Ara

"Oikos+nomos" ya da "İktisat"...



"Sakız-simit-çiçek alın, ekonomiye can verin" kampanyası, krizde tüketimi artırmak için mahalle ağzını benimsiyor... "Ali topu at" fişi terk ediliyor, kriz "Ali topu sat"ı tahtaya yazdırıyor... Müteşebbis ve bir o kadar da müşteri avcısı Ali kimliği yaratılıyor. Yerli malı kullanmak, alışverişi sınırlamak anlamına gelebiliyor; "ne bulursan onu al da yeter ki al, dükkândan boş çıkma" öğütleniyor... "Al-ver ekonomiye can ver"in ideolojisi, yerli malını aldırmaya adanmış eski ideolojiyi de el çabukluğuyla tedavülden kaldırıyor, krizin ideolojisinin küresel içerik taşıdığını söylüyor.

Peki ya krizden çıkınca?..

Bu koskoca hocalar, banka müdürleri, iktisatçılar, gazeteciler krizden sonra bir daha o mahalleye uğrarlar mı acaba?
Simit arabası sürenler, makam aracından inmeye tenezzül eder mi? Bakkal önlüğü giyenler, holding binalarına kravatsız girer mi? Çiçek satan medyatörler, sabah plazalarına giderken durup da köşedeki roman kızdan bi çiçek alarak ekonomiye can katar mı?

Romantik bir kadim dönemden beslenen, iyimserliği tavan yaptıran bu kampanya, büyük taşların yeniden döşenmesi için inşaata kum taşıyor olmasın...

S.S. Öğün'ün ahlak dozu -sanırım Ramazan'ın da etkisiyle- fazla kaçmış yazısı aşağıda...



Simit, ciklet ve iktisat



Süleyman Seyfi Öğün, Zaman, 17 Eylül.


fetişlerle yüklü. Kadim dünyada bile bu kadar değildi. Ve ne gariptir ki, aklı inançlardan arındırmak olarak nitelendirebileceğimiz ideolojik duruşunu ve niyetini hayatı fetişlerden arındırmak-dünyanın büyüsünü çözmek- gibi bir noktada sabitleyen kapitalist modernleşme, insanlığa fetiş tarihinin en yoğun aşamalarını yaşattı; yaşatmaya devam ediyor.

Her fetiş bir güzelleme içerir. Bu güzellemeler fetişe yönelik bir büyülenmeyi sağlar. Bu büyülenme o kadar ileri götürülür ki, sonuçta fetişler her türlü tartışmadan münezzeh bir konuma ulaştırılır. Adeta bir mukadderat olarak kabul edilir. Bu süreçlere fetişlerin pekişimi (consolidation) diyebiliriz. Şu kadarı artık çok açık görülüyor ki, insanlar fetişlere doğuyor ve zihnen ve ruhen bu fetişlerde ifadesini bulan bir mukadderatı yaşıyor.

Modernlik çok sayıda tartışmayı içerir. Kadim dünyada tartışma kültürü açısından doğrusu bu kadar yüklü değildi. Burjuva entelektüeller tartışmanın erdeminden yola çıktılar. Kadim dünyanın tartışılmaz olarak tanımladığı pek çok konuyu tartışmaya açtılar. İnsan aklı, tartışarak hakikati gizleyen perdeleri yırtacak; özgürleşerek yabancılaşmayı tarihe gömeceklerdi. Bu saygıdeğer bir niyettir. Ama zaman içinde, bu tartışmaların ürünleri de tartışılmaz ön kabullere dönüştü. Tartışma devam etti, ediyor da, ama zihin dünyamız yürüttüğü bu tartışmalarda, ağır tartışılmazların varlığını daha derinden hissediyor.

EV ODAKLI BİR YAŞAMA DOĞRU

Mesela iktisadi tartışmalara bir bakalım. Bugün iktisadi dil üzerinden sayısız iktisadi tartışma yapabiliriz; yapılıyor da. Falan iktisadi model mi daha yaralıdır; değilse filan iktisadi model mi? Modelleri, sistemleri, politikaları sonuna kadar tartışabilirsiniz? Ama yapmakta çok zorlanacağınız bir şey kalır: İktisadın kendisini tartışmak... Bu alana girerseniz, tartışacak özne dahi bulamayabilirsiniz. Çünkü söyledikleriniz iklimi bozar. Az önce konuşanlar susar. Size uzaydan gelen bir varlıkmışsınız gibi bakmaya başlarlar. Bir kısmı uzaklaşır. Kalanlar sizi boş boş dinler. Eğer canlarını daha fazla sıkarsanız, önce kibarca sizi "romantik ya da idealist olmakla; gerçek-üstücülük yapmakla eleştirir. Can sıkıcılığın katsayıları arttıkça , zihni dengesizlik göstermekle, "uçmakla" da eleştirildiğiniz olur. Onlara göre bir iktisadi dünya vardır. Bu dünyanın katı ve tartışılmaz gerçekleri vardır. Bunlar atlanarak iktisadi tartışma yapılamaz. Mesela iktisadi tartışmanın yürütülebilmesi için saf iktisadi bir dil tutturmak gerekir. İktisadi dilin kavramları birer fetiştir. Önce bu kavramlara sadakat göstermelisinizdir. Mesela homo-economicus, piyasa, büyüme, kalkınma, GSMH, refah vb. kavramlara olan sadakatinizi teorik bir tutarlılıkla ıspat etmelisiniz. Mesela Mustafa Kutlu'nun hikâyesinde olduğu gibi ters laflar etmemelisiniz. "Ben hayatımda homo-economicus'u görmedim, piyasayı da, büyüme ve kalkınma kavramlarına eleştirel bakıyorum, refahı da esastan tartışmak gerekir" gibi laflar ederseniz, yani Mustafa Kutlu'nun ifadesiyle bir "korsan tebliğ" verirseniz, vay halinize. Felsefe yapmak, "canım bir iktisat kongresini sabote etmek" dolayısıyla son tahlilde tımarhanenin imdad-ı sihhiyesini çağırmanın şartlarını yaratmakla suçlanırsınız.

Bilgilerimiz ve bilgilerimizin kavramsal dünyası bizlere bir dünya kuruyor. Biraz Heideggerci, biraz Wittgensteincı bakacak olursak, bizler kelimelerden mürekkep, yani "dil" üzerinden bir "dünya"yı kuruyoruz. Her şey bu dünyanın kuruluş esaslarıyla mütenasip olmak gerekiyor. O kadar ki, 'artık o dünyanın içinde benim ne kadar dünyam oluyor, ya da ben mi o evin dilini konuşuyorum, yoksa konuştuğum dil mi beni konuşuyor?' belli değildir. Öylesine bir ev- odaklı bir dünya ki bu, ev ödevlerini başarma telaşından evin dışında neler olup bittiğini; evin dışarıdan nasıl görüldüğünü merak dahi etmiyoruz. Sızmalara karşı alabildiğine müteyakkız bir durumdayız. Hane bizimdir, gerisi laf-ı güzaftır. Bu epistemolojik mesele, kültürel anlamda abartılmış bir burjuva mahremiyeti düşüncesinden temelleniyor. Steril evler inşa etme, evi kutsama (Home Sweet Home), evin içine kapanma gibi, dışarıya karşı son derecede endişeli, korkulu bir dünya bu. Modern dünya monadist. Bilgi dünyamız da öyle.

İşbu durumda evin içindekilere dışarıdan bakışlar, ya da hariçten okunan gazeller daha bir değer kazanıyor. Bu gazeller birleştirici gazeller olacaktır. Mesela, iktisadi bir makamdan okunan bildik ezgilere karşı ahlaki bir makamdan bir gazel okumak ilginç olabilir. Mesela sayılara gark olmuş bir iktisat dilinin karşısına "mutluluk"la -çoğumuz onun ahlaki bir tınlaması olduğunu unutmuşuzdur- akortlanmış bir gazelle çıkmak ilginç olmaz mı? İktisatçıları bu sayılar fetişizmi içinde hangi sayının

insan mutluluğunu temellendiren sayı olduğunu ifşa etmeye çağırmaya hakkımız yok mu?

