Ara

Güven'in Suçu Ne?

Vedat Türkali'nin 'Fatmagül'ün Suçu Ne?' adlı senaryosu, yıllar önce

"Bir Türk erkeği başkalarının tecavüz ettiği kızla evlenmez" gerekçesiyle

sansür kurulu tarafından reddedilmiş.

GÜLDAL KIZILDEMİR, RADİKAL 2, 24 EKİM 2010.

Atatürk, Samsun’a çıkmadan altı gün önce doğmuş Vedat Türkali. Türkiye’nin çok çekmiş komünistlerinden biri. 1942 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden mezun oldu ve aynı yıl hala birlikte olduğu Merih hanımla evlendi. Oyuncu Deniz Türkali (o da Fatmagül’de oynuyor) ve senarist yönetmen Barış Pirhasan’ın babası. 1951 tevkifatında dokuz yıl hapse mahkum edildi ve yedi yıl yattı. Vedat Türkali’nin edebiyatımıza kazandırdığı ‘Bir Gün Tek Başına’, ‘Mavi Karanlık’, ‘Yeşilçam Dedikleri Türkiye’, ‘Güven’ gibi birçok eseri var. 1960 yılında Atıf Yılmaz’ın çektiği ‘Dolandırıcıların Şahı’ adlı ünlü film onu senaristliğe de başlattı ve daha sonra ‘Otobüs Yolcuları’, ‘Karanlıkta Uyananlar’ gibi ses getiren filmlere de senarist olarak katkıda bulundu. Önümüzdeki ay ‘Bir Gün Tek Başına’nın çekimleri başlıyor. Türkali senaryoyu bir yılda kendisi yazdı. Filmi torunu Yusuf Pirhasan ve oğlu Barış Pirhasan birlikte çekecekler. Diğer torun Zeynep Casalini ve kızı Deniz Türkali’nin oynayıp oynamayacakları bilinmiyor. Yolunuz Cihangir’e düşerse zımba gibi Vedat Türkali’ye rastlamak sizi hiç şaşırtmasın.

Fatmagül’ün Suçu Ne, filmin çekilmesinden neredeyse 25 yıl sonra yeniden zirveye oturdu. Ne diyorsunuz?
Ben de duyuyorum, dizi zirveye oturmuş. Vaktiyle sinema filmi olarak rahmetli Süreyya Duru çekmişti. Hülya Avşar oynuyordu Fatmagül’ü. Film zamanında, o porno filmlerinin hakim olduğu dönemde zirve yaptı. Çok sevildi, çok seyredildi.


Fatmagül’ün hikayesi nasıl çıkmıştı ortaya?
Fatmagül’ün hikayesini, güneyde, Fethiye’de buldum ben. İstanbul’a geldim, Lütfü Akad’a anlattım. Hiç unutmuyorum, bizim evde kahve içiyorduk, iki üç cümleyle anlattım. İyi bir filmin konusu iki üç cümleyle anlatılır. Lafı uzatıyorsanız ortada iyi bir hikaye yok demektir. Lütfü durdu. “Bu hikaye fazla güzel Abdülkadir; nefis bir hikaye. Bunu ben yapayım” dedi. Olmaz dedim, “Bu filmi ben yapacağım.” Rahmetli yapımcı Naci Duru’ya da kabul ettirdim. Heyecanla işe başladık, yarışmalar düzenledik oyuncuları seçtik. Bu arada da senaryoyu da yazdım yolladım.

Nereye?
Ankara’ya, Sansür Kurulu’na. Öyleydi o zaman, senaryoyu Emniyet Genel Müdürlüğü’ne bağlı kurula yolluyorsunuz onay için. Haber geldi ki, kurul senaryomu ittifakla reddetmiş. Böyle bir olasılık hiçbirimizin aklına gelmemişti. Prodüktör Naci Bey, bize inanarak yatırımlar yapmış. Bütün hazırlıklar tamam. Çekim için Fethiye’ye gideceğiz. Naci beyin ağlamaklı üstelemesiyle kalktım Ankara’ya gittim; sansürcülerle konuşup kararı değiştirteceğim! İşin başında bir kadın vardı, polis komiseriymiş. Hukuku bitirmiş. Beni karşısında görünce “Haa, siz misiniz o senaryonun yazarı?” dedi. “Evet” dedim.
Kadın şöyle bir baktı “Hiç bir Türk erkeği, arkadaşlarının tecavüz ettiği kızla evlenir mi?” dedi. Dedim ki “Hanımefendi, siz de bilirsiniz, toplu olarak bir suç işlendiğinde, bunlardan biri bağışlanırsa hepsi birden beraat eder. Bu bir genel hukuk kuralıdır. Ben kafamdan uydurmadım, Türk Ceza Yasası’nda da bu madde var. Ona dayandım.” Bir durdu şöyle bir bana baktı “Biz kanunda olan her şeye müsaade ediyor muyuz?” dedi.

Tecavüz edilen bir kadınla evlenilmesinden mi rahatsız olmuşlar?
Öyleymiş. Ben hikayeyi ve bu ret olayını unutamıyorum. Bir gün Bodrum’da oturuyorduk. Bizim rahmetli sinemacı Hürrem Erman geldi, sansür üstüne dertleşiyoruz. Ben de benim olaydan açtım, konuyu da anlattım. Bir durdu bu. ”Hoca yaa,” dedi, “şu sırada Ayvalık’ta biz bu filmi çekiyoruz”. “Nasıl çekiyorsunuz?” dedim. “Bayağı çekiyoruz” dedi, “İşte tam bu anlattığın konuyu çekiyoruz, ben setten geldim buraya”. Dava açacağımı söyledim ve açtım. Rahmetli Hürrem de tanıklık etti.

Nasıl olmuş?
Şöyle olmuş, Lütfü Akad, Hürrem Erman’la da birlikte çalışıyor o zaman. O sırada benim senaryoyu anlatmış, çok beğenmişler, bize yapsana bu filmi demişler. Lütfü de “Bana vermez, kendi yapmak istiyor” demiş. Gelsin bize, konuşalım demişler. Bana bunu söylemişlerdi ama o zaman ben Naci beyle çalışıyorum. Hikayeyi de biliyorlar, Erdoğan adında bir senarist vardı, (Tünaş) alelacele bir senaryo yazdırıyorlar ona ve ‘Batsın Bu Dünya’ diye bir film çıkartıyorlar bizim hikayeden...

Orhan Gencebay’ın filmi...
Evet, berbat bir filmmiş, ben görmedim. Param olsa, anında toplatacağım filmi...

Açtığınız dava nasıl sonuçlandı?
Mahkeme yıllarca sürdü... Sonunda davayı kazandım, hem yönetmenlik hem de senaristlik ücretimi aldım. Sonra yapımcı Naci Duru’nun oğlu Süreyya “Ben yapayım filmi” dedi. O çekti.

Hülya Avşar nasıl seçildi rol için?
Hülya Avşar’ı ben önermiştim. Süreyya da ilk planı çektikten sonra Hülya Avşar’ın ne kadar doğru bir seçim olduğunu anlamış zaten. Rahmetli bana demişti ki “Haklıymışsın. Hülya mahkemeden çıktıktan sonra kocasının ardından sokakta bir yürüyüş yaptı, ‘kız sen bunu güzel oynayacaksın’ dedim...” Hülya çok iyi oyuncudur.

Memnun kaldınız mı sonuçtan?
Film zayıf çıktı bence. Senaryoda öyle hatalar yaptı ki rahmetli... Biri için hâlâ içim yanar. Fethiye’nin karşısında bir ada var, adada mangal kömürü yapılıyor. Hülya Avşar’la Aytaç Arman parasız kalınca gidip orada çalışıyorlar. Mahsus koydum o sahneyi. Çalışırken kirleniyorlar, yüzleri gözleri kapkara oluyor. Bir gün bunlar işten çıkıyorlar, sahilde giderken önce birbirlerine sonra etrafa bakıyorlar, çırılçıplak soyunup denize giriyorlar. Suya girince yüzlerinden o karalar akıp gidiyor.

Çok metaforik...
Evet, bir arınma olayı var, müthiş şiirsel. Ama görüntü olarak da mükemmel. Şimdi ben de seyrederken heyecanla filmde bu sahneyi bekliyorum. Bir de baktım ki, ormanda bir kulübe yapmışlar, Hülya çıktı, arkadan Aytaç da çıktı. Suratları tertemiz, döndüler popolarını, soyundular, çırılçıplak yanyana koşuyorlar uzağa doğru. Midem bulandı. Hâlâ içim yanar o sahne için... Cinler tepeme çıkıyor düşündükçe, hiç konuşmayalım bu konuyu...

Siz şimdi filmi çekiyor olsaydınız, Fatmagül rolü için kimi düşünürdünüz?
O kadar büyük bir kudretim olsaydı, ilk filmin çekildiği günlerdeki Hülya Avşar’ı oynatmak isterdim. Hülya, Fatmagül karakteri için çok biçilmiş kaftandı çünkü.

Yeni Fatmagül’ü nasıl buldunuz? Beren Saat’i?
Ara sıra bakıyorum. Kulaklarım artık iyi duymadığı için Türk filmi izleyemiyorum pek, altyazı olmadığı için... Ama o kız uymuş. Oyuncuların hemen tümü üstlendikleri rolün üstesinden geliyorlar. Üstün başarı gösterenler de var. Aslında dizideki çoğu tipler benim tiplerim değil. Benim senaryomda tecavüz edenler teenager’lardı... 16, bilemedin 17 yaş civarında... Bu dizidekiler çok büyük. Ama bir bakıma sınıfsal ayrım keskinleşmiş, kötü de olmamış sanırım.

Siz yazarken, karakterler tümüyle belirir mi zihninizde?
Yazarken önce onlarla ben tanışırım. Onlar benim evime, odama gelirler. Kafamda inanılmayacak derecede somutlaştırırım. Konuşurum, ederim. Doğru söylüyorum. Biri görse deli der.

Tüm yönleriyle, yazmadıklarınız dahil, tanıyor musunuz gerçekten?
Tanıyorum, asıl önemlisi tanışıyorum onlarla. Unutmamak gerek ki, onlar yaşamdan alınmışlardır ama aslında roman kahramanlarıdırlar. Onlar bana kendilerini anlatacak kadar yakınlık duymazlarsa zaten bu işi yapamam. Romanda ele aldığım karakterleri tipik karakterler yapmak, yaşayan canlılar haline getirmek için çalışıyorum. Gerektiğinde diretsin bana. Bakın, ben bir kaza geçirdim, o sırada ‘Kayıp Romanlar’ı yazıyorum. Ameliyata gireceğim, oğluma “bana bir kayıt cihazı getirin” dedim. Ölürsem o tamamlayacak. Romanda bir Ermeni var, Vasken adında. Sonunda ölecekti. Sonra ben kurtuldum, çıktım romanı bitirdim. Okudu Barış, “E baba, ölüyordu hani bu adam” dedi, “Yok ölmedi” dedim. Razı olmadı. Direndi. Ben illa ki öldüreceğim diye öldürecek olursam anlar onu okur. Siz istediniz diye ölmüyor ki! Bakın, işte tipik bir karakter olmak böyle bir şey.

“BENİM TERCİHİM GÜVEN”
Gençler üzerindeki etkinizi daha doğrusu gençlerin Vedat Türkali hayranlığını neye bağlıyorsunuz? Özellikle Bir Gün Tek Başına gençlerin çok ilgisini çekiyor...
Bence siz bu soruyu onlara sorsanız daha iyi edersiniz. Ama şunu söyleyeyim, bana en sevdiğin kitabın hangisi deseler, ‘Bir Gün Tek Başına’ demem.

Sizin tercihiniz hangisi?
‘Güven’. Neden diyeceksin, çünkü ‘Güven’i benden başka kimse yazamazdı. O yazılanları bir anlamda yaşadım ben. Güven TKP’nin gerçek tarihine oturtulmuştur. Bu konuda yapılabilecek en dürüst çalışmadır. Moskova’ya gittim, Leningrad’a, Odessa’ya, Stalingrad’a, Kiev’e, Bakü’ye, Tiflis’e gittim... İkinci Cihan Savaşında yıkılmış Berlin’den kalan nazi devleti kalıntılarını, çeşitli bölgelerdeki nazi kamplarını dolaştım. Komüntern döneminde çalışmış eski TKP’lilerin yaşadığı, çalıştığı yerleri gördüm. Soruşturmalar yaptım. O zaman açılmış olan komüntern arşivindeki Türkiye ile ilgili tüm belgelerin fotokopilerini topladım ve yerinde kullandım. 12 yılda tamamladım kitabı... O dönemin siyasal tarihiyle ilgili belgeleri, kitapları okudum. Belgelere ulaşmak da yetmiyor, ben bu hareketin içinde büyüdüm. 17 yaşında partili oldum. Bütün aşamalarını yaşadım gibi. Benden başka kim yazabilirdi bu kitabı...

Sizce en yoğun ilgiyi neden Bir Gün Tek Başına gördü?
‘Bir Gün Tek Başına’, o günkü beklenti içinde Türk aydınlarının özleminin ifadesi oldu. O günlerin heyecanını duydular o kitapta.

Hoşnut değil gibisiniz...
Hoşnutum ama,’Bir Gün Tek Başına’nın bu kadar abartılması bir çok romanımın itilip kakılmasına, haksızlığa uğramasına neden oldu. Sözgelimi imzaya gidiyorum, yepyeni kitaplarım var önümde, bekliyorum. Geliyor, bakıyor, ediyor, Bir Gün Tek Başına’yı alıyor imzalatıyor. O kadar çok sıkıldım ki bu işten... En sonunda isyan ettim. “Durdurun ya,” dedim, “basmayın artık bu kitabı bir süre!”

Bütün romanlarınızda aşk var...
Aşk hayatta var. Kim ne derse desin, seks konusuna tabu gibi yaklaşılırsa aşkı anlatmak da kolay değildir. Ama bu yüzden nasıl saygısız saldırılara uğradım, bir bilseniz... Ben Türk solu içindeyim. Onlara yazıyorum. En anlamayanlar da onlardan çıkıyor. ‘Güven’in başına da aynı şey geldi. Ben o zaman bu yarışmalara katiyen katılmak istemiyordum. Benden habersiz yayınevi başvurmuş. Önce çok sinirlendim, sonra “dur bakalım, ne olacak” dedim kendi kendime.

Ödül almadı değil mi?
Almadı ama enteresan bir durum. Jürinin çoğu solculardan oluşuyor. Doğan Hızlan var. Cevat Çapan, Hilmi Yavuz, ki o zaman keskin sol. Füsun Akatlı... Yenilerden Semih Gümüş vardı galiba. Çıkan karar şu: Bu sene değerlendirmeye değer roman bulunmamıştır diye roman üzerine yazılmış bir kitaba ödül verdiler. Sonra Merih, eşim, Bodrum’da Hilmi Yavuz’a rastlamış, O ‘Güven’i çok sever, “E yahu, sen nasıl ‘Güven’e oy vermezsin” diye takılmış. Hilmi Yavuz da “Ben Güven’i okumadım. Jüriye öyle bir kitap gelmedi” demiş. Bir gün Diyarbakır’da otelde Doğan’a rastladım. “Doğan” dedim, “Sen jürinin başkanıydın, nasıl oldu bu iş?” “Biliyorsun, ben bu işlere karışmam, sorar araştırırım, neticeyi bildiririm” dedi. Öylece kaldı. Sonra bu kitapla ilgili solcu geçinen adamlar bana nasıl saldırdılar; ne pislik, herkes cinsel yönden gördü, değerlendirdi. Orayı görüyorlar, başka bir şey görmüyorlar ki... Ne yaparsan yap, oraya bakıyor olmalılar!

TOPTAŞ, ANAR ve PAMUK
Yeni yazarları izliyor musunuz?
Bütün yazarları izlediğimi söyleyemem kuşkusuz ama okuduklarım içinde Hasan Ali Toptaş’ı beğeniyorum. Hiç görmedim, tanımıyorum bu kişiyi ama geçen yaz altı kitabını okudum. Romancı olarak ne yaptığını da görüyorum. Roman anlayışımız bakımından pek bir ortak yönümüz yok ama dili, Türk şiirinin bugünkü düzeyinde en çekici ögeleri, biçemi taşıyor. Seviyorum Hasan Ali Toptaş’ı, saygı duyuyorum. Bir de Oktay Anar var. Oktay Anar, eski kültürü, dilini bugünkü dile yakınlaştırma anlamında ironik, sıcak , derinlikler taşıyan bir biçemde kullanabiliyor.

Beğendiğiniz başka yazarlar?
Orhan’ın iki romanını severim. Kara Kitap ve Benim Adım Kırmızı. Onların da eleştirdiğim yanları olmakla birikte güzel romanlar. Ama Kar, hele bu yeni yazdığı Masumiyet Müzesi bir nevi, bu global kültür var ya hani; teneke, emperyalist Amerika’nın pompaladığı kültür, onun çizgisinde, rant peşinde bir kitap gibi görünüyor bana. Ama ben Orhan’ı elimden geldiğince desteklemekten geri durmadım. Türk edebiyatına iki tane roman kazandırmış bir adam. Sonra Yaşar Kemal’in çok güzel romanları var. Mesela ‘Ortadirek’ bir başyapıttır.

Son bir soru: 1919 doğumlu olduğunuza göre cumhuriyet döneminin bütün siyasetçilerini yaşadınız. Sizce bütün başbakanlar arasında hangisi bir roman kahramanı olabilir?
Hiçbiri benim roman kahramanım olmaz. Mesela Recep Tayyip Erdoğan için Orhan Pamuk demiş galiba, yazar olarak insanın ağzını sulandırıyor diye... Hiçbiri benim burnumu bile sulandırmaz. Bu ülkede insanın yaşam boyu gözleri sulanır ancak...

hani o hain okumalar..!

Juli Zeh, "Oyun Dürtüsü", çev. Itır Arda, Metis, 2007.



"Juli Zeh, bu romanında Bonn’da bir özel okulda birbiriyle karşılaşan iki sıradışı öğrencinin, fikirlerin, ideo-lojilerin, dinlerin, barışa inancın, insan haklarının ve demokrasinin yerine pragmatizmi koymuş olan Ada ile Alev’in öyküsünü anlatıyor. Babasından, insanların kararlarının aslında mükemmel prova edilmiş bir oyun olduğunu öğrenmiş olan ve oyunun, kendisine kalan son varoluş şekli olduğunu düşünen yarı Mısırlı Alev ile kendi kendini yaratmanın o yalancı, çekici, kolaycı yolu olan nitelik edinmeyi gereksiz bulan, aptallığa duyduğu nefreti zehir gibi sözlerle dile getiren Ada’nın öyküsünü... Kendilerini nihilistlerin torunlarının çocukları olarak tanımlayan bu ikili, tüm değer yargıları ellerinden alınmış olanların elinde kalan tek şey olan oyun dürtülerini Polonya’dan iltica etmiş olan öğretmenleri üzerinde tatmin etmeye karar vererek Ada’ya olan ilgisini kötüye kullandıkları Smutek’e şantaj yapmaya başlar.


Zeh, “iyi-kötü” ayrımının yerini “işlevsel-işlevsel olmayan” ayrımına bırakmış, ahlağın bir endüstri normuna dönüşmüş olduğu ve gerçekliğin, kendi kopyalarını taklit ettiği çağımızda, insani bir şey hissedebilmek için kalp piline gerek duyan neslin bu iki üyesiyle ölümden önce bir hayatın varolduğuna inanan Smutek’in yaşadıklarını anlatırken, bir yandan da Greenpeace ile El Kaide, Hollywood ile 11 Eylül arasındaki bağlantılara da değinerek dünyamızın bugünkü durumuna, toplumların yapısına ve insanlar arasındaki ilişkilere alışılmışın dışında bir bakış açısı sunuyor. Hukuk eğitimi de görmüş olan ve gerek analiz yeteneği gerekse üslubu ile eleştirmenlerin takdirini kazanan yazar, bu romanda değerler ve yasaların değişen zaman karşısındaki durumunun yanı sıra adalet, hukuk, dil ve gerçeklik kavramlarını da sorguluyor."

-arka kapaktan-



son zamanlarda okuduğum en yetkin çeviri, en sarsıcı sinsilikteki roman... bana söylediğinden ziyade söylettiği o kadar çok şey oldu, oluyor ki... metin o kadar çok metafora boğu(lu)yor, her adda ya da kavramda o kadar çok şey çağrıştırıyor ki bana, bazen yazarın vermek istediği zincirden kopup kendi hatırlamalarımla devam ettiriyorum romanı. kolaycı "ve" müşkülpesent bir tercih bu. romandan hareketle, kavramlarımı ve kişilerimi günlüğümden cesaret alarak hepten değiştirebildim, bazen günlükle romanı kardım, romanın tüm siyasal içeriğinden koparcasına başka türlü bir gündelizm'e buladım sayfalarını. "metin yazarın elinden çıktığında artık onun değildir" sözünü, iltifata dönüştüren bir çalışma...


postmodernizmini metne ustaca yediren bir yazar, belki tercih ettiği kurgunun nankör ideolojisinden ötürü, içten içe her "aksi" geridönüşe hazırlıklıdır... metnin asla tek mesajlı olamayacağını ya da "asıl verilmek istenen"e uymayacağını bilerek, isteyerek oturmuş ve kalkmıştır masadan.


oturma-kalkmaları arasındaki "hayırlı" bölünmelerini, pide-pizzaya doğru genişlemeyen kahve molalarını mesai karşıtı ve anti-bürokratist arka planına yedirebildiyse; bu "ara"larının da metne dahil olduğunu "çok çalışanların" bohemlik yaftasına karşı, göze sokmadığı bir yanıt gibi işleyebilmişse; hatta bu yanıt öylesine estetik bir fon kurup metinde ağza yakışan çirkinlikte bir küfre dönüşebilmişse; metnindeki "tek" ısrar noktasının, yani mutlaka anlaşılmasını istediği şeyin, mutfaktaki bu direniş kokusuna sindiğini paragrafına kabul ettirebilmişse; savrulmalarını ve zayıf noktalarını, zabıtadan kaçarken düşürdüğü pırtılar gibi, hazırlıksızlığını geri dönüp dağınık biçimde kurarak metne saçabilmişse, tadından da yenmez gerçi!


böyle bir yazar, "yapı"ları şahlandırır, parlatırken, o yapının ve ayrıntıların dahi okur hattında-merkezinde bambaşka sürüklenmelere açık olduğunu tasarlayabilir ama hatları ve merkezleri işaret edemeyeceğini "bilir", en azından... eliyle göstermenin ayıp sayıldığı aile terbiyesinden geçmesi beklenir zira. hatta metnin herhangi bir anda elinden kayabileceğine, kaytarabileceğine dair bir çekince bile taşıyabilir. çekincesi bir kıskançlığa da evrilebilir... özenle çattığı kelimelerinin bile metnine ihanet edercesine, piyasa icabı tayin edemeyeceği okur'un kolunda ve tamamen romanın dışında salınabileceğini derin bir kıskançlık ve ter boşalmasıyla kendine itiraf etmelidir belki de...


bu roman, işte bu yüzden en çok sustuğunda güzeldi. kendisine değil, bana soru sordurdu. yordu ve çöpe atılma hakkını kazandı. her şeyiyle kurgusunu ve yapısını bana teslim edip onu nasıl anlamamı bana bıraktığında, bittiğinde ondan geriye hiçbir şey kalmadığında anlamlı ve hâlâ ordaydı. bittiğinde çöpe atabileceğim kadar varlığını yadsıdığım, içime başka bir düzenekle gerilmiş bir kitaptı bu...


çevirmenine ayrı bir teşekkür şart.

O Mavilik Derdi


Beni uykudan uyandırır uyandırmaz
Dünyanın bütün huyları yüzünde
Ben bunlardan birini seviyorum en çok
Sana bir nar kesip uzatıyor ya doğa
Tutsam tanelerini
Sevincin gözyaşları derdim buna.

Bir süre bakışıyoruz karşılıklı
Ben uykudan uyanır uyanmaz
Benimle şiir gibidir bu
Tam karşımda ama yazılmamış
Durmadan bileniyor aklımda.

Seni unutarak baktığımda bile
Dünyanın her yerlerinden geçiyorsun
Yayılıyorsun kalabalıklara
Yalnız yayılmak mı
Aşkın en büyüğü, en dayanılmazı demeli buna.

Özlenirsin, alabildiğine varsın da
Daha da var oluyorsun gün günden
Olgun bir meyva gibi güleceksin zamanla
Bir kadın da değilsin, bir kişi de değilsin
Bir kuş olsa mavilik derdi buna.


Aynı masada oturmama hakkı!

Bal filmi Türkiye'nin başına gelmiş en iyi şeylerden biri. Hani, bir 'iyi şeyler' listesi yapmaya kalksam Bal en üst sıralarda haklı yerini alır.

Bunu ne Semih Kaplanoğlu ile arkadaşlığımdan ne de sevgili Leyla ile ahbaplığımdan söylüyorum. Bal'ı izlediğim ilk günden bu yana bende yarattığı iyilik duygusu hiç azalmadı. İzleyen çoğu kimsede benzer bir etki yarattığını biliyorum. Öyle ki, insanları Bal'ı izleyenler ve izlemeyenler diye ayırmak bile istiyorum bazen! Bal'dan önce ve sonra insan! Kalbin yapabileceklerinin sınırını görenler ve görmeyenler ayrımı gibi bir şey.

Geçen kıştan bugüne, Türkiye'de işler kötüye gittiğinde, siyasetin kaosu yorduğunda biraz olsun ferahlamama sebep olan şey Bal filmi oluyor; kendi kendime 'ya o kadar da kötü değil. Bal gibi bir film çekilebildi bu ülkede' diyorum.

Hepimize başka türlü bir algının sınırlarını açan o sinemanın yaratıcısı Semih Kaplanoğlu, Kusturica krizinin hedefine yerleştirildi.

Semih'in haklı olarak işaret ettiği ve uzağında durmayı tercih ettiği gayri insani tavrı polemik konusu yapanlar, onun filmlerini izleseler, verdiği mesajın hangi insaniyetle ilişkili olduğunu anlarlardı.

Semih, Emir Kusturica'nın festival başkanlığından çekilmesiyle sonuçlanan kriz sonrası kendini anlatmaya çalışıyor. Verdiği röportajlarda, çıktığı televizyon programında meramını anlatıyor; Bosna savaşındaki tavrını, gayri insani duruşunu eleştirdiği Kusturica ile aynı masada oturmak istemediğinin altını çiziyor. Alınan tavrın sebebini anlamak isteyenler onun bu cümlesini dikkatli dinleseler keşke. Düğüm orası çünkü.

Semih'in tavrını politik hesaplara yoranlar, duruşunu eleştirdikleri biriyle aynı masada oturup muhabbet etmenin sahteliğini içlerine sindirebiliyorlar demek ki.

Özetle mesele, Kusturica'nın sineması değil. Vaktiyle hepimizin sevdiği Çingeneler Zamanı, Arizona Dreams, Babam İş Gezisinde filmlerinin sinema değerinden söz etmiyor Kaplanoğlu. Hatta Sloven düşünür Zizek'in ağır eleştirilerine maruz kalan Underground filmi bile değil konu.

Kusturica'nın sinemasını ayrı değerlendirmek gerektiğinin herkes farkında. Ama sanatın etik ve insani değerler de ölçü alınarak yarıştırıldığı bir festivale jüri başkanlığı yapacak kişinin uygun vasıfları taşıması da zorunlu. Kusturica gibi bu konularda sicili bir hayli bozuk birinin başkanlığını yapacağı ödüle gölge düşerdi her şeyden önce. Kaplanoğlu ve ekibi festivalin de haysiyetini kurtaran bir müdahalede bulundular aslında. Bosna savaşında tecavüze uğrayan kadınlar için, 'çok abartıldı' beyanatları veren biriyle aynı masada oturmamak haklarını kullandılar.

Diğer yandan Kusturica krizini yaşanan kutuplaşmanın bereketli zemininde köpürtmeye çalışan kalem sahipleri büyük bir aymazlık içindeler. Dünyadaki pek çok etkinlikte protestolarla karşılaştığını bilmedikleri gibi, Kaplanoğlu'nun uyarısıyla da öğrenmeye niyetli değiller. Cannes Film Festivali başta olmak üzere gittiği pek çok yerde protestolarla karşılaşıyor Kusturica. Belki de gördüğü bu tepkilerden yorulduğu için, Sırbistan'da kurduğu festival köyünde sanatçı dostlarını ağırlıyor! Tıpkı kurduğu grupla müzik yapmaya çalışma tesellisi gibi. Filmografisini bilen, yaptığı bütün filmleri izleyen biri olarak en son belgeselini üzülerek izlemiştim. Müzik grubunun hikâyesini anlattığı belgeselde sinemaya inancını yitirmiş biri vardı.

Sinemaya inancını yitirmiş bir yönetmenin dramı elbette acınmayı hak ediyor. Ama ondan çok önce, Kusturica ile aynı masada yemek yiyip şen kahkahaların sahteliğine düşmek istemeyen Semih Kaplanoğlu'nun duruşu saygıya değer.

Siyaset öyle bir alan ki, vakumuna giren her güzelliği hızla lekeleyebiliyor.

Semih'i Bal yolculuğunda bu anlamsız tartışmaların odağına çekmeye çalışacaklar. Umarım Bal'ın mucizesi, yaşanacak haksızlıkları aşmasına yardım eder. Sevgili Semih, Bal'ın hakikatine emanet...

Bejan Matur, Zaman, 13 ekim.

serendipity

Bugün bahçede bir sözcük ağırlayalım istiyorum. Çok sevdiğim, içimi karıştıran bir sözcük. Batı dillerinin hemen hepsinin ortak olduğu bir sözcük: Serendipity.
İngiliz siyasetçisi, aristokrat yazar Horace Walpole’un türettiği bir sözcük.

Sir Horace Mann’a yazmış olduğu 28 Ocak 1754 tarihli
mektupta, şöyle anlatıyor: “Bu buluşumun kendisi bir serendipity ürünü; çok kullanışlı bir sözcük, daha nasıl desem bilemiyorum, iyisi mi anlamındansa nereden türediğini anlatayım. Saçma bir peri masalı okumuştum, adı ‘Serendip’in üç prensi’ idi. Haşmetliler gezdikçe kazayla ya da ferasetleri sonucu, durmadan peşinde olmadıkları şeyleri keşfediyorlardı.”
Walpole, özlü sözleri ve mektuplarıyla sivrilmiş, gotik edebiyatın temsilcilerinden. “Hayat, düşünenler için komedi, hissedenler içinse trajedidir” sözü pek ünlü.
Serendip, Seylan’ın, yani şimdiki Sri Lanka’nın kadim adı. Sanskritçe Sinhaladvipa’nın (Sinhala adası) bozuşmuşu. Walpole’un sözünü ettiği masal da eski bir İran masalı. Sultan Cafer’in, üç oğlunu, dünyayı gezip tanısınlar diye yolladığı seyahatte karşılaştıklarını anlatıyor.
Serendipity, aramazken bulunan, mutlu tesadüf. Mutlu kaza. Zaten Fransızca karşılığı da ‘hasard heureux’. Talih ve tehlikenin aynı sözcükte buluştuğunu da bu fırsatla buraya not ediverelim.
Biz de gelin bu sözcüğe ‘serendipçe’ diyelim. İsteyen daha iyisini türetebilir elbette.


Ben de şu aralar Umberto Eco’nun ‘Serendipity; Dil ve Delilik’ adlı kitabını okuyorum. Eco, her dem şimşekler çaktıran zekâsı ve diliyle tarihe farklı bir okuma önerisi getiriyor. Hataların, yanlışların, insanlık tarihinde çok önemli buluşlara, sıçramalara yol açmış olduğunu anlatıyor. Şu yeisle terbiye edildiğimiz günlerde serendipçeyle ruhumu serinletmeye çalışıyorum kısacası. Bu beceriksiz yazının amacı, size de aynı şeyi önermek.


İkide bir, “Ya aramadıkları bir şeyi bulurlarsa” diye iç geçiriyorum. Ya niyetlenmedikleri, hatta fikrinden
bile çok korktukları bir ışımaya neden olursa itişmeleri?
Ya kapalı kapılar ardında yürüttükleri pazarlıklarda belki bir dil sürçmesi sonucu, belki havaların da kışkırttığı bir huysuzluk haliyle gözlerimizin önüne fırlayıp burada sürdürürlerse hesaplaşmalarını?
Ya toplum olarak hiç de meraklısı değilken, hatta kaçarken yakalanıverirsek aynalara?
Diyelim mülkiyet kalelerine temel kazarken geçmişimizin kemikleriyle karşılaşıverirsek? Sonsuza dek bulamayalım diye, torunlarımızın torunları da bulamasın diye en derine gömmüş olduğumuz o kemikler birden bize hayatımızın neden bu kadar kısır, mutsuz ve bereketsiz olduğunu anlatırsa?
Ya oradan başlayarak yepyeni bir hayatı hak ettiğimiz duygusuyla tanışırsak? Ya Serendip’in prensleri gibi hırsızlıktan yargılanırken bilgelikle ödüllendirilirsek?
Ya satın almaya gönül indirmediğimiz şanslı bir piyango bileti gibi havadan süzülerek tepemize inerse mutluluk?
Ama serendipçeye kavuşmak için bile gereken malzemeden yoksun olduğumuzdan korkuyorum. Gördüğümüzde tanıyabilecek, bulduğumuzda keşfedebilecek miyiz? İşittiğimizde duyabilecek, kokladığımızda algılayabilecek miyiz? Ya sonsuza kadar kopkoyu bir inkârla lanetlendiysek?
Serendipçe, aramasa bile bakınmayı gerektiriyor çünkü? Kristof Kolomb, Hindistan’a varma umuduyla çıkmıştı yola. Amerika kıtasını rüyasında görmemişti.


Bakmak gerek. Görmek için, bakmak gerek. Durmadan, her yere, her şeye dikkatle bakmak gerek. Şaşkınlığın arkasına saklanmış bir körlükten kurtulmak için. Duymak için, dinlemek gerek. Herkesi, her şeyi dinlemek gerek. Belki Serendip diyarı yanı başımızda usul usul demleniyor.

Yıldırım Türker, 11 Ekim, Radikal.

Tanpınar katbekat açılırken...



Edebiyat eleştirmeni Mehmet Kaplan, Tanpınar'ın öğrencisiydi. Dergâh Yayınları kurulurken, yayınevine Tanpınar'ı yayınlamaları konusunda ısrarcı olmuş. Prestij ve para açısından Tanpınar'ın onlara uzun vadede çok getiri sağlayacağını iddia etmiş.
Dergâh, Tanpınar'ın çok okunan romanlarını alsa da beş altı kitap Yapı Kredi'de kalmış. Bir yazarın kitaplarının, hangi nedenle olursa olsun, farklı yayınevlerinden çıkmasına gıcık oluyorum. Birörnek kapak tasarımlarıyla ve aynı logoyla çıkmasını, sürekli bir editör grubuyla çalışılmasını, kitaplar farklı olsa da kitap iskeletinin bana aynı kitabın sayfalarını açıyormuş duygusunu hissettirmesini isterim. Neyse ki bu sıkıntı ortadan kalkıyor, en azından Tanpınar için...


Bugün, Yapı Kredi'nin elinde bir-iki Tanpınar kitabı kaldı. Geçenlerde kendi kitabevine baktım, "Mücevherlerin Sırrı"nın rafta durmaktan artık uçları sararmış. Dayanamayıp aldım bi tane daha, kurtardım onu, o küfe davetkâr azaptan. Sonuncular da rafında tükenince, yeni baskıları Dergâh'tan çıkacak. Tüm Tanpınar'lar artık Dergâh tezgâhında olacak. İnci Enginün'ün bu konudaki yoğun çalışmalarını, Tanpınar için sürekli bir şeyler düşünmesini, edebi mevlidini ihmal etmemesini saygıyla karşılıyorum. Her ne kadar Enginün'ün çıkardığı işler için Enis Batur'un düştüğü editöryal şerhlere katılsam da, önemli bir katkı koyuyor Tanpınar külliyatına Enginün. Hazır bu dizi tamamlanırken, yeni Tanpınar araştırmaları da basılıyor...


Edebiyatçı Orhan Okay, hem Mehmet Kaplan'ın hem de Tanpınar'ın öğrencisi... Dergâh'tan çıkan monografisi, hacimli bir kaynakçaya, iyi bir bölümlendirmeye ve detaylı analizlere sahip. Bunca kaynağı sınıflandırırken, arşiv taramasını metne yedirirken belli ki sağlam emek harcamış. Ancak bu mesaide paragrafları ve ana bölümleri birbirine bağlamak uğruna edebiyat parçalamanın, süslü sözler kullanmanın, bazı yerlerde ise fuzuli yere sesli düşünmenin ne anlamı vardı! Yazarken ne kastettiğini sürekli açıklama derdine düşüyor Okay, bu çabası bazen ana metinden kopmasına, Tanpınar analizlerinin çoraklaşmasına neden oluyor. Kendi cümleleriyle hesaplaşmaya, onu buraya bunu oraya bağlamaya çalışıyor. Ayrıca, bu mutfak sürecini servis yaptığı müşteriye anlatıyor uzun uzadıya... Müşterinin yemek dışında bir şey dilemediğinin, arka tarafı merak etmediğinin farkında değil gibi...
Acı verici... Üstelik, ne kastetmediğini, onu neden öyle değil de böyle yazdığını açıklayan dipnotları yok mu, aman Yarabbi..! Okura yorum gözeneği bırakmadığı, her şeyin kendi anlattığı gibi anlaşılmasını istediği çokça sayfa var. Tanpınar eleştirmenleri üzerine araştırma yapan bir kişi için bulunmaz nimetler, şifreler barındırmış Orhan Okay. Kendi kendisini bu yaklaşımı nedeniyle başlı başına bir doktora tezine dönüştürmüş. Eleştirmenin eleştirilmesi konusunda gayet uygun bir zemin kurmuş araştırmacıya.
Terbiyesizlik edip şöyle bir şey düşündüm: Aynı malzeme Nurdan Gürbilek'in elinde olsaydı, nasıl bir metin ürerdi..? Gürbilek, Tanpınar'ın dilinden bir Tanpınar monografisi yazar mıydı? Ya da Prof. İnci Enginün, kitabın yayına hazırlayanı değil de yazarı olsaydı aynı malzemeden kaç çeşit yemek çıkarırdı?
Adı ve bahsettiğim bu ilginç yaklaşımları dışında, kitaba tebrikler...


Orhan Okay, "Bir Hülya Adamının Romanı: Ahmet Hamdi Tanpınar", Dergâh.