Ara

hani o hain okumalar..!

Juli Zeh, "Oyun Dürtüsü", çev. Itır Arda, Metis, 2007.



"Juli Zeh, bu romanında Bonn’da bir özel okulda birbiriyle karşılaşan iki sıradışı öğrencinin, fikirlerin, ideo-lojilerin, dinlerin, barışa inancın, insan haklarının ve demokrasinin yerine pragmatizmi koymuş olan Ada ile Alev’in öyküsünü anlatıyor. Babasından, insanların kararlarının aslında mükemmel prova edilmiş bir oyun olduğunu öğrenmiş olan ve oyunun, kendisine kalan son varoluş şekli olduğunu düşünen yarı Mısırlı Alev ile kendi kendini yaratmanın o yalancı, çekici, kolaycı yolu olan nitelik edinmeyi gereksiz bulan, aptallığa duyduğu nefreti zehir gibi sözlerle dile getiren Ada’nın öyküsünü... Kendilerini nihilistlerin torunlarının çocukları olarak tanımlayan bu ikili, tüm değer yargıları ellerinden alınmış olanların elinde kalan tek şey olan oyun dürtülerini Polonya’dan iltica etmiş olan öğretmenleri üzerinde tatmin etmeye karar vererek Ada’ya olan ilgisini kötüye kullandıkları Smutek’e şantaj yapmaya başlar.


Zeh, “iyi-kötü” ayrımının yerini “işlevsel-işlevsel olmayan” ayrımına bırakmış, ahlağın bir endüstri normuna dönüşmüş olduğu ve gerçekliğin, kendi kopyalarını taklit ettiği çağımızda, insani bir şey hissedebilmek için kalp piline gerek duyan neslin bu iki üyesiyle ölümden önce bir hayatın varolduğuna inanan Smutek’in yaşadıklarını anlatırken, bir yandan da Greenpeace ile El Kaide, Hollywood ile 11 Eylül arasındaki bağlantılara da değinerek dünyamızın bugünkü durumuna, toplumların yapısına ve insanlar arasındaki ilişkilere alışılmışın dışında bir bakış açısı sunuyor. Hukuk eğitimi de görmüş olan ve gerek analiz yeteneği gerekse üslubu ile eleştirmenlerin takdirini kazanan yazar, bu romanda değerler ve yasaların değişen zaman karşısındaki durumunun yanı sıra adalet, hukuk, dil ve gerçeklik kavramlarını da sorguluyor."

-arka kapaktan-



son zamanlarda okuduğum en yetkin çeviri, en sarsıcı sinsilikteki roman... bana söylediğinden ziyade söylettiği o kadar çok şey oldu, oluyor ki... metin o kadar çok metafora boğu(lu)yor, her adda ya da kavramda o kadar çok şey çağrıştırıyor ki bana, bazen yazarın vermek istediği zincirden kopup kendi hatırlamalarımla devam ettiriyorum romanı. kolaycı "ve" müşkülpesent bir tercih bu. romandan hareketle, kavramlarımı ve kişilerimi günlüğümden cesaret alarak hepten değiştirebildim, bazen günlükle romanı kardım, romanın tüm siyasal içeriğinden koparcasına başka türlü bir gündelizm'e buladım sayfalarını. "metin yazarın elinden çıktığında artık onun değildir" sözünü, iltifata dönüştüren bir çalışma...


postmodernizmini metne ustaca yediren bir yazar, belki tercih ettiği kurgunun nankör ideolojisinden ötürü, içten içe her "aksi" geridönüşe hazırlıklıdır... metnin asla tek mesajlı olamayacağını ya da "asıl verilmek istenen"e uymayacağını bilerek, isteyerek oturmuş ve kalkmıştır masadan.


oturma-kalkmaları arasındaki "hayırlı" bölünmelerini, pide-pizzaya doğru genişlemeyen kahve molalarını mesai karşıtı ve anti-bürokratist arka planına yedirebildiyse; bu "ara"larının da metne dahil olduğunu "çok çalışanların" bohemlik yaftasına karşı, göze sokmadığı bir yanıt gibi işleyebilmişse; hatta bu yanıt öylesine estetik bir fon kurup metinde ağza yakışan çirkinlikte bir küfre dönüşebilmişse; metnindeki "tek" ısrar noktasının, yani mutlaka anlaşılmasını istediği şeyin, mutfaktaki bu direniş kokusuna sindiğini paragrafına kabul ettirebilmişse; savrulmalarını ve zayıf noktalarını, zabıtadan kaçarken düşürdüğü pırtılar gibi, hazırlıksızlığını geri dönüp dağınık biçimde kurarak metne saçabilmişse, tadından da yenmez gerçi!


böyle bir yazar, "yapı"ları şahlandırır, parlatırken, o yapının ve ayrıntıların dahi okur hattında-merkezinde bambaşka sürüklenmelere açık olduğunu tasarlayabilir ama hatları ve merkezleri işaret edemeyeceğini "bilir", en azından... eliyle göstermenin ayıp sayıldığı aile terbiyesinden geçmesi beklenir zira. hatta metnin herhangi bir anda elinden kayabileceğine, kaytarabileceğine dair bir çekince bile taşıyabilir. çekincesi bir kıskançlığa da evrilebilir... özenle çattığı kelimelerinin bile metnine ihanet edercesine, piyasa icabı tayin edemeyeceği okur'un kolunda ve tamamen romanın dışında salınabileceğini derin bir kıskançlık ve ter boşalmasıyla kendine itiraf etmelidir belki de...


bu roman, işte bu yüzden en çok sustuğunda güzeldi. kendisine değil, bana soru sordurdu. yordu ve çöpe atılma hakkını kazandı. her şeyiyle kurgusunu ve yapısını bana teslim edip onu nasıl anlamamı bana bıraktığında, bittiğinde ondan geriye hiçbir şey kalmadığında anlamlı ve hâlâ ordaydı. bittiğinde çöpe atabileceğim kadar varlığını yadsıdığım, içime başka bir düzenekle gerilmiş bir kitaptı bu...


çevirmenine ayrı bir teşekkür şart.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder