Ara
Türkan Saylan: Bir İstisna
Tanıl Bora'nın aşağıdaki yazısında izlediği biçim, metninde çizdiği "İstisna olarak Türkân Saylan"ı bana çağrıştırdı, o yüzden eleştirimde kullanacağım bazı sözcükleri ondan alıntılıyorum:
Kendi içinde düzenli akan, vakur, savrulmayan bir hayat mücadelesi gibi ama dışarıdan bakınca; sistemin, gidişatın onun doğrularını, tespitlerini şuraya buraya çekiştirmesine müsait bir metin... Ara sıra çelişkilerine teslim olmamak için direnen, bazen metni buralara kadar getirmişken yalpalamalarını "görmeyen", Saylan'a atfettiği Kemalizm içi "istisnailiği" "flulaştırmamak" için satır arkasına gizlenip hınzırca taş atıp uzaklaşan bir duruş... Saylan'ın Kemalizm içi duruşundaki "istisnailiği"ni tarif ederken, bunun Kemalizm hattında tam olarak nereye oturabileceğine dair bir sosyalist gel-git... Ama tabii ki bir o kadar da Türkân Saylan "gerçeği" üzerine "istisnai" lezzette bir yazı...
TÜRKAN SAYLAN: BİR İSTİSNA
Tanıl Bora, Birikim, S. 242.
Cami avlusuna getirilen, makineli tüfek yuvası boyutlarındaki TSK çelengi, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” tezahüratıyla karşılandı. Cenaze töreni, küçük ölçekli bir Cumhuriyet mitingi havasında edâ edildi. Ergenekon davası soruşturmasında evinin aranarak taciz edilmesi, Türkân Saylan’ın yorgun bünyesini sarsan son travma olmuştu, belki.
Ergenekon’un bir palavra olduğuna inanan veya cümle âlemi buna inandırmak isteyenler, cenazeye de bu kampanyanın bir parçası olarak kullanmak üzere çullandılar. Birilerinin gözünde çağdaşlık azizesi olan, ötekilerin gözünde mümineleri kötü yola düşürmeye adanmış bir laiklik cadısı idi. Bir tarafta onu tarikatlarla çağdaşların kız çocukları pastasından azamî pay kapma mücadelesinde bir Cumhuriyet mücahidesi olarak yüceltenler; diğer tarafta münafıklara karşı galiz söz söylemenin lüzumuna, gayzın sevabına inanarak çirkinleşenler... Beri yandan, onun “ne şeriat ne darbe”ciliğinin aslında bir darbe hoşgörürlüğü olduğuna dikkat çekerek, Türkân Saylan imgesine yönelen sempatileri tenzil etmeye çalışanlar...
Saylan’ın cenazesi, son zamanlarda birçok vesileyle olduğu gibi, bir cepheleşme sahnesi kurdu. Şaşırtıcı değil, sebepsiz de değil. Ama Türkân Saylan, bu cepheleşmede herhangi bir yeni vesile olmaktan fazlasını hak ediyor. Onu mercek yaparak, çağdaş/laisist/Kemalist cephe gerisine baktığımızda göreceklerimiz veya yokluğunu fark edeceklerimiz var. Ayrıca, cephelerin berisinde, kendi şahsiyeti var. Cenazesinde uyulmayan sükûnet vasiyetini, ardından düşünürken dikkate alalım; Türkân Saylan’ın zihniyet dünyasının cam küresine bakalım.1
“DÜNYA İNSANI OLMAK”
Ulusalcı faşizme mesafeli, dahası bundan rahatsız bir Kemalist olarak tanımlayabiliriz Türkân Saylan’ı. Zenofobiye, yabancı düşmanlığına sahiden yabancı; aklı komplo teorilerine ermeyen birisi. Türklükle veya başka bir kimlikle ilgili toptancı hükümler, etnisist imâlar lügâtinde yok. Hindistan’ın çokkültürlülüğünü, emsal alınacak bir zenginlik örneği olarak anar. Ermeni soykırımı konusunda iddiaları yalanlama ve tel’in bildirilerine davet edenleri yadırgar, “başını kuma gömmemek” gerektiğini söyler – bunun imâsı açıktır. “Bundan sonra ne yapabiliriz? Dostluğumuzu nasıl pekiştirebiliriz?”e bakmaktan söz eder.
Avrupa Birliği’ne dair görüşleri, bir ulusalcıyı ürpertecek cinstendir. AB sürecinin, sürüncemede kalmış olumsuzlukları aşmada güdüleyici rol oynadığını düşünür, “bir tür havuç” der AB için. Tıpkı Baskın Oran gibi düşünür: “Ben bizim hiçbir dayatma olmadan, sadece kendi kendimize bir şeyleri değiştirebileceğimize inanmıyorum.”
Militan laisizmin ve vesayetçi-otoriter ideolojinin şifresi olan çağdaşlaşmayı, “hümanist, insancıl değerler”le tanımlar. 2008’de ÇYDD burslu üniversite öğrencilerine yazdığı mektupta “dünya insanı olma” hedefini gösterir. Reel Atatürkçülüğün2 lâfzen bile repertuvarından çıkarttığı evrensellik ve hümanizma, Saylan’ın çağdaşlık kanonununun sabitleridir.
“OLUMSUZLUKLARA TAKILMAMAK”
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş evresindeki milâdçı damarı biliyoruz. Türklüğün yitik altın çağı mitosu ve ezelî Türk Devleti nomos’uyla baypas edilse de, Yeni Türkiye’yi yeni bir toplumun, yeni bir insanın, yeni bir hayatın milâdı olarak tahayyül eden bir damardı bu. Tarihi sıfırlayan, her şeyi kendiyle, kendinden başlatan... Türkân Saylan’ın İsviçreli-Alman annesinin biyografisiyle örtüşen bir tavır, bu: O da yeni bir ülkede kendine yeni bir yol çizmemiş, kendi tarihini sıfırlamamış mıydı? Yeni ülkesindeki yeni hayatını pirüpak kurmak için kolları sıvamış, hamarat, ahlâkçı, mükemmeliyetçi bir anne...
Türkân Saylan, kurucu edimin tarihi sıfırlayarak ileriye bakan edâsını cisimleştiriyordu. Kurup geliştirdiği cüzam kliniğine sürgün gönderilen, problemli, nizalı, küskün sağlıkçıları şunu anlatarak karşılarmış: “Kardeşim, sen şu anda bana göre hiç geçmişi olmayan değerli bir insansın... birçok olumlu tarafların vardır, yaşadığın birtakım sıkıntılar olmuştur, sen kendini yanlış anlatmışsındır, gel burada önce kendini kendine kanıtla, sonra bize kanıtla ve sen de bizim ekibimizin bir parçası ol.” Sahih cumhuriyetçi erdem anlayışının bir ifadesi saklı bu hitabede: Hiç geçmişi olmayan değerli insanlar olarak eşit yurttaşların itibarını onların kamusal eyleminde gören, bu eylemi toplumsal’ın kurucu edimi olarak yücelten bir anlayış.
Milliyetçi tapınca dayalı sözde laisist Kemalist otoriterliğin alâmetine dönüştürülmüş cumhuriyetçilik söylemine sığmayan, gerçekten cumhuriyetçi olmaya açılan uğrak burasıdır Türkân Saylan’da. Erken Cumhuriyet döneminin “öğrenme ve yararlı olma” heyecanıyla, -o zamanların sahici ve naif heyecanının imtidâdıyla-, “ne yapabilirim, nasıl işe yarayabilirim” duygusuyla birlikte... Yurttaşlık bilincinin sosyal mütekabili olarak reşit insan, Saylan’ın idilidir. Birkaç yıl önce Ankara Üniversitesi Kadın Çalışmaları programının açılış dersi konuşmasında, oğlunu evlendirdiği için kutlayanlara nasıl bozulduğunu aktarması, onları ısrarla düzelttiğini söylemesi: “ben evlendirmedim, o evlendi”, hep bunun ifadesi – reşit birey kültüne iman... Çocukların da sevgisiz-sorumsuz anne babayı boşayabilmesi gerektiğine inandığını söylerken, reşit insan kültünün Jakobenlikle buluştuğu yerde duruyor.
Bu onun cumhuriyetçiliğini altın çağcı bir muhafazakârlık olmaktan da çıkarır. 1920’lere takılmamaktan söz eder. “Ara sıra Anıtkabir’e gitmekle toplumsal sorunların üstesinden gelinebilir mi?”
Tarihsel yükü sıfırlayarak, toplumsal engelleri ve yapısal zorlukları sanki bilmiyormuşçasına, bir tür naiflikle eylemek, azimkâr bir iradeciliktir, aynı zamanda. İyimserliğin iradesi... ‘İyi’ pragmatizm... Mükemmeliyetçiliğe iltifat etmez Saylan: “Başarı her zaman dört dörtlük olmayabilir.” Mükemmele koşullanmanın kibri yerine, “başarıyı insanlara anlatabilme, yol gösterebilme, yol açabilme”yi önemser. “Hep bir çıkar yol arama” peşindedir. Şiârı “olumsuzluklara takılmamak”tır. Yapmanın iyimserliğini taşır. Onu hayata ve ‘kamu’ya hep borçlu hissettiren misyon duygusu, sadomazohist ve agresif bir püriten hıncına dönüşmüyor da bir yaşam sevinciyle, bir tür neşeyle birleşebiliyorsa, bundandır. Husumetle değil meseleyle, hasımla değil işle meşguldür. İrticayla, “dinciler”le ilgili bile, ilenmek için fazla dil dökmez. Hele hainlerden, düşmanlardan (iç ve dış), satılmışlardan hiç bahis yoktur; ulusalcılığın ve reel Atatürkçülüğün lisan-ı farikası haline gelen nefret diline uzaktır Türkân Saylan.
Kendine yakıştırdığı “Kemalist feminist” kimliğinin feminist bileşeni, pragmatizmini temellendiren bir kaynaktan da beslenir: Kadının “yaratıcı, ince ve ayrıntılı işlere yatkınlığı”, “sabırlı, ısrarlı, takipçi” oluşunda, “savaşmaya değil uzlaşmaya eğilimli, sorunları çözmeye çalışan” yapısında bir cevher görür.
“DOKUNMAK VE DUYMAK”
Fatma Karabıyık Barbarosoğlu,3 Cumhuriyet mitinglerinin üç profesörü arasında Türkân Saylan’ı Nur Sertel ve Necla Arat’tan ayırt ettiğini yazdı. Fark, Saylan’ın temasın simgesi olmasıydı. Daha ortaokuldayken, siyah/beyaz televizyonda, en büyük acının hiç kimse ile göz teması kurmadan yaşamak olduğunu anlatır, cüzamlılara bakmaktan korkmamak gerektiğini telkin ederken izlemişti onu. Türkân Saylan, cüzamlılara dokunabilen birisiydi.
Saylan’ın kamusal kimliğinden hoşlanmayanlar, hatırasına hürmetlerini, onun cüzamla mücadelesi ile kayıtlıyorlar. Aslında, cüzamla mücadelesi ile politik uğraşı arasında pekâlâ bir ortak yöntem, bir etik anlayış var. En azından kendi nazarında, öyle.
Cüzamla ilgili bir makalesinin başlığı: “Dokunmak ve Duymak”. Ona göre hekimliğin temel önemde bir etik ilkesi: “Her hastanın farklı bir insan olduğunun bilincinde olmak”. Konu her ne olursa olsun, “Sorunlara el sürmek, hissetmek, anlamak”tan söz eder. “Dinlemek!” der: “Karşısındakine değer vermek, onu keşfetmeye çalışmak, keşfederken onun kendi kendisini keşfetmesini sağlamak ve yolu açmak. Sen başarırsın, sen yapabilirsin, sen önemlisin.” Muhtemelen, insan hakları eğitimi çalışmaları vesilesiyle Ioanna Kuçuradi’yle olan alışverişinin pekiştirdiği ülkü: “İnsanın kendi olanaklarını keşfetmesini sağlamak”.
Empatiyi ilkeleştirmesi ile, tebliği farz sayan mümine benzer: “En olmayacak insanla ilişkide bile bir çıkış noktası bulunabilir... Çünkü her insanın iyi bir yanı mutlaka vardır, onu bulmaya çalışmak gerekiyor.” Aydınlanmanın dini olarak filantropi: insanseverlik, insanın özündeki iyiliğine inanmak... Said Nursî de “Kâfirin her hali ve her sıfatı kâfir değildir” diyordu. Cumhuriyetçi ethos ve pathos’un seküler din burcuna girmesinin bir uğrağı...
Dinleyerek, ilişki kurarak, insandaki yetenek ve olanağı ortaya çıkararak mesafe almak... Bunun karşı kutbu, “tepeden bakan bir bakış, dıştan dayatma”dır. Saylan bunlara inanmadığını söyler. Nasihatten haz etmiyordur. Şiddete, ses yükseltmeye, bağırmaya meşrepçe değil ilkesel olarak karşıdır.
* * *
Zehra İpşiroğlu, Türkân Saylan’ın yapıcı gücünün ana kaynağı olarak sevgi yetisinden söz ediyor. Onunla temas eden nice insanın, sarsılmaz iradesi, azmi, çalışkanlığı yanında, mutlaka andığı hasleti: İnsan sevgisi ve gönlü bolluğu...
Kapitalist modernliğin ve oryantalizmin bunca tecrübesinin ardından, filantropiye ve onun kibrine karşı tetik durmak gerektiğini biliyoruz elbet. Cân-ı gönülden iyi olan ama ‘maddî koşullar’ icabı, ‘objektif olarak’ insanlara kötülüğü dokunan Sezuan’ın İyi İnsanı’nın hikâyesini de Bertolt Brecht’ten dinlemiştik. Peki, uyanık olalım ama kötücül bir sinizme de düşmeden... İyi bir iyilik ölçüsü de var elimizde: Hrant Dink katledildiğinde hemen Agos’a koşan birisinden söz ediyoruz.4
CUMHURİYETİN İYİ, GÜZEL VE DOĞRUSU
Fatma Karabıyık Barbarosoğlu’nun, kendisine teması, insanî temascesaretini hatırlattığı için Türkân Saylan’ı diğer çağdaşçı profesörlerden ayırt ettiğini aktarmıştım. Yazısının devamında sitemkârdı ama Barbarosoğlu. Saylan’ın kendini bazı kızları okutmaya adarken, öteki kızlarla göz teması kurmaktan kaçındığını hatırlatıyordu. Cüzamlılardan kaçırmadığı bakışını, başörtülülerden esirgemişti, demeye getiriyordu. Cihan Aktaş’a göre de, “onun ilgisini, şefkatini ancak belli bir çağdaşlaşma idealine özgü ölçüleri temsil etmeye açık insanlar (kızlar) hak edebil”mişlerdi.5 Keza Hidayet Tuksal, Saylan’ın “kendi mahallesinden hiç dışarı çıkmadığını, başörtülü kadınlarla aynı toplantı salonunda bile bulunmak istemediğini” hatırlattı;6 “Ne diyelim, biz kendisini iyi bilirdik ama keşke o da bizi iyi bilseydi!” diye bağladı sözünü.
Başörtüsü yasağından bir kutsal mazlumluk hıncı üreten kem sözlüleri, –çoğunlukla erkekler-, geçelim. Andığımız İslâmcı kadın yazarların Saylan’ı yâd edişlerindeki hüzünlü sitemkârlık, çok şey söylüyor. Necla Arat’ın, Nur Sertel’in sizi can kulağıyla dinlemesini, kendisini sizin yerine koymaya çalışmasını beklemezsiniz; onların hoyratlığı incitmez sizi. Türkân Saylan’dan ise bunu beklersiniz, bu yazıda aktardığım sözleriyle ve bakışıyla bu ümidi veriyordur – dolayısıyla o sizi dinlemediğinde, o size bakmadığında, incinirsiniz.
Türkân Saylan, başını örten kızların çoğunun aslında bunu yapmayı gerçekten istemediğine, isteyemeyeceğine inanıyordu. Hem aklın söyledikleri hem görüştüğü bazı kızların söyledikleri, veya onlardan aktarılanlar, buna emin olmasına yetmişti. Aile baskısına maruz kalmadan, yüzüne kezzap atılacağı tehdidi olmadan da başını örtmeyi tercih eden genç kızların saiklerini merak ettiğine, onları “keşfetmeye” çalıştığına dair, gerçekten, hiçbir emare yok. Kapanma tercihini tartışma ve değiştirme kaygısıyla, insanlara nüfuz edecek bir menfez bulmak, bir ortak dil aramak üzere, stratejik bir anlama çabası da yok. Oysa, insan hakları konusunda sağlam bir duyarlılığı olan Türkân Saylan’ın, başörtüsü meselesine çocuk hakları temelinde yaklaşımı, –çocuklar söz konusu olduğunda-, güçlü ve değerlidir. Çocukların “oynamayı, bedenlerinin gelişmesinden mutluluk duymayı, öğrenmeyi, yaşıtlarıyla iletişim içinde olmayı” hak ettiklerini, onların baskıdan azâde olmalarının bir temel hak olduğunu vurgulaması, etik açıdan olduğu gibi politik açıdan da sağlam bir hat çizer. Fakat, Saylan’ın hazzetmediğini söylediği tarzın, tepeden inmeciliğin, nasihat hatta azarlama makamının hâkim olduğu bir cephede, bir türlü muhkemleşemeyen, yarılıp duran bir hat.
Asıl mesele, çağdaşlık/çağdaş yaşam kavramının bağlandığı politik-toplumsal tasavvurun kendisinde elbette. Bir toplumsal hareket olarak çağdaş yaşamcılığı doğuran saik, İslâmcılığın yükselişi ve Millî Görüş’ün iktidar seçeneği haline gelmesinin laik orta sınıflarda doğurduğu tedirginlik idi. ÇYDD, bu tehlikeye karşı, toplumsal seferberlik yaratmaya dönük bir sivil aktivizm girişimi olarak kuruldu. Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) mertebesinde olmasa bile, fevkalâde müsaadeye mazhar bir sivil aktivizmdi bu. Yine kesinlikle ADD mertebesinde olmasa bile, güçlü bir mağduriyet ve tehdit algısıyla güdülenen Neo-Kemalizmin reaksiyoner-restorasyoncu söylemine dayanıyordu.7 ÇYDD’nin, algı dünyası İstiklâl Harbi ve Cumhuriyetin inşa döneminin imgeleri ve askerî mecazlarla belirlenen ADD’den farkı, -Şerif Mardin’in aktüel-popüler tabiriyle-, Cumhuriyetin iyi, güzel, doğru açığını kapatmayı dert etmiş olmasıydı. En azından Saylan’ın arayışını böyle açıklayabiliriz. Onun düşüncesinin sahih cumhuriyetçiliğe açılan uğrakları, hümanist-evrenselci tutumu, sonra bilimselliğin ölçütü olarak “bu doğru olmayabilir duygusu”nu da anması, Atatürkçü aydınların etkisi-etkisizliği tartışılırken “güçlü olmak değil, doğruyu ve gerçeği bulmak” gerektiğinden söz etmesi, bu arayışın izleridir. Fakat galiba, modernizmin mekaniğine ve pozitivist akılcılığa duyduğu –hekimlik ideolojisiyle de beslenen- güven, serazat bir arayışa izin vermiyordu. Hümanizm, filantropinin kibrine takılabiliyordu. Zaten, -bunu galibasız söyleyebiliriz-, Kemalizmin her yerde hazır ve nâzır ikonografisiyle dinselleşmiş söylemi, milliyetçi Türk-cumhuriyetçiliğinin vesayetçi katılığı, hele içine girdiği alarmist ruh hali içinde, kendi içinden dönüştürülmeye ve sahih Aydınlanma düşüncesinin etiğiyle aydınlatılmaya müsait değildi. ATV’de Türkân Saylan anısına yapılan Siyaset Meydanı programındaki sahne, bu imkânsızlığın bir özetidir: Leyla Umar, Ayşe Önal ve Ece Temelkuran, hürmet ve hayranlıkla methettikleri Saylan’la anılarından hareketle iki söz konuşmaya kalktıklarında, stüdyodaki ÇYDD’li genç konuklar saldırganlaştılar; onlar sadece ve sadece Saylan’ın adının zikrine taliptiler, “hocalarına” sadece ve sadece perestiş edilmesini istiyorlardı.
Politik sosyalleşmenin yapılarıyla ilgili bir yanı da yok değil bu meselenin. Türkân Saylan’ın ilkeleştirdiği empatiye ket vuran, onun temel bir insan olanağı olarak düşündüğü dokunma ve duyma yetisini körelten, içinde eylediği toplumsal-politik muhitti, bir ölçüde de. Herhangi insanlarla olduğu gibi Türkân Saylan’la da göz teması kurduğu şüpheli bir yandaş muhitinden söz ediyoruz... Söylemeye çalıştıklarının incesine bakmadan, onu bir asrî zaman Kara Fatması, bir kadın kuvvacı olarak simgeleştiren muhit... Onu Vakit’ten çok önce “Sorosçu”, “misyoner” diye karalamışken, cenazesine, sükûnet vasiyetini en edepsizce çiğneyerek “sahip çıkmaktan” ar etmeyen muhit... Türkân Saylan’ın söyleşilerinde de rastlarsınız, kibarca, Atatürkçü hamaset erbâbından yakınmalarına... Burası artık naifliğin acılaştığı nokta. Kendi dikkatleriyle, kendi rikkati ile bu bayrak sallayıp kin saçan hoyratlığın arasına açık seçik mesafe koyamaması; o cenahın “sürülmüş tarlalar”ından uzaklaşamaması; yan yana durduklarının, “kardeşim” dediği Hrant Dink’i öldürten ortamın oluşturulmasındaki payını görememesi...
* * *
“Bizde bir de Atatürkçülük adı altında ortaya çıkan otoriter bir söylem var ki, laikliği ancak anti-demokratik bir çerçeve içinde koruyabileceğini sanıyor”, der bir söyleşisinde Türkân Saylan. Genel olarak devlete ve bürokrasiye mesafelidir, otoriter, baskıcı, vatandaşından kuşkulanan devlet geleneğini problem olarak görür. Cumhuriyet mitingleri kampanyası sırasında “Ne şeriat ne darbe” şerhini düştüğü için kürsüye çıkartılmadığını biliyoruz. O dönem hakkında konuşurken, “Birileri bizim daha radikal, ırkçı olmamızı istediler, böyle olmadık” dediğini biliyoruz. 12 Eylül usulü bir askerî darbeye zinhar razı olmazdı ama 28 Şubat stili “çağdaş” bir müdahaleden hoşnuttu. Ordunun 27 Nisan 2007’deki gece yarısı muhtırasını “haklı bir uyarı” saymıştı.8 Ordunun doğrudan politik sürece müdahalesine karşıydı ama muhtıraları sivil tepkiye denk sayıyordu; yanı sıra, “askerin toplumsal projelere yatkınlığını” değerlendirmekten yanaydı. Zaten “Laiklik, kadın-erkek eşitliği, insan hakları konularında Jakoben” olduğunu söylüyordu. Militarizmi sorgulamayan bir darbe karşıtlığının, 12 Eylül’ü gösterip 28 Şubat’a razı eden bir siyasete onay vermek olduğunu görmüyor, “ne şeriat ne darbe” formülünün kifayetsizliği, muğlaklığını9 fark etmiyordu. Açık ki, Cumhuriyet mitinglerinde doruklaşan darbe arayışı süreci, Türkân Saylan’ın şerhlerini, dikkatlerini de araya kaynatan, onu da kapıp sürükleyen bir süreçti.
Türkân Saylan, sadece etkileyici şahsiyetiyle değil, davasıyla da istisnâî birisi idi. Davası içindeki davasıyla... Kemalizm veya Neo-Kemalizm çizgisinde istisnâî bir arayışı temsil ediyordu. Bu çizginin taşıyamayacağı kadar, onun istisnâî kişiliğinin bile flulaşmasını engelleyemeyeceği kadar istisnâî...
Dipnotlar
1 Saylan’ın sözlerini, düşüncelerini yazı boyunca şu iki ‘nehir’ söyleşi kitabından aktaracağım: Türkân Saylan Kitabı- Güneş Umuttan Şimdi Doğar. Söyleşi: Mehmet Zaman Saçlıoğlu. İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2004 (3. baskı). Zehra İpşiroğlu: Türkân Saylan - Yapıcılığın Gücü. Doğan Kitap, 2009 (3. baskı).
2 Fikret Başkaya, Reel Atatürkçülük, Özgür Üniversite Yayınları, Ankara 2007. Özellikle s. 21-34. Başkaya bu terimi, “hakiki/öz” Atatürkçülük diye bir şey olmadığını vurgulamak için kullanıyor; devlet politikası ve resmî ideoloji olarak iş gören Atatürkçülük neyse, Atatürkçülüğün o olduğunu söylüyor.
3 “Türkân Saylan ölünce”, Yeni Şafak, 22 Mayıs 2009.
4 Saylan’ın Agos’un önünde açılan deftere yazdıklarını da tekrar not edelim: “Sevgili Hrant Dink, Sen Türkiye Cumhuriyeti’nin yiğitler yiğidi, güzeller güzeli bir bireyiydin. Ülkemizdeki kafa karışıklığını yenmek, kendimizle, komşularımızla ve dünyayla barışmamızı sağlamak üzere canını verdin. ‘Yurtta Barış, Dünyada Barış’ ilkemizi senin adına da yaşatacağız. Sana tüküren, şişe atan, tehdit edenler ve seni öldüren eller ulusun vicdanında zaten mahkûm oldular. Daha adil, insanlarına, fikirlere daha saygılı bir Türkiye için çalışacağız. Işıklar içinde yat kardeşim.” (Agos, sayı 686, 22 Mayıs 2009).
5 “Ölüm dersi, hayat sınavı”, Taraf, 25 Mayıs 2009.
6 “Başka mahallenin türküleri”, Star, 20 Mayıs 2009.
7 ADD ve ÇYDD’nin ideolojik çizgisi ve aradaki farklar hakkında bkz. Necmi Erdoğan: “ ‘Kalpaksız kuvvacılar’: Kemalist sivil toplum kuruluşları”, Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik derlemesi içinde, İletişim Yayınları, İstanbul 2001, s. 235-264.
8 Ayşe Arman’ın söyleşisi, Hürriyet, 6 Mayıs 2007.
9 Bu konuda bkz. Tanıl Bora, “Tandoğan, Çağlayan, İzmir mitingleri ve sol: Çılgın kalabalıktan uzakta”, Birikim 218 (Haziran 2007)., s. 38-45.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder