Ara

Yeni Ortadoğu Düzensizliği

Rice'nin "Artık yeni bir Ortadoğu'nun zamanı geldi" cümlesini bence çok iyi not etmemiz lazım. Hemen her gazetede, televizyonda Lübnan'da yaşayan insanların kurtarılma öyküleri ballandıra ballandıra anlatılırken, aslında aynanın arka yüzüne de ışık tutuluyordu. Evet, Lübnan boşaltılarak "kader"ine terkediliyor, yüzyıllardır hep güçlü devletler ve uygarlıklar tarafından "modernleştirilme"yi, bugünkü anlamıyla "çoğulcu demokrasi"yi benimsemeye zorlanıyor. Soğuk Savaş sonrası dönemde manda yönetimi altında hızlıca kalkınan ve Ortadoğu'nun Paris'i olma sıfatına "erişen" topraklar, yirmi kişilik filikaya bindirilerek sahilden gemiye taşınan annenin karada bıraktığı ve kimbilir ne zaman bulacağı çocuğunun gözyaşlarına evsahipliği yapıyor. Paris, böylesine hazin bir sahneyi daha önce yaşadı mı bilmem ama Ortadoğu, faşist Bush yönetiminin İran- Suriye merkezli yalnızlaştırma politikasının diyetini ödemeye çoktan başladı. Saldırıların Rice'nin ziyaretiyle durulacağı beklentileri, Dışişleri Bakanı'nın uçağa adımını atmasıyla kaldığı yerden devam etti. Rice'nin bölgeye gelişine olumlu gözlerle bakan isimler, bunun bir arabuluculuk, şişen balonun havasını alma girişimi olmadığını ne yazık ki gördü. İsrail halkının önemli bölümünün de tepkisini toplayan bu saldırılar, Türkiye siyaseti açısından düşünüldüğünde, sadece bir dış politika sorunu olmaktan öteye taşacak gibi gözüküyor. Yeni emperyalizm dalgasına 1 Mart Tezkeresi ile bir nebze olsun karşı çıkan Türkiye'de birçok siyasetçi ve yazar, PKK, Kürdistan ve İran geriliminde Türkiye'nin ikinci şansını daha iyi kullanmasından ve artık kendi coğrafyasının liderliğini üstlenmek pahasına aktif rol almasından yana. Öyle ki, H. Celal Güzel (Radikal, 25 Temmuz), Türkiye'nin Misak-ı Milli, Lozan politikalarını "pasif dış politikalar" olarak görmekte ve "aktif hale geçmenin tam zamanıdır" demekte. "Bir koyup üç alma" edebiyatları yine baş köşelerde. Tv'lerde sürekli geçen altyazılarda vatandaşlara Kuzey Irak'a operasyona destek verilip verilmemesi anlamında cep telefonlarından oylamaya katılmaları önerilmekte. Psikolojik harekâtın yeni biçiminin teknoloji sayesinde parmaklarınızın ucuna kadar yaklaşması ve oylamaya katılıp görüşünüzü belirttiğiniz için buna yeni doğrudan demokrasi denmesi beni biraz ürkütüyor.

Sokak röportajlarında İsrail- Lübnan- İran- Suriye üçgenini ilgilendiren sorular sorulurken genel ayrışma şöyle beliriyor: Bir yanda Osmanlı kökenini devam ettirerek Müslüman kardeşlerini yalnız bırakmamak adına Ortadoğu coğrafyasına Türkiye'nin sahip çıkmasını isteyen kesim; diğer yanda ise "İsrail- Lübnan senin neyine, önce PKK'ya bak!" diyen dindaşlık duygusundan önce mili duyguları ve terorizmi ön plana yatıran kesim. Sorun, işte tam da bu yüzden bir iç politika malzemesi haline geldi. Yeni yapılanmada Türkiye'nin açılımı sorgulanırken ABD'nin imajını tazelemek ve İran- Suriye eksenine Türkiye devletini ve yurttaşlarını beraber çekmek adına terör örgütünün önemli isimlerini yakalayarak ülkemize teslim edeceği seçeneği ağırlık kazanmaya başladı. Bu sayede, PKK terörüyle ABD arasında haklı bağ kuran vatandaşların ABD antipatisinin PKK'nın üst düzey yöneticilerinin teslim edilmesiyle azaltılabileceği düşünülüyor. Bence bu antipatinin dozu böylesi bir taktikle azaltılmaya çalışılırsa ABD, işgalci bir devlet olarak Türkiye insanının kendisine neden kızgınlık veya nefret beslediğinin gerçek nedenini anlayamayacak. Tıpkı Irak'ı da birkaç günde teslim alacağını düşündüğü gibi. Olayı sadece PKK terörü ve onun yöneticilerinin paketlenip adrese yollanması kadar basitleştiren bir 'kargo şirketi' edası, 1 Mart Tezkeresi'ne karşı yükselen seslere de anlam verememişti. Sorun, bizde hem din kardeşine yardım, hem enternasyonalizm, hem aşiret konumundaki Kürtler'e devlet kurdurulması ve toprak talebi, hem İsrail'in kana susamışlığı, hem işsizliğin verdiği çaresizlik, hem irtica, hem ekonomik istikrarın ve bölge ülkeleriyle sağlanan ticari anlaşmaların sekteye uğraması olasılığı hem de komşudan sıçrayacak şarapnel parçalarının sınırlarımıza dadanmasıyla yakından bağlantılı. Saydığım bu nedenlerden hiçbiri diğerinin üstünde değil, hepsi birbirine göbekten bağlanmış. O yüzden Ortadoğu sürecinde Türkiye'de iç siyasetin yeniden yapılanması yakın dönemde AB ile ilişkilerin ötesine geçerek gündeme oturabilir. Partiler arası sağ- sol yakınlaşmasına "antiemperyalizm- din kardeşini koruma, ümmetçilik- Kürdistan ve Lozan merkezli tekçi yapısı ağır basan milliyetçilik- enternasyonalizm" başlıkları altında tekrar eğilmekte fayda var. AK Parti'ye karşı Ortadoğu'da ABD politikalarını eleştiren ve dinle üniter milliyetçiliği birleştiren bir seçim ittifakının hazırlıkları bile yapılabilir. Erken bir gözlem olmasından endişe duysam da, Baykal'ın yurtiçi gezisinde MHP İl Teşkilatı ile dirsek temasına girmesinin üzerinde durulabilir.

Sonuçta, her ne kadar arada çok ciddi dönüm noktaları olsa da, 25 Temmuz 2006'da Rice'nin yaptığı açıklamayı ve Roma görüşmelerini Irak'ın İşgali sonrasındaki en önemli açılım, milat olarak görüyorum. Çekinmeden sarfedilen bu söz, geri dönülemez bir yolda olduğumuzu yine hatırlattı. Onur Öymen'in diplomasiye yakıştırdığı "silahsız savaş" benzetmesi, cüretkar Amerikan Şahinleri'nin elinde bence biraz anlam değiştirdi. Onların elinde diplomasi; ancak savaşa yardım ettiği müddetçe kullanıldığı için, savaşı kazandıran silahın kendisi olmuştur. Müzakere masası artık bir cephanelik...

Öyleyse barış, iki savaş arası dönem mi?

Okay, 26 Temmuz

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder