalırlar. Ulucami, bedestenler, Yeşil Türbe anlatılırken beğeni üst düzeye çıkar, ancak bu gibi yerlerin imarını, korumasını sağladığı için payitahta bir övgü düzülmez, iktidarı değil ama doğayla bütünleştiğine inanılan mekânı güzelleme hâkimdir.

İnegöl, Bursa-merkeze göre geç gelişecek yer olarak tasvir edilir, ama İnegöl’ün doğal güzelliklerinin ön plana çıkarılması, aradaki farkı bu kadar büyük görmeyi engeller. Şose yolun tozundan üstleri kirlenir ama pek de dert etmezler. Dinlenmek için oturdukları kahvehanedeki sıcak insanların ‘arabaları’na meraklı bakışları, dikkatlerini başka yöne çeker. Çocuklar, yolun karşısındaki köprünün parmaklığı üzerine ‘kırlangıç yavruları gibi tüneyip’ bisikletleri ve onları seyreder. Köylülerden yeni yerler öğrenilir ve Kavaklar’a, Çitli’ye, Yenişehir’e geçilir. Yenişehir’de merak ve ilgi uyandırırlar. Çocuklar koşarak velosipetle yarışa kalkarlar. Sakallı bir zat kahveden kalkarak yanlarına gelir ve ricada bulunur: “Arabaya bin de şurada biraz dolaş. Biz de görelim. Biz bunu ilk kez gördüğümüz için pek merak ediyoruz.” Ahmet Tevfik’in ifadesiyle; arkadaşıyla ahaliyi memnun etmek için meydanda dönmeye başlarlar.

Kazalarla karşılaşan fakat sonunda Bursa-merkeze geri dönebilen ikili, doğal olanla büyük şehir hayatının arasında pek de bölünmüş değildir. Bu gezinin doğaya bir dönüş, İstanbul’dan kurtuluş değil eğlence amacıyla yapıldığı hatırlarındadır. O yüzden rahatlıkla “Artık İstanbul’u istiyorduk” diyebilmişlerdir. “Doğa mı, karmaşık şehir hayatı mı?” seçeneğine teslim etmez kendisini Ahmet Tevfik. Onun için velosipet, doğaya ulaşmanın en direkt, doğayı yürümeden daha hızlı tatmanın en yakın aracıdır. Bunun yanında doğallığı bozmayan, ona ters düşmeyen modern insan tasarımıdır velosipet. Kıra duyulan özlemi tamamlayan, doğal yaşamın hatırlatan ve aynı zamanda modern şehir hayatında da ulaşım aracı olabilen bisiklet, bir kültürün ifadesidir. O, sosyal ilişkileri kaynaştırabilen, tanımadığınız bir diğer velosipetli insanla dostluk kurmanızı sağlayacaktır. Kilit sözler: “Nereye teşrif?” ve “Siz ne cihete yahu?”dur. “Şehir hayatının doğallıktan uzak yaşantısına karşı insan ilişkilerini sıkılaştıran bir sosyal icattır. Binmeyi öğrenmek uzun zahmetler gerektirse de bisiklete binen, ona ciddi bir sevgiyle bağlıdır. Bu duygudan yoksunsa öğreninceye kadar çektiği sıkıntıları, döktüğü terleri unutarak ondan zevk alamaz. Bisikletten tatlı bir meşakkat, eğlendirici bir yorgunluk hissedilmelidir.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder