Hiç özlemedim seni
Özlemek dostluktandır
dostluğundan öte bulmalıyım seni
Sıcaklığını bulmalıyım
dokunuşlarını, kenetlenişi
Terimizle sulanmalı yeryüzü
güneş terimizle ışıldamalı sabah olunca
Apansız fırtınalar çıkmalı
sarsılmalıyım
Özlemek
yanında olmak isteğidir
gülüşünü görmek biraz da
Hiç özlemedim seni
Saçlarına gül takmam
bir ırmak gibi akıtırım ovaya
soluğunla yanar
dudaklarımın bozkırı
Akkor halindeki ufuk
bakır bir tel gibi eriyip gider
kraterler ortasında kalırım
Toprak yarılır birden
su kirlenir
Ürpertir bu coğrafya
bu serüven
ikimizi bir anda
yaşadığımı duyarım
Hiç özlemedim seni
Özlemek dostluktandır
dostluğundan öte bulmalıyım seni
Ahmet Telli
Ara
Bir İkinci Yıl Yazısı: Avuşmalar
Yokluğunun ikinci dönümüne yarın uyanacağız;
aynı günaydınlardan, kahvaltılardan, hoşçakallardan, mezarlıkta buluşmalardan, mevlitlerden, dostlar sağolsunlardan oluşacak bir törendeyiz; birbirimizi avutacağız, avuşacağız seni hatırlama seanslarıyla… Hatırladıkça kimimiz bugününe şükredecek, yarınki işinde ne yapacağını arada bir kulağına çalınan dualar eşliğinde düşünecek, kimimiz neden burada olduğunu sorgulayacak, halı motifine bakıp bakıp sıkılarak gitmek isteyecek, merasim’i zorunlu mesai görme aymazlığına düşecek… Ayrı uğraşlardaki insanların aynı sıkılganlık sofrasından pay kapmak için birbirlerini itmesi; farklı dilleri konuşan ortak lehçeler… Kimimizse paylaşabileceği bir şeyler kaldığını senin sayende anımsayacak, ben de…
Geçen seneki yazıda demiştim ya, demir gibi bir sabahtı; hava kapalı, bilerek konuşmayı unutan, aynı evin içinde birbirinden köşe bucak kaçan iki adamın; dayımla benim suskunluklarımızın toplamı senin soğumaya henüz yüz tutan bedeninmiş, kuzenime artık hiç buralarda olmayacağının haberini verdiğinde anlamıştım…
Uzaklığının birimini iki sene geçmesine rağmen belirleyemiyorum, işime de gelmiyor açıkçası… İki bacağının önüne her diz çöküşümde saçımı kendiliğinden okşamaya başladığın zamanlardaki gibi pervasızca, yokluğunun hissettirdiklerini anlatmayı istiyorum, hepsi bu… Belki de en zor anlarımda beni uysallaştırdığın, o özenle giydiğin eteğinin üzerine başımı koyup gözümü kapadığım, feri çekilmiş ellerinle saçımı okşamanı beklediğim dakikaları özlemem bundandır…
Mesafeyi; yokluğunun terekesini ölçme korkumdan kaçmak için hatıralarımı aklımda daha da netleştiriyorum, bazı akşamlar seni hatırlama ayinlerim oluyor… Biliyorum, geçen senekine göre daha zor bir yazı, belki sıkılıp elinden düşüreceksin… Belki de uykun gelecek yine, horultunun rahatsız edici sertliği ile iki dudağının arasından çıkardığın ilginç “puf”lama sesi arasında bir tını çıkacak senden… Ama olsun, küçükken ders çalışırken aklımda kalsın diye ezberlediklerimi sesli sesli sana anlatırken beni usanmadan dinlediğin gibi bu yazıyı da okuyacağını umuyorum, kıramazsın beni, biliyorum…
İyi günler geçirmiyorum… İş, okul, yazma se(v)dası derken kafam iyiden iyiye şişti ve normal cümleler kuramaz oldum. Sağlığım da pek iyi değil, kafa karışıklıklarımın hırsını vücudumdan çıkarıyorum, suçlu o imiş gibi… Kafam başka, elim başka yerde… Daha fenası, geçen seneye göre daha suskunum ama insanları kırmamak için susmayı tercih eden tavrımdan artık eser yok, lafı esirgemeden yanlışlarını söylüyorum, artık zarar verdiklerini anlayabilmeliler. Ev limoni; üzerine titrediğim bazı bağlar iyiden iyiye inceldi, yine kopmasından korkuyorum, anladın onu… Uzun süre bir yerde kalamıyorum, sürekli terk edip gitme isteği ağır basıyor ama her nereye olursa olsun “gitme”nin o ilk tiksindirici adımı beni yerime mıhlıyor, hatırlayacaksın… Annemi en rahat gördüğüm yer, sana geldiği, taşına kapanarak bacakları titreye titreye ağladığı zamanlar… Aranızda ne geçiyor, bilmiyorum ama bu buluşmalarınız ona huzur veriyor. Sana geldiğimde konuştuklarımız yine ikimizin arasında, oradakilere açmayacağına söz vermiştin…
Akrabalık ilişkileri iyiden iyiye sınırlandı, herkes ‘zamansızlık’ yalanına sarılıyor… Halbuki birçoğu o bağı kuranın gittiğinin farkında değil hâlâ… Meğer, hiçbirimizin doğum gününü, evlilik yıldönümünü, kimin nesi olduğunu unutmadığın, bu insanları etrafına toplayabildiğin ölçüde birlikteymişiz… Çok azımız bunu devam ettirebildi, mirasını çabucak harcayıverdik… Öyle ki, bu mevlidi ev dışında okutup da işi ‘uzmanı’na bırakmayı düşünen, evinin ‘senden sonrası’na alışan ve artık ‘geriye dönmek’ istemeyen ehilperestler de oldu… Unutmanın hatırlamaya tercih edilişinin mekânda bıraktığı iz… Ne izole bir anma, güneş gözlüklü bir ağlama töreni ama!... Şükür ki bizdesin yarın, gözüm ellerini iki bacağının üstüne yaslayıp, edilen lafları köşedeki koltuğunda huşûyla dinleyen o hanımefendiyi, seni gözleyecek.
Tek farkla… Yemeği fazla kaçırdığında elleri dizinden destek alarak, belirgin kamburuyla boynunu vücudunun önüne katıp odama gelip de hatırımı soran sakin sesin olmayacak…
İyi uykular anneannemmmmm…
Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra
Günce-öykü-anlatı arasında gidip gelen, su gibi bir öykü...
Yazar, duruluğu ve içtenliğiyle daha ilk sayfadan
bir şeyler içip sohbet etmek üzere önceden
sözleşmişsiniz gibi karşılıyor sizi,
elinizden düşüremiyorsunuz.
Kitabı okumaya ayırdığınız zamandan çok daha fazlasını
onun üzerine düşünmeye ayırabilirsiniz.
Ağdalı anlatımlardan sıyrılmış, 'maksat muhabbet'i öne almış bir çalışma...
Semih Gümüş'ün düştüğü not gibi;
bu kitap, içerik ve üslubuyla okuma alışkanlıklarınızı değiştirebilir...
2 Mayıs
1 Mayıs kutlu olsun...
Olsun elbet ama bir yaraya değinmeden geçemeyeceğim...
Haftalardır sendikaların, bazı sivil toplum örgütlerinin ve partilerin bayramı ısrarla
Taksim'de kutlama girişimleri bana başka bir gerçeği çağrıştırıyor.
Hele hele hükümet karşısında bu kadar alternatifsizlik, çaresizlik içinde çırpınılan bir devirde…
Neden Taksim, neden bu ısrar?
Taksim'de toplanmayı, ulaşılması gereken hedef olarak sorgusuzca önüne koymuş bir topluluk için (sınıf diyemem buna) bu sorunun mantığı elbette yoktur. Çünkü orası katliamın alanıdır, çünkü orası bir merkezdir ve ses en iyi oradan duyurulur, çünkü orası en büyük meydanlardandır, çünkü orası derin ya da sığ devlete karşı 77’nin bir tür rövanş mekânıdır. Orada söz söyleme tekelini eline geçiren bir topluluk, ‘alternatif siyaset’i devlete karşı üretmenin de anahtarını edinmiş olacaktır.
Peki, gerçekten öyle mi?
Biraz basite indirgersek,
tüm öfkelerimizi somurtkan bir idareye yükleyerek aslında kendimizi kandırmış olmuyor muyuz? Gerçekten de hükümet, 1 Mayıs'ı tatil ilan etseydi, genel anlamda da devlet buna tüm güçleriyle –uygulamada- selam dursaydı, alanları sorgusuz sualsiz işçilere bir günlüğüne terk etseydi, bu bayramın adına "dayanışma" değil de "işçi bayramı" deseydi, göstermelik Nevruz kutlamalarında el ele tutuşan "asker-vali-emniyet müdürü" triosu bu defa da işçi bayramında ellerini havaya kaldırarak yumruk sallasaydı, neler olurdu acaba şu memlekette, hiç düşündük mü?...
Bir anda bütün engellerin ortadan kalkması, tüm Taksimcileri bir anda “Yahu bi dakika, biz napcaz şimdi, alanda ne diyecez bu insanlara?” diye düşünmeye sevk eder miydi? Üzerinizden baskı kalkıyor ve artık kendinizi neye karşı olduğunuzla değil de ne olduğunuzla tanımlamak durumunda bırakılıyorsunuz… Haydaa, buyurun bakalım asıl zor göreve! Otuz yıldır sendikaların 1 Mayıs gelince ezberleri Taksim’e yürüme fikriyle özdeşleşirken, bu kez devlet elini kolunu bağladı ve sizi merakla izlemeye başladı; napacak bu adamlar, ne diyecekler acaba? İstemezükçü, her şeye alerjik yaklaştığına inanılan idare işçinin önünden çekiliverseydi acaba parti ve sendikaların işine mi gelirdi bu hamle? Yoksa tam tersine, ceberutluğuyla nam salan idare ve onun ajanlarının tavır değişikliği sendika-stk-parti üçlemesinin bütün planlarını bozar mıydı?
Bence bozardı... Bugün meclis içi ve dışı alanda hükümete, genel anlamda da devletin katı tutumuna; sosyal güvenliğimizin hiçe sayılmasına; özlük haklarımızın uzun vadede kuşa çevrilmesine, gündelik yaşamımızda özgürlüklerimizin kısıtlanmasına dair hiçbir somut adım atamayan ama buna karşın sürekli emperyalizm-antikapitalizm-anti AKPcilik üzerine mangalda kül bırakmayan kurum ve kuruluşlar, ‘vatan elden gidiyor’ edebiyatını esasında böyle bir yasaklama zihniyetine borçlular... Siyaset üretememenin verdiği boşluğu, Mayıs 77 Katliamı’nın nostaljisini canlı tutarak doldurmaya çalışıyorlar… ‘Bir şeyler yapabiliyorum’ kandırmacası, dostlar alışverişte görsüncülük… Bugünkü eylemsizliğin, hükümet karşısında bakakalma halinin ‘77 romantizmiyle doldurulma mesaisi… Darbecilerini yargılayamamanın utancını imza kampanyaları düzenleyerek atma sevdası… Boş sözlerle ezeli mağlupluk kurmanın, bir ağıt yakma halinin ötesine geçilemiyor… Siyaset yapabilme şansları, ancak ve ancak kendilerini mağdur durumda gösterebilmelerine bağlı... Yaratıcı bir direniş hak getire… Bu açıdan 77 Katliamı’nı hatırla(t)mak, onu canlı tutarak Taksim’e yolcu almak, güncele gözünü kapamanın afyonu…
En basitinden, sağlıklı bir çevrede yaşayabilme hakkımı ıskalayan Çankaya Belediyesi, anayollarımı tamir etmeyen ya da en fazla yamalayıp bırakan Ankara Belediyesi'ne diş geçiremeyince, alternatif çözüm üretmek yerine belediye başkanlığının binasına Gökçek'i şikâyet eden afişler asmaktan başka ne yapıyor! Ara sokaklar kendisine ait olmakla birlikte, en küçük yağmur suyunda kanalizasyon şebekesinin devredışı kalması, çöplerin sokaklarda cirit atması, ulaşım sorunumun çözülememesi karşısında, yürüyüş yolumun hala ve hala oturtulamamasında hiç mi pay sahibi değil ki, her türlü hükümet ve Gökçek’i yuhalama korosunda kendisine en ön sıradan yer biçiyor!
Kimlik kartına sol takısını iliştiren partiler, bugün gençlerin sosyal imkânları, çalışma yaşamlarının iyileştirilmesi, Tuzla ölümleri konusunda yakınmaktan ve küfre yakın pankartlar açmaktan gayrı ne eyliyor! Çalışma saatleri artarken, sigortasızlık kol gezerken, onlarca 16 yaş altında çocuk işçi üç kuruşa çalıştırılırken, bu çocukların yemek servisi yaptığı restoran masalarında parti delegeleri arasında hangi pazarlıklar dönüyor?
Konur Sokak, Ankara'nın avucundan kayarken, her bir dükkân genişlettiği balkonuyla sokağı kaplarken, Kızılay'da kültür, ardı sıra açılan 1 milyoncu dükkânlarla, bazaarlarla takas edilirken, Türkiye üzerine büyük eleştiriler getirmeyi başlıca hedef sayan Mülkiyeliler Birliği ve Mimarlar Odası, daha kendi sokağının önünü temizleyemeden nasıl olur da memleket sevdasına düşer! Bu stk'lar nasıl olur da kendileriyle bu konuda paralel düşündüğünü sandıkları Çankaya Belediyesi ile işbirliğine giderek Kızılay'ın çölleşmesine karşı ses çıkaramazlar! Evet, önce Ulus'a tecavüz eden sapık, son bir yıldır Kızılay'a tacize başladı ve korkarım mangalda kül bırakmayan, 1 Mayıs yürüyüşleri için üyelerine davetiyeler gönderen parti ve sendika ve stk’lardan oluşan külhanbeyleri bu sapığa ses çıkarmazsa, mahalle(li)nin namusunu korumazsa, Kızılay'da adım atacak mekân bulmakta dahi güçlük çekeceğiz.
Basit, anti-emperyalizmle, kapitalizmle ilgisi olmayan(?), gayet gündelik sorunlarımız bir yanda; Taksim'de toplanmaya odaklanan fakat kendi önünü göremeyen cenahın körleşmesi diğer yanda...
Taksim’e çıkmaya uğraşanlara kolay gelsin,
Ne var ki herkes ertesi sabah kendi mahallesinde sabaha uyanacak,
Otobüste tıklım tıkış birbirinin terini soluyarak ayılacak,
Polis ceza yazmasın diye sabah jimnastiğini dolmuşçunun ‘çök-kalk’ komutlarıyla yapacak,
Sömürü dediği şeyi işyerinde tadacak,
Pis havayı bile Taksim’de değil, memleketinde soluyacak…
İşçi değil, “çokluk”ların birliği belli bir mekâna, Taksim’e sabitlenemez,
Sömürünün gündelik hayata etkisini engellemeye uğraşmayan,
Elbet Taksim’i sorgusuzca ‘işgal’ etmeyi birinci hedef sayacak,
Zira Taksim’den başka bir yerde söyleyecek sözü, icraatı olmadığını biliyor…
Ne güzel kondurmuş lafı bir İzmitli işçi:
“Neden Taksim’e gidiyorlar ki,
Benim fabrikam burada, İzmit’te…”
1 Mayıs ve daha da önemlisi sonraki günler kutlu olsun…
Olsun elbet ama bir yaraya değinmeden geçemeyeceğim...
Haftalardır sendikaların, bazı sivil toplum örgütlerinin ve partilerin bayramı ısrarla
Taksim'de kutlama girişimleri bana başka bir gerçeği çağrıştırıyor.
Hele hele hükümet karşısında bu kadar alternatifsizlik, çaresizlik içinde çırpınılan bir devirde…
Neden Taksim, neden bu ısrar?
Taksim'de toplanmayı, ulaşılması gereken hedef olarak sorgusuzca önüne koymuş bir topluluk için (sınıf diyemem buna) bu sorunun mantığı elbette yoktur. Çünkü orası katliamın alanıdır, çünkü orası bir merkezdir ve ses en iyi oradan duyurulur, çünkü orası en büyük meydanlardandır, çünkü orası derin ya da sığ devlete karşı 77’nin bir tür rövanş mekânıdır. Orada söz söyleme tekelini eline geçiren bir topluluk, ‘alternatif siyaset’i devlete karşı üretmenin de anahtarını edinmiş olacaktır.
Peki, gerçekten öyle mi?
Biraz basite indirgersek,
tüm öfkelerimizi somurtkan bir idareye yükleyerek aslında kendimizi kandırmış olmuyor muyuz? Gerçekten de hükümet, 1 Mayıs'ı tatil ilan etseydi, genel anlamda da devlet buna tüm güçleriyle –uygulamada- selam dursaydı, alanları sorgusuz sualsiz işçilere bir günlüğüne terk etseydi, bu bayramın adına "dayanışma" değil de "işçi bayramı" deseydi, göstermelik Nevruz kutlamalarında el ele tutuşan "asker-vali-emniyet müdürü" triosu bu defa da işçi bayramında ellerini havaya kaldırarak yumruk sallasaydı, neler olurdu acaba şu memlekette, hiç düşündük mü?...
Bir anda bütün engellerin ortadan kalkması, tüm Taksimcileri bir anda “Yahu bi dakika, biz napcaz şimdi, alanda ne diyecez bu insanlara?” diye düşünmeye sevk eder miydi? Üzerinizden baskı kalkıyor ve artık kendinizi neye karşı olduğunuzla değil de ne olduğunuzla tanımlamak durumunda bırakılıyorsunuz… Haydaa, buyurun bakalım asıl zor göreve! Otuz yıldır sendikaların 1 Mayıs gelince ezberleri Taksim’e yürüme fikriyle özdeşleşirken, bu kez devlet elini kolunu bağladı ve sizi merakla izlemeye başladı; napacak bu adamlar, ne diyecekler acaba? İstemezükçü, her şeye alerjik yaklaştığına inanılan idare işçinin önünden çekiliverseydi acaba parti ve sendikaların işine mi gelirdi bu hamle? Yoksa tam tersine, ceberutluğuyla nam salan idare ve onun ajanlarının tavır değişikliği sendika-stk-parti üçlemesinin bütün planlarını bozar mıydı?
Bence bozardı... Bugün meclis içi ve dışı alanda hükümete, genel anlamda da devletin katı tutumuna; sosyal güvenliğimizin hiçe sayılmasına; özlük haklarımızın uzun vadede kuşa çevrilmesine, gündelik yaşamımızda özgürlüklerimizin kısıtlanmasına dair hiçbir somut adım atamayan ama buna karşın sürekli emperyalizm-antikapitalizm-anti AKPcilik üzerine mangalda kül bırakmayan kurum ve kuruluşlar, ‘vatan elden gidiyor’ edebiyatını esasında böyle bir yasaklama zihniyetine borçlular... Siyaset üretememenin verdiği boşluğu, Mayıs 77 Katliamı’nın nostaljisini canlı tutarak doldurmaya çalışıyorlar… ‘Bir şeyler yapabiliyorum’ kandırmacası, dostlar alışverişte görsüncülük… Bugünkü eylemsizliğin, hükümet karşısında bakakalma halinin ‘77 romantizmiyle doldurulma mesaisi… Darbecilerini yargılayamamanın utancını imza kampanyaları düzenleyerek atma sevdası… Boş sözlerle ezeli mağlupluk kurmanın, bir ağıt yakma halinin ötesine geçilemiyor… Siyaset yapabilme şansları, ancak ve ancak kendilerini mağdur durumda gösterebilmelerine bağlı... Yaratıcı bir direniş hak getire… Bu açıdan 77 Katliamı’nı hatırla(t)mak, onu canlı tutarak Taksim’e yolcu almak, güncele gözünü kapamanın afyonu…
En basitinden, sağlıklı bir çevrede yaşayabilme hakkımı ıskalayan Çankaya Belediyesi, anayollarımı tamir etmeyen ya da en fazla yamalayıp bırakan Ankara Belediyesi'ne diş geçiremeyince, alternatif çözüm üretmek yerine belediye başkanlığının binasına Gökçek'i şikâyet eden afişler asmaktan başka ne yapıyor! Ara sokaklar kendisine ait olmakla birlikte, en küçük yağmur suyunda kanalizasyon şebekesinin devredışı kalması, çöplerin sokaklarda cirit atması, ulaşım sorunumun çözülememesi karşısında, yürüyüş yolumun hala ve hala oturtulamamasında hiç mi pay sahibi değil ki, her türlü hükümet ve Gökçek’i yuhalama korosunda kendisine en ön sıradan yer biçiyor!
Kimlik kartına sol takısını iliştiren partiler, bugün gençlerin sosyal imkânları, çalışma yaşamlarının iyileştirilmesi, Tuzla ölümleri konusunda yakınmaktan ve küfre yakın pankartlar açmaktan gayrı ne eyliyor! Çalışma saatleri artarken, sigortasızlık kol gezerken, onlarca 16 yaş altında çocuk işçi üç kuruşa çalıştırılırken, bu çocukların yemek servisi yaptığı restoran masalarında parti delegeleri arasında hangi pazarlıklar dönüyor?
Konur Sokak, Ankara'nın avucundan kayarken, her bir dükkân genişlettiği balkonuyla sokağı kaplarken, Kızılay'da kültür, ardı sıra açılan 1 milyoncu dükkânlarla, bazaarlarla takas edilirken, Türkiye üzerine büyük eleştiriler getirmeyi başlıca hedef sayan Mülkiyeliler Birliği ve Mimarlar Odası, daha kendi sokağının önünü temizleyemeden nasıl olur da memleket sevdasına düşer! Bu stk'lar nasıl olur da kendileriyle bu konuda paralel düşündüğünü sandıkları Çankaya Belediyesi ile işbirliğine giderek Kızılay'ın çölleşmesine karşı ses çıkaramazlar! Evet, önce Ulus'a tecavüz eden sapık, son bir yıldır Kızılay'a tacize başladı ve korkarım mangalda kül bırakmayan, 1 Mayıs yürüyüşleri için üyelerine davetiyeler gönderen parti ve sendika ve stk’lardan oluşan külhanbeyleri bu sapığa ses çıkarmazsa, mahalle(li)nin namusunu korumazsa, Kızılay'da adım atacak mekân bulmakta dahi güçlük çekeceğiz.
Basit, anti-emperyalizmle, kapitalizmle ilgisi olmayan(?), gayet gündelik sorunlarımız bir yanda; Taksim'de toplanmaya odaklanan fakat kendi önünü göremeyen cenahın körleşmesi diğer yanda...
Taksim’e çıkmaya uğraşanlara kolay gelsin,
Ne var ki herkes ertesi sabah kendi mahallesinde sabaha uyanacak,
Otobüste tıklım tıkış birbirinin terini soluyarak ayılacak,
Polis ceza yazmasın diye sabah jimnastiğini dolmuşçunun ‘çök-kalk’ komutlarıyla yapacak,
Sömürü dediği şeyi işyerinde tadacak,
Pis havayı bile Taksim’de değil, memleketinde soluyacak…
İşçi değil, “çokluk”ların birliği belli bir mekâna, Taksim’e sabitlenemez,
Sömürünün gündelik hayata etkisini engellemeye uğraşmayan,
Elbet Taksim’i sorgusuzca ‘işgal’ etmeyi birinci hedef sayacak,
Zira Taksim’den başka bir yerde söyleyecek sözü, icraatı olmadığını biliyor…
Ne güzel kondurmuş lafı bir İzmitli işçi:
“Neden Taksim’e gidiyorlar ki,
Benim fabrikam burada, İzmit’te…”
1 Mayıs ve daha da önemlisi sonraki günler kutlu olsun…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)