Ara
Sevmeye çalışmak yetmiyor; sevmek gerekiyor!
Fotoğraf: "Tıkanma" Filminden...
"Bitti mi yani?" diye sordu genç adam.
Genç kadın güçlükle gülümseyerek cevapladı: "Galiba aslında... hiç başlamamıştı!"
İlişkilerinin başlamasından bu yana bir yıldan fazla zaman geçmişti.
Yaz aşkı gibiydi ilk başta!
Sonra üç mevsim geldi geçti.
Önce özlemle dolu sonbahar...
Ardından soğuk ve karanlık bir kış...
Derken aşk oyunlarıyla aldatan bahar...
Ve tekrar yaz...
Artık oyunlar bitmiş, ilişki tükenmiş, ayrılık vakti gelip çatmıştı.
"Beni sevdiğini sanıyordum" dedi genç adam öfkesini zorlukla tutarak.
"Doğrusu şu ki" dedi genç kadın cesaretini toplayarak; "seni sevmeye çalışıyordum!"
"Kötülük bu! Acımasızsın" dedi genç adam.
"Hayır" dedi genç kadın; "bütün bunlar içimizdeki iyilikten aslında..."
***
"Çok değiştin" dedi orta yaşlı kadın.
"Hangi anlamda?" dedi orta yaşlı adam.
"Böyle çarçabuk sinirlenmezdin bir kere... Başkalarının bize imrenmesine neden olacak kadar çok ilgi gösterirdin bana! Yalan mı, söyle?"
"Doğru!" dedi adam, neredeyse utanır gibi.
Kadın sürdürdü konuşmasını...
"Bir ara ne çok kapris yapmıştım. Hepsine katlandın, biliyor musun? Hele o hediyelerin, beraberliğimizi kutlamak için uydurduğun bahaneler... Peki, Allah aşkına bu halin ne? Başkası mı var?"
Bütün ciddiyetiyle ve kuşku uyandırmaz biçimde "Hayır!" cevabını verdi adam.
"Peki ne? Sevmiyor musun beni?"
Mırıldandı o zaman adam: "Sevmek istiyorum!"
Kısa ama korkunç bir sessizliğin ardından tamamladı sözünü: "Seni seviyor muyum? Artık emin değilim.
Emin olduğum tek şey ne, biliyor musun? Durup dinlenmeden seni sevmeye çalıştım ve yorgun düştüm."
***
İlişkiler dünyasından iki "ayrılık anı"na göz atmanızı istedim.
Binlerce benzeri arasından çekip çıkardığım iki ayrılık ve fark ediş tablosu...
Neden mi?
Bir gerçekle yüzleşmeye başlangıç olsun diye...
"Sevgi emektir" demeyi çok severiz.
Tamam, emek olsun sevmek!
Ama ne için?
Geriye döndüğünüzde bir arpa boyu yol aldığınızı görmek için mi?
Yalandan kıskançlık krizleri geçirmek; öpüşüp koklaşmaların örtemediği uzun kayıtsızlık dönemleri yaşamak için mi?
Sırf başkalarının gözünde "birbirine yakışan çift" olmak üzere kişiliğinizi yakışıksızca oracıkta boğazlamak için mi bunca emek?
Gerçek şu ki...
İnsan elbette sevmek ister, bunun için çabalar da...
Yoksa şu dünyaya nasıl katlanılır?
Ama sevmek başkadır!
Sevmek, bir "iş" değil, "gönül işi"dir.
Haşmet Babaoğlu, Sabah, 28 Eylül
"Amerika, 11 Eylül'ü çok sevdi..."
11 Eylül'den doğan büyük fırsat...
Paye'ye göre aslında Batı dünyası, reel sosyalist düzenin çökmesi ardından hukuk devletini budama konusunda çok ciddi hazırlıklar içindeydi; 11 Eylül onlara bu amaçla atılacak adımları hayata geçirme konusunda çok güzel bir gerekçe sağladı.
HASAN AKSOY, Radikal Kitap, 18 Eylül.
Başta ABD olmak üzere, dünyanın birçok yerinde, 11 Eylül 2001 sabahı ABD’yi vuran yolcu uçaklarını ve sonuçlarını konuşacak. Hatırlanacaktır, saldırılar sonrasında, ABD Başkanı George W. Bush’un “Ya bizimlesiniz ya da düşmanımız” cümlesiyle özetlenebilecek yeni dünya düzeni söz konusu artık... Dünyanın dört bir tarafına şirketleri, orduları ve zihniyetiyle kök salmış süper güç, 11 Eylül günü evinde vurulması ve dünya başkenti sayılan New York’un siluetini iki saat içinde değiştiren bu felakette, üç bine yakın insanın yaşamını yitirmesi sadece küçük bir ayrıntıydı.
İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Pearl Harbour baskınından beri toprağında savaş görmemiş olan ABD’nin aldığı bu ağır darbe, esasen süper gücün imajını sarsıyordu. ‘Düşük teknolojili, yüksek hedefli’ bu saldırının bir milat olduğu hissediliyordu. Bu arada, saldırılardan haberi olmadığı, yönetimi uyarmadığı için yerden yere vurulan istihbarat servisleri iki günde kendilerini toparladı ve suçluların kimliğini açığa çıkardı! Toplam dört uçakta on dokuz militanın olduğu ve bunların El Kaide tarafından gönderildiği ilan edildi.
Böylece, 11 Eylül sonrasında ABD’de Arap kökenli Amerikalılara ve Müslümanlara karşı ayrımcılığın arttığı gözlenirken, Bush’un ‘Haçlı Seferleri başladı’ benzeri gerçek niyetini ortaya koyan gafları, ‘medeniyetler çatışması’ kehanetinin gerçekleştiği endişelerini artırıyordu. Sonunda ‘Ya bizimlesiniz, ya onlarla’ çağrısının ardından kurulan uluslararası istihbarat ağı sayesinde alelacele toplanan kanıt dosyası, NATO Konseyi’nin önüne konuldu. Kanıtların aslında yetersiz olduğu görüldü. Ama nafile. ABD kavgaya çağırdığında herkes yanında olurdu; yeni uluslararası hukuk artık böyleydi.
Afganistan uzun süre bombalandıktan sonra, en az Taliban kadar vahşi olan Kuzey İttifakı güçleriyle kara savaşı başlatıldı. Bol silah ve paraya boğulan kuzeyli savaş ağaları, Taliban’ı yendi ve Kabil ele geçirildi. O günden bu güne Afganistan’da ABD öncülüğünde yabancı güçler başkent Kabil’in güvenliğini sağlıyor. Kırsal bölgelerde çatışmalar devam ediyor. Afganistan’a ABD yanlısı bir yönetim kurulduktan sonra, sıra Irak’a geldi. Bu ülkeye saldırı için uydurulan gerekçe ise Saddam’ın elinde var olduğu iddia edilen kitle imha silahlarıydı. BM’nin bu yöndeki denetimlerinde silah bulunamamasına rağmen, ABD 20 Mart’ta Irak’ı havadan vurmaya başladı. Daha sonra ABD ve İngiliz birlikleri karadan Irak’a girdi ve başkent Bağdat 9 Nisan günü düştü. Tüm bunlar dünyanın gözleri önünde olurken, 11 Eylül vesile edilerek ABD ve Avrupa’ya getirilen yeni hukuksal düzenlemelerin yeterince farkında olduğumuz söylenemez. 11 Eylül sonrasında ABD öncülüğünde yapılanlar, hukuk devletinin sonunu getirmiştir.
Terör eylemi tanımları
Bunu biz değil, uluslararası bir üne sahip olan sosyolog ve kamu hukukçusu olan Jean-Claude Paye söylüyor. Terörle mücadele konusunda Le Monde, Le Monde Diplomatique, Monthly Review ve daha birçok yayın organında makaleleri yayımlanan Paye’nin daha önce İtalyanca, Almanca, İngilizce, İspanyolca, Yunanca ve Hollandaca’ya da çevrilen Hukuk Devletinin Sonu: Olağanüstü Halden Diktatörlüğe isimli eseri geçen hafta Türkçe olarak yayımlandı.
Kitabında Paye şöyle diyor: “11 Eylül 2001 saldırıları, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa’da hukukun altüst edilmesine bir ‘gerekçe’ oldu. Patriot Act, Avrupa çerçeve kararı ve diğer iç güvenlik yasaları, ‘hukuk devleti’ ilkesiyle ilişkilendirilen özgürlüklere saldırıp olağanüstü usulleri genişleterek anayasal güvenceleri etkisiz hale getirdi. Bu düzenlemeler, halkların genel olarak denetlenmesini sağladı. Bunun yanında, devletlerin ‘terör eylemi’ tanımları geniş ve muğlak yorumlara imkân tanırken, muhalif hareketleri -özellikle küreselleşme karşıtı hareketleri- suçlu ilan etmelerinin arkasındaki meşruiyet duvarını ördü...”
Paye’ye göre aslında Batı dünyası, reel sosyalist düzenin çökmesi ardından hukuk devletini budama konusunda çok ciddi hazırlıklar içindeydi; ancak 11 Eylül onlara bu amaçla atılacak adımları hayata geçirme konusunda çok güzel bir gerekçe sağladı. İngiltere’de bir bakanlık yetkilisinin, bir meslektaşına 11 Eylül günü gönderdiği elektronik postada “Bugün almamız gereken tüm önlemleri sessiz şekilde yeniden gündeme getirmek ve kabul ettirmek için çok güzel bir gün” deyişi ne olduğunu çok iyi anlatan bir kanıt olarak kitapta veriliyor.
ABD’ye Avrupa da uydu
ABD’de sivil hakları budayan Yurtseverlik Yasası’nın çıkışı ve onlarca istihbarat örgütünü bir araya getiren onlarca milyar dolar bütçeli İç Güvenlik Bakanlığı’nın kuruluşu kitapta anlatılırken; buna benzer adımları atmada ikircikli davranan Avrupa için İspanya’daki 11 Mart 2004 saldırılarının acı bir uyarı olduğu belirtiliyor. Nitekim bu tarihten sonra AB’de güvenlik amaçlı adımların hızla atıldığı görülüyor. 11 Eylül 2001 ve 11 Mart 2004 saldırıları gerekçe gösterilerek ABD ve Avrupa’daki insan haklarını yok eden ‘hukuksal’ düzenlemeleri ve bunların hukuk devletinin sonu anlamına geldiğini ve gidişatın diktatörlük düzenine doğru olduğunu ayrıntılı şekilde anlatan kitabın belki de en çarpıcı bölümü, terör örgütü listeleriyle ilgili.
ABD Dışişleri Bakanlığı’nca her yıl yayınlanan ‘terörist örgütler’ listesi, 11 Eylül öncesinde pek fazla ilgi görmezdi. Ancak bu tarihten sonra bu liste, ulusal ve uluslararası planda savaşılacak örgütler olarak haddinden fazla ciddiye alınırken, benzeri bir listenin AB tarafından da ilan edilmesi dikkate değer bir gelişme oldu. Daha önceleri örneğin Hamas, Hizbullah, Tamil Kaplanları ve benzeri halk tabanı oldukça geniş örgütlenmelere karşı genelde ABD’nin tüm dayatmalarına rağmen Avrupalılar karşıt tavır alabilirken; ya da en azından hayırhah davranabilirken, şimdi ABD ile birlikte tavır almaya başladılar.
Ancak burada söz konusu örgüte karşı birlikte herhangi bir fiili savaştan çok, terörist ilan edilen örgüte karşı ilgili devletin yapacağı her türlü hukuksuzluğu, insan hakları ihlalinin hoş görüleceği anlamına geliyordu. Yani hedeflenen örgüt değil, hoş görülen, hoş görülecek bir devlete insan hakları ihlalinde yardım, suç ortaklığı söz konusudur.
‘Terörist örgütler’ listesine alınan örgütlenmeyi yok etmek üzere savaşan söz konusu devlete, böylece “İstediğin gibi savaş, her türlü yöntemi kullanabilirsin. Bunlar normal durumlarda uluslararası hukuka aykırı ve insanlık dışı gibi görünebilir ama biz görmezden geleceğiz” denmektedir. O nedenle, İsrail, Hizbullah’a misillemede bulunacağım derken Lübnan’ın yarısını yıkarken, Hamas’ı hizaya getireceğim derken, Gazze’yi harabe haline getirirken ve son olarak Sri Lanka’da Tamillere soykırım uygulanırken AB’den en kısık tonda birkaç mızırdanma sözünden başka bir şey duyulmadı.
Bu gelişmeleri değil ama bunların niçin böyle olduğunu çok akıcı ve herkesin anlayabileceği şekilde anlatan sosyolog Jean-Claude Paye, hukuk alanında yaşanan değişimin detaylı bir bilançosunu çıkartarak, yürürlükteki hukuk dışı mantığı ortaya koymayı amaçlıyor. Siyasal rejimdeki kökten değişimi yani hukuk devleti’nin yerine kalıcı bir ‘olağanüstü hal’ durumunun geçmesini gözler önüne seriyor. Sosyolog ve hukukçu Paye, ABD’nin bu süreçte itici güç rolü oynadığı konusuna da açıklık getirerek, bu devletin uluslararası ilişkileri kendi lehine yeniden düzenleyip hukuku askıya almasıyla, yeni düzende kurucu bir rol üstlenen emperyal yapının nasıl yaratıldığını açıklıyor. Olup bitenleri ve hatta olabilecek gelişmeleri anlamak için bu kitabın okunmasında yarar var.
"Oikos+nomos" ya da "İktisat"...
"Sakız-simit-çiçek alın, ekonomiye can verin" kampanyası, krizde tüketimi artırmak için mahalle ağzını benimsiyor... "Ali topu at" fişi terk ediliyor, kriz "Ali topu sat"ı tahtaya yazdırıyor... Müteşebbis ve bir o kadar da müşteri avcısı Ali kimliği yaratılıyor. Yerli malı kullanmak, alışverişi sınırlamak anlamına gelebiliyor; "ne bulursan onu al da yeter ki al, dükkândan boş çıkma" öğütleniyor... "Al-ver ekonomiye can ver"in ideolojisi, yerli malını aldırmaya adanmış eski ideolojiyi de el çabukluğuyla tedavülden kaldırıyor, krizin ideolojisinin küresel içerik taşıdığını söylüyor.
Peki ya krizden çıkınca?..
Bu koskoca hocalar, banka müdürleri, iktisatçılar, gazeteciler krizden sonra bir daha o mahalleye uğrarlar mı acaba?
Simit arabası sürenler, makam aracından inmeye tenezzül eder mi? Bakkal önlüğü giyenler, holding binalarına kravatsız girer mi? Çiçek satan medyatörler, sabah plazalarına giderken durup da köşedeki roman kızdan bi çiçek alarak ekonomiye can katar mı?
Romantik bir kadim dönemden beslenen, iyimserliği tavan yaptıran bu kampanya, büyük taşların yeniden döşenmesi için inşaata kum taşıyor olmasın...
S.S. Öğün'ün ahlak dozu -sanırım Ramazan'ın da etkisiyle- fazla kaçmış yazısı aşağıda...
Simit, ciklet ve iktisat
Süleyman Seyfi Öğün, Zaman, 17 Eylül.
fetişlerle yüklü. Kadim dünyada bile bu kadar değildi. Ve ne gariptir ki, aklı inançlardan arındırmak olarak nitelendirebileceğimiz ideolojik duruşunu ve niyetini hayatı fetişlerden arındırmak-dünyanın büyüsünü çözmek- gibi bir noktada sabitleyen kapitalist modernleşme, insanlığa fetiş tarihinin en yoğun aşamalarını yaşattı; yaşatmaya devam ediyor.
Her fetiş bir güzelleme içerir. Bu güzellemeler fetişe yönelik bir büyülenmeyi sağlar. Bu büyülenme o kadar ileri götürülür ki, sonuçta fetişler her türlü tartışmadan münezzeh bir konuma ulaştırılır. Adeta bir mukadderat olarak kabul edilir. Bu süreçlere fetişlerin pekişimi (consolidation) diyebiliriz. Şu kadarı artık çok açık görülüyor ki, insanlar fetişlere doğuyor ve zihnen ve ruhen bu fetişlerde ifadesini bulan bir mukadderatı yaşıyor.
Modernlik çok sayıda tartışmayı içerir. Kadim dünyada tartışma kültürü açısından doğrusu bu kadar yüklü değildi. Burjuva entelektüeller tartışmanın erdeminden yola çıktılar. Kadim dünyanın tartışılmaz olarak tanımladığı pek çok konuyu tartışmaya açtılar. İnsan aklı, tartışarak hakikati gizleyen perdeleri yırtacak; özgürleşerek yabancılaşmayı tarihe gömeceklerdi. Bu saygıdeğer bir niyettir. Ama zaman içinde, bu tartışmaların ürünleri de tartışılmaz ön kabullere dönüştü. Tartışma devam etti, ediyor da, ama zihin dünyamız yürüttüğü bu tartışmalarda, ağır tartışılmazların varlığını daha derinden hissediyor.
EV ODAKLI BİR YAŞAMA DOĞRU
Mesela iktisadi tartışmalara bir bakalım. Bugün iktisadi dil üzerinden sayısız iktisadi tartışma yapabiliriz; yapılıyor da. Falan iktisadi model mi daha yaralıdır; değilse filan iktisadi model mi? Modelleri, sistemleri, politikaları sonuna kadar tartışabilirsiniz? Ama yapmakta çok zorlanacağınız bir şey kalır: İktisadın kendisini tartışmak... Bu alana girerseniz, tartışacak özne dahi bulamayabilirsiniz. Çünkü söyledikleriniz iklimi bozar. Az önce konuşanlar susar. Size uzaydan gelen bir varlıkmışsınız gibi bakmaya başlarlar. Bir kısmı uzaklaşır. Kalanlar sizi boş boş dinler. Eğer canlarını daha fazla sıkarsanız, önce kibarca sizi "romantik ya da idealist olmakla; gerçek-üstücülük yapmakla eleştirir. Can sıkıcılığın katsayıları arttıkça , zihni dengesizlik göstermekle, "uçmakla" da eleştirildiğiniz olur. Onlara göre bir iktisadi dünya vardır. Bu dünyanın katı ve tartışılmaz gerçekleri vardır. Bunlar atlanarak iktisadi tartışma yapılamaz. Mesela iktisadi tartışmanın yürütülebilmesi için saf iktisadi bir dil tutturmak gerekir. İktisadi dilin kavramları birer fetiştir. Önce bu kavramlara sadakat göstermelisinizdir. Mesela homo-economicus, piyasa, büyüme, kalkınma, GSMH, refah vb. kavramlara olan sadakatinizi teorik bir tutarlılıkla ıspat etmelisiniz. Mesela Mustafa Kutlu'nun hikâyesinde olduğu gibi ters laflar etmemelisiniz. "Ben hayatımda homo-economicus'u görmedim, piyasayı da, büyüme ve kalkınma kavramlarına eleştirel bakıyorum, refahı da esastan tartışmak gerekir" gibi laflar ederseniz, yani Mustafa Kutlu'nun ifadesiyle bir "korsan tebliğ" verirseniz, vay halinize. Felsefe yapmak, "canım bir iktisat kongresini sabote etmek" dolayısıyla son tahlilde tımarhanenin imdad-ı sihhiyesini çağırmanın şartlarını yaratmakla suçlanırsınız.
Bilgilerimiz ve bilgilerimizin kavramsal dünyası bizlere bir dünya kuruyor. Biraz Heideggerci, biraz Wittgensteincı bakacak olursak, bizler kelimelerden mürekkep, yani "dil" üzerinden bir "dünya"yı kuruyoruz. Her şey bu dünyanın kuruluş esaslarıyla mütenasip olmak gerekiyor. O kadar ki, 'artık o dünyanın içinde benim ne kadar dünyam oluyor, ya da ben mi o evin dilini konuşuyorum, yoksa konuştuğum dil mi beni konuşuyor?' belli değildir. Öylesine bir ev- odaklı bir dünya ki bu, ev ödevlerini başarma telaşından evin dışında neler olup bittiğini; evin dışarıdan nasıl görüldüğünü merak dahi etmiyoruz. Sızmalara karşı alabildiğine müteyakkız bir durumdayız. Hane bizimdir, gerisi laf-ı güzaftır. Bu epistemolojik mesele, kültürel anlamda abartılmış bir burjuva mahremiyeti düşüncesinden temelleniyor. Steril evler inşa etme, evi kutsama (Home Sweet Home), evin içine kapanma gibi, dışarıya karşı son derecede endişeli, korkulu bir dünya bu. Modern dünya monadist. Bilgi dünyamız da öyle.
İşbu durumda evin içindekilere dışarıdan bakışlar, ya da hariçten okunan gazeller daha bir değer kazanıyor. Bu gazeller birleştirici gazeller olacaktır. Mesela, iktisadi bir makamdan okunan bildik ezgilere karşı ahlaki bir makamdan bir gazel okumak ilginç olabilir. Mesela sayılara gark olmuş bir iktisat dilinin karşısına "mutluluk"la -çoğumuz onun ahlaki bir tınlaması olduğunu unutmuşuzdur- akortlanmış bir gazelle çıkmak ilginç olmaz mı? İktisatçıları bu sayılar fetişizmi içinde hangi sayının
insan mutluluğunu temellendiren sayı olduğunu ifşa etmeye çağırmaya hakkımız yok mu?
Apartman-öncesi bir dünyaya doğan nesiller eve dönmenin anlamını da çok iyi bilmezler. Çünkü her yer evdir. Kimse evini kıskanmaz. Kapıların eğreti kilitleri bunu anlatır. Sabahleyin evden çıkan çocuklar gün boyu, sokaklardan bahçelere, bahçelerden avlulara, sofalara, odalara, mutfaklara girer çıkar. Her noktada evin bir parçası olan bir teyze, amca, abi, ablayla karşılaşır. Bu şefkat ağını, mızmız bir iki kız kurusu teyzenin nadanlığı ya da hoyratlığı bozamaz. Onlar da kızdırılarak oyunun birer parçasına dönüştürülür. Modernlik dünyayı büyük bir ev halinde tutan bağları eritti. Hastalıklı fetişlerle imar edilen bir ev mahremiyeti ortaya çıkardı. Herkes onun içine kapandı. Bilgi evi de bundan nasibini aldı. Kendi içine kapandı. Bu kapanmanın göstergesi, jargon fetişizmi ve uzmanlaşma oldu. Hayatın diyalektiği jargon gösterişini ve uzmanlaşmayı cehaletin sınırlarına getirdi. Yine iktisadı konuşalım. İktisadi jargon ve onun sayısal fetişizmi kendi iç şişkinliğini bir yerden sonra taşıyamıyor. Bu jargon içinde şişen söylem, bir kriz nihayetinde tuhaf bir drama çıkarıyor karşımıza. Bir iktisatçı gazeteci, bir akademisyen iktisatçı ve nihayet yüksek bir iktisat bürokratı neredeyse iktisadi standartlara göre iktisat-öncesi ilişkilerin hafızalarda bıraktığı izlerden hareket ederek iktisadı canlandırmaya çağırıyorlar bizleri. Biz, yani çocuk insanları. Bize bir bakkal amca, çiçekçi teyze üzerinden iktisat hikâye ediyorlar. "Ne olur alın, tüketin" diyorlar. Milini ve çarklarını, "dinmek bilmeyen ihtiyaçlar" ve "kıt kaynaklar" sarmalına yerleştirmiş bir başka hikâyeyi yeniden canlandırmak için. Bu "ev hikâyesi" yeniden inandırıcı olsun diye.
MUSTAFA KUTLU İLE LATİFE TEKİN'İN BİR ARAYA GELME VAKTİOysa bu hikaye yeniden inandırıcı olup; çarklar, miller yeniden dönmeye başlarsa, aynı söylem bakkal, çakkal zihniyetini küçümsemekte bir lahza tereddüt etmeyecektir. Oysa bu krizler, eskinin çarklarını çalıştırmak yerine, bazı meseleleri ev ödevi olmaktan çıkarmak için de bir fırsat doğuruyor. Bazı esaslı sorular sormak, belki sorulması örtük olarak yasaklanmış soruları ayağa kaldıramaz mıyız? Madem bizler çocuğuz, ancak bakkal amca, çiçekçi teyze masallarıyla anlayabiliriz, o halde çocuk saflığımızla sorular soralım. Mesela şöyle soralım. Çiçekçi teyze bana söyler misin, neden ihtiyaçlar sonsuzdur? Ben sonsuz olarak Rabb'ımı bilirdim. Bu dünyadaki fani ve sınırlı varlığıma sonsuzluk gibi ilahi bir vasfı giydirmek beni bir tüketim tanrısına dönüştürmek olmuyor mu? İhtiyaçlarım "bir lokma" ve "bir hırkadan" ibarettir diyen insanları insandan saymıyor musunuz? Sonra neden bu neo-pagan tanrınıza has mabedlerden, devasa tüketim mabedlerinden seslenmiyorsunuz bana? Neden mahallemin bakkalını oynuyorsunuz? Sonra bakkal amcalarım, bana söyler misiniz? Ciklet alınca cikletçi kazanacak, sonra herkes kazanacak da, sonra ne olacak? Herkesin "kazandığı" yerde neler kaybedilir? Sonra dünya bu kadar iktisadi olmak zorunda mıdır? Olmazsa ne olur? Kendisine iktisadi zenginleşme tasarıları sunan Anglo-Sakson bir bilmişe, bu projelerin sonuçlarını, "sonra ne olacak?" diye birer birer soran ve son aldığı cevap "hiiiç" olunca , "ben zaten şimdi hiçim" diyen bir dervişin aklına ne dersiniz?
Eve mahkum olmamak; bizi dışarıda bekleyen büyük bir dünyaya inanmak; küçülen dünya edebiyatlarına mahkum olmamak; onu kazanmanın yollarını onun küçültülmesinden geçmediğini anlamak; zihnimizi, apartman öncesi dönemlerde çocukluklarını geçirmiş nesillerin tecrübelerinde olduğu gibi kanatlandırmak; bu büyük dünyanın sokaklarından bahçelerine, sofalarına, mutfaklarına, odalarına taşımak; bildik hikâye etmelere karşı, bazı gözden çıkarılmış eski hikâyeleri düşünmek; hane -içi, ama içi boş kavgalara pabuç bırakmamak.. Velhasıl, çiçekçi teyze, cikletçi bakkal amca edebiyatına karşı değil, ama ondan çok farklı olmak üzere; mesela bir Latife Tekin ile Mustafa Kutlu'nun bir araya gelmesi, kafa kafaya vermesi ve hiç değilse tarihe şerh düşmek babından bir edebi manifesto kaleme almalarının vakti geldi de geçmiyor mu? ...
pornografi - tartışma ve çatışma programları
Günaydın, 15 Haziran 1977
Pornografi
Etyen Mahcupyan, Taraf, 6 Eylül
Hani bir dönem televizyonlarda çok popüler olan bir program vardı. İnsanları bir evde toplayıp kameralar altında 24 saat izletiyor ve aralarında sürtüşmelerin ortaya çıkmasından hareketle elemeli bir yarışma dinamiği yaratılıyordu. ‘Biri bizi gözetliyor’du programın adı... Cazibesi ise karakterlerin uyumsuzluğuydu. Belki izleyicilerin evlerinde de benzer karakterler vardı ve programın böylesine rağbet bulmasının nedeni de buydu. Program yöneticileri ise katılımcı seçimlerini muhakkak ki tesadüfe bırakmıyorlardı. Aksine olası gerçek yaşanmışlıkların replikalarını üretecek yapıda insanları özellikle seçiyorlardı. Dolayısıyla programın başarısı aslında evimizin içinde yaşanan ama tam anlamıyla yüzeye çıkmamış olan huy ve tavırların yakalanabilmesiyle orantılıydı.
Bu mantık bugün ‘düşünce’ programlarının da temel ilkesini oluşturuyor. Her tekil tartışma programının amacı olabildiğince farklı fikirleri çatıştırmaktan geçiyor. Eğer aynı insanlarla sürekli bir program dizisi yapılıyorsa, karakterlerin de zaman içinde ortaya çıkması ve seyircide bir çatışma beklentisi yaratması isteniyor. Buna uymayan tartışma ortamlarının yavan olduğu düşünülüyor. Çünkü mesele anlamak değil, zihnimizde var olan yüzeyselliğin bizatihi medyatik bir değere dönüştürülmesi ve seyircinin kendi yüzeyselliğini bir tür ‘derinlik’ sanması.
Diğer bir deyişle bugün ‘tartışma programı’ adı altında sunulanların çoğu aslında birer ‘biri bizi gözetliyor’ programıdır. Katılımcılar ise bunun farkındadır... Davetlilerin bilinçli olarak seçildiklerini bilirler. Kendilerinden beklenen rolün farkında olarak programa giderler ve seyirci üzerinde kalıcı bir etki yaratmaya öncelik verirler. Böylece başka programlara davet edilme şansı da artmış olur...
Bu hastalıklı mantığın uç noktası program yöneticilerinin çatışmayı tahrik etmek üzere özellikle birbirine zıt fikirde ama aynı karakterde kişileri seçmesiyle oluşur. Buradaki ‘karakter’ herhangi bir niteliği değil, doğrudan otoriter zihniyeti, sabit fikirliliği, çatışmacılığı ve saldırganlığı ima eder. Maksat düşünce ile kişiliğini birbirine karıştıran, bunları ayırt etmesini pek bilmeyen katılımcılara ulaşabilmektir. Tabii tümünün de bu nitelikte olması her zaman mümkün olmaz, ama aralarında birkaçının böyle olması yeter, çünkü diğerlerini de tahrik ederler ve istenen ortam sağlanmış olur.
Buradaki kritik nokta şudur: Seçilen katılımcıların toplumun genelini temsil etmediği açık olsa da, serdedilen fikirlerin toplumun genelinin bilinçaltında yer aldığından emin olmanız gerekir. Örneğin ‘Kürt meselesinde’ toplumsal sağduyu çatışmayı dağlarla ve üniformalılarla sınırlamıştır belki, ama resmî düşmanlığın evlerimizin ve zihinlerimizin içine kadar girip bilinçaltımızda çöreklendiğini biliriz. Bu düşmanlığı yüzeye çıkarmak isteyen bir program, habercilik yapmamaktadır... Onun yaptığına ancak psikolojik manipülasyon denebilir. O programda duyulan ‘fikirlerin’ toplumsal karşılığı düşünce düzleminde değil, duygusal düzlemdedir... Seyircinin kendi duygusal algısını bir tür ‘fikir’ sanması istenmektedir.
Tartışma programlarının genelinde katılımcılar da televizyonlar kadar deneyimli oldukları için, durumun farkındadırlar. Program sırasında bireysel tavırlarını koyarlar ve gerekiyorsa tedbirlerini alırlar. Programcıların latent gayrı ahlaki yaklaşımının, katılımcıların bilinci ile dengelendiğini öne sürebilirsiniz. Ama ya katılımcılar çocuksa? Ya aynı mantıkla, zıtlaşsınlar ve çatışsınlar diye özellikle seçilmişlerse? Ya kişiliklerini henüz fikirlerinden ayırmayı bilecek yaşta değillerse? Bu yapılan programı nasıl değerlendirmek gerekir? Söylenecek şey şudur: Bu program bir toplumsal fotoğrafı değil, bizzat o televizyonun ideolojisini ve siyasetini ortaya koymaktadır.
Peki, ya bu programı seyredenler? Sanki normal bir şey izliyormuşçasına genç dimağların ve kırılgan kişiliklerin bir ‘biri bizi gözetliyor’ programında meydana savrulmasına ‘seyirci’ olanlar? Kendi bilinçaltlarındaki dürtülerle yüzleşemedikleri için, çocukluğun yüzeyselliğinden medet umanlar?
Herkesi aynı kaba sokmayalım... Herkesin alınmasına gerek yok. Ama olayın adı pornografidir...
Pornografi kendisini kolay gizler. Örneğin bazen adalet adına, veya sosyalist, feminist ya da herhangi bir ‘ist’ adına öne sürülen ideallerle üstü örtülebilir. Ama en meşrusu resmî ideolojinin bilerek veya bilmeyerek pornografik olmasına neden olduğu konular ve tabii en başta da tabulardır. Çünkü tabular adı üzerinde ‘dokunulmazdır’. Tabunun kullanılması o denli büyük bir meşruiyet yaratır ki, nasıl kullanıldığı ile herhangi bir sorgulama bile yapamazsınız. Böylece hem düşünceyi hem de o düşüncenin ardındaki kişiyi sürekli izlenen, gözaltında biri haline getirirsiniz.
Türkiye’de Mustafa Kemal’e yapılan budur... Mustafa Kemal ile ilgili çok farklı görüşleriniz olabilir, ama o insanı yüzeyselleştirerek araçsallaştıran, kendi bilinçaltımızın nesnesi haline getiren her şey düşünsel düzlemde pornografik bir eylemdir.
Eldivenler...
Bugün kitapçıda elimi sürdüm kapağına;
özenli, çekici,
sert ama yumuşak
pütürlü ama düz
anlamlı ama boş şeyler çağrıştırdı ilkin...
Bir çocuk ısrarcılığıyla paçalarımı çekiştiren ismi,
sarıp sarmaladığım hatıra bohçasını hafiften araladı...
Karnım soğudu inceden,
o sivri incelik yukarı tırmanıp ağrıya benzer bi saplantı yaydı boğazıma...
Gün boyu dilimde boş boş dolanan avare ağız kuruluğum, önce pek de anımsayamadığı bir hisle irkildi, çalkalandı. Midemi tekmeledi, ama mide ondan da aylaktı, kusamadık...
"Eldivenler, Hikâyeler"in içini yokladım, o gereksiz ve edebiyatın hazıryiyicisi, asalağı hızlı okuma tekniği ile kitabın ilk öyküsü "Eldivenler"i bir 'çırpı'da okudum.
'Bir çırpınışta okudum' mu deseydim yoksa?..
Yok yok, aslında 'okuduğumu sandım' desem daha dürüst olurum.
Bu, belki de adından dolayı öyküden kaçmaktı.
Bana çağrıştırdıklarıyla;
gecikmiş ve artık gereksiz, anlam'sız bir hesaplaşmadan kaçış...
Halbuki, kendime kızıp hırsımı hızlı okumayla kitaptan çıkarıyordum.
Bir an öyküyü unuttum, gözüm sadece üstünde geziniyor,
anılarımı çağrıştırdığı için onu yavan yavan
ve
hesap sorarcasına, dişleye dişleye yalıyordu...
Öykünün altımda acı çektiğini,
anlaşılma ihtiyacı duyduğunu hissettim.
Oysa tutku'suz bir buluşmaydı bu ve çok çıkarcıydım...
İşini bitirecek, yatağa attıktan sonra bir daha yüzüne bakmayacak adamın gereksiz göz süzmeleri, tavlama denemeleri gibiydi bu sapkın sapıklığım...
Öyküyü, "hatırlama"ya metres ettim...
Öykü, "hikâye" anlatıyordu, kopmuştum ondan.
Yanımdaki adamların sayısı, kitapçıların o tenha zamanında tesadüfen çoğaldı gibi geldi bana. Malum, 'iş tutuyorduk', seyircisi çok olacaktı... Bu saatlerdeki olağan raf sessizliğini ayak sürümeleriyle bozduklarında kendime geldim.
Anılarımın "metres"i öykünün üstünü örttüm, yerine koydum,
'iş'ini bitirmiş, boşlukta gezinen ama uçtuğunu zanneden adamın umarsızca fermuar çekişine tişörtümü düzelten ellerim uydu,
kasiyere mahcup bir bakış fırlatarak çantamı omzuma asıp çıktım...
Uzun bi aradan sonra ilk kez çıplaklıktan utandığımı hissettim.
Kerhanedeyim sandığım için mekândan özür diledim...
Ama suç anılarda; depreşmeselerdi... Ben mi onlara "kudurun!" dedim?
14 Eylül 2009
-Arka kapaktan-
Murathan Mungan'ın yaşama dair derin ve incelikli gözlemlerle zenginleştirdiği bu öyküler, kadınlar hakkında, erkekler hakkında, ilişkilerin gerilimi hakkında, ebeveynler hakkında, zamanın geçiciliği ve bazen de "oturup kalması" hakkında, tesadüfler hakkında, kısacası hayat hakkında...
"Eldivenler, hikâyeler" on öyküden oluşuyor:
Eldivenler, Ansızın her şey, Kaset, Yaz gibisi var mı? Kötü adamla kötü kadının aşkı üzerine küçük bir film, Krepen'in duvarı, Islık, Çarpışma, Tabut ve Geçici kesinlikler.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)