Her hafta belli miktarda kötü film seyretmek pahasına da olsa, Türkiye’de yapılan sinemayı hâlâ anlamlı buluyorum. Hatta giderek daha çok. Bu yıl sinemalarda oynayan yerli filmlerin yarısından fazlasını seyrettim, yani 30 kadar; bu, ‘Bal’la ‘Recep İvedik 3’ arası geniş bir yelpaze demek. ‘Bal’dan aldığım artistik zevkle Recep’in maceralarından aldığım ibret dersi nitelik olarak eşit değiller elbette, ama ikisi de resmin bütününde Türkiye ile ilgili bir şeye işaret ediyorlar. Kimi zaman yönetmenlerinin niyetleri, kimi zaman kendileri, kimi zaman sadece ‘varolma arzuları’ ile...
Bu bakımdan, sinemanın sunduğu kadar bütünlüklü, hatta bir ölçüde gözükara bir resim memlekette başka bir alanda var mı merak ediyorum. Türkiye demeyelim hatta. Bir büyük mahalle diyelim sinemanın işaret ettiği şeye. En tepeden başlarsak; bu mahallede hala ‘Av Mevsimi’ gibi bir ‘abi’ var, edinilmiş ve korunan statüsü ve sıkleti ile bir kavşakta durmakta. Bir sürü yolun kesiştiği bir kavşak. Bu yollardan biri abinin de temsil ettiği ‘büyük film’ yapma arzusu.
Donanım anlamında büyük olmasa da giderek irileşen bir sinemanın kendini Amerikan sineması olarak görme arzusu ‘New York’ta Beş Minare’de de, ‘Ejder Kapanı’nda, ‘Sultanın Sırrı’nda da var. Bu sinemanın çelişkisi, Amerikan aksiyon filmi olmaya çalışsa da, aksiyonun dinamizmini frenleyen, tiplerini karikatürleştiren bir çeşit otoriter milliyetçilik içermesi. Bu ‘amirim’ filmlerinin sonuncusunda ciddi bir rolde oynayan Cem Yılmaz ise yakın zamana kadar bir diğer yolu temsil ediyordu. Mahallenin başka bir yönü, ‘yumurcaklık’tı bu. Yılmaz’ın ‘Yahşi Batı’ ile ‘yumurcak sineması’na nihai ve (sıkıcı) bir form vermesi daha az pahalı ama belki daha canlı örnekleri görünürleştiriyor. ‘Recep İvedik’ler, ‘Kutsal Damacana’lar, Cem Yılmaz filmlerinin çekirdeğindeki ‘kaka laf söyleme’ yolunda devam ediyorlar. Ama çok da yaratıcı değiller, çünkü kaka laf kendi başına yeterli değil.
Yaratıcı olanı da reklamcı çocuklar yapıyorlar. (Gerçi, ‘Moral Bozukluğu ve 31’ sadece iki kere gösterildi.) Bu mahallede varolmaya çalışan bir bölük reklamcı çocuğun haşarılığıysa ancak ‘Romantik Komedi’nin denetimli ciksliği kadar. (Amerikan sineması!) Mahallede başka şeyler söylemeye çalışanlar yok değil. Bazen ‘Eyvah Eyvah’ gibi düz, hatta eski moda ama taze bir komedi, bazen mahallenin tombul ve uyumsuz çocuğunun gönül kırıklığının bulanık resmi ‘Prensesin Uykusu’, bazen mahallenin ilginç espri yapmaktan geri duramayan ama bunu tam da beceremeyen cin fikirli ‘Beş Şehir’. Cin demişken; bu mahallede cinle, periyle geleneksel birşeyler söylemek için ilgilenenler de var, ‘3 Harfliler-Marid’ ya da ‘Cehennem 3D’. Ama onların derdi de sonuçta bir ucundan Amerikan sineması kervanına katılmak.
Gelelim mahallenin iyi aile çocuklarına. ‘Büşra’, ‘Kavşak’ ya da ‘Ses’, hikayeleri itibariyle ister Müslüman-orta sınıf olsunlar, ister orta sınıf, isterse de üstümsü orta sınıf, ister başörtüsünden bahsetsinler aslında aynı şeye işaret ediyorlar. Buralardan çıkacak heyecan verici bir hikaye yok, karakterler birer gölge çünkü. Pahalı ve demode Atatürk filmleriyle çook uzaktan da olsa akrabalar. Mahalleye tesadüfen uğrayan Amerikalı ‘Bahtı Kara’ mahalleyle ya da kenarlarıyla ilgili ilginç bir şey söylese de bu da öylesine bir latife oluyor, ‘Min Dit’ mahallenin milliyetçi ezberini bozma konusunda sağlamcı davranıyor, öfkeli de olsalar ‘Kara Köpekler Havlarken’, ‘Kanımdaki Barut’, ‘Çaylak’ herkesin Guy Ritchie seyrettiğini hatırlatıyor.
Mahalleden silkinip çıkmanın temelde iki yolu var. Ya ‘Çoğunluk’un yaptığı gibi bir bıçak alıp kendi karnını yarmak, ya da ‘Köprüdekiler’in yaptığı gibi, ‘ecnebi’ de olsa yeni bir form arayışına girişmek. İki filmdeki göşterişçilik payını da mahfuz tutarak söylüyorum, ama ne de olsa sinema göşterişcilik isteyen bir alan.
Gelecek hafta: Mahallenin daha ‘sanatkar’ sakinleri...
Fatih Özgüven, Radikal, 23 Aralık
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder