Ara

Norman P. Barry’de Yeni-Sağ Savunusu

“Devletin refah konusundaki rolüne şüpheyle yaklaşıyorum. Devletçi refah, maliyetlerin sürekli artmasına yol açmış, bunun büyümeye uzun vadede olumsuz etkisi olmuştur. Refah teorisyenleri ahlaki tehlike problemini asla çözememiş, fakirlerin durumunu iyileştirmeye yönelik çabaları fakir sayısını artırmıştır. Çok miktardaki refah avantajı, çalışmadan cayma eğilimini artırmıştır.”

Barry, Modern Siyaset Teorisi, “Türkçe Baskıya Önsöz”.




Giriş

Yeni-Sağ ve liberalizm konularında uzman Norman P. Barry’nin İngiltere, Avustralya ve ABD’de 1987’de; Türkiye’de ise 1989’da yayımlanan bu çalışması, 1945–1975 dönemi ‘uzlaşı’ya dayalı sosyal refah devletinin çözülme sürecini, Yeni-Sağ ideolojinin temel dayanak noktalarını, bu ideolojinin hegemon hale gelmesini sağlayan temel yapısal dönüşümleri ve ‘uzlaşı’ döneminin çöküşüne klasik liberalizmin yanıtlarını ayrıntılarıyla inceliyor. Yazar, Yeni-Sağ harekete sosyal refah devleti deneyimine (uzlaşı) bir karşıtlık içererek kendisini kurduğu için “uzlaşı karşıtı siyasal düşünce” adını vermekte ve bu hareketin yeni, özgün bir açılım olmaktan ziyade uzlaşı deneyiminin eleştirisi olduğunu ve sosyalizm karşıtlığı üzerinden yükseldiğini belirtmektedir. Metinde sosyal demokrasi-liberalizm zıtlığı, muhafazakârlık-liberalizm ayrımı genel hatlarıyla ortaya konduktan sonra İngiltere, Amerika ve Almanya deneyimleri aktarılarak 1975 sonrası süreçte Yeni-Sağ literatürün kendisinden önceki uzlaşı dönemine yönelik eleştirileri analiz edilmiştir.

Çevirinin Siyasal Yönü

Eserin içeriğine geçmeden önce çevirisine değinmek isterim. Çeviri geleneğinin görece eşzamanlı olmadığı, Yeni-Sağ konulu akademik çalışmaların sınırlı sayılabileceği 80’ler Türkiyesi’nde Yeni Sağ kitabının bu kadar kısa bir süre içinde çevrilip yayımlanması ne ifade edebilir? Yeni-Sağ yaklaşımların dünyadaki benzerlerinin gösterilmesi ve “alternatifi olmayan” süreç olarak kendisini kodlayan bu eğilimin daha iyi anlaşılabilmesi için sanırım kitabın çeviri tarihini anımsatmakta yarar var. Eser, özgün dilinden iki sene sonra Türkçeye çevrilmiş. Bir sene de çeviri üzerine çalışılmış, uzmanlara ilgili bölümler okutularak görüş alınmış. Özal Türkiyesi’nde liberalizmin farklı bir yüzünü oluşturan, ülkenin pek de alışık olmadığı bir sağ anlayışla dünyaya açılmayı öngören, piyasa serbestliğini yerel kültür ve yerel yönetimlerle ulamaya çalışan Yeni-Sağ’ın o dönem için ciddi bir teorik arka plan sıkıntısı yaşadığı söylenebilirdi. Yeni ekonomi politikasının özellikle 70’lerin ortalarından itibaren diğer ülkeleri sarması, Özal’ın da bu kuşağın önemli temsilcilerinden biri olması kayda değer. Özal ve ekibinin yeni kamu politikaları açısından üzerinde durduğu reformların artık ‘evrensel bir kural’ olduğu düşüncesini tekrarlaması ve Yeni-Sağ’ın küresel piyasa idealini işaretlemesi bakımından bu çalışmanın vakit kaybedilmeden çevrilmesini ‘anlamlı’ buluyorum. Çeviri faaliyetinin kendi dönemine göre bu kadar kısa sürede tamamlanmasında ideolojik bir işlev seziyorum.

Cevdet Aykan’ın çeviriye önsözünde bu dert, liberalizme özgü temel kavramların gelişigüzel kullanılmasını engellemek ve yeni şartların ne olduğunu gösterebilmek biçiminde özetleniyor. Ona göre, Türkiye’de siyasetin çehresini çizen “hizmet götürme” zihniyeti, demokratik tartışma ortamını ötelemiş ve karar alma-uygulama odaklı anlayış bürokrasiyi büyütürken, demokratik siyasal tartışmayı gölgelemiştir. Bu tartışmayı güncel kavramlar eşliğinde tartışmayı öneren çevirmenin metinde anmadığı Özalcı Yeni-Sağ pragmatizme yaklaşımını merak ediyorum. Hizmet üretirken siyasal tartışmaya kapalı kanallar oluşturan devletçi anlayışın eleştirilmesi elbette önemli. Ne var ki, Yeni-Sağ politika paketlerinin tartışılamadan bir çırpıda uygulamaya geçirildiği ve bunların birçoğunun ülke farkı gözetilmeksizin birbirlerini tekrarladığı düşünülürse, acaba bu siyasal tartışma’ma’ kültürü sadece devletçi anlayışa özgülenebilir mi? Yeni-Sağ rejimlerin özellikle Sovyet sonrası yönetimlerdeki uygulamaları göz önüne alındığında, bu politikaların hızla yaşama geçirilmesi ve alternatifsiz istikrar paketleri olarak algılatılması, aslında kamuoyunda tartışmaya açılmamasına mı bağlıydı? Bu siyasal tartışma’ma’ kültürü, devletçi anlayışı başka bir biçimde yeniden üretmedi mi? “Dünya düzeni”nin “dünya gerçekleri” diye bize “karşı çıkılamaz kural” olarak sundukları, bizatihi otoriter bir eğilimi tekrarlamadı mı? Öyle görünüyor ki Yeni-Sağ, gücünü söylemsel olarak refah devleti dönemine ait tartışma kültürünün eksikliğine bağladı; ancak “zorunluluk, alternatifsizlik, tüm dünyanın kabulü” gibi düşüncelerle mutlaklaştırdığı, sorgulanamaz addettiği yapısal süreçleri tartışma alanına sokmadığı oranda da kendi pratiklerini rahatça inşa etti. Hâlbuki asıl tartışılması gerekenin bu politika paketleri olduğu anlaşıldı, aksi yeni bir biçimsel demokrasiye işaret ediyordu. Bugün Yeni-Sağ’ın altını oyan sosyal ve ekonomik politikaları, tam da o dönemin sorgulanamazlığında, yapısal olan’ın dokunulmazlığında saklı değil mi?


Uzlaşı’nın Çöküşü

1945–1975 aralığını Avrupa’da -Batı Almanya dışında- entelektüel bir istikrar dönemi olarak saptayan Barry, sosyal demokrat ve muhafazakâr bir uzlaşının devlet politikalarına yön vermesinden bahseder. Her iki ideolojinin hedeflerine hangi yöntemlerle ulaşacakları saklı kalmak kaydıyla, siyasal sistemin meşru kanallarını kullanma anlamında bir ortaklıktan söz eder. Klasik liberal ve Marksist cephelerin zıtlaşması ise devlet politikaları ile kamuoyu gündeminde fazla yer tutmadığı için ikincil sayılır. Piyasa ekonomisinin düzenlenmesine yönelik görüş temele oturur; kitlesel işsizliğe ve eksik talebe, enerji, haberleşme ve ulaşımdaki piyasa keyfiliğine karşı devletin aktifliği kabul edilir, bireylerin piyasa ekonomisinin tökezlemelerinden korunması amaçlanır. Bu açıdan uzlaşı, arzu edilen sosyal sonuçlar için gelirin sadece piyasa güçlerince belirlenmemesi kuralını içeren sosyal adalet kavramına odaklanır. Uzlaşı döneminin sosyal felsefesi, sosyal refahı bir adalet talebi olarak göstermekti. Bu açıdan liberallerin devletin birey üzerindeki tasarrufunu eleştirdiği bir alt dal olarak adalet kavramı, uzlaşı döneminde bireye ait değer olmanın ötesine taşındı, toplumla birlikte düşünüldü. Kamu harcamaları da adaletin görece gerçekleştirilmesine dönük yapılandırıldı.

Ne var ki bu adalet’in üretim ilişkileri açısından irdelemesinde suskunluk hâkimdi. Barry, sistemin genel geçer kabullerini sorgulamayan fakat rayından çıkmış bir yapılanmayı sosyal devlet ve kalkınma ikilisi aracılığıyla yerine oturtmaya çalışan bu entelektüel girişimi “paradigmatik” bir durum sayar: Üzerinde yükseldiği yapının temelini dinamitlemeyecek ölçüde ara çözümler getiren ve ortaya koyduğu sorunsalın sınırları içinde kalan bir ‘sözde bilimsel’ sorgulama faaliyeti… Bu bağlamda devletin sosyal politika araçlarının neler olacağına yönelik akademik yazın genişledi, ancak çalışmalar belli bir hizmetin devlet mi, özel sektör tarafından mı yapılacağı tartışmasına girilmeden, karma ekonomiye dayalı çözüm hedeflenerek hazırlandı. Barry’ye göre, uzlaşı kurallarının baştan veri sayıldığı ve alanın temel eleştirisinin gölgelendiği bir ortamda meşruiyet tartışmalarının tüm bu yazını yatay kesebilecek müdahalesi görmezden gelindi, yerine “kural-karar-çözüm” merkezli bir tür yeni pozitivizm belirdi: “Kural ve şartlar belli, karar alınmıştır, çözüm buna göre olmalı, konu kapanmıştır.” Marksist ve klasik liberal kuramın devletin temeline inen eleştirisi, bu kuralların dışında konuştukları gerekçesiyle itibardan düşürülebilmiştir. Devletin kökenine yönelik kavrayışlardansa, hizmet güdümlü bir sosyal proje olarak kamunun işlevsel yönü önemsenmiştir. Uzlaşı dönemi, bu açıdan bakıldığında bütünlüklü bir teorik açılımdan ziyade klasik liberal ekonomiye karşı getirilen eleştirinin Keynes’te, Galbraith’te ve sonra Rawls’ta somutlaşan halidir: “Teorik amaç, tekelleri yasaklayan kanunda ve bürokrasi tarafından endüstrinin yaygın biçimde düzenlenmesi şeklinde politikada ifadesini buldu. Eğer hayat insanların piyasanın gerçek tecrübelerini yaşamalarını engelliyorsa, bu insanlar politik otoritenin müşfik elleriyle aşırılıkları giderilmiş ve düzenlenmiş bir karma ekonomi içinde, kendi adlarına yapılan rekabeti yaşayabilirlerdi.”

Devletin büyümesi ile karar alma mekanizmalarında siyasetin mi idarenin mi daha başat konuma geleceği tezi sosyal demokrat-muhafazakâr uzlaşının iç gerilimlerinden birini oluşturdu. 1945–1975 döneminde muhafazakârlar piyasa ekonomisinin bireyci yanının toplumun uyumunu bozan niteliğine eleştiri getirmeye devam etti, ancak devletin sosyal düzeni sağlamanın ötesine geçerek sosyal adaleti de kurmasını tehlikeli saydılar. Zira devletin politika alanında bir düzenleyici güç olarak belirmesi, ona sızmayı amaç edinen politik baskı gruplarının (piyasadaki ücret dengesini bozarak istenmeyen işsizlik yaratan sendika ve rekabetten korunarak tekel kuran işletmeler) devletin tarafsızlığını kemirmesine imkân sağlayabilecekti. Politikada bir öğe olma hali, devletin sosyal düzen sağlayan tarafsız vasfını sakatlayabilirdi. Bu da seçilmiş siyasetçiyle atanmış devlet görevlisi arasında yaşanacak yetki bunalımının düzeni kuran anayasal normların işlerliğini bozabileceği biçiminde yorumlandı. Sosyal devletin düzenlenmiş eşitlik ve adalet idealinin dışında birey tercihlerini de planlama dahiline alması, birey tercihlerine kutsallık atfeden yeni-liberallerce eleştiri konusu yapıldı. Bireyin tüketim alışkanlıklarını ve yatırım tercihlerini uzun vadede belirleyemeyeceklerini öngören uzlaşı dönemi, tüketim ve yatırım süreçlerini piyasadaki arz etkenlerinden mümkün olduğunca uzak tutmayı hedefledi. Yine muhafazakârlar, devletin sosyal yardımlarının kimilerini iyice tembelliğe sürüklediği iddiasıyla, toplumsal çalışma uyumunun bozulduğunu savundular. Uzlaşı döneminin adaleti önemseyen anlayışına muhafazakârlar belki tümüyle karşı çıkmadı, ancak sosyal adaletin sosyal politikanın aracı olmasını tasvip etmediler. Piyasa şartlarında beliren bir ücret ve sosyal yardımlaşma ilkesini liberaller gibi savunmadılar, ancak eşit yetenekte olmayanların devlet tarafından görece eşit hale getirilmesini doğada varolan ‘temel eşitsizliği’ bozduğu, bunun da toplumun organik uyumu için gereken hiyerarşiye zarar verdiği gerekçesiyle reddettiler. Klasik liberaller ise alt sınıfların kişilerin iradeleri dışında gerçekleşen bir durumdan akıllanarak işsizlik sigortası ödemesi aldıklarını, bu uygulamanın da iş aramayı gereksiz kıldığını söyleyerek uzlaşı rejimine karşı çıktılar. Uzlaşı rejimi, ekonomideki talep kontrolünün enflasyona yol açmasıyla sarsıldı, enflasyonla fazla istihdam arasında tercih yapabileceğini düşünen hükümet sistemi çöktü , bütçede hesapladığından daha fazla açık vermeye başladı ve sosyal düzenlemeleri ‘ciddi’ sosyal güvenlik açıklarına yol açtı. Barry’ye göre uzlaşı döneminin temel taşları artık yerinden oynamış ve yapısal anlamda bir alternatif politikanın yolu açılmıştı.




Bir Alternatif Olarak Liberal Ekonomi

Barry, yeni liberal ekonomi modelinin ana hatlarına liberal sözcüğündeki değişimi anlatarak giriş yapıyor. Klasik liberallerin devlete bakışıyla çağdaş-yeni liberaller arasında bir farklılık seziyor. Klasikler kaynak ve gelir dağılımda devlete mümkün olduğunca görev yüklemezken, yeni liberaller piyasayı dengeleyici özellikleri nedeniyle devlete başvurmaktadır. Devletin makro iktisadi düzenlemelerinin piyasayı ayakta tutacağına inanarak klasik liberal çizgiden ayrılırlar. Klasiklerle kurdukları ortak nokta, devletin ekonomideki rolünün bireysel özgürlüklere getireceği olası engeller ve tercihlerde piyasadan kaynaklanmayan etkenlerdir. Bu, uzlaşı döneminde gerek muhafazakârların bir bölümü gerekse klasik liberaller tarafından arka sıralardan duyurulan bir tepkinin yeniden dillendirilmesidir. Barry’nin liberalizmi herhangi bir partiye bağlı olmayan ve Kıta Avrupası’nda liberal, ABD’de sosyal demokrat olarak tanımlanabilecek bir ideolojiye sahip bireyleri kapsamaktadır. Barry’nin yeni-liberalleri sağda konumlamama nedenleri; sağın geleneksel olarak rasyonalizm karşıtı bir muhafazakâr arka plana yaslanmasına, piyasa ve kişi özgürlüğü konularını bireyden çok cemaat merkezinden hareketle açıklamasına, devlete kutsiyete dayalı bir mistik aidiyet yüklemesi ve radikal değişimlere tavır almasına karşın liberallerin bu tanıma göre kendilerini sola yakın hissetmesidir. Yeni-liberallerin bu tip bir muhafazakârlığın dışında uzlaşı rejimine getirdikleri eleştirilerin ahlak temelli değil, devletin ekonomi politikasına yönelik olduğunu düşünen Barry, Friedman, Becker ve Stigler özelinde yeni liberal ekonominin pozitivist yanını Chicago Okulu ve insan davranışının evrensel-doğal özelliklerinden hareketle kuramını oluşturan Avusturya Okulu yoluyla belirler. Bu yönden uzlaşı döneminin kamu sektörü algısını mercek altına alır. Kamu görevlilerinin seçimi ve atanmasında gözetilen kuralların, görevliyi baştan iyi niyetli saydığına yönelik eleştirisini, kamu sektöründeki hantallaşma ve verimsizliğe dek götürür. Devletin bu yönden küçültülmesi ve tarafsızlığının sağlanması bir klasik çözüm olarak kenarda beklerken, yeni-liberallerin çözümün bir diğer yönünü klasiklerin aksine devletin içinde anayasallık üzerinden aramaları ve yetki aşımlarını yasal düzenlemelerle önlemeleri kayda değer özellik olarak sunulur. Hukuk ile yönetimlerin sınırlanması arasında direkt bir ilişkiden bahseden yazar, liberal iktisadın piyasa ilkelerinin tercihler üzerinden zamanla oluşan ön kabulüne paralel biçimde yönetimlerin sıralanmasının da yukarıdan ani bir yönlendirmeyle değil, hukuk kurallarının olaylar içinden tedricen, içtihatlarla gelişmesiyle oluşabileceğini savundular. Kişiler arası olaylardan kaynağını alan bu içtihatlar, tıpkı piyasadaki gibi burjuva birey merkezli bir hukuku kurabilirdi. Parlamentoların bu içtihadın üzerinden yasa geliştirmesi savunuldu. Aksi halde politik bir üst örgütlenme olan meclisler, piyasanın işleyişine müdahale ederek istihdam ve enflasyonu etkileyen hükümetler gibi, doğallığın devamı gibi görülen bireyler arası işleyişi bozabilirdi. Barry, kamu malı olarak kabul edilen ve piyasanın kendiliğinden üretemeyeceğine inanılan malların devletçe üretilmesi sürecinde 1945 sonrası bir patlama olduğunu hatırlatır. Ancak bu bilgi, savaş koşullarında devletin iktisadi ve askeri anlamda büyümesi, genel refah düzeyinin düşmesi sonucu devletin rolünün artması üzerinden okunmaz. Tersine, yetersiz anayasal mekanizmalar yoluyla, yerleşik liberal kamu malı teorisinin onaylamayacağı biçimde bu görevleri devletin yüklenmesinden kaynaklanmıştır. Refah devleti, eğitim hizmetinden yararlanan bireyleri ve aileleri değil, toplumsal faydayı görme eğilimindedir. Yeni liberaller, 1945–1975 dönemindeki devletin bu ucu açık büyümesini sınırlama gayretiyle “dışlama etkisi, bedavacılık, piyasanın üretebileceği mal ve hizmetler” konularına eğilmeye başlamışlardır. Bu yolla eskiden devletsiz işlemeyeceği düşünülen temel alanları önce piyasadan hizmet satın alma, piyasaya kamu hizmetini gördürme, özerk kurullar oluşturma sonra da piyasaya tamamen terk etme (özelleştirme, yap-işlet-devret vb.) üzerinden kendine çekmeye, müşterek kamu malının atıl olarak kabul edilen yanlarını işletmeci bir bakışla kâr odaklılığa dönüştürmeye çalışmaktadırlar.

Uzlaşı Karşıtı (Yeni-Sağ) Düşüncenin Savunusu


Uzlaşı karşıtı düşüncenin toplum algısı sosyal refah devleti (uzlaşı dönemi) eleştirisinde kendisini gösterir. Toplumun yalnız bırakıldığında rasyonel ve düzenlenmiş uzun süreçli kararlar alamayacağını düşünen planlı kalkınma dönemi, bu düşünce tarafından her olgunun sosyal kabul edildiği yönünde eleştirilir. Suçun değeri bir liberal tarafından bireysel görülürken, bir muhafazakâr tarafından geleneksel içtihat ve topluluk içi değerler daha ön plana çıkarılır. Devletin kurumları ve yasal düzenlemeleri yoluyla suçun ıslahına gitmesi iki görüş açısından da yanlışlanır.

Ayrıca politika’nın uzlaşı dönemindeki değeri hem muhafazakâr hem de liberallerin hedef noktasındadır. Politikanın her türlü piyasa sürecinde başat role oturtulması ve sosyal olguların politikanın bir türevi haline gelmesi, liberaller açısından kendi kendine işleyen bir piyasa ekonomisini durağanlaştıracaktır. Karar verme süreçlerinde baskı gruplarına tanınan öncelikler, politik içeriğin ekonomik ve toplumsal düzene engel olması sonucunu doğurmuştur.

Anayasallık tartışması da uzlaşma karşıtı düşüncenin temel dayanak noktalarındandır. Özellikle Yeni-Sağ akımın devletin sınırlandırılması konusunda başvurduğu anayasa normları, demokrasi tartışmalarına paralel gider. Uzlaşı karşıtı düşünürler, demokrasinin basit çoğunluk kuralını eleştirirler ve yurttaş iradesini öne çıkararak yeni uzlaşının belli baskı grupları ve politik önderlerden çok yurttaş inisiyatifine dayandırılmasını savunurlar.

Yeni-Sağ akımın içinde barındırdığı muhafazakârlık ve liberalizm birbiriyle uzlaşamaz siyasal düşünceler barındırsa da klasik liberalizmin evrimiyle şekillenen yeni liberal ilkelerle yeni muhafazakârlık, özellikle refah devleti eleştirisinde belli noktalarda uzlaşabilmektedir. Burada küresel sermayenin yönlendiriciliği ve söylem düzeyinde devletin sosyal olguyu düzenleme uğraşısına son verilme istenci, atanmışlara karşı seçilmişlerin önemsenmesi ve kurumsal uzlaşının yurttaş katılımından daha sonra gelmesi Yeni-Sağ akımın temel bileşenlerini oluşturacaktır. Barry’nin izini sürersek, liberal ve muhafazakâr kanatların klasik ayrımlarını unutmadan onların sanıldığından daha fazla birbirleriyle ilişki içinde olabilecekleri söylenebilir.



Doğudan, Haziran 2008

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder