Ara

balkonumdan açık çağrı:

evim güzel evim

Mezunmuşum

salı gününe yaklaşırken

salı gününe yaklaşırken

Üç haftadır bu konuda en ılımlı emekli diplomatından en sert muhalifine, en yandaşına kadar her yazarı takip etmeye çalışıyorum. Sorun tabii ki, siyah ve beyaz kadar açık değil. Ara formüller üzerinde düşünmeye razı olduğum için olayın ilk gününden (12 Temmuz) çok sonraları sesimi çıkartmaya başladım.

Ne var ki, 1 Mart Tezkeresi de dahil, meclise şimdiye dek 4 teklif geldi, 3'ü geçti. Meclisin aslında kamuoyunun tepkisini direkt yansıttığı, ABD'nin de hükümetten umudunu kestiği sonucunu buradan bile çıkaramam. 1 Mart'tan önce Bush politikası, uluslararası ilişkileri ve hukuku güvenlik parantezine alarak yorumlarken, daha da ötesi uarası hukuk bir yutan elemanken, kendisini biricik olarak inşa ediyordu. Uarası kuruluşlar arka plandaydı ve bir şey demeleri, dememeleri kadar önem taşıyordu. Seçimler sonrasında Kerry'nin en büyük kozlarından biri olan uarası kuruluşları da kendisine paravan yaparak bölgeyi çevreleme güdüsü ABD dış politikasının özeti olmaya başladı. Öyle ki, İsrail, kimsenin iki asker yüzünden başlattığına inanmadığı saldırısını sonradan meşru kılmak için Hizbullah saldırılarına göz yumdu. Hatta Spiegel ve F. Koru'nun verdiği bilgilere göre, saldırının şekli İsrailli askerlerin kaçırılmasından çok önce tertip edilmişti. AB, BM'den de suskun davranarak kabuğuna çekildi.

"Abaküste asker azaltıp artırmak" dediğim olayı defalarca tekrarlayarak kendi varoluş nedenlerinden birine (barışı ve demokrasiyi korumak, evrensel kılmak) gölge düşürdü.

Derdim, "Barış Gücü (bana göre adı şu halde Savaş Gücü)" komutasına başta 3000 askerle talip olan Fransa'nın ve dahi İtalya'nın iş ciddiye binince sayılarını bir artırıp bir azaltması. "BM- 1701" zaten tam bir facia. BM, duruşunu kararlarıyla ortaya koyan bir örgütse, İsrail'e meşru müdafaa, Hizbullah'a koşulsuz ateşkes biçiminde yönelttiği direktifler, barışı tesis etmeye mi, yoksa savaşın cephaneliğini yeniden kurmaya mı yarayacak? Üstelik, uarası hukukta savaş hukuku alanında dahi sivillere zarar verilmeyeceği, orantısız güç kullanılmayacağı hükümleri netçe ortaya konmuşken, İsrail'in müdahalelerine ses çıkmadı. Bence gidişat gün geçtikçe açığa çıkıyor. ABD ve sürekli ortakları İngiltere ile İsrail (bu ikisine girmeyen, sürekli olmayıp stratejik olan Türkiye), uarası örgütler öncülüğünde büyük coğrafyada değişim rüzgarı estirmede şu anda başarılılar. Yazarlarımız, Lübnanlı iki Ermeni bakanın "bile" "bizi yalnız bırakmayın!" dileklerini yakına dursun, emekli bir diplomatımızın ara formülünü neden yerine getirmedik acaba? Türkiye, saldırının ilk gününden itibaren Lübnan'a insani yardım taşıyacak konvoylarla askerleri kendisi de pekala yollayabilirdi. Değişimi yakalamak ve bölgede hakim güç olmak (C. Ülsever'n deyimiyle bölgenin emperyal gücü olan bir Türkiye özlemi) eğer asker göndermekle ve kale arkasında beklememekle ilgili olsaydı, prestij kazancıyla asker yollama sayısı doğru orantılı olsaydı, Erkan Mumcu'nun sözüyle, her göreve asker gönderen Bangladeş bu coğrafyanın hamisi olurdu.

BM, içeriğini ve teknik detaylarını kendisinin de dolduramadığı bir kararla Olmert'in Bush'a teşekkür telefonu açmasını sağladı. Tam da bu yüzden, ABD dış politikasının seçimler sonrası uarası kuruluşlara sırtını dayama düşüncesi, meyvelerini vermeye başladı. Eğer her BM kararını hukuki bulacaksak, bu "Barış Gücü"nün meşruluğunu tartışmanın zamanı geldi de çoktan geçiyor bile. Hukuki olan her şey meşru mudur, ya da tam tersi?

Çandar, Birand, Özkök bu konunun tartışılmayacak kadar açık olduğunu söylüyorlar. "Asker zaten gidecek, siz boşuna konuşuyorsunuz!" tavrındalar. Bense, bu sefer ciddi bir kamuoyu tepkisinin çıkacağını düşünüyorum. Hele hele cbaşkanının net açıklamaları da devletin zirvesinde "çatlak" bir sesin çıktığını daha ilk günden haber veriyorsa, MGK Salonu'nda da bunları sürekli dile getiriyorsa, kamuoyu bu çatlaktan ciddi biçimde sızabilir. Yönetenle yönetilen arasındaki düşünce uyumundan, iç politikada seçimler yaklaşırken AK Parti zararlı çıkmak istemez sanırım. İşte tam burada yeni bir soru beliriyor: Cbaşkanı, belki de farkında olmadan, "Kendi iç çatışmayı bitirmeden başka ülkelerin sorunlarıını halledemeyiz. Bize neden yardım etmediler!" serzenişiyle, iç politikada inanılmaz bir fitili ateşlemiş olabilir mi? AK Parti, asker gönderme kararını çıkartırsa, PKK Sorunu'na rağmen dışarıdaki sorunları çözmeye çalışan bir hükümet damgasını yiyebilir. Zaten Amerika(n) karşıtlığı ve milliyetçilik artmışken, "Coni" uğruna dipsiz kuyuya atlayan bir hükümet, antiemperyalizm, ulusçuluk sloganı altında sağla solu birbirine iyice yaklaştırabilir. Koalisyon için terzilere elbiseler ısmarlanabilir. Cbaşkanı öyle bir söz attı ki ortaya, tam seçim malzemesi. Hem dış politika hem de iç.
30 ağustos 2006



İÇİNE ATAN

Suskunluğundan tanırım O'nu... Yüzünde her daim nöbete duran ve içindeki depremi maskeleyen gülücüğü bilirim. O depremin yüreğinde açtığı derin yarıklardan en küçük bir iz yansımasa da yüzüne, aşinayım ketumiyetine... Bilirim ki, kabil olsa da, ters çıkarılmış bir kazağı düzeltir gibi içten kavrayıp dışa çevirseniz ruhunu, sanki yıllar yılı söylenmeyip saklanmış, dilin ucuna kadar gelip tutulmuş, tam haykırılacakken içe atılmış yüzlerce sözcük, hafızaya kelepçelenmiş binlerce söz, dile getirilmemiş on binlerce itiraz, akıtılmamış onca gözyaşı ilmek ilmek çözülüp saçılıverecektir ortalığa... Ama o konuşmaz. Sabırla dinler, sitemsiz kabullenir ve ruhunun derinliklerine gizlediği çekmecelerde özenle saklar içine attıklarını... Sadece kendisiyle başbaşayken açar onları... Kimi zaman gizli bir günlüktür çıkan çekmeceden... yazar; ...kimi zaman da sırdaş bir silahtır... sıkar. * * * Niye bazıları ağzına geleni söyleyip rahat uyku uyurken, "içine atan", sessizliğe gömülüp kendi dehlizlerinin karanlığında yapayalnız kabuslar görmeyi seçmiştir? Anlatmazlar ki bilesiniz... Kimi nasıl diyeceğini bilmediğinden, kimi bildiğini de diyemediğinden, kimi dediği halde kıymeti bilinmediğinden, kimi bir kez deyip yanlış bildiğinden, suskunluğun o huzurlu kuytusuna sığınmıştır. Sesini en çok yükseltenlerin en haklı sayıldığı bir dünyada, sürüye uyup gürültüye katılmaktansa sessizliğe gömülüp haksız sayılmayı tercih ederek tevekkülle içine kapanmıştır. İç kanamaları zaman zaman ağzından kaçırıverse de, dudağının kenarından sızanın "kızılcık şerbeti" olduğuna inandırır herkesi... Oysa ne kadar gizlemeye çalışsa da, içindeki fırtınanın birilerine fark edileceği umudunu hep korur. Suskunluğunun her şeyi anlattığını sanır. Sanki onca gürültü içinde birileri gözbebeklerini okuyacak ve konuşmayı bilmeyen bir çocuğun derdini anlar gibi, iç dünyasında çağlayan nehrin sesini duyacaktır. Başını sessizce öne eğişinden, sitemkar imalarından, dargın yalnızlığından derdini anlayacak, şifresini çözüp sessizliğini sese çevirecek birini bekler umarsızca... Oysa gürültünün çağında, kimselerin vakti yoktur, anlatmayanın derdini anlamaya... Kimse kimsenin gözbebeğine bakıp konuşmaz; yüreğini dinlemeye yanaşmaz. Öyle olunca da hepten içine kapanır "içine atan"... Maddi varlığını dibe çeken bu manevi yükün ağırlığıyla yaşamayı öğrenir. Yükünü sırtlayıp, kendi iç sesiyle sohbet ederek yürümeye koyulur. Kendine yazılmış mektuplar, meçhule karalanmış satırlar, sadece yastığının bildiği sırlarla örer kozasını... Sabah oldu mu, sahte gülümsemesini yüzüne yapıştırıp hayata karışır. Anlaşılmadıkça artar ketumiyeti... Rahat hesaplaşanlara özenerek erteler hesaplaşmalarını... Geciktirilmiş her sohbet, vazgeçilmiş her itiraf, gösterilmemiş her tepki birbirine yapışıp koca bir ura dönüşür içinde... Sonra kanser gibi sarar bünyesini... İçindeki yara, yüzünde gülümseyen maskeyi aşağı çekmeye başlar zamanla... Artık ya içindekileri kusacak, ya da hepten susacaktır. İşte o zaman, "iç" denilen o dipsiz derinlik, o ne atsan dolmaz sanılan kuyu taşar aniden... Yük, taşınmaz olur. Yıllar yılı sabırla bastırılan volkan, ya umulmadık bir tepki, ya katılırcasına bir ağlama nöbeti veya gizlenmiş bir silah olur, gürültüyle patlar. "İçine atan"ları bilmeyenler, kestiremezler bu ani tepkinin nedenini... Yanlış yerde ve son günlerde ararlar ipucunu... Oysa onca yılın suskunluğuyla kaynaya kaynaya dolmuştur yanardağ... Ve gün gelmiş patlamıştır. İntiharı, doğumudur "içine atan"ın... İlk kez yüksek sesle konuşmuştur ve çoğu kez, son olur bu... Artık geride bıraktığı efsane konuşacaktır, kendisi yerine... * * * Tanırım O'nu... Sessizliğin erdem sayıldığı bu özel dünyanın suskunları bilirler birbirlerini... Çareyi de bilirler. Gözbebeklerine bakıp ruhunda kaynayan volkanı sezecek ve şefkatle "içeri" sızıp O'nu yukarı çekecek bir dost elini umutla beklerler. Beynine ancak o dost eli uzanabilir. O yoksa, yedeği bir kurşundur.

15 Temmuz 2005, Milliyet
Kitap Tanıtımı

POLANYI, Karl (çev. BUĞRA, Ayşe) (2006), Büyük Dönüşüm: Çağımızın Siyasal ve Ekonomik Kökenleri, 5. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 411 s.


EZBERİ BOZABİLMEK[1]

“Bir piyasa ekonomisi, yalnızca bir piyasa toplumu içinde varolabilirdi. Yeni ilke, bütünüyle maddeciydi ve sınırsız bir meta arzıyla insan sorunlarının tümünün çözüleceğini varsayıyordu.” Karl Polanyi
"Her bireyin kendi koşullarını iyileştirmeye yönelik doğal çabaları, dışarıdan yapılacak herhangi bir yardımdan çok daha yararlıdır ve toplumda servetin, refahın artması için yeterlidir." Adam Smith


ÖZET
Macar asıllı entelektüel bir ailenin çocuğu olan Karl Polanyi’nin 1944 yılında yayımlanan bu eseri, gelişmiş kapitalizmin hüküm sürdüğü ülkelerde kapitalizmin tarihini, piyasa sisteminin geçmiş üretim biçimlerinden farklı yanlarını (doğal olan her şeyin metalaşması, ekonominin toplumu artık kendi ilkeleriyle yönetmesi, birey’ci’leşen insanın aynı anda ‘kapatılması’ sonucu yaşadığı muazzam çelişki) gözler önüne sererek anlatıyor. Eserin yazılış tarihi, kapitalizmin savaşlarla ve iktisadi krizlerle boğuştuğu, 19. yy. güç dengesinin, uluslararası altın standardının sarsıldığı, işlemeyen bir piyasa toplumu idealinin sonucu olarak “faşizmin ve sosyalizmin belirdiği”[2], liberal devletin yeni tanımlarının ciddi biçimde yapılmaya başlandığı, hemen sonrasında ise iki kutuplu dünya sistemine gözlerimizi açacağımız döneme denk düşmesi bakımından anlamlı. Polanyi, piyasa sisteminin kendini toplumun dışında kuran ve ilkelerini topluma yukarıdan dayatan niteliğinin bizzat bir çelişki olduğunu, toplumu düzenleme çabasında olan, ancak ondan bu kadar uzak durumdaki bir sistemin çökeceğini, krizlerin ve ardından gelen faşizm ile sosyalizmin bir tesadüf olmadığını belirtiyor. Kapitalizmi açıklamaya ve üretim, bölüşüm, dağıtım[3] ilişkilerini temel ilkeler doğrultusunda meşrulaştırmaya çalışan kuramlara, eylemlere eleştirel bir ekonomi politik gözlüğüyle bakan bu eser, 1970’lerin ortasından itibaren değişim sancılarını tekrar yaşayan dünyaya sanki belli ipuçları verecek şekilde tasarlanmış. Alternatifsizliği üzerine yazılıp çizilen yeni liberal sistemin kendisini “başka alternatifim yok!” cümlesiyle özetlemesi, bizi bugünküne benzer ama bugünküyle aynı olmayan 19. yy. liberalizminin öyküsünü tekrar okumaya sevkediyor.

BÜYÜK DÖNÜŞÜM

Biricik olma tutkusunu sistemin tüm araçlarını kullanarak ‘birey’in aklına işleyen piyasa, kendi kurallarına göre işleyen bir piyasayı yarattığı kadar, bu piyasanın kendini yeniden üretebilmesi için koyduğu kuralların dışına taşamayan bir bireyci, bencil insan aklını tarihin sonsuz derinliklerinden, sanki hep öyleymiş ve çıkarını düşünürmüş gibi çıkarsamaya çalıştı.

Çoğu kez sorgusuzca kabullendiğimiz, kapitalizmin demokrasiyle kol kola giden gelişme sürecinin ciddi yanılsamalarla dolu olduğunu ve eşitlik- özgürlük ikileminin burjuva egemen bir toplumda uzun süre tek taraflı olarak yorumlandığını, siyasal ve ekonomik haklara sınıfsal sınırlar getirildiği, sermayeyi oluşturan ilkel birikim süreçlerinin zor yoluyla elde edildiği[4] ve kapitalist mantığın bunu genellikle doğal haklar öğretisiyle meşrulaştırdığını, tarihsel bir kimliğe bürüyerek özel mülkiyetin Adem’in ilk yasaklı meyveyi koparışında harcadığı ‘emek’ten beri zorunlu ve doğal olduğu, tarihin herhangi bir döneminde bir coğrafyada pazarın bulunmasının, beraberinde sınırsız karı gerektiren piyasa sistemini getirdiği önermelerini, Polanyi’nin tezleri sayesinde, cümlelerimizin başına “acaba” ekini koyarak düşünme fırsatı buluyoruz. Devletin bu sermaye birikiminin aşırılaşmasını ve monarşik düzene hâkim olmasını engellemek amacıyla paternalist tavırla 17. yy’da getirdiği yasal düzenlemeler, yaklaşan devrim ve ayaklanma tehlikelerine karşı köylüye ve işçiye, çalışmayan yoksula yapılan yardımlar, 19. yy’da klasik liberal iktisadının “çalışmayana ekmek yok!” gibisinden bir öfkesine mazhar olacak, kapitalist mantığın gelişme evrelerine ışık tutacak nitelikte.

Kapitalizm öncesinde aile, cemaat, kabile, devlet örgütlenmelerinin kaynakların dağıtımında oynadıkları rollerden özerk şekilde, ekonomi henüz ayrı bir disiplin olarak toplumu yönetmeden, “karşılıklılık” ilkesine göre belirmeleri söz konusu iken; değişim ve piyasanın içerdiği kapitalizm, ekonomik faaliyetin tamamının piyasadaki ‘değişim’ ilkesince yönlendirilmesi ve bunun sonucunda insanın kendi maddi varlığından kopuşu anlamına gelecektir. Kendi ilkelerini piyasa sistemi[5] adı altında topluma sunan, müdahaleye karşı ve dokunduğu her şeyi piyasa sisteminde meta haline dönüştürecek bu hayali değnek, toplumdan sıyrılır ve onun üzerine çıkarak bütüne hâkim olmaya başlar. Önceki üretim biçimlerinde meta olarak görülmeyen toprağın, emeğin ve paranın piyasa ilkeleri tarafından satılmak üzere kullanılması hususu, gerçek bir dönüşüme ve insanın da fiziksel, psikolojik, ahlaki olarak bu dönüşüme uydurulmasına işaret eder: Hayali meta.[6] Ana ayırt edici özelliği, geçmiş birikimlerin yalnızca sermayeyi büyüttüğü oranda ‘sermaye’ niteliği taşıması, sermayenin kendini herhangi bir toplumsal engele uğratmadan sınırsız büyüme arzusudur.[7]

Ekonomi politik, sefaletin açık yaralarını sardığını iddia etse de esasında yaraya tuz bastı ve çalışmanın özgürleştirici yanını aşılamak için yeni toplumu keşfetmeye kalkıştı. Nüfus düzenlemeleri ve mal arzının kısıtlı yapısı üzerine araştırmalar çoğaldı, piyasanın el verdiği ölçüde bir üreme salık verildi.[8] Toplumu artan işgücü talebiyle beraber her yönüyle kurma, yönetme fikri, belki de en açık ifadesini Bentham’ın faydacı hukuk öğretisinde buluyor ve zindanların daha ucuz, etkin denetimi için kurulmuş gözlem evini ifade eden Panopticon Planı, yoksulların çalıştırılması için fabrika ölçeğinde uygulanıyordu. Kiliselere bağlı yaşlılar ve yoksullar evinin (poor house) bakım işlevi, yavaş yavaş piyasa toplumunun çalışma evine (work house) dönüştürüldü.[9] Toplumun üyeleri, cemaatlerinin sıcak yuvasındaki yataklarından bir gece yarısı[10] tek tek kaldırılarak ve ‘birey’ markalı bayramlıklar giydirilerek ekonomik sistemin aksesuarı haline getirildi. Liberal devlet, burjuvazinin egemenliğinin koruyucu ve kayırıcısı olarak, herkese kendi kaynaklarını özgürce kullanabilmesi için soyut düzeyde eşit haklar tanıdı ve en az müdahaleyle kapitalist üretim biçiminde kişisel iş sözleşmeleriyle ücret karşılığı işgücünün satılmasını sağladı.[11] İşgücünün pazarda ‘özgür’ biçimde satılması, Adam Smith’in deyimiyle “doğal özgürlüğün yalın ilkesi” sayesinde pazar işlemleri, hizmetin devamı için gerekli en düşük, ama harcanan emeğin de karşılığını veren en haklı fiyatı; ‘tam değişim özgürlüğü’ ise farklı çıkarlar arasında kendiliğinden uyumu sağlayacaktı.[12] Emeğin herhangi bir yasal engel olmadan tüm ulusal sınırlar etrafında serbestçe dolaşabilmesi Smith için en önemli unsurlardan birisiydi, ancak gerek 1601 tarihli Yoksullar Yasası, gerekse Speenhamland, İskân, Tehcir Yasaları ve Elizabeth Dönemi Yönetmeliği, ulusal bir emek pazarına henüz izin vermiyordu.[13]

Engelin aşılması ve 19. yy. ortalarından itibaren, devletin ancak maliyeti düşürdüğü ölçüde hammaddeye ve emeğe düzenlemeler getirmesi yeni bir dönüm noktasıydı. Bu, öylesine bir dönüm noktasıydı ki, ilerleyen dönemde liberal aydınların toplum tasarımlarını tamamen tersine çevirebilecek ve alternatif ideolojiler olan sosyalizm ile faşizme kapı aralayacaktı. Yapılan şey, kâğıt üzerinde, emeğin serbest dolaşımını sağlayarak hem bireyin emeğini piyasa sistemi koşullarında ‘özgürce’ satıp ‘karşılığını’ kazanabilmesini sağlamak, hem de burjuvazinin rekabet şartları altında en ucuz sendikasız emeği[14] satın almasını kolaylaştırmaktı. Ne var ki, lonca tipi korumacı emekten ve yerel bağlarından edilerek devletin kendisine verdiği bayramlık elbiselerle yola düşen işçinin, kaderinin “ulusların zenginliği”nden düşecek sınırlı ücrete bağlandığı, refahtan alınan payın nüfusun büyük kısmına geç ulaştığı[15] görülünce, toplumsal bağlarından ayrılan insanlarda bir belirsizlik egemen hale gelmeye başladı[16] ve insanlar, bu kez liberal ütopyanın aydın ayinlerindense, diğer iki kolektif ideolojiye (sosyalizm ve faşizm) sarıldılar. Locke’nin doğal durumdaki insanın yiyeceği dalından koparmak, toprağı ekmek, hayvanı avlamak gibi eylemlerinin birer emek içermesinden ötürü sadece o kişiye özgüleneceğini ve bu özel mülkiyetin yaşam için doğal, zorunlu olduğunu söylemesi, kapitalist emeğin serbest bırakılması halinde aynı oranda piyasada değerini bulacağı[17] biçimindeki vasiyeti, yıllar sonra yerine getirilecekti. Ancak burada Lockeci varsayım, emeği salt bir kullanım değeri olarak görmekle yetinmemiş ve bunun tarih boyunca pazarda bir kar sağlamak adına değişim değeri olarak kullanılması üzerinde durmuştur.[18] Mesele, bir insanın emeği değil, özel mülkün üretkenliği, onun mutlak anlamda değişim değeri ve ticari kara yansıtılması olunca, insanın maddi varlığı karın basit bir türevi haline indirgendi.[19] Kırsal yaşamdan güvencesiz halde şehre sürüklenen bireyler, aydın kesimlerin piyasayı öven dinsel tutuculuğu altında değişimi yaşadılar. Bu, öylesine bir güvencesizlikti ki, sadece iş yaşamında sosyal güvencelerden yoksunluğu anlatmıyor, aynı zamanda şehirdeki işbölümünün getirdiği uzmanlaşmayla belli bir işi yapmaya alışmış işçinin köyüne dönmesi halinde başka bir iş yapamayacak olması nedeniyle köyde hiçbir işe yaramayacağını haykırıyordu.[20]









KAYNAKÇA

AĞAOĞULLARI, M. A., ERGÜN, R., ZABCI, F. (2005), Kral- Devletten Ulus- Devlete, Ankara: İmge Yayınları.

CHANG, H. (çev. ONMUŞ, T.) (2003), Kalkınma Reçetelerinin Gerçek Yüzü: Merdiveni İtmek, İstanbul: İletişim Yayınları.


HAMAMCI, C., KELEŞ, R. (2005), Çevre Politikası, 5. Baskı, Ankara: İmge Yayınları.

KORAY, M. (2005), Sosyal Politika, Ankara: İmge Yayınları.

MARX, K. (çev. SOMER, K.) (1993), 1844 Elyazmaları- Ekonomi Politik ve Felsefe, 2. Baskı, Ankara: Sol Yayınları.

ÖZÇELİK, B. (2006), “Ekofaşizm”, yayımlanmamış makale.

ÖZUĞURLU M. (2003), “Marksizm ve İlkel Sermaye Birikimi”, Marksizm ve…, Ankara: İmge Yayınları, içinde, s. 161- 192.

PAMUK, Ş. (2003), “Karşılaştırmalı Açıdan Türkiye’de İktisadi Büyüme (1880- 2000)”, İktisat Üzerine Yazılar- 1: Küresel Düzen: Birikim, Devlet ve Sınıflar, Korkut Boratav’a Armağan, İstanbul: İletişim Yayınları, içinde, s. 383- 398.

POGGI, G. (çev. TOPRAK, B.) (1991), Çağdaş Devletin Gelişimi, İstanbul: Hürriyet Vakfı Yayınları.

POLANYI, K. (çev. BUĞRA, A.) (2006), Büyük Dönüşüm: Çağımızın Siyasal ve Ekonomik Kökenleri, 5. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları.

SABINE, G. (çev. OZANKAYA, Ö.) (2000), Yakınçağ Siyasal Düşünceler Tarihi, 4. Baskı, İstanbul: Cem Yayınevi.

SWINGEWOOD, A. (çev. AKINBAY, O.) (1998), Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.

WAGNER, P. (KÜÇÜK, M.) (2005), Modernliğin Sosyolojisi, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

WALLERSTEIN, I. (çev. ALPAY, N.) (2002), Tarihsel Kapitalizm, 3. Baskı, İstanbul: Metis Yayınları.

WOOD, E., (çev. AŞKIN, C.) (2003), Kapitalizmin Kökeni: Geniş Bir Bakış, İstanbul: Epos Yayınları.










[1] Okay Bensoy, AÜ SBF Kamu Yönetimi Bölümü Lisans Öğrencisi, Mayıs, 2006.
[2] POLANYI, K. (çev. BUĞRA, A.) (2006), Büyük Dönüşüm: Çağımızın Siyasal ve Ekonomik Kökenleri, 5. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 321.
[3] Polanyi’nin ifadesiyle “karşılıklılık, yeniden dağıtım, değişim” süreçleri. POLANYİ (2006), s. 19.
[4] Marx’ın Kapital’de özetlediği gibi, kilise mallarının zaman içinde yağmalanması, devlet mülkünün veya yerli üreticinin toprağının “çitleme” yoluyla gasp edilmesi, toprağın bir meta haline dönüştürülüp doğal halinden koparılması anlamına geliyordu. akt. ÖZUĞURLU M. (2003), “Marksizm ve İlkel Sermaye Birikimi”, Marksizm ve…, Ankara: İmge Yayınları, içinde, s. 165.
[5] “Piyasa” derken, bu geniş kavramın tarihsel bağlarından koparılmaması gerekir. Gerek kapitalizmin oluşumunda dinamitleyici etki yaratan ticaret sisteminin, gerekse Antik Yunan’a ve Mısır’a dek uzanan mal değişimlerinin, Lidyalılar’dan itibaren para kullanımının bir “piyasa” düzlemindeki ilişkiler demeti olduğunu önerebiliriz. Ne var ki, sorunun çatallandığını alana tam da “piyasa” kavramını sokmakla adım atmış olacağız. Acaba, doğal haklar öğretisinde de geniş yer tutan kar için emek kullanımı, değişim değerinin başat simge olarak insanlık tarihine sunuluşu ve bunların sonucunda özel mülkiyetle kara dayalı “pazar, piyasa” kavramları, tarihin her döneminde aynı amaca mı hizmet etmiştir? Kar güdüsü ve bunun alanı olan piyasa, insanın emek kattığı her şeyin değerini belirlemiş midir? Ticaretle kapitalizmi eşdeğer ya da birbirinin basit birer devamı olarak sayacaksak, ticari ilişkilerin bir o kadar karmaşık olduğu Antik Yunan ve Mısır Medeniyetleri zaten kapitalist sayılamazlar mı? Wallersteinci manada ‘tarihsel kapitalizm’i tanımlarken, yalnızca sermayenin geçmiş üretim biçimlerinde harcanan ve henüz tükenmemiş emek birikimlerinden yararlanan yanından bahsedersek, Neanderthal adamınkine kadar tüm üretim biçimlerinin de pekâlâ kendinden önceki emek ve stok biçimlerinden yararlanması bakımından kapitalist olduğu söylenemez mi? WALLERSTEIN, I. (çev. ALPAY, N.) (2002), Tarihsel Kapitalizm, 3. Baskı, İstanbul: Metis Yayınları, s. 11- 12. “Piyasa- Pazar” ile “piyasa sistemi”ni farklı dönemleri anlatan kavramlar olarak gördüğüm için, tanıtım boyunca, “piyasa sistemi” kavramını kullanmayı yeğleyeceğim.
[6] POLANYI (2006), s. 119, 276.
[7] WALLERSTEIN (2002), s. 12.
[8] HAMAMCI, C., KELEŞ, R. (2005), Çevre Politikası, 5. Baskı, Ankara: İmge Yayınları, s. 65., ÖZÇELİK, B. (2006), “Ekofaşizm”, yayımlanmamış makale, s.2.
[9] POLANYI (2006), s. 132- 35.
[10] Burada kullandığım “bir gece yarısı” abartmasıyla, Polanyi’nin İngiltere kapitalizminin ve toplumunun çoğunlukla ani değil, evrimci bir değişim geçirdiğini, siyasi- idari yapılanmasının da bunun bir yansıması olduğunu iddia eden genel kabullere karşı bir duruş aldığını göstermek istedim.
[11] POGGI, G. (çev. TOPRAK, B.) (1991), Çağdaş Devletin Gelişimi, İstanbul: Hürriyet Vakfı Yayınları, s.116.
[12] akt. SABINE, G. (çev. OZANKAYA, Ö.) (2000), Yakınçağ Siyasal Düşünceler Tarihi, 4. Baskı, İstanbul: Cem Yayınevi, s. 96.
[13] POLANYI (2006), s. 139.
[14] Gelişmiş kapitalist ülkelerde örgütsüz işçinin sendikaya kavuşma tarihi çarpıcıdır. Örneğin, İngiltere’de sendikalaşma 1824’te, ABD’de 1842’de, Almanya’da 1869’da, Fransa’da 1884’te yasal hale gelmiştir. KORAY, M. (2005), Sosyal Politika, Ankara: İmge Yayınları, s. 79.
[15] Fransa’da 1890’larda 28 milyon kişinin, yani nüfusun dörtte üçünün proleter, buna karşılık 18710 milyoner ve sadece 94710 zengin olduğu belirtilmektedir. akt. KORAY, M. (2005), Sosyal Politika, Ankara: İmge Yayınları, s. 52. Kapitalist birikimden faydalanmanın sadece aynı ülkenin sınıfları arasında değil, farklı ülkeler arasında da büyük farklar gösterebildiğini inceleyen Pamuk, 1800 yılına kıyasla bugün dünyanın hemen her ülkesinde ortalama gelirin yükseldiğini, ancak ortalama gelirlerin ülkeler arasında çok daha eşitsiz dağılım gösterdiğini belirtir. 1800’de en yoksul ülkelerle en zengin ülkelerdeki kişi başı gelir farkı beş kat iken, 2000’de bu fark altmış kata çıkmıştır. Hâlbuki mutlak anlamda kişi başı gelir tüm dünyada ortalama sekiz kat artmıştır. PAMUK, Ş. (2003), “Karşılaştırmalı Açıdan Türkiye’de İktisadi Büyüme (1880- 2000)”, İktisat Üzerine Yazılar- 1: Küresel Düzen: Birikim, Devlet ve Sınıflar, Korkut Boratav’a Armağan, İstanbul: İletişim Yayınları, içinde, s. 383. Maddison, benzer bir yaklaşımla, 19.yy. boyunca en fakir ülkelerle (örn. Japonya, Finlandiya) en zengin ülkeler (örn. Hollanda, Birleşik Krallık) arasında satın alma gücü paritesi bakımından kişi başına düşen gelirde dört kat fark olduğu, 1999’da ise bu oranın (örn. Japonya ile Etiyopya arasında) altmış kata çıktığı sonucuna ulaşmıştır. akt. CHANG, H. (çev. ONMUŞ, T.) (2003), Kalkınma Reçetelerinin Gerçek Yüzü: Merdiveni İtmek, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 120- 21.
[16] WAGNER, P. (KÜÇÜK, M.) (2005), Modernliğin Sosyolojisi, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, s. 121.
[17] ZABCI, F. (2005), “John Locke: Liberalizmin Düşüncedeki Öncüsü”, Kral- Devletten Ulus- Devlete, Ankara: İmge Yayınları, içinde, s. 177.
[18] WOOD, E., (çev. AŞKIN, C.) (2003), Kapitalizmin Kökeni: Geniş Bir Bakış, İstanbul: Epos Yayınları, s. 123.
[19] POLANYI (2006), s. 123., “Ekonomi politik, özel mülkiyeti dokunulmaz bir olgu olarak ve bu rejim üzerine kurulu üretim biçimini de aynı zamanda hem şeylerin doğasına, hem de insan doğasına uygun, zorunlu bir biçim olarak görür. Ekonomi politik için üretimin amacı, kullanım değerinin değil, değişim değerinin yaratılmasıdır. Kapitalist rejimde toplumsal ilişkilerin şeyleşmesi sonucu, emek ürünleri ve bu ürünlerin değişimi insani niteliklerini yitirir.” MARX, K. (çev. SOMER, K.) (1993), 1844 Elyazmaları- Ekonomi Politik ve Felsefe, 2. Baskı, Ankara: Sol Yayınları, s. 257- 58.
“Ekonomi politik, insanın kendini gerçekleştirdiği özü olan emeği dışsal bir nesneye çevirdi, soğukkanlılıkla işçi emeğini piyasa fiyatlarındaki dalgalanmalara, zenginlerin kaprislerine terk ederek emeğe, insansız bir çerçeve çizdi.” SWINGEWOOD, A. (çev. AKINBAY, O.) (1998), Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, s. 86.
[20] POLANYI (2006), s. 144.
GEL TEZKERE, BİTSİN BU HASRET..!

Lübnan'a asker gönderilmemesine yönelik cumhurbaşkanının net açıklamasından sonra, 1701 Sayılı Kararındaki muğlâk hükümleriyle İsrail'e sanki meşru müdafaa yaptığını da içerecek kadar geniş yorumlanabilecek bir metin yayımlayan BM, bu kez AB’nin desteğini arkasına aldı. Olmert, 1701 Sayılı Kararın çıktığı saatlerde Bush’u arayarak teşekkür etti. Başkanlık seçimlerinde Kerry’nin en büyük kozu, Ortadoğu’nun işgalinin durdurulması değil, uluslararası kuruluşların desteğiyle dünya kamuoyunun tepkisinin hafifletilmesiydi. Şahinler, Kerry’nin bu kozunu sahneye çoktan soktu ve çarklar daha hızlı dönüyor. Bugünlerde Bush’un cüzdanının en ön gözünde sanırım Annan’ın kartviziti duruyordur. Fehmi Koru’nun satırlarında (26.08.2006, Yeni Şafak) ve bu haftaki Der Spiegel’in sayfalarında İsrail'in kendi saldırılarını haklı gösterme adına Hizbullah saldırılarına göz yumduğunun haberleri ayan beyan ortada. Meşru müdafaanın sınırları hukuk ve insanlık değerleri aleyhine genişletilmeye devam ederken, uluslararası güvenlik, uluslararası hukuku kündeye yatırmışken, 'Barış Gücü'nü komuta edecek Fransa ve AB'nin diğer üyeleri asker sayılarını bir zahmet yeni yeni artırırken, Türkiye'nin bu dibi görünmeyen suya tramplensiz atlamasının hiçbir manası, çıkar yolu var mı? 'Ne için ve kimin için?' sorularının zaten belirsiz bırakıldığı ‘Barış Gücü’ kavramı, ‘Nasıl bir barış gücü?’ sorusunu bile henüz yanıtlamaya başlıyorken, bu ne hızdır..! Somali’ye, Kongo’ya, Bosna’ya asker gönderme durumlarıyla Lübnan’ı bir sayan anlayış, adının başına ‘barış’ kelimesini koyan her birliğin orada çatışmaya alet olmadan, sakin sakin çayını yudumlayarak nöbet tutacağını mı sanıyor?

BM’nin İsrail müdahalesini işgal olarak nitelemeyip yüzlerce sivilin ölümünü bekledikten bir ay sonra verdiği komik kararı da, insan hakları diye dilinde tüy biten ama savaş hukukunun temel ilkelerini dahi ihlal eden İsrail’e karşı tek kaşını kaldırmayan AB’yi de bir an için unutalım. Sadece, Türkiye’ye resmi makamlardan her Allah’ın günü yapılan ‘Birlik gönderin!’ çağrılarına kulak verelim. Madem ortada barışın tesis edilmesi gibi gayet masumca dilekler, Hizbullah ile çatışılmayacağına dair direktifler var, o zaman tüm bu ülkeler asker sayılarını abaküsle oynar gibi neden azaltıp artırıyor da, Türkiye’ye aynı ağızdan ‘ver, ver!” nakaratını fısıldıyor?

Irak’ın işgalinin yılmaz savunucularından New York Times yazarı Thomas Friedman, her ne kadar son açıklamalarıyla yeni bir gündem yaratsa da, “Dünya Düzdür”[1] kitabındaki gelişmekte olan ülkelerden Türkiye’yi tanımlayan cümlesi, Lübnan’a asker gönderilmesi konusunda bence daha net ipuçları veriyor:

“Dünyanın tüm ülkelerini bir şehrin semtlerine benzetseydik, dünya nasıl görünürdü? Batı Avrupa, Türk hemşirelerin özenli bakım hizmeti verdiği bir yaşlılar yurdu olurdu.”



[1] FRIEDMAN, THOMAS (çev. CİNEMRE, LEVENT) (2006), Dünya Düzdür, İstanbul: Boyner Yayınları, 477 s.

Yeni Ortadoğu Düzensizliği

Rice'nin "Artık yeni bir Ortadoğu'nun zamanı geldi" cümlesini bence çok iyi not etmemiz lazım. Hemen her gazetede, televizyonda Lübnan'da yaşayan insanların kurtarılma öyküleri ballandıra ballandıra anlatılırken, aslında aynanın arka yüzüne de ışık tutuluyordu. Evet, Lübnan boşaltılarak "kader"ine terkediliyor, yüzyıllardır hep güçlü devletler ve uygarlıklar tarafından "modernleştirilme"yi, bugünkü anlamıyla "çoğulcu demokrasi"yi benimsemeye zorlanıyor. Soğuk Savaş sonrası dönemde manda yönetimi altında hızlıca kalkınan ve Ortadoğu'nun Paris'i olma sıfatına "erişen" topraklar, yirmi kişilik filikaya bindirilerek sahilden gemiye taşınan annenin karada bıraktığı ve kimbilir ne zaman bulacağı çocuğunun gözyaşlarına evsahipliği yapıyor. Paris, böylesine hazin bir sahneyi daha önce yaşadı mı bilmem ama Ortadoğu, faşist Bush yönetiminin İran- Suriye merkezli yalnızlaştırma politikasının diyetini ödemeye çoktan başladı. Saldırıların Rice'nin ziyaretiyle durulacağı beklentileri, Dışişleri Bakanı'nın uçağa adımını atmasıyla kaldığı yerden devam etti. Rice'nin bölgeye gelişine olumlu gözlerle bakan isimler, bunun bir arabuluculuk, şişen balonun havasını alma girişimi olmadığını ne yazık ki gördü. İsrail halkının önemli bölümünün de tepkisini toplayan bu saldırılar, Türkiye siyaseti açısından düşünüldüğünde, sadece bir dış politika sorunu olmaktan öteye taşacak gibi gözüküyor. Yeni emperyalizm dalgasına 1 Mart Tezkeresi ile bir nebze olsun karşı çıkan Türkiye'de birçok siyasetçi ve yazar, PKK, Kürdistan ve İran geriliminde Türkiye'nin ikinci şansını daha iyi kullanmasından ve artık kendi coğrafyasının liderliğini üstlenmek pahasına aktif rol almasından yana. Öyle ki, H. Celal Güzel (Radikal, 25 Temmuz), Türkiye'nin Misak-ı Milli, Lozan politikalarını "pasif dış politikalar" olarak görmekte ve "aktif hale geçmenin tam zamanıdır" demekte. "Bir koyup üç alma" edebiyatları yine baş köşelerde. Tv'lerde sürekli geçen altyazılarda vatandaşlara Kuzey Irak'a operasyona destek verilip verilmemesi anlamında cep telefonlarından oylamaya katılmaları önerilmekte. Psikolojik harekâtın yeni biçiminin teknoloji sayesinde parmaklarınızın ucuna kadar yaklaşması ve oylamaya katılıp görüşünüzü belirttiğiniz için buna yeni doğrudan demokrasi denmesi beni biraz ürkütüyor.

Sokak röportajlarında İsrail- Lübnan- İran- Suriye üçgenini ilgilendiren sorular sorulurken genel ayrışma şöyle beliriyor: Bir yanda Osmanlı kökenini devam ettirerek Müslüman kardeşlerini yalnız bırakmamak adına Ortadoğu coğrafyasına Türkiye'nin sahip çıkmasını isteyen kesim; diğer yanda ise "İsrail- Lübnan senin neyine, önce PKK'ya bak!" diyen dindaşlık duygusundan önce mili duyguları ve terorizmi ön plana yatıran kesim. Sorun, işte tam da bu yüzden bir iç politika malzemesi haline geldi. Yeni yapılanmada Türkiye'nin açılımı sorgulanırken ABD'nin imajını tazelemek ve İran- Suriye eksenine Türkiye devletini ve yurttaşlarını beraber çekmek adına terör örgütünün önemli isimlerini yakalayarak ülkemize teslim edeceği seçeneği ağırlık kazanmaya başladı. Bu sayede, PKK terörüyle ABD arasında haklı bağ kuran vatandaşların ABD antipatisinin PKK'nın üst düzey yöneticilerinin teslim edilmesiyle azaltılabileceği düşünülüyor. Bence bu antipatinin dozu böylesi bir taktikle azaltılmaya çalışılırsa ABD, işgalci bir devlet olarak Türkiye insanının kendisine neden kızgınlık veya nefret beslediğinin gerçek nedenini anlayamayacak. Tıpkı Irak'ı da birkaç günde teslim alacağını düşündüğü gibi. Olayı sadece PKK terörü ve onun yöneticilerinin paketlenip adrese yollanması kadar basitleştiren bir 'kargo şirketi' edası, 1 Mart Tezkeresi'ne karşı yükselen seslere de anlam verememişti. Sorun, bizde hem din kardeşine yardım, hem enternasyonalizm, hem aşiret konumundaki Kürtler'e devlet kurdurulması ve toprak talebi, hem İsrail'in kana susamışlığı, hem işsizliğin verdiği çaresizlik, hem irtica, hem ekonomik istikrarın ve bölge ülkeleriyle sağlanan ticari anlaşmaların sekteye uğraması olasılığı hem de komşudan sıçrayacak şarapnel parçalarının sınırlarımıza dadanmasıyla yakından bağlantılı. Saydığım bu nedenlerden hiçbiri diğerinin üstünde değil, hepsi birbirine göbekten bağlanmış. O yüzden Ortadoğu sürecinde Türkiye'de iç siyasetin yeniden yapılanması yakın dönemde AB ile ilişkilerin ötesine geçerek gündeme oturabilir. Partiler arası sağ- sol yakınlaşmasına "antiemperyalizm- din kardeşini koruma, ümmetçilik- Kürdistan ve Lozan merkezli tekçi yapısı ağır basan milliyetçilik- enternasyonalizm" başlıkları altında tekrar eğilmekte fayda var. AK Parti'ye karşı Ortadoğu'da ABD politikalarını eleştiren ve dinle üniter milliyetçiliği birleştiren bir seçim ittifakının hazırlıkları bile yapılabilir. Erken bir gözlem olmasından endişe duysam da, Baykal'ın yurtiçi gezisinde MHP İl Teşkilatı ile dirsek temasına girmesinin üzerinde durulabilir.

Sonuçta, her ne kadar arada çok ciddi dönüm noktaları olsa da, 25 Temmuz 2006'da Rice'nin yaptığı açıklamayı ve Roma görüşmelerini Irak'ın İşgali sonrasındaki en önemli açılım, milat olarak görüyorum. Çekinmeden sarfedilen bu söz, geri dönülemez bir yolda olduğumuzu yine hatırlattı. Onur Öymen'in diplomasiye yakıştırdığı "silahsız savaş" benzetmesi, cüretkar Amerikan Şahinleri'nin elinde bence biraz anlam değiştirdi. Onların elinde diplomasi; ancak savaşa yardım ettiği müddetçe kullanıldığı için, savaşı kazandıran silahın kendisi olmuştur. Müzakere masası artık bir cephanelik...

Öyleyse barış, iki savaş arası dönem mi?

Okay, 26 Temmuz