Apartman-öncesi bir dünyaya doğan nesiller eve dönmenin anlamını da çok iyi bilmezler. Çünkü her yer evdir. Kimse evini kıskanmaz. Kapıların eğreti kilitleri bunu anlatır. Sabahleyin evden çıkan çocuklar gün boyu, sokaklardan bahçelere, bahçelerden avlulara, sofalara, odalara, mutfaklara girer çıkar. Her noktada evin bir parçası olan bir teyze, amca, abi, ablayla karşılaşır. Bu şefkat ağını, mızmız bir iki kız kurusu teyzenin nadanlığı ya da hoyratlığı bozamaz. Onlar da kızdırılarak oyunun birer parçasına dönüştürülür. Modernlik dünyayı büyük bir ev halinde tutan bağları eritti. Hastalıklı fetişlerle imar edilen bir ev mahremiyeti ortaya çıkardı. Herkes onun içine kapandı. Bilgi evi de bundan nasibini aldı. Kendi içine kapandı. Bu kapanmanın göstergesi, jargon fetişizmi ve uzmanlaşma oldu. Hayatın diyalektiği jargon gösterişini ve uzmanlaşmayı cehaletin sınırlarına getirdi. Yine iktisadı konuşalım. İktisadi jargon ve onun sayısal fetişizmi kendi iç şişkinliğini bir yerden sonra taşıyamıyor. Bu jargon içinde şişen söylem, bir kriz nihayetinde tuhaf bir drama çıkarıyor karşımıza. Bir iktisatçı gazeteci, bir akademisyen iktisatçı ve nihayet yüksek bir iktisat bürokratı neredeyse iktisadi standartlara göre iktisat-öncesi ilişkilerin hafızalarda bıraktığı izlerden hareket ederek iktisadı canlandırmaya çağırıyorlar bizleri. Biz, yani çocuk insanları. Bize bir bakkal amca, çiçekçi teyze üzerinden iktisat hikâye ediyorlar. "Ne olur alın, tüketin" diyorlar. Milini ve çarklarını, "dinmek bilmeyen ihtiyaçlar" ve "kıt kaynaklar" sarmalına yerleştirmiş bir başka hikâyeyi yeniden canlandırmak için. Bu "ev hikâyesi" yeniden inandırıcı olsun diye.

MUSTAFA KUTLU İLE LATİFE TEKİN'İN BİR ARAYA GELME VAKTİOysa bu hikaye yeniden inandırıcı olup; çarklar, miller yeniden dönmeye başlarsa, aynı söylem bakkal, çakkal zihniyetini küçümsemekte bir lahza tereddüt etmeyecektir. Oysa bu krizler, eskinin çarklarını çalıştırmak yerine, bazı meseleleri ev ödevi olmaktan çıkarmak için de bir fırsat doğuruyor. Bazı esaslı sorular sormak, belki sorulması örtük olarak yasaklanmış soruları ayağa kaldıramaz mıyız? Madem bizler çocuğuz, ancak bakkal amca, çiçekçi teyze masallarıyla anlayabiliriz, o halde çocuk saflığımızla sorular soralım. Mesela şöyle soralım. Çiçekçi teyze bana söyler misin, neden ihtiyaçlar sonsuzdur? Ben sonsuz olarak Rabb'ımı bilirdim. Bu dünyadaki fani ve sınırlı varlığıma sonsuzluk gibi ilahi bir vasfı giydirmek beni bir tüketim tanrısına dönüştürmek olmuyor mu? İhtiyaçlarım "bir lokma" ve "bir hırkadan" ibarettir diyen insanları insandan saymıyor musunuz? Sonra neden bu neo-pagan tanrınıza has mabedlerden, devasa tüketim mabedlerinden seslenmiyorsunuz bana? Neden mahallemin bakkalını oynuyorsunuz? Sonra bakkal amcalarım, bana söyler misiniz? Ciklet alınca cikletçi kazanacak, sonra herkes kazanacak da, sonra ne olacak? Herkesin "kazandığı" yerde neler kaybedilir? Sonra dünya bu kadar iktisadi olmak zorunda mıdır? Olmazsa ne olur? Kendisine iktisadi zenginleşme tasarıları sunan Anglo-Sakson bir bilmişe, bu projelerin sonuçlarını, "sonra ne olacak?" diye birer birer soran ve son aldığı cevap "hiiiç" olunca , "ben zaten şimdi hiçim" diyen bir dervişin aklına ne dersiniz?

Eve mahkum olmamak; bizi dışarıda bekleyen büyük bir dünyaya inanmak; küçülen dünya edebiyatlarına mahkum olmamak; onu kazanmanın yollarını onun küçültülmesinden geçmediğini anlamak; zihnimizi, apartman öncesi dönemlerde çocukluklarını geçirmiş nesillerin tecrübelerinde olduğu gibi kanatlandırmak; bu büyük dünyanın sokaklarından bahçelerine, sofalarına, mutfaklarına, odalarına taşımak; bildik hikâye etmelere karşı, bazı gözden çıkarılmış eski hikâyeleri düşünmek; hane -içi, ama içi boş kavgalara pabuç bırakmamak.. Velhasıl, çiçekçi teyze, cikletçi bakkal amca edebiyatına karşı değil, ama ondan çok farklı olmak üzere; mesela bir Latife Tekin ile Mustafa Kutlu'nun bir araya gelmesi, kafa kafaya vermesi ve hiç değilse tarihe şerh düşmek babından bir edebi manifesto kaleme almalarının vakti geldi de geçmiyor mu? ...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